Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

27 Şubat 2011 Pazar

Medya Yargıçları, Polisleri, Savcıları ve Giyotinleri


Bir yıldır Soner Yalçın üzerinde “çalışıyorlar” anlaşılan. Ama, Soner Yalçın ve arkadaşlarının “suçluluklarını kanıtlamak”, önemli değil burada. Sonuçta bütün bu davaların yüzde 95’i çökecektir. Zaten iktidar ve yandaşlarının da “mahkeme sonucu” ile ilgili bir beklentileri yok. Bu, yıllar sondaki olay! En erken 3, 5-10 yıl sonrası! Oradan beraat çıkması, umurlarında değil ve olmayacak!
Önemli olan bugün- şimdi, bu ay, bu dönem, bu yıllar!
Daha da açıkçası, ilk hedef bu seçimlere kadarki süre. Seçimlerden sonra duruma yeniden bakacaklar.. nasıl ilerlemeleri gerektiğine karar verecekler.
OdaTV aynı zamanda bir “seçim projesi”dir!
***
Mahkemeler, Silivri veya benzeri salonlarda kurulmuyor.. Oraları tamamen göstermelik yerler.. Esas mahkeme “Türkiye sahnesi”nde kuruluyor! Gösteri yeri, karar yeri, linç yeri bütün Türkiye!
Kadınların sokakta takır takır vurulması, öldürülmesi, linç edilmesi ile...
... en son Ergenekon veya Balyoz kazanına atılanların, suçsuzların (masuniyet karinesi!), ve şimdi de Soner Yalçınların mahkeme dışında, medya manşetlerinde, köşelerinde ve neredeyse yüzlerce ekranda kurulan gösteri sahnelerinde ipe çekilmeleri arasında, zerre kadar bir fark yoktur..
Bu dönemin cellatları, ellerine tutuşturulan “kararları” halkın yüzüne karşı okuyorlar! Türkiye tipi “ileri demokrasilerde” “kararlar”, çeşitli medya sayfalarına “asılıyor”!
Bunların adı, bazen Star, bazen Zaman, bazen Radikal, bazen Bugün, bazen Sabah,  hatta bazen Vatan, Akşam veya benzerleri ve bunların ve iktidarın ekranları olabiliyor...
Kararları, bildik (yasal) mahkeme vermiyor..
Kurulan yasadışı “Mahkeme öncesi mahkemeler”in özel savcıları, emniyetteki adamları ve kullandıkları medyatik aletleri kararları veriyor ve toplu olarak uyguluyorlar!
Mahkemelerin derdest edilip, hukukun defterinin dürüldüğü ve tüm suçsuzların modern bir şekilde idam edildikleri zamanları yaşıyoruz.
Yasal mahkemelerin ancak yıllar sonra “konuşma’, yani karar verme hakkı olacaktır!
Bugünün esas yargıçları, iktidar ve medya şürekasının yayın yönetmenleridir! Köşe yazarlarıdır...
Mesela bir kızılsaçlı yargıç, Sonerlerin ne kadar suçlu olduklarının kararını, “belgelere” dayanarak, bütün Türkiye’ye okumaktadır! Çeşitli tipte benzeri “nefret küpleri”, köşelerinde ve renkli camlarında, “adaletin pençesi”ndeki suçsuzların idam fermanlarını “okumaktalar”!
***
Sonerler bir şekilde serbest kalacak, ancak tezgahı kuranlar, öncelikle seçimlere kadarki sürede, meyveleri toplayacaklar.
Dikkat edin: Ortada suç olabilecek hiç bir şey yoktur! CHP’yi destekleyen bir TV’yi “bize verin” demişler! İktidarın medyasındaki köşelerinden ateş ediyorlar: Bu gazetecilikle bağdaşır mıymış! (İşe bak!)
Hedef öncelikle seçimler ve CHP tabii ki!
Önce Kılıçdaroğlu Soner Yalçın’la görüştüğü için çarmıha gerildi!
Sonra da, partinin etkin isimlerinden Muammer İnce 12’den vuruldu! Efendim, bir gazeteci bayanla ilişki aramış!
Ucube demokrasinin yarattığı ucube medyacıların hepsi birer savcı, polis ve yargıç!
Böyle bir yasadışı makam ele geçirince, herkesin kellelerini uçuruyorlar; giyotinleri çalışıyor, kesilen başları, saçlarından tutup halka gösteriyorlar!
Ve haykırıyorlar: İleri demokrasiye doğru ileri, marş marş!
---
Not: Bir internet gazetesinden aradılar! Efendim, Soner Yalçın’ın gazeteciler listesine ne diyormuşum.. Bu konuda bir yazımda düşüncemi belirtmiştim.. Sineğin yağından kendine haber çıkartacak! “Boşver o konuyu, bir b.k değil o ‘belge’.. Bu konuda konuşmak istemiyorum, siz de beni aramamış ve bunu sormamış olun..” dedim  Google alert, ertesi gün bir dizi sitede ‘bir b.k değil..” sözlerimin yayınladığını bildirdi! Aslında hiç bir açıklama yapmadığım halde! Bazı siteler de oradan almışlar, bunu Soner Yalçın’a karşı kullanmışlar. İnternet “gazeteciliği”nin yüzde 95’i aslında batak! Çok çok iyiler var tabii, gazetelerle yarışan..
---27 Şubat 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

24 Şubat 2011 Perşembe

Muhalefeti/Demokrasiyi Tasfiye Süreci, AKP’nin İki Dönemi


Kaddafi epey ilginçti ilk zamanlar! Evet darbe ile gelmişti, ama krallığın başka türlü devrilmesi nasıl mümkündü bilemem –halk ayaklanması ile. Ayrıca “sosyalizm” diyordu! Yine de diğer Arap ülkeleri arasında, belki de ülke zenginliğinden halkını en çok yararlandıran yönetim oldu.. Ülkesini “yeşertmek” için ilginç projeler uyguladı.. Çöldeki kabilelere (Warfalla, Hasawna, Zuwayya…) petrolden payını verdi ve onları hanedanlığına bağlı tuttu uzun süre...
Ancak, Albay’ın, devlet ve istihbarata neredeyse tamamen kendi “kabilesi” Kaddafa’nın insanlarını getirdiği, kabileleri birbirine düşürdüğü belirtiliyor. “Albay”a karşı 1990’lı yıllarda darbeye kalkışan Ordu içindeki diğer kabilelerden çok kişinin idam edildiği de biliniyor.. “Petrol zenginiyiz, ama halk yoksul”, TV'de isyancılardan biri böyle söylüyordü, gençler özgürlük istiyorlar!
Komşulardaki isyanlar, demek ki bu ülkede de bir noktada sonra, ayaklanmanın zamanını belirledi! Libya ile Mısır veya Tunus’daki halk isyanları biribirinden çok farklı! Oralarda “halk” ve “gençlik”, Libya’da ise dahaa çok “kabileler savaşı” var.
Son tahlilde, Kaddafi, kimileri onu “emperyalizme karşı” bulsa da, paralı yabancı lejyoner askerlerine halkını vurduran, uçaklarla saldıran, acımasız bir diktatör...
Mübarek de bir diktatör değl miydi, ve Tunus’taki... Bahreyn, Yemen..
İran’da “demokrasi” mi var? Muhalefeti her durumda ezmeye, idam etmeye hazır, seçimlerde hile hurdanın ayyuka çıktığı, mollakrasi! Mollaların, kimin seçimlere girebileceğine karar verdiği bir rejim.. Ama parlamento var! Seçimler yapılıyor!
Halkının önemli bir çoğunluğuna karşı olan, iktidarını sürekli kılmak için sistemi manipule eden, üstüne üstlük onyıllarca koltuğunda oturan rejimler, diktatörlüklerdir... Mübarek yüzde 90’la (halk iradesi!!) Başkan seçilmişti ve küt diye gitti!
Geçen gün Ulusal Kanal’da bir akademisyen, Romanya lideri Çavşesku’nun Mısır ve diğerleriyle kıyaslanmasına, “orası sosyalist bir ülke, Mübarek’le kıyaslanmaz” diyerek karşı çıkmıştı! Neden? “Sosyalizm”, yolsuz, aile klanları ve parti krallarının ebedi olarak halkın tepesine binme (polis) rejiminin mi adıdır!? (“Sosyalizm”in, eski kalıplarla kabulü ve geçmişe toz kondurmama, daha ne kadar sessizce ama inanmayarak, sürecek bu ülkede -ve dünyada!)
***
Şu veya bu derece otoriter bütün siyasal rejimlerin genel karakteri “diktatörlük”tür veya diktatörlüğe eğilimlidir.. Tüm muhalefeti yoketmek için her türlü düzenbazlığa başvururlar; siyasi rakiplerini sindirmek, olmazsa yoketmek, öncelikli anlayışlarıdır.
Bu amaçla çeşitli araçlar kullanılır, devreye sokulur.
Bu araçların seçim ve kullanımı, ülkenin kültürel, siyasal ortamına, geleneklerine bağlı olarak değişir.
Kaddafi, halkının yarısını yokedebilecek bir insan.. Zaten yabancı paralı askerlerinin varlığı bunun göstergesi.. Mısır ve Tunus diktatörleri uzun yıllar polis rejimi, işkence, seçimleri iğdiş etmek, uyduruk parlamento, muhalifleri gerektiğinde yok etmek ve iktidarda kalabilmek için gerekli her türlü önlemi almak gibi araçları, kullandılar.. Ama halkın gücü bunları yıkıp geçti!
***
Türkiye’de Erdoğan rejimi de, özellikle ikinci dönemlerinde net olarak ortaya çıktı ki, siyasal otoriteryen, diktatorya eğilimlidir..
İlk dönemlerinde müthiş bir “mağdur” olma haline, “bütün paralarını” yatırdılar; yanılmadılar büyük bir kazançla çıktılar.
İkinci dönemlerinde, tek adama (ve sivil hanedanlığına) dayalı siyasal rejim heveslerine engel olabilecek herşeyi silip süpürmeye soyundular.. 
Rejimleri otoriter/diktatoryal eğilimli ve demokrasiyi mümkün olduğu kadar tasfiye etmeye yönelik olduğu için (en iyisi: indirgenmiş demokrasi!!), en büyük proje olarak, Ordu’yu tam tasfiye uygulanıyor!
Dikkat edin: Ordu, artık darbelerin ordusu değildir.. Bu niteliği, birinci AKP iktidarı döneminde (ve daha önce) mezara gömülmüştü (iyi haber!)!
Ama ikinci AKP dönemi tamamen farklıdır: Otoriterliğini adım adım inşa eden bir iktidar yaşıyoruz!
Bu ikinci aşamada Ordu artık ancak, eğri büğrü ve eksik de olsa, varolan “demokrasi”nin ayakta kalmasına yardımcı olabilirdi!
Bugünkü tasarlanmış, düzenlenmiş Balyoz vb operasyonlarının “siyasal arka planı”nda,  “demokrasi” isteyebilecek veya demokrasiye destek çıkabilecek bir Ordu’nun “tutuklanma süreci” var (kötü haber!)
Bu operasyon, aslında ilk AKP iktidarının son dönemlerinde başladı.. medya operasyonu, kamuoyunu yönlendirmek ve bütün bu operasyonlara hazır etmek için önceden devreye sokulmuştu!
Şimdiki medya operasyonu ise, Ordu üzerine kurulan tezgahın bir şekilde ortaya çıkmasını engellemeye, muhalif medyayı tasfiyeyi sürdürmeye yöneliktir..
Artık, CHP için ise allah kerimdir..
Hele şu seçimleri bir geçelim.. Manazarayı bir görelim...
Gerekli alet edevat, çantalardan çıkartılacaktır!
--2 Şubat 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet



23 Şubat 2011 Çarşamba

Yasal Yasal Can Çekişme


DİNLEME İMPARATORLUĞU Rezilliği bırak.. Aptal, asgari demokrat ol! Ana muhalefet lideri diyor ki “benim, eşimin, çocuklarımın, evimin telefonları dinleniyor, daha ne diyeyim, buna da demokrasi diyorlar..” Sen ne diyorsun, Demokrat Etiketli Bay Beyefendi ve Efendi Hazretleri (*)! Ülkede birazcık varolan demokrasinin bile cıcığını çıkardılar! Utanmaz! İki satır yazarsan, yine başefendinden dayağı yiyeceğinden mi korkuyorsun!
Çetin Soysal diyor ki, “Listeyi gördüm, 3 bin kişiden fazla insan teknik takipte ve dinlemede, CHP ve MHP liderleri, gazeteciler, yargı mensupları, emniyet mensupları... Emniyet içinde bir militarist bir organizasyon...”
Türkiye bir dinlenme kabusu yaşıyor, rakip siyasileri kontrol altında tutuyorlar, gerektiğinde onlara konuşmalarından fatura çıkartmak için... Alçak medyaları, manşetlerine çekmek için apartta bekliyorlar...
Sen buna ne diyorsun, ey “demokrat” bukalemun.. Elin, kalemin tutuluyor... Vicdanını neyle rasyonelleştiriyorsun. Olayları nasıl aklileştiriyorsun hergün?! Bunu nasıl beceriyorsun?!
***
KORKU DAĞLARI AŞTI  Ana muhalefet lideri ihracatçılara görüşlerini açıklıyor. “Haksızlıklara karşı sesinizi çıkarın, korkmayın,” diyor. TİM Başkanvekili GüreliHaklısınız, korkuyoruz. İşimiz gücümüz var. Bunlar zarar görsün istemiyoruz,” diyor (Habertürk, 17 Şubat).. Kendim kasıtlı olarak anlatmıyorum, Can Dündar’dan nakil:
TÜSİAD üyesi işdamları aralarında konuşuyorlar. Son toplantıda Erdoğan’ın önünde kimin ne kadar eğildiğini hesaplıyorlar. En çok eğilme ödülü, hesapları incelenmekte olan bir işadamına gidiyor. ‘Başbakan kendisi hakkında söyledikleri hiç bir sözü unutmadı. Hiç bir hasmını yaralı bırakmaz’... Türkiye’nin sanayi devlerinden biri, evvelce Başbakanı takdir ettiğini bildiğim çok tanınmış bir isim. Kısık bir sesle ‘bize de ağır baskı var... hepimizde gelecek kaygısı var’..” (19 Şubat 11, Milliyet)
Heyyy, herkesin bildiği bu gerçek konusunda, ülke bu korku denizinde boğulurken, sen heyy, demokratlığını hangi askıda bıraktın, demokrasi üzerine “kan damlayan” yazılarında, bunların esamesi bile okunmuyor! Yazılarının sahtekarlığı, ellerinde hiç bir titreme mi yapmıyor!
***
BELGEYE BAK SEN! “Büyük belge” diye, Soner Yalçın’ın evrakından çıktığı sanılan bir yazıyı ellerine tutuşturmuşlar. Kurmak istediği TV’de düşündüğü bazı gazeteci isimlerini içeren bir liste... bir “iş planı” düşüncesi!
Mal bulmuş gibi üzerine atladınız! Utanmadınız mı bunu “ergenekoncular” havası içinde yayınlamayı!? Ne kadar kullanışlı bir aletsiniz ki, size ne sokuşturuyorlarsa manşete, köşenize çekiyorsunuz! Yüzünde kızaracak bir yer kalmadığını biliyoruz! Bir tık bile seyirtecek bir duygu var mı bedenlerinizde!
Bu sözüm, aynı kağıdı, aynı mantıkla, yorumsuz, internet sayfalarına taşıyan bütün rezillere de!
***
 UCUZ ETİN YAHNİSİ  Başbakan diyor ki “Partim ikinci parti olursa genel başkanlığı bırakır Anadolunun yollarına düşerim; eğer millet size inanmazsa siz de gereğini yapacak mısınız..
Yani, diyecek söz yok, ucuz etin yahnisi olmaz! Halk sana demez mi ki, Ey Başbakan, anketlerde gördün ki birinci parti olmak çantada keklik, ucuza konuşuyorsun... ne zaman ki anketlerde eşit çıkarsınız, hatta senin partin daha aşağıda gözükür, o zaman bu sözü etmenin bir anlamı olur, bir meydan okuma yaparsın... Bu ne sıradan kahramanlık...
***
ECEVİT’İ ÖLDÜREN ADAM!  Prof. Mehmet Haberal’ı bitirecekler ya! İddianamede fasa fiso örgüt üyeliği suçlamasından bir şey çıkmayacağını biliyorlar, epey bir süredir kaynattıkları olayı şimdi Adli Tıp derekesine taşıdılar ve oradan belge ürettiler. Niyetleri bu “belge”den “Mehmet Haberal, Ecevit’i hastahanesinde öldürdü!”, haberi çıkarmak! Adli Tıp, sanki bir polis raporu hazırlamış ve mahkemeye göndermiş... Eksik, yanlış tedaviymiş falan. 6’ya 5 oy oranı! Avukatlar raporun doktorları için suç duyurusunda... 
Haberal’ın hem üniversitesi var hem hastahanesi! Acaba bunlar elden ele geçirilerek dinci çetelere nasıl devredilir! Anlıyorsunuz değil mi! Adlı Tıbba kendi adamlarını atama savaşlarının arka planındaki niyetleri de görüyorsunuz değil mi!
Herşey yasal! Faşizm de yasal! El koyma da yasal! Adli Tıp da yasal.. Utanmazlıklar da yasal!
Bu ülke yasal yasal öldürülüyor..
---
 (*) Nuray Mert, tasasız demokrat, dedi. İyi etiket, ama yetmez, çünkü benim tanıdığım tasasız demokratlar ne yazıp çiziyor ne de iktidarın doğrudan yalakalığını yapıyor. Sadece seyrediyorlar ve “ekonomi tıkırında ya” diye mırıldanıyorlar, en çok CHP’yi eleştiriyorlar bunlar ne zaman adam olacak, diye.. Ama “tasasızlar”, doğrudan bir diktatörlüğün altyapısına malzeme taşıyorlar.. Yani “ağır işçiler”!
---22 Şubat 2011/ Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

22 Şubat 2011 Salı

İç Düşman, Ordu, Demokrasi, Medya

Otoriter, sürekli iktidar hırsı içinde olan büyük seçici liderlerin varolduğu bizim gibi ülkelerde, en büyük düşman içtedir! İktidarlar, iç düşmanla savaşır! (Zaten dışarıda sadece muhtemel düşmanlar vardır.)
Türkiye gibi siyasi rejimlerde iktidarlar, kendilerini bir şekilde tehdit eden “iç düşman”a karşı “zırhlanır”lar ve savaşırlar.. Özellikle demokrasinin yerleşemediği ülkelerde, “savaş”, iktidarla “iç düşman” arasında geçer.
Hele mutlaklaşmak iktidar güçleri, ülkeyi karpuz gibi böler, “iç düşmanı” durmadan baskılar.
Fay kırıkları derinleşir. Ülke kamplaşır. Millet, aynı dili konuşmaz; birbirini yoketmek üzerine bir şiddet politikası, dili, eylemi gelişir!
Bugün AKP+Cemat+ besleme medya ve aydınları bir yanda.. Tasfiye edilecek muhalefet öte yanda.. ve Kürtler de üçüncü bir taraf olarak, “savaş cepheleri” durumundadır...
Şüphesiz, bugünkü koşullar, Türkiye için yeni değildir! Geçmişi vardır, örneğin geçmişte bu iç düşman ve iç şiddetin bir yanıydı Ordu! Bugün öte yanıdır!
Bugünü geçmişten ayıran, şiddetin bütün muhalefete yönelmesidir ve tasfiye amaçlıdır!
Tasfiyenin sadece Ordu’yu hedef aldığını sanmayın, okun hedefinde başta CHP vardır! CHP’nin çevresinde “mıntıka temizliği”ni seyrediyoruz!
CHP ile Ordu’nun, hiç ilişkisi olmamasına rağmen, böylesine özdeşleştirilmesinin ana nedeni, rakip sivil siyasetin, CHP’nin de tasfiye edilmesi dileği ve uygulamasıdır.
Kılıçdaroğlu, haklıdır!
Demokratik hiç bir ülkede böyle bir şey yaşayamazsınız. Avrupa’ya bakınız. Partiler gerçekten ülke yönetim araçlarıdır, birbirlerini ve demokrasiyi yoketme aracı değillerdir!
Demokrasi bir tanedir, kurumsallaşmıştır; ya demokrasi ile yönetilirsiniz, ya da ülkemizdeki gibi, kendilerine “hijyenik bir ülke” yaratmayı hedefleyen melez bir rejimle..
İktidar, iç düşmana karşı (ki bu kendisine karşı çıkacak herkestir), polisi inanılmaz ölçülerde zırhlandırmaktadır.
“İç düşman” ağırlıklı politik rota: Bütün benzeri iktidarların izlediği budur! Türkiye’de iktidar bu rotd ilerliyor, Ordu’yu safdışı bırakırken, polisi gücünü 220 bine çıkarıyor ve üstüne üstlük, emniyete askeri ağır silahlar ithal etme yetkisi veriyor!
Polis nedir? “İç güvenlik aracı”. Özetle iktidarı korumaya yönelik, iktidarın kullanacağı bir güç.
Polis, “iç düşman”a karşı, gerektiğinde askeri silah bile kullanma iznine sahiptir!
***
“POLİS ORDUYU TUTUKLADI” Bir  sohbette, olan biten en veciz ve yalın biçimiyle dile geldi: “Polis, Orduyu tutukladı”.. OdaTV’yi mi tutuklayamayacak!.. Bunu genişletip, aslında Fethullah ve cemaatinin, iktidarla birlikte, Ordu’yu tutukladığını söyleyebilirsiniz. Evet, “Ordu tutuklanmıştır”!
“Onlar, bu duruma nasıl, yakın geçmişte hangi hatalarıyla düştüklerinin hesabını kitabını yapsınlar,” demenin zamanı değil, çünkü bugün büyük haksızlığa ve komploya uğramış kurumdur Ordu. Haklı oldukları bütün noktalarda, bütün hukuksuzluklara karşı onları savunmak; bugün ancak demokratların işi, görevi olabilir, geçmişte büyük acılar çekmiş olsalar da!
Ayrıca “Ordu’nun tutuklanması”, AKP’nin ülkeyi götürmek istediği “ileri demokrasi”, diğer gerçek tanımıyla ileri otoriter/diktatörlük için, engellerin temizlenmesi demektir.
Bugünkü Ordu, darbe yapacak değil, ancak varlığıyla demokrasinin korunmasına hizmet edecek bir ordu olabilir! Gerçekleştirilen büyük komplonun ardında, İslami siyasal bir “parlamenter!” diktatörlüğün önündeki büyük engellerin temizlenmesi işlemleri sürdürülmektedir.
***
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE EN İLERİ Amerikan büyükelçisi Ricciardone’nun basın özgürlüğüne büyük önem verdiklerini açıklaması üzerine, İçişleri Bakanı Atalay, propaganda şefi Hüseyin Çelik’i bile önceledi:
Türkiye, dünyanın diğer demokratik ülkelerinde olmadığı kadar basın özgürlüğünün olduğu bir ülke. Türkiye’de basın özgürlüğü, en ileri demokratik ülkelerinkinden daha ileri bir seviyede.”(17 Şubat)
İnsanın büyük dilini yutarak dilsiz kalacağı bir an varsa, o da budur belki de! Tabii, bu reddiyenin durmadan tekrar edilmesi gerekir ki, toplumda doğru olduğu algılaması yaratılsın! Erdoğan, bakın ne dedi (18 Şubat):
Bugün serbestçe, özgürce, bağımsız şekilde medyanın yayınlarını sürdürdüğü bir Türkiye var. Bizim 8 yıl boyunca müdahale ettiğimiz, üzerinde baskı kurduğumuz, kısıtladığımız, sesini kıstığımız tek bir yayın organı yok. Zaten olmaz da olamaz da. Yasalarımız zaten buna müsaade etmez, böyle bir şey yok.
Gerçeklik perdesinin tamamen yırtıldığı andayız. Hani göz içine baka baka denir ya... Yooo hayır. Bu ülkede yaşanmakta olanların tam bir inkârı ve iktidarın propagandada kendini aşmış halidir. Tarihseldir, yeni değildir, yakın tarihimiz sayısız örnekleriyle doludur.
Ve, yukarıdaki analizi tamamlamaktadır.
--21 Şubat 2011 /Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

20 Şubat 2011 Pazar

Tarihin En Karanlık Dönemlerinden Birindeyiz


Aslında o güzelim insanı, İsmail Gülgeç’i yazmak gerekir, omuzlarımda bir ağırlık ki ne ağırlık! Ama şu OdaTV kepazeliği orada durur, insanlara iktidar muhalifliklerinin hesabı sorulurken,  İsmaili erteliyorum durmadan.. O küçük dev adam, beklesin...
Hayır bu bir din iman meselesi değil. Biliyorum ki, hem subaylara hem arkadaşlarımız gazetecilere yapılan bu örgütlü linç ve zulüm için, dinsiz ve imansız olmak gerekmiyor! Yeryüzündeki en büyük vahşetleri, insanın insana yaptığını biliyoruz. Zalimin ister dini-imanı olsun, ister dinsiz imansız olsun! Bazen en büyük zalim, din ve iman adına, “dini imanı sağlam” olanlar veya gibiler arasından çıkabiliyor..
Zulüm işbaşındadır! Çevresinde ise alçak bir alkışçı takım!
***
Okuyoruz, yok internet sitelerinde bir belge bulunmuş.. internet sitelerine her türlü belge dışarıdan konur. Okuduk ki, yargıç “bu teknik bir mesele, ben tutukluyorum, siz savunmanızda itiraz olarak kullanırsınız” benzeri bir görüşle tutukluluk kararı vermiş. Yargıç, ya öyle mi demeli, ileri sürülen iddiayı araştırtması ve buna göre kararını vermeliydi! İnsan tutukluyor, bunun büyük sorumluluğunu duymalı...
***
İktidarın başı diyor ki: yargıya biz talimat vermiyoruz, yargı kararlarının bizimle bir ilişkisi yok.. Yargıyı bırakın, özgür çalışsın...
O Erdoğan ki, beğenmediği kararları alan yargının her kademesine yıllardır verip veriştirmektedir! Yargıyı hiç bir zaman özgür bırakmamış bir kişinin, şimdi kalkıp böyle konuşmasının bir adı vardır..
En sıradanını söyleyelim: Çifte standartlığın dik alası!
Dikkat edin, bunu ne zaman diyor? Yargıyı siyasal ve yasal olarak yeniden biçimlendirdikten sonra, yargıyı “yönetmeye” başladıktan sonra, siyasal seçilmiş kimselerin uygun yerlere atanmasından sonra...
Balyoz’da, 11 nolu sahtekar CD’ye dayanarak yüzlerce subayı tutuklama girişimleri, ilk denemede gerçekleşememişti. Sonra, mahkeme heyeti yeniden düzenlendi. HSYK’da, beş yargıçın muhalefet ettiği, Bakanlık yargıçlarının (doğal olarak) desteklediği bir ağır ceza reisi Balyoz’a atandı..  Gölcük’te düzenlenen bir komplo ile sözde yeni bir durum yaratıldı, böylece subayların tutuklanmaları için tasarlanmış planı, küçük bir gecikme ile, tıkır tıkır işlettiler!
İşte bu aşamada başbakan devreye giriyor:
Artık yargı “bağımsız”dır! Onu herkes “rahat bırakmalı”dır!
Bir de “yargı kararını hızla vermelidir”, söylemine bayılıyorum doğrusu! Ergenekon ve Balyoz’un ne kadar süreceği çok açık seçik ve bir matematiksel hesaptır! “Hızlı karar” isteğinin zerre kadar pratik bir anlamı yoktur, bu sadece büyüyen toplumsal öfkeyi bastırmak için, söylenmiş gelişigüzel bir laftır, söyleyenlerin de inanmadıkları, ama söylediklerinde, sanki demokratlarmış gibi algılanmalarını bekledikleri ve umdukları!
Subay aileleri, bu zulme başkaldırmakta sonuna kadar haklıdırlar!
Bahçeli, bu aileleri haklı bulmakta, ama bu gösterilerini sürekli kılmayı doğru bulmamakta.. Davanın sonunu beklemeyi öğütlemekte.. Neden?
Bu davanın sonu yok. Aileler bu haksızlığı sürekli ve her şekilde kamuoyunun gündeminde tutma kararlılıklarında, haklıdırlar!
***
Balyoz’un iki amacı var, biri intikam, diğeri de, Ordunun tüm hiyerarşisini bozmak, bugünün neredeyse tüm subaylarını şu veya bu şekilde tasfiye etmek... Ordu’dan sorumlu “cemaat ve iktidar imamlarının” onayladığı subayların yükselmesi için zemin yaratmak.. Böylece Ordunun üst yönetim kademelerine kendi adamlarını getirtmek...
Bu, iktidarın, başından beri uyguladığı, “herşeyi kontrol ve herşeyin başına kendi cinsinden insanları getirmek” politikasına uygundur..
Burada en zor denetim Ordu konusundaydı.. Bunu da “Sahtekar CD” ile hallediyorlar!
Artık tutuklanan subayların ordu içinde kariyerleri bitirilmiştir!
***
Evet, Türkiye, bu koşullarda seçime gidiyor.
Kılıçdaroğlu en büyük kozunu ileri sürdü! İktidar, elinde hesap makinesi ile, sözde bu aile sigortası planını boşa çıkartma peşinde!
CHP, demokrasi, hukuk, yoksulluk, iş ve aş bayraklarını tüm Türkiye’de dalgalandırmalı!
Üç kağıtçılarla ağız dalaşından çok, kendi programına, işine yoğunlaşmalı! Ağız dalaşı için alt kademede birini, (bence CHP güvenlik bekçisini), görevlendirmelidir!
Türkiye, tarihinin en korkulu tünelinden geçiyor..
Bugün, demokrasinin geleceği açısından, Menderes dönemi ile bile kıyaslanamayacak kötülüktedir!
---20 Şubat 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

19 Şubat 2011 Cumartesi

Mehmet Altan, Yine...


Dünkü yazım üzerine Mehmet Altan aradı. Kızgındı, normal. Verdi veriştirdi tabii ki.. Mehmet, eskiden rastlaştıkça hoşsohbetim olan bir insan. Bir çok açıdan “cesur” da bulurum.. İnsan AKP’yi destekleyebilir, görüşleri örtüşüyordur veya AKP’li bir gazetede başyazarlık yaparak ve AKP politikalarını destekleyerek ekmeğini kazanıyordur. (Böylesi çok var, bunların bir kısmı yarın görüş de değiştirir, devran dönmüştür çünkü).  Bunu, yeri gelince eleştiri konusu yapabilirim ama kınamam! Derin insallık hallerindendir! Mesela eskiden YÖK’ü yerden yere vururdu, şimdi ise YÖK üzerine yılda bir kez yazar-yazmaz... Mesela bunu eleştiririm!
Mehmet en şiddetli olarak doktorasından girdi tabii söze.. “Ben doktoramı Sorbonne’dan aldım, bunu bile bilmiyorsun ve yanlış yazıyorsun,” dedi. Dünkü yazımda doktora ile ilgili şöyle yazmıştım: “O, Avrupa standartlarına çok meraklıdır. Değil profesör, doktora bile alamazdı Avrupa’da.. Bu standartlara uymalı ve öncelikle şu cüppesini bırakmalı. Çifte standart ayıp oluyor.”
Doktorasını Sorbonne’dan almış. Sorbonne’da insanı boş bırakmazlar, doktora payesi öyle kolay vermezler, mutlaka başarılı ve ciddi bir çalışmadır. Tabii, Mehmet’in doktorasını Fransa’da yaptığını araştırsaydım (bir eksiklik!), bu cümleyi öyle değil şöyle kurardım:
O Avrupa standartlarına çok meraklıdır, orada doçent ve profesör olmak için doktorandan sonra yaptığın bilimsel araştırmalara bakarlardı.. Eğer araştırmaların yoksa, ne doçent ne profesör olabilirdin. (Öyle değil mi Mehmet!).. Ama Türkiye’de hem doçent hem profesör oldun... Avrupa standartlarını kendine uygula ve profesörlük cüppeni çıkar..”
Mesela bugün Türkiye’de doçent ve profesör olabilmek için bilimsel araştırmalar yapmak ve bunları kanıtlmak zorundasın. Sen o zamanlar dosyanda bugünkü kıstaslara göre tek bir bilimsel araştırman bile olmadan, -yasal olarak-profesör oldun!
Mesele budur ve dünkü yazımın merkezinde de bu düşünce vardır... Sorbonne’dan doktoranı alman, bu gerçeği değiştirmiyor! O nedenle yineliyorum: Profesörlük cüppeni çıkar! Sorbonne doktoranı gölgeleme!
***
Mehmet, OdaTV konusunda şöyle dedi: “Sen biliyor musun o yazıyı yazarken elimde ne gibi bilgiler var?” Hayır bilmiyorum, ben sadece yazdığın yazıyı biliyorum!
Bende neler var neler” masalını biliyoruz. Söylediğinden anlıyorum ki, bugün Balyoz ve Ergenekon operasyonlarını düzenleyen ve yönetenler (emniyet ve savcılık olsa gerek, bir de iktidardan birileri!), sizi arada sırada toplayıp “brief” ediyorlar ve yönlendiriyorlar! Yani gaz verip kamuoyu yaratmaları için, affedersin, “kullanıyorlar”. Şu sahip olduğun “bilgi”leri bir yazsan da öğrensek?!
Dedin ki “bak Can Dündar ne yazdı OdaTV hakkında.. Baktım, OdaTV Dündar’a hoş davranmamış, eğer öyleyse (ki olasılık büyük), çok ayıp yapmışlar! Çünkü, polemiği gerçekler, olgular, doğrular üzerinden, mesleki etiği gözeterek yaparsanız bir anlamı olur, ucuzlamazsınız, polemiğiniz değer katar, kazandırır, nitelikli olur! (Bilimsel ve düşünsel gelişmemiş bir Türkiye manzarasının yansıması.)
Ama OdaTV’nin arada sırada böyle “fauller” yapması, bu internet yayıncılığının iktidar muhalifi niteliğinin ve yeteneğinin olmadığı, yalanlar yazdığı anlamına gelmez.. OdaTV’ye “oh ne iyi oldu” diyenler, iktidar ve ortaklarının sürdürdüğü kirli propagandanın yalan ve yanlışlarının ortaya çıkmasından rahatsız olanlardır.. Bir kaç faullü, yanlış yazıyı, bu yayının yokedilmesine bir gerekçe gösteriyorlar! Ne ayıp!
Ahlaksızlığın üst noktasıdır bu! Ama Can Dündar, yazısında, hiç bu ahlaksızlığa bulaşmıyor, temiz kalıyor ve gazetecilik etiği, özgürlüğü adına yine de OdaTV’yi savunuyor...
İnsanların gerçek niteliği, zor günlerde ortaya çıkar, gerçek gazeteciler de! Ama “meslekten” gazeteci olmayıp da gazeteciliğe siyasi nedenlerle bulaşanların foyası da böyle zamanlarda hemen ortaya çıkar!
Oysa iktidar adına “OdaTV yetmez, medyada daha neler var neler, onlar da yokedilmelidir” diyerek ortalığa dökülmek,  utanç vericidir. Yüz kızartıcı bir suçtur, en azından basın etiği gereğince..
İnsanlık gereğince demiyorum! 
Çünkü insanlığın tarihi, insanlığa, toplumlara karşı sürekli suç işleme tarihidir! Bu açıdan, kapkaranlıktır bu tarih!
***
Evet, yineliyorum: Mehmet, Avrupa standartlarına göre asla alamayacağı profesörlük ünvanını, derhal bırakmalıdır!
Bir de soruyorum: Şu Balyoz’daki 11 nolu “sahtekar CD” üzerine ne düşünüyorsun?
--18 Şubat 2011 / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

18 Şubat 2011 Cuma

Utanç Verici Durumlar, OdaTV ve..

DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) ve savcılarını anımsayan var mı? Yoksa şu kısa zaman belleklerinizi mi kemirdi? O dönemin DGM savcılarına karşı çıkan hızlı demokratlar bugünün DGM’lerine alkış tutuyor: Bu kadar yetmez, devam!
Utanılacak bir durum!
Bu defa isim vereceğim, kimse kusura bakmasın.
Mehmet Altan, bir profesördür. İktisat Profu. OdaTV yazar ve yöneticilerinin içeri alınması üzerine yazıyor: “Ergenekon Davasının medya bacağına yönelik hareketlenme.. Dünkü hamle acaba Ergenekon’un medya boyutuna yönelik muhtemel bir hamlenin ilk sinyali mi?” (15.2; Star)
M. Altan, OdaTV’yi aslında çerez görüyor... baskından ve gözaltılardan memnun, ama ona bu yetmiyor, bu operasyon diğerlerine yönelmeli; onlar kim, söyleyeyim: Ergenekon davasına kim eleştiri yönetiyorsa, kurum veya kişi! Tabi, Ertuğrul Özkök dahil! (J.)
Altan özetle şu görüşte: Ergenekon ve balyozcular darbecidir, suç işlemişlerdir; bu kesinidir. Sürdürülen hukuki süreç, yargılanma ise olayın süsüdür, ne yazık ki yerine getirilmesi gereken bir süreçtir... OdaTV de Ergenekoncudur, diğer gazete ve gazetelerdeki Ergenekoncular ve kurumlar, hepsi yokedilmedikçe Avrupa standartlarında bir ülke olamayız!..
M. Altan profesördür, ama bilim insanı değildir.. Öyle bir temel sorunu, açmazı var! Bilim insanı olsa, düşünce biçimini değiştirir, bilimin insanın içindeki dizginsiz düşünce hayvanını sınırlayıcı kurallarına uyar.. Boşa konuşmuyorum. Bilim insanının asgari ölçülerinden biri, bilimsel araştırma yapmak ve bunu uluslararası bilimsel dergilerde yayınlamaktır. Ama Altan’ın tek bir bilimsel makalesi bulunmuyor. Kendisine bunu sormuştum, dürüstçe “hayır yok” demişti. Bu arada öğrencilerinin katkısıyla bilimsel makalesi oldu mu bilmiyorum!
M.Altan, YÖK’ün bir gecede profesör yapılan binlerce “akademisyenden” biridir. YÖK’e o zamanlar düşmandı, ama takdiml ettiği titr’i reddetmedi! Bugünkü profesör olma kriterlerine göre, M. Altan profesör olamaz. Bu akademik ünvanı geri vermesini öneririm!
Altan, iyi bir bilim insanı olabilseydi, hukuk dışına çıkmaz, Ergenekon davasını eleştirenleri, davaya karşı çıkanları Ergenekoncu olarak nitelendiremezdi öyle kolay kolay... Hukuka saygılı olurdu! İdamcı, olmazdı! Şüphe duyardı öncelikle, yanılmış olmanın yüz kızartıcı duygusunu yüreğinde duyardı! Ama o kötü akademisyendir. Ülkemiz, bilimsel düşünceden zerre kadar nasibini almamış, Altan gibi kötü mü kötü akademisyenlerle (ve benzer kafalarla) doludur,!
 O “Avrupa standartlarına” çok meraklıdır! Değil profesör, doktora bile alamazdı Avrupa’da! Bu standartlara uymalı ve öncelikle şu cüppesini bırakmalıdır! Çifte standartlık ayıp oluyor!
***
Demokrasi eksikliğinin bir nolu nedeni, ülkemizdeki her türlü hayatın içine bilim kültürü ve anlayışının sinmemiş olmasıdır!
Bunun yansımaları siyasette, hukukta, felsefede, bilimde ve hemen herşeyde oluyor.. Ve bunun toplumca acısını çekiyoruz!
Gazetecilik dahil!
Gazetecilerin hepsi, hem hukuk biliminden hem de bilim metodolojilerinden nasibini almadan gazetecilik yapamamalı, köşe yazarı da muhabir de olamamalı, ben öyle düşünüyorum.. Normal ve istikrarlı dönemlerde hadi neyse, ama bugünkü kaotik ve iktidar baskısının ayyuka çıktığı, terror estirdiği zamanlarda, tam bir çuvallama yaşanıyor..
Toplum, türkiye, insanlarımız, kurumlarımız kaybediyor!
Demokrasi kaybediyor! O herkesin sözde ve görünüşte çok arzu ettiği!
Bu kapasitede biri de “Karanlık Oda” diye yazmaz mı? Anlıyorum ki, iktidarcı biri! Bir iktidar TV’sinde de yine kendi benzerlerinden biriyle program yapıyormuş! OdaTV ve Soner Yalçın, Ergenekon davasını bulandırıyormuş.. tam savcı ağzıyla konuşarak “kamuoyunu tahrik” ediyormuş! Baktım fotoğrafına, görüntüsüyle içindeki karanlık nasıl bir arada bulunuyor, hayret ettim!
***
Balyoz davası “senaryo” mu değil mi, buna karar verecek olan, biz değiliz; hiç bir “bilgelik, gazetecilik, ustalık, tarihsel deneyim”, bu konuda peşin yargı verme yetkisi vermez. İktidar ve ortaklarının istibdat rejimine doğru, darbelerle ilerleyişini görmezsek, kumpasları anlamazsak, çuvallarız. Biz sadece gerçeği araştırabiliriz! Ama bazen yanılabiliriz de! Ama “ben deneyimli bir gazeteciyim, kimse bana onun bir darbe provası olmadığıını söyletemez" biçiminde davranamayız!
Demokrasiden yana olmanın adı, bugün, iktidarın tüm hukuksuzluklarına, alavere dalaverelerine, yargı darbesine karşı çıkmaktır..  insan hak ve özgürlüklerini, tereddütsüz savunmaktır.
Bu kadar basit!
Balyoz’un bütün belgelerini okumuş ve onlarca yazı yazmış, diplomatik dikkati ve dili en üst düzeyde meslekdaşımız  Sedat Ergin,  pazartesi gecesi, NTV’deki programda, Oğuz Haksever’in israrlı sorusu karşısında şunu söylüyordu: Bütün belgeleri değerlendirdiğimde, Balyoz’un bir darbe operasyonu (hazırlığı) olduğunu söyleyemem!
Arkadaşlarım, 11 Nolu CD’nin niteliği üzerinde biraz bilgilenmeli..
Bu tam bir sahtekar CD’dir o!
Bunu atalım, gerisini konuşalım ve tartışalım.. ey asker bu sözler de ne diyelim falan filan…
Bilimsel durmazsak ayıp ederiz, Tüm insanlara, hukuka, Türkiye’ye, demokrasiye karşı!
---17 Şubat 2011/ Blim ve Siyaset – Cumhuriyet 


16 Şubat 2011 Çarşamba

Kahrolsun Muhalefet! (Balyoz’un Nedeni Üzerine-3)


Yüksek ve aşağı yargıda yapılan değişiklikler ve yargının tamamen iktidarın demir pençesi arasına sokulması ile;
*Balyoz tutuklamaları,
*son yılların en başarılı editoryal gazeteciliğinin özgün örneğinin sahibi arkadaşımız Soner Yalçın ve yöneticileri Barış Terkoğlu, Ayhan Bozkurt, Barış Pehlivan’ın gözaltına alınması ve OdaTV’nin basılması ve yayının duruldurulması,
*terör polislerinin vatandaşları yere yıkarak 15 dakika sorguya çekmesi,
*Denizli polisinin Başbakanı protesto edecekler gerekçesiyle gençleri gözaltına alması,
*ve göstericilere karşı büyük şiddet arasında bir paralellik kurmayan bir beyin, düşünen bir beyin değildir! Liboş kafa, Kuzum benim popoma değen bir şey yok henüz, rakımı içiyorum, hele onu elimden alsınlar, o zaman bakarız... diye düşünür.
Oğlum Türkiye yıkılıyor, sen ise rakının derdindesin!
Biri oradan diyor ki, kimin yaşam tarzına karıştık!...
Diğeri, iyi polis gösterisi içinde olanı da, yıldırım hızına gerekçe gösteriyor: Adaletin tecellisi için... İşin özünü baypas ediyor:
Adaletin gerçekleşmesi için, adaletin bütünüyle iktidarın demir pençesi altına girmesi gerekiyor demek ki!
En iyi adalet, iktidarın pençesindeki adalettir!
Yeni yasa yargıca da güvence veriyorlar: Korkma, yürü, vereceğin bütün kararların arkasında ben varım ve devlet var, sana hiç bir şey olmaz..
Bu, faşist düzen hazırlığının, faşist düzenin yargıçlara siyasi teminatıdır, yargıçların vicdanlarını boşlatmaktır. Diktatörlük düzeninin hukuk düzeni hazır..
Bir aptal soruyor: Bu ülkede hiç mi iyi bir şey yok!
Evet, bu ülkede hukuk yoksa, hukuk iktidarın pençesi altına alındıysa, hiç iyi bir şey yoktur! Zerresi yoktur!...
***
OdaTV neden basıldı? Çünkü, sahtekarlıkları ortaya çıkartan bir muhalefet odağı idi! Son yayını, “Ergenekon”da yargılanan Yarbay Mustafa Dönmez’in evinin yakınındaki “Zır Vadisi” baskını olayı ve orada “bulunan” silahlarla ilgili video görüntüleriydi. Kazıda “ele geçen” Türkiye’de olmayan bir silah kıyamet koparmıştı, suikast silahı diye.. Anlaşıldı ki, baskından iki gün önce polisler bu silahla ilgili Amerikalılardan eğitim almışlar! Baskın yerinde 5 tane Amerikalı istihbaratçı var! Kazı yerine silahlar en çok iki gün önce konmuş!
Dönmez’in Ordu’da cematçileri faş eden bir isim olduğunu öğreniyoruz! Komplo ile intikam alınıyor!
Ordunun kuyusu kazılalı çok olmuş da Genel Kurmayın haberi yok!
Ne demiştik hep? Bu aynı zamanda bir Amerikan operasyonudur!
Pensilvanya ve iktidar ile birlikte, Ordu’nun başına bir Pensilvanyalıyı veya Başimamı oturtmak amaçlıdır!
***
Ayrıca Genel Kurmay’dan dünkü sorulara bir yanıt bekliyoruz!
Balyoz davası ile ilgili bir araştırma yaptınız mı? Yaptınızsa ne sonuca vardınız? Kamuoyunun vicdanının tatmini için, davanın biteceği 10 yıl sonrasını mı bekleyeceğiz?
Dün, tıpkı birinci Balyoz’da olduğu gibi, yapılan tutuklamaları haklı göstermek amacıyla, yine yandaş gazeteye “flaş haberler” pompalandı! Bir adamlarını itirafçı olarak “faş etmek” zorunda kaldıkları anlaşılıyor.
Bu kez, “Balyoz”un, Ankara’ya Genel Kurmaya tırmandırıldığını görüyoruz..
Balyoz için kullandıkları gazeteci kılığındaki “alet”, sıranın genel kurmay başkanlarının tutuklanmsına geldiğini haber veriyor!
***
OdaTV, bütün muhalefetin susturulmaya çalışıldığının yeni bir belgesidir.
Kaç yıldır “medya üzerinde” çalışıyorlar?
Kılıçdaroğlu, Pazar günü çok açık seçik konuştu: Bu yargı düzenini kurduktan sonra, önce bizi alacaklar, sonra da siz gazetecileri..
Hayır, önce gazeteciler gidecek..
Sizin alınışınızı ise haber verecek kimse kalmayacak!
Gazetecilik için iki yol gösteriyorlar: Ya susacaksınız.. Ya susacaksınız!
Kahrolsun Muhalefet!
-15 Şubat 2011, bilim ve siyaset, Cumhuriyet

14 Şubat 2011 Pazartesi

Balyoz’la Amaç Ne–2? Genel Kurmay'a Sorular


Ortada iki olay var: a) 2003’te düzenlenen Plan Semineri, b) Balyoz Senaryosu...
İlki, resmi. Ses kayıtları, seminerde subayların oturma düzenleri, bütün konuşmalar kayıtlı, belgeli. Genelkurmay da izliyor semineri ve raporluyor. Gizli bir yanı yok. Zaten bütün seminer de “kozmik oda”da yerini alıyor!
Seminer’de bulunan, cematçi, CİA’cı, AKP’ci, veya hepsiyle ilişkili bir veya bir kaç subay işin içinde! Semineri “ihbar” ediyorlar. Ne zaman, bilinmiyor.
Plan semineriyle ilgili bütün belgeleri, “kozmik oda”dan alıyorlar. Kimler? Demek, belgelere ulaşma yetkisi olanlar... Veya düzen o kadar laçka ki, yetkili olmayanlar da belgelere ulaşmış olabilir. Bu bir casusluktur! Önlemleri var mı yok mu Ordunun?
Ordu’ya yönelik bütün “ifşaatlara” bakıldığında, aslında, bir-iki casusdan değil, bir casusluk şebekesinden bahsedebiliriz..
Ayrıca, Ordu’nun belgelerinin ortalıklara saçılması, ülkemiz açısından hiç de güven verici değil! Şunu varsayabiliriz: TSK’nın ülke savunma plan ve programları, kadroları, insan ve özellikleri vb hepsi, yaban ellerde! Dünyanın en saydam bir silahlı kuvvetleri gibi...
Genel Kurmay, Seminer Planı’nın nasıl ve kimlerce kaçırıldığına ilişkin bir araştırma yapmış mıdır? Bu casusluk ne zaman yapılmış olabilir?
Can Dündar, dünkü yazısında, yasal Plan Semineri’ndeki konuşmaların, yeni iktidara gelen AKP’ye karşı duyulan hoşnutsuzluğu ve huzursuzluğu yansıttığını yazdı. Silahlı kuvvetlerin, böyle bir plan semineri düzenlemesinin suç olduğu iddiasında. Olabilir! “Olasılığı en yüksek iç tehdit”e göre düzenlenen bu Plan Semineri’nde, AKP’ye karşı bu hoşnutsuzluk, konuşmalara da yansımıştır.. O zaman, bu Plan Semineri dava konusu olmalı. Amacını mı aşmış, konuşmalarda suç mu var, soruşturma konusu yaparsın..
Bu Seminer ve konuşmalardan en çok şu iddiada bulunabilirsin: Olasılığı en yüksek iç tehdite göre hazırlanmış bu seminer, ileride AKP’ye karşı bir harekat düzenlenirse, bunun ön çalışması amacını taşıyor! Ancak hukuk, bunun da belgelenmesini ister...
Şöyle diyelim: Plan Semineri’nin resmi bütün belgeleri ortada olduğuna göre, sadece, burada kastı aşan ne varsa yargılanmalı! Askerin, vay beğenmedim, diyerek siyasete çeki düzen vermeye, yasal iktidara müdahale etmeye kalkışması, suçtur..
***
Gelelim, ikinciye, bu Plan Semineri üzerine inşa edilen “Balyoz Harekat Planı”na.. Bu plan 11 Nolu CD’de çeşitli isimlerle yer alıyor. Yandaş ve düşman gazetecilerin listesinden tutun, Cami bombalanmasına, uçak düşürülmesine, gözaltına alınmalara, görevli subay listelerine vb kadar, manşetlere çekilen ne varsa, hepsi bu CD içinde.
11 nolu CD gerçekten bir “darbe planı”dır! Ama gelin görün ki, bu CD’nin sahte ve uyduruk olduğu, içindeki çok sayıda olay ve olgunun, 2003’den sonraki yıllara, hatta 2009 yılın ait olmasından anlaşılıyor. 11 Nolu CD, Plan Semineri’ni temel alan, ama resmi Plan Semineri’nin içinde bulunmayan “uygulama planlarını” içeriyor!
Ancak, bu darbe senaryosu, en erken Ağustos 2009’da hazırlanmış. 2003 yılına ait bir senaryo hazırlarken, onlarca da hata yapmış senaryo yazarları!
Özetle: 11 Nolu CD ve içindekiler bir çöptür! İddianame ise, neredeyse tamamen bu “çöp”e dayanarak, oradaki iddiaları suç kabul ederek, hazırlandı!
***
Baktılar ki, resmi Seminer Planı’ndan büyük bir suç üretmeleri ve orduyu hallaç pamuğu gibi atmaları mümkün olmayacak, seminere bir balyoz darbesi yazdılar!
Gölcük’te bulunan yeni “belgeler” de, 11 nolu CD’dekine benzer ve orda olmayan “eksik” diğer uygulama planını içeriyor! Yine benzer tarih, kişi vb hataları, bu belgelerde de saptanıyor..
Gölcük, belli ki, zayıflayan darbe senaryosuna yeni bir rüzgar vermek ve bütün subayların tutuklanmasına zemin hazırlamak için “bulundu”. Bu “bulunmayı”, işte büyük delil olarak görenlerin beyin işleme mekanizmasına şaşmak gerek: Ordu içinden yardımla bir komplo varsa, “belgeler”in benzerleri herhangi bir yere saklanmış olabilir. 11 Nolu CD, 2009’da yazılmış senaryo ise, Gölcüktekiler de benzerleri!
İddianemeyi araştırarak yazan arkadaşlara: Metodoloji olarak, 11. CD’yi ve Plan Semineri’ni birbirinden ayırmak zorundayız, gerçeği bulabilmek için..
***
Yine sorular, Genel Kurmay’a:
11 nolu CD’nin ve senaryosunun izlerini sürdünüz mü? Bir rapor hazırladınız mı? Gölcük’teki karargahta bulunanlar, nasıl ve ne zaman yerleştirilmiş olabilir? Bir “Olay yeri incelemesi” yaptınız mı?
Bulunan belgeler ortada, Balyoz, sizi ilgilendiriyor! Bu gerçek mi yoksa sahte mi? Evet olay mahkemede, ama konu birinci derecede Genel Kurmayı ilgilendiriyor!
Kendi araştırmalarınızın sonuçlarını, eğer yaptınızsa, ne zaman açıklayacak sınız?
Yoksa, yıllarca sürecek bir davanın, güzide subaylarınızı ve tüm ailelerini mahvetmesini, bu ülkenin insanlarının içine sindirmesi zordur!
Adalete yardımcı olmalısınız!
-- Bilim ve Siyaset - Cumhuriyet