Öğleden
sonraya uzanan uzun bir cumartesi kahvaltısı ve sohbetinde, herşeye değine
söylene güle oynaya geçen bir sohbette, Cumhurbaşkanı ve politikalarına
değinmeden geçilmiyor. Politika yok diye başlıyorsunuz, hayatı yoğurup dururken
vardığınız durak politika oluyor.
Politika olunca, bu kez masa üzerine Teke
Şenliği kitabı kondu. Nobelli yazar Mario Vargas Llosa’nın Dominik Diktatörünü anlatan romanı.
Okumadım, ama ilk fırsatta.. Tüm diktatörlerin sonları aynı bitiyor, öykünün
merak edilecek bir sonu yok. Başlangıç ve gelişme öykülerinde de benzerlikler
çok.
Belirli bir süre ayakta kalmalarının ortak
süreçlerini merak ettim. Tabii en önemlisi, diktatörlerin ilk cicim yılları ve
halkla ciddi ilişkileri ve bağlılıkları zayıflama sürecine girmesiyle, polis ve
devletin istihbarat ve güvenlik güçlerinden büyük bir güç oluşturmaları..
Daha da önemlisi, diktatörlerin çevresinde
oluşan geniş bir “siyasi çember”. Diktatörün her dediğini yerine getirecek,
politikalarını uygulayacak, şüphesiz bir takım siyasi insanlara ihtiyacı var.
Diktatörler çevresinde rol verdiklerine karşı da
amansız. Sözüm haşa meclisten dışarı, Dominik Diktatörü kendisine biaddan bir
milim kayanın da hayatını kaydırıyormuş. Fazla anlatmadılar, çünkü kitabı henüz
okuyan ve öykünün anlatılmasını istemeyen arkadaşlar vardı.
Padişah ve
Sadrazam
Bir dostum ilginç bir benzetme yaptı padişahlar
ve sadrazamları hakkında.
Sadrazamlar, padişahın mührünü taşıyan, padişah
adına hareket eden insanlar.
Ama sık sık azledilen ve kelleyi kaptıranlar da.
Padişah, yalan söyleyen, kendine danışmadan
bağımsız iş yapan, savaşta başarısız olan, başarısızlığı da başarı gibi
göstermeye çalışanların kellesini vuruyor, en azından kapıyı gösteriyor.
Sözü nereye getireceğini merak ederken, teşbihte
hata olmaz diyerek ve tedbirli davranarak, mesela
Cumhurbaşkanı Erdoğan padişah rolünde dedi. Ahmet Davutoğlu’nu da sadrazam
yerine koydu.
Yeni
Osmanlı iflas edince
Orta Doğu ve Suriye politikalarının düşünsel
mimarı, Stratejik Derinlik’in yazarı Davutoğlu. Aralarındaki ilişki,
Davutoğlu’nun çizdiği teorik politika çerçevesinde derinleşti ve reel
uygulamaya kondu. Davutoğlu’nun, Osmanlı’nın eski toprakları üzerinde geliştirdiği
ortak kültürel derinliklere ve varlıklara dayalı büyüme- gelişme ve Türkiye’yi
“Yeni Osmanlı” (Davutoğlu’nun
kendilerini tanımlaması) derecesine yükseltecek politikasına, RTE’yi ikna
ettiği söylenebilir.
Reel politika, Türkiye bu temel üzerinde “lider ülke” ve RTE’yi de “Müslümanların lideri” konumuna
yükseltmeyi hedefliyordu.
Aralarındaki birliktelik bu temelde gelişti ve
Davutoğlu’nu da Parti liderliğine ve Başbakanlık koltuğuna oturttu.
Arkadaşım dedi ki: Suriye politikası iflas
edince, Padişah, kendisini yanıltan ve yenilginin esas sahibi olarak
Sadrazamını gördü ve kellesini vurdu!
İflas eden
bir anlayış için son bir deneme
Peki de, Reis kendisini hâlâ Müslümanların
lideri olarak görme hedefini unutmuş değil. Teorisi iflas etmesine rağmen!
Muhammed Ali’nin cenaze töreni bu düşüncenin
acaba son bir denemesi olabilir miydi? Acaba orada gördü mü ki, “Müslümanların bir küresel liderliğe” ihtiyacı yok..
Obama ve Amerikan yönetimini, ülkemizdeki
olaylarda durmadan “üst akıl” olarak niteleyen siyasal saldırılarda bulunan bir
ülke liderinin, Amerikalı Müslümanlardan güç alarak pozisyonunu güçlendirmeye
çalışmasının imkansızlığı da test edildi, denebilir.
Dikkat,
kelleler gidebilir!
Tabii, Davutoğlu’nun azlinin ve RTE’nin tek
adamlığa yükselme sürecinin bize özgü koşulları da var.
Davutoğlu, Padişah varken, kendini liderliğe
yükseltmeye yönelik kesin çizgisi vardı. Pek çok konuda, belki de hemen her
ciddi konuda.
Suriye politikasının iflası, bir “padişahı
yanıltma” olsa bile, esas kelle vurulma olayı, alternatif bir liderlik
arzusunda ve politikasında yatıyor.
Kaldı ki, Padişah hala Suriye konusunda yaptığı
son açıklamada, Davutoğlu ile ortak politikayı sürdürürken, “dış politika
değişecek” gibi laflar edenlere hıza veriyor olabilir mi?
Dikkat edin kellere gidebilir..
12 Haziran 2016 Pazar / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder