Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

31 Temmuz 2012 Salı

Derin Çatışma: Gül- RTE; Yeniden Silivri Tutsakları; Osmanlı: İkinci Bölüşüm


* Gül – Erdoğan arasındaki çekişme- temel sorun çözülmüş değil. Bu köşe, aralarındaki derin çelişkiye 8 aydır işaret ediyor. Erdoğan, Gül’ün açıkça ve gizlice kuyusunu kazıp durdu.. Önce Cumhurbaşkanlığına yeniden seçimini yasayla engelledi, bu yasa iptal oldu. Gül’ün Basın danışmanı Ahmet Sever, Ruşen Çakır’a, bütün açıklığıyla ortaya anlatıyor: “Gül Başbakanla çatışma görüntüsü vermemeye çalıştı”. Yani çekişmeyi dışa vurmuyor, diyor..
* Sever, Gül yeniden Cumhurbaşkanlığına aday olabilir, derken yasal hakkını dile getiriyor. Bence olmaz. Erdoğan orayı istiyor. Gül, Başbakanlığın yolunun kendisine açılmasını, bir vefanın ötesinde bir “kurucu hakkı” olarak görüyor.. Başbakan ise yöneteceği bir kişi ve hükümet istiyor. Ama o kişi Gül değil!
Yazmıştım, Ahmet Sever de bilir: Gül, bulunduğu makamlardan aldığı güçle, Erdoğan ile “eşit düzeyde”dir. Gül, RTE’nin bugünkü yetkilerle Çankaya’ya çıkmasını, hükümetin de kendisine bırakılmasını, yani bir rol takası istiyor..
Bu çatışmanın çözülmesi zor. RTE’nin tek şansı, eğer mutlaka Çankaya’yı istiyorsa, Gül’den daha büyük yetkilerle Köşke çıkmak! Deveye hendek atlatacak, yani..
***
* Melike Demirağ’ın Silivre tutukluları için Mahkeme’de olağanüstü bir durum yaratarak “arkadaş” şarkısını söylemesi, toplumdaki dönüşümün güçlü işaretlerinden biri; bu seslerin güçlenerek dalga dalga yayılması gerekir.. Silivri tutukluları için toplumun duyarlığı artıyor. Onların içeriden yükseltecekleri yeni sesler yankılanacak ve destek bulacaktır.. CHP?
* Ahmet Şık’a hazırlanan iddianame bir kez daha gösteriyor ki, Özel Yetkili Mahkemeler olgusunun hukukla, yasalarla, insan hak ve özgürlükleriyle, Anayasa ile bir ilişkisi bulunmuyor. Bunlar tamamen, iktidar ortaklarının en büyük keyfi silahları olmuştur. Oralara da iktidarın bu politikasını yeminli uygulayacaklar getirilmiştir..
* ÖYM’in 2006 yılında, bu amaçla oluşturulmuş olmaları, iktidarın taa o zamandan nasıl bir Türkiye tasarladıklarının kanıtı olarak görülmelidir: Susturma, intikam, gençliği yargılama, en masum protestoyu- karşı koymaları bile ezme.. Suskun bir toplum! Ki, 2006 yılında, bugün imdaaat diye bağıran insanlar, AKP için en özgürlükçü parti, solculardan da demokrat ve ilerici diyerek benliklerini iktidara teslim etmişlerdi!!! Hey gidi günler!
***
* Antalya’daki Lozan ve Suriye konuşmasından: Ortadoğu'da bugün yaşananlar aslında Osmanlı İmparatorluğu'nun yeniden ve ikinci kez bölüşümü- paylaşımıdır! Osmanlı İmparatorluğu ne bitmez tükenmez bir imparatorlukmuş. 1918’de Osmanlı çökmüş-çökertilmiş, parçalanmış, içinden onlarca ulus devlet ortaya çıkmış. Bugün ise, bu devletler içinde yeniden bir bölüşüm yaşanıyor. Türkiye dahil...
* Şimdi gelin Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” görüşünün gerçeklikle ne büyük bir çelişki içinde olduğunu görün: Osmanlı’nın bakiyesidir oraları, bizim tarihsel kültürel uzantımız oralardadır.. Bu mirası canlandırabiliriz.. vb
Uluslar, paşa bey ağa istememiş, devlet olmuş. Türkiye onlara ağalık sunacak! Emperyalizm üstelik onları yeniden biçimlendirip haritalandırırken.. içlerinden yeni ülkeler yaratırken.. Davutoğlu politikasının en büyük açmazı, ulusal devlet çağını iyi analiz edememiş olması ve emperyalizmin Ortadoğu üzerinde yüzyıldır planı programını, iyice görmemiş olmasıdır.
* Davutoğlu politikası ve anlayışı bütünüyle tamamen çökmüştür, Suriye’de batağa saplanmıştır ve eldeki kazdan da olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.  Tabii Başbakan da.. Bunun temel nedeni, ABD- Batı çıkarlarıyla-politikalarıyla Türkiye’yi tam özdeşleştirmiş olmalarıdır..
* Emperyalistlerin politikalarını uygulamak, tarih boyunca, Türkiye’ye hiç bir şey kazandırmamıştır! Tarihi bile doğru dürüst analiz edememiş ve bugün için özgün çıkarsamalar yapamamış bir “sığ düşünce- politika”nın acısını yapıyor ülke!
* Birer “inanmış, yani siyasi müslüman” olarak, Batı’nın İslam politikalarının tarihini bu kadar okuyamamış bir iktidar olabilir mi: her zaman ve durmadan, böl parçala- işbirlikçileriyle yönet, sömürge ve yarı sömürge olarak elinde tut, gelişmelerini engelle, kadim islami kalıpların içine itele ki oradan asla ve asla çıkamasınlar… Sürekli denetim altında tut, onlara her zaman siyasetini ve malını sat..
Batı ile işbirliği halinde İslam ülkelerini parçalayıp şekillendirmek, ne büyük ayıp… İktidarın kalemleri nasıl da bu parçalanmaya alet oluyor! Bırakın laik kılıklı kafasızları, Amerikan- batı politikasının sürekli şakşakçılarını..
***
Günler nelere gebe..
--31 Temmuz 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Tek Şansı Kullanamadılar: Türkiye Çok Şeye Gebe


Olayları yöneteceğiz” başlığını görünce güldüm tabii. Davutoğlu ve hükümetinin Suriye sınırında olan bitenler konusunda artık yöneteceği hiç bir şey yokken bu sözü etmesi, aslında duvara bindrildiğinin itirafıdır.
Şu işe bakın ve durumu anlayın: Başbakan da Suriye’de olayı yönetmesi için Davutoğlu’nu Barzani’ye gönderiyor!
Barzani’ye ne denecek? Şu Suriyeli Kürtleri zaptürap altına alın mı? PKK’nın bir de Suriye sınırımızda bize cephe oluşturmasını engelleyin mi? Suriye’de bir Kürt yönetiminin kurulmasına izin vermeyin mi?
Barzani’den hiç bir şey elde edemezsiniz.. Kürtleri “birbirine düşürme” politikası mı isteyeceksiniz?  O dönemler sona ereli onyıllar oldu..  Kürtler birbirine en azından bu aşamada silah sıkmaz.. Ama kurulmakta olan büyük Kürt devletini kimin yöneteceği aşamasına gelince ne olacağını bilemem!
***
Davutoğlu ve Başbakanın yönetebileceği tek olay, tek şansları vardı:
Suriyenin bütünlüğünü koruyan bir politika! Batıyı bu konuda ikna! Esad’a demokratikleşme için zaman tanıma! Suriye ve bölgede istikrarı savunarak, evrim içinde gelişmede rol oynama.. Ama sonuna kadar! Esad’ı sıkıştırarak kan akımını önleme...
Böyle bir politika Rusya- İran ve Batı arasındaki çatışmaları da yumuşatacak ve gerçekten ara çözümler üretebilecek güçteydi..
Ama bunu yapmadınız! Yapamadınız! Kurduğunuz- geliştirdiğiniz gerçekten başarılı Suriye politikasını kendi ellerinizle yıktınız!
Neden? Çünkü ABD’ye karşı gelmekten korktunuz. Libya’dan sonra baktınız ki ABD ve İngiltere Suriye’yi yıkmakta ve iç savaşı körüklemekte kararlı, hemen öne çıktınız!
Oysa, iç savaşı kışkırtınca, Suriye’de neler olabileceğini, birazcık önünüze bakarak görebilirdiniz. Yani geçen yıldan bu yıla! Suriye’nin üç bölgeye parçalanacağını.. En azından sadece bu köşede, Libya savaşından sonra onlarca yazı yayımlandı! Dünya yazıp çizdi.. Batının planlarının hiç bir gizli saklı yanı yokken... Nasıl oldu da bir adım önünüzü görmediniz?
Türkiye’nin geleneksel barış politikası da uluslararası ve bölgesel çıkarları da, Suriye’nin istikrar ve bütünlüğünü korumayı gerektirirdi..
***
Hemen, ABD ve Batının politikasını gerçekleştirmeye neden soyundunuz? Bu temel bir sorudur, yanıtını vermeniz gereken..
Ben, okurlarıma ve dinleyicilerime çok masum olarak bu akıl almaz politikanızı, şöyle düşündüğünüzü belirterek izah etmeye çalışıyorum:
Batı’nın politikasından ayrılırlarsak, Türkiye’ye akan ve cari açığı karşılayan paralar tehlikeye girebilir, ABD sinirlenir,  zorluk çıkartır, bizim de en çok önem verdiğimiz ekonomik istikrarımız tehlikeye girer, seçimlere giderken başımıza böyle bir felaket gelsin istemeyiz.. En iyisi ABD ile yanyana omuz omuza..”
Ama millet öyle düşünmüyor, artık ben de, sonuçları bu kadar belli iken böylesine kör gözüm parmağına bir yıkım politikası izlemenizin arka planında ne var, onu aramaya başladım!
ABD ve Batı’nın Ortadoğu’daki çıkarları ve politikalarıyla, sizlerin politikanızın bu kadar özdeş olması, bu kadar birebir örtüşmesi ne demektir, herkes bilir.
Yoksa, sizler için en önemli olan, Türkiye’den Suriye ve Suudi diktatörlüğüne kadar uzanan aynı türden bir islami eksen mi? Siyasi İslamın tek geçerli toplumsal bir politikanın olduğu, bölgede bir diktatörlük kuşağının oluşması mı?
ABD ve İsrail’in hedefi aynı zamanda İran’ı da yıkmaktır.. Bu, izlenen Suriye politikanın da doğal sonucudur.. Bunların hepsi bir “paket”tir. Kürdistan da bir paketin en değerli unsurudur.. Türkiye de bu paketin içindedir.. Bu paketin dışında kalmak için bir politika izleyeceğinize, paketin içindeki yerimizi pekiştiren bir anlayışınız, ileride hem ülkenin hem de sizin başınıza ne belalar açacağını görebilir misiniz?
***
Birden gazete köşelerinde ve sizlerin dilinde “Kuzey Suriye” ortaya çıktı.. Kuzey Irak, der gibi!.. Afedersiniz, Kuzey Suriye dün mü, Kürtler orada yönetimi ele alınca mı ortaya çıktı? Yoksa Kürtler hep orada ve yapboz’un bir parçası değiller miydi? Acaba herşeyin, Suriye’nin, İran’ın, Türkiye’nin zararına, Kürtlerin yararına gelişmesinin bir anlamı var mı?
Bütün bunlardan sonra, “Kuzey Suriye” ye karşı gerçekten ucuz bir “Savaş Kahramanı” yaratma niyeti mi var? Hele böyle bir niyet en korkutucu olandır..
Önümüzdeki yerel, genel ve Cumhurbaşkanı seçimlerinde istenen “yüksek bir performans” elde etmeye yönelik politik hırsın gerçekleşmesi için, Türkiye’ye bu iktidar ateşe atar mı?
Türkiye çok şeye gebe...
---30 Temmuz 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Eğer Projen ve Aklın Varsa..


Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Gündem, CBT sayı 1323, 27 Temmuz 2012


Ülke dışında çalışan başarılı bilim insanlarımızı Türkiye’ye döndürme düşüncesi, hem siyasette hem de uzantısı bilim kurumlarının yönetici kademelerinde sık dile getirilir.. Özellikle AKP döneminde bu “tersine beyin göçü” neredeyse bir temel politika haline getirildi. Bilim ve Teknoloji Bakanı veya ekonomiyle ilgili bakanlar ve yetkililer, TÜBİTAK Başkanları, hatta Başbakan özellikle de ABD’deki bilimcilerimizle kimbilir kaç kez bir araya geldi..
Gazetelerde, TÜBİTAK kaynaklı haberleri çok sık okur olduk: “Tersine beyin göçü başarıyla sürüyor, bir dizi bilim insanımız geldiler..”.. Falan filan..
***
Size aşağıda sevgili Tınaz Titiz’in konuyla ilgili daha önce yazdığı bir makaleyi sunuyorum. TÜBİTAK’ın da kendine bağlı olduğu Devlet Bakanlığı yapmış olan Titiz, önemli noktalara değiniyor. En dikkat edilecek uyarılarından biri de, bilim insanlarımızın başarılı olmasını sağlayan bulundukları bilim ve araştırma ortamları..
Çalışma koşulları, bilimsel birikim, deneyim, etkileşim, önemsenme, proje vb yoksa, en başarılı bilim insanını getirip koysanız bile, birden görürsünüz ki, oradaki başarıdan burada eser yok!
Bizim siyasi beyinlerin ve kurum yöneticilerinin bir türlü anlamak istemediği nokta burasıdır. Zaten bu konuda yıllardır yapılan onlarca toplantı ve kurulan ilişkiden bugüne kadar elde var, neredeyse sıfır.. Yani işler doğal seyrinde!
Zaten dergimizde duyurduğumuz son toplantıda da gelen bilimcilerin hepsi, çiçek en iyi açacağı toprağı sever mesajini verdiler!
***
Tınaz Beyin yazısında ele almadığı bir konuya değinmek isterim:
Tersine beyin gözü gerçekleşebilir. Ama bu büyük ulusal proje konusudur.. Bilimde ve teknolojide gerçek ulusal hedefleriniz vardır.. Bütün gelişmiş olanakları sağlarsınız.. Adam, ortam, laboratuvar, para, sinerji gerektirecek herşey, proje vb. Sonra çağırırsınız.. İnsanlar bakarlar ki iş ciddi ve uzun vadeli! Pek çok insan koşar gelir!
Bunu Çin de gerçekleştirdi, Singapur da, Tayland da, Kore de..
Bugün onlar neden büyük atılım içindeler sanıyorsunuz?
Bizde işin sadece siyasi lagalugası yapılır.. Hemen “buluş yap, para kazanalım” gibi fırsatçı tüccar kafası ile davranılır..
Bu konunun orta ve uzun vadeli “en ciddi memleket meselesi” olduğu bilinmek istenmez.. Şimdi söz Titiz’te..



Tınaz Titiz

“Yurt dışında bulunan ve kendi alanında başarılı olmuş insanlarımızı yurda getirmek ve bu yolla ülkemizde bir gelişme sıçraması yaratmak” düşüncesi, sık sık dile getirilen bir öneridir.
İlk bakışta gerçekten de heyecan verici bu düşünce, diğer yandan bazı gerçekleri açığa çıkarması nedeniyle çok yararlıdır. Şöyle ki;
Halen yurt dışında bulunan ve bulundukları yerlerde temayüz etmiş bulunan `beyin’ler, kısmen sahip oldukları nitelikler, ama büyük ölçüde de içinde bulundukları ortamlar nedeniyle birer `beyin’ durumundadırlar.
`Ortam’ faktörünün dikkate alınmayıp marifetin o insanlarda olduğunun sanılması, nitelikli insanlardan nasıl yararlanılabileceği konusunda yanlış modellere sahip olunduğunun ya da bu konuda fazla düşünülmemiş olmanın bir işaretidir.
Nitekim, yurt dışında sürekli olarak başarılı çalışmalar yapmakta (daha doğrusu o çalışmaların birer parçası olabilmekte) iken herhangi bir nedenle geri dönen insanlarımızın -çoğunun-, umulduğu gibi sıçrama yaratamayışları, aksine, yurt dışına göçmemiş olarlardan daha düşük performans gösterebildiği nadir değildir.
Tersine beyin göçü” düşüncesinin açığa çıkardığı bir diğer gerçek, `kalkınma’ denilen sürecin yeterince anlaşılmamış olduğudur. `Kalkınma’, bir kısım insanın olduğu yerde oturup, bazı kurtarıcıların ya da “beyin”lerin gelip onları `onlara rağmen’ kalkındırması süreci değildir.
***
Peki, yurt dışında yaşayan ve yüksek performans göstermekte bulunan insanlarımızdan yararlanmak mümkün değil midir? Mümkündür ve hatta bu zorunludur. Ama bunun için `yapılmaması’ ve `yapılması’ gerekenler vardır.
Yapılmaması gerekenlerin başında, bu insanlarımızın, başarılı oldukları ortamlardan koparılmaması gelmektedir. Yani “tersine beyin göçü” düşüncesinden vazgeçilmelidir. Onlar, ancak oralarda olduğu sürece bulundukları ortamların değerlerini Türkiye’ye aktarabilirler.
Ancak, bu `aktarma’ kendiliğinden olamaz. `Networking’ (ağ oluşturma) yöntemi, bu aktarma için kullanılabilecek mükemmel bir metodtur. Buna göre, nesneleri fiziksel olarak biraraya getirmeye dayalı geleneksel kurumlaşmalar (dernekler, vakıflar, kurullar gibi) yerine, nesneleri yerlerinde muhafaza edip aralarında iletişim kanalları oluşturulur.
Yurt dışında, Dünya’nın önemli bilim, sanat ve ticaret odaklarında yaşamakta bulunan insanlarımız arasında oluşturulabilecek bir “ağ sistemi”, bu değerli insanlarımızın o odaklardan sağlayabilecekleri bilgi ve imkanları Türkiye’ye ulaştırabilirler.
Bunun gerçekleştirilmesi çok kolay değildir. Ancak bunun aksi, yani bütün bu insanlarımızı o verimli ortamlardan koparıp yurda getirmek hem daha güçtür ve üstelik de yararsız ve de zararlıdır.
Bunun gerçekleşebilmesi ise, Türkiye’de yaşayanların, sorunlarını `bilgi dışı’ yollarla değil `bilgi’ ile çözmeye çalışmaları ve böylece bilgiye ihtiyaç duymalarına bağlıdır.”
***
Evet, biz haftaya bakalım ne yazacağız, sağlıcakla kalın..

29 Temmuz 2012 Pazar

Adalete Direnmek Ve Büşra Ersanlı


Umut böyle bir şeydir. Her seferinde yeniden doğar. Umudun en büyüğü haklı olarak önceki günkü kararlarda beklendi. Yasaları değişmiş, üstelik varlık zemini ortadan kaldırılmış bir kısım cüppeli, Türkiye’yi; hak -hukuk ve yasaları karşılarına alarak, adalete karşı direnişlerini sürdürdüler.
Evet, Adalete karşı direniyorlar! Bu uzun zamandır kanıtlanmış bir olgudur.
Dayandıkları meşru bir gerekçe yoktur. Sadece imal edilmiş, şekli, öyleymiş-varmış gibi ileri sürdükleri bir şeyler vardır.
Kararlarına, eğer biraz hukukçu kimlikleri varsa, kendilerinin de zerre kadar inandıklarını sanmıyorum.. Eğer hukukçu kimlikleri yoksa, zaten orası bir siyasi tribün demektir; kan-intikam-darağacı.. Patronları da, birbirini yiyen, biri Pensilvanya’da diğer Ankara’da iki otoritedir.
17 Temmuz’da bu köşede yayımlanan, “İlker Başbuğ Direniyor- Bir Dönemin Sonu mu?” başlıkla yazımda, aslında bu oyunun çoktan bittiğini yazmıştım. Yeni bir döneme girileli çok oldu!
Adalete, bilgiye, çağdaşlığa, bilime, vicdana meydan okuyan bir ekip, aslında tam bir hukuk ve insan cellatlığına soyunmuştur.
Bunun “hakimin takdiri” lafıyla ilgisi olamaz. Bu sadece vicdansızlığın bir kılıfı olabilir.
Birileri hukuk ve adalet varmış gibi, duruşma ve yargılama yapılıyormuş gibi.. davranıyorsa, siz herşey gerçekmiş gibi davranamazsınız.
İlker Başbuğ’un duruşu önemlidir. Oraları artık, gerçeklerin anlatıldığı “siyasi tribün” olmaktan çoktan çıktı! Silivri hapishaneleri çoktan insanların birer birer asıldıkları infaz hücrelerine dönüşmüştür.
Kim demiş Türkiye’de işkence yoktur.. İnsan hakları vardır.. Kim demiş ülkede idamlar kaldırılmıştır..
Bugün yaşananların hepsi, artık birer idam infazlarına dönüşmüş durumdadır.
***
Büşra Ersanlı, KCK davasından suçsuz yere 8 ay yatırılıp salıverildikten sonra aklı başına gelmiş.. “AKP en demokrat iktidardır” yazısı için hata yaptığını söylüyor.. Büşra’nın bu kanıya ulaşabilmesi için “içeride yatması” mı gerekiyordu!
Hayır bunları yazalım, konuşalım.. Hiç bir şeyin üstü örtülü kalmasın.. Öyle kolayca, “AKP en büyük demokrattır, demem yanlıştır..” biçiminde iki sözle olayın içinden sıyrılmak kolaycılığına kaçılmamalı. Çünkü bu yargı sadece sana ait değildi, aynı düşünce kulubünden benzeri bir sürü insanın ortak yargısı, kümülatif bir etki yaratmıştır ve bedelini bugün herkes ödemektedir!
AKP hakkında erken verilmiş bir yargı, herşeyi tartışma konusu yapar!
Büşra bir “akademisyen”dir. Akademisyenin en belirgin özelliği, bir takım bilgileri öğrencilere aktarması değildir, esas, analizci olmasıdır... Baktığı, incelediği “yapıyı”, hücrelerine, moleküllerine kadar araştırarak öğrenmek zorundadır. Ancak ondan sonra “tamam bu böyledir, budur” o da göreceli yargısına varabilir.. Ve, üzerine gelecek için yeni şeyler inşa edebilir!
***
Büşra, yine ikinci büyük bir gaf daha yapıyor ve bugün her biri, her bir duruşması büyük birer insan hakları işkencesine dönüşen Ergenekon davaları için “karanlık” tabirini kullanmış ve yine hem akademisyen hem özgürlük yanlısı bir insan olma meşruiyetini derin bir şekilde gölgelemiştir. Hala Büşra’dan umudumu korumak istediğim için böyle diyorum..
Büşra, Ergenekon davalarını, Balbayları, Tuncayları, Başbuğları, Perinçekleri, Balyozu evet evet Balyozu incelemiş midir?
İddiaları ve karşı kanıtları, iddiaların başunalığını, veya en azından zayıflığını, tutukluların savunmalarını okumuş da bir değerlendirme mi yapmaktadır? En azından savunmanlarla yüzyüze temasa gelmiş midir?
Yoksa uzaktan algılamaların esiri olarak mı bunu dile getirmektedir?
Kendisinde oluşan algının kökeni, vericisi, yaratıcı nedir? Çevresindeki ukalaların “inandırıcı” söylemleri mi, “çevre etkisi” mi?
Yoksa, Ergenekon hukuk ve yargılamalarına karşı, daha baştan edinilen “siyasi tavır” mı? Gerçeği aramak yerine?!
***
Yani: “Önemli olan hukuk, adalet, iddiaların ciddi olup olmaması değil, bu siyasi kampın, ordunun, hukuk kılıklı ama özünde siyasi araçlarla tasfiyesidir!”
Büşra, yaptığı açıklama ile sanki “böyle düşünüyor” görünüyor..
Bilmiyorum, öyle mi.. Ama “Ergenekoncular karanlıktır” anlamındaki sözlerini, hiç bir şeyi araştırmadan safetmişse de Akademisyenliğini tartıştırır.. “Hey ne oluyor Ergenekon davalarında” sorusunu sormadan ve birazcık olsun araştırmadan bu sözü sarfetmişse de, yine kendini tartıştırmaktadır!
İnsan şüphe duyduğu bir konuda en azından dikkatli konuşmalı.. Çünkü bu sözler, cellatların kararlılıklarını pekiştirir sadece..
Bazıları sanıyor ki, “Kürt Meselesi”demokratlığın mihenk taşıdır.
Demokratlık, adalet ve hukukla bir bütünlük içerir. Tak yanlı siyasi bir söylem olamaz.
Silivri işkencesini görmeyen insana ben demokrat demem..
Cellatlarla ve cellatların ideoloji ve düşüncesiyle ve eylemleriyle işbirliği ve dayanışma yaparak demokrat olunacağını sananın vah haline!
---29 Temmuz 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

26 Temmuz 2012 Perşembe

İlk İkisini Devirdik: Üçüncü Cumhuriyet (?)


Önceki gün Antalya’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği Lozan ve Suriye konulu toplantıda oldukça büyük ve çoşkulu bir kalabalığa yönelttiğim soru şuydu: Kaçıncı / hangi Cumhuriyet’te yaşıyoruz?
Öyle ya, kurulduğundan bu yana farklı anlayışlarda siyasi – ideolojik yönetimler ülkede işbaşına geldi. Topluma, siyasete, ekonomiye, ülkemizdeki kültürel iklime damgasını vurdu... Hepsi kendine göre bir ilgili kitle, heyecan, anlayış yarattı..
Dinleyicilerden yükselen ses, birinci Cumhuriyet oldu...
Profesör Metin Feyzioğlu ve Profesör Meltem Dikmen Caniklioğlu’yla birlikte olduğumuz panelde sevgili dinleyicilere baktım baktım.. içim cız etti. Zor bir durum. Herkesin gönlünde Atatürk’ün kurudğu cumhuriyetin sürdüğü veya sürmesi gerektiği beklentisi olduğunu biliyorum..
Ben, Atatürk dönemini birinci Cumhuriyet olarak nitelendiririm, bunu yıllarca önce bir kaç kez yazdım, şimdi aratmayın bana arşivde! Atatürk’ten sonrası (1938) ise benim için İkinci Cumhuriyet’tir..
Tabii, bugüne kadar olan dönemi Birinci Cumhuriyet olarak nitelendirip İkinci Cumhuriyet’e geçme uğraşısı içinde olanlar da var..  Kafası karışıklar ve Atatürk’ü reddedenler..
***
Artık yeni bir ayırım daha yapıyorum: Atatürk’ten sonra başlayan İkinci Cumhuriyet dönemi de bitmiştir ve Türkiye yeni bir döneme (Cumhuriyete) girmiştir.
İkinci Cumhuriyet’in bitiş zamanı  ile üçüncüsünün başlama zamanı 2012’dir. Tam tarih 2012 Kasımı seçimleri sonrasıdır..
AKP ile birlikte yeni bir dönem başladı ülkede.
***
Birinci Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen, Cumhuriyeti taşıyacak yurtseverini yaratan, mühendisini-bilimcisini-öğretmenini-bürokratını “kurucu unsurlar” olarak yetiştiren dönemidir..
Laik ve çağdaş bir uygarlık hedefi konmuş ve bunun temelleri atılmıştır, adım adım...
Bu temellerin de ülkeyi kaçınılmaz olarak özigür bir demokratik bir cumhuriyete götüreceği de, sosyolojik ve ekonomik olarak kesine yakındır!
Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes bir millet, bir ulusal devlet hamurunda yoğrulmaya başlanmıştır. Anadolu ilk kez ulusal devlet ile tanışmaktadır! Bu gerçi çok geç bir tanışma olmuştu, Ulusal Devletlerin kurulması/ oluşması, ta kapitalizmle birlikte 1700- 1800’lere gider.
Osmanlının asli unsurları birer birer koparak çoktan kendi ulusal devletlerini kurmaya başlamışlardı.
Anadolu’ya bu olanağı da Kurtuluş Savaşı zaferi vermişti. Kurtuluş Savaşı, salt bir kurtuluş savaşı değildi.. Ulusal Devletin kuruluşunun ve yaratılışının da başlangıcı ve ereği idi.
Bugün ortalıkta dolaşan Osmanlı ruhi ve maddi kalıntıları ve Mustafa Kemal düşmanları, neredeyse Ulusal Devletin kurulmasına karşı ittifak içindedir.
Atatürk, yaratıcı bir toplum, yaratıcı insanlar, yaratıcı bir ekonomi, yaratıcı bir siyaset için hemen hemen bütün gerekenlerin ilk harcını koymuştu.
***
Türkiye 1925- 1935’ler arası uçağını bile üretmeye girişmiş bir ülkedir.. Yarınki Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de Aykut Göker’in ‘Hürkuş’ ya da Hüzne Dâir...” yazısını okuyun. Hemen hemen aynı tarihlerde Brezilya ile Türkiye, Dünya almanaklarında “uçak üreten” ülkeler olarak geçmektedir. Brezilya bugün bazı yolcu ve özel uçak üretiminde dünyanın bir numarası olmuşken, Türkiye ise uçak sanayinin kapılarına kilit vurmuş, bu alanda ortaya çıkan girişimci yaratıcı insanlarını dışlamış, Nuri Demirağ Tayyare Fabrikası’na kimse sahip çıkmamıştır!
Demirağ bugün bir efsane olarak yaşıyor!
Sanmayın ki mesele salt bu uçak fabrikasıyla ilgilidir. Türkiye bir sürü alanda kendi yaratıcılığını terketmiştir, yaratıcı ve üretken bir nesil-toplum olmaktan vazgeşmiş ve bu iradesini teslim olduğu ABD’ye devretmiştir.
Ne zamandan itibaren? Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlar bu süreç. Meltem Caniklioğlu, bunun örneklerini verir..
İşte İkinci Cumhuriyet budur, böyle başlamıştır!
***
İkinci Cumhuriyet, niteliğine uygun olarak, bir çöküş dönemidir.. Ama her alanda ve her bakımdan.. Aktörleri Menderesler, Celal Bayarlar, Demireller, Çillerle, Mesut Yılmazlardır.. Hatta Ecevitlerdir.. İnönü’yü ister katın ister katmayın, iktidar olamamıştır ama İkinci Cumhuriyete geçişin de ilk harcını atanlardardır.. Tabii ki Erbakanlardır, Alpaslan Türkeşler ve Devlet Bahçelilerdir.. İktidar olan her kim varsa!
İkinci Cumhuriyet, 19 ekonomik krizin ve İMF yönetiminin adıdır.
İkinci Cumhuriyet, 3 askeri darbe ve bir de postmodern darbenin adıdır..
İkinci Cumhuriyet, NATO’dur.. Bağımlı ve ulusal iradeden yoksun TSK’dır aynı zamanda..
***
İkinci Cumhuriyet, tamamen çökünce 2001 kriziyle, ülkeyi Üçüncü Cumhuriyetin güçlerine 2002 Kasımındaki seçimlerle devretmiştir..
Bugünü, Üçüncü Cumhuriyetin içeriğini de anlatalım..
Ama Üçüncü Cumhuriyetin adını tam nasıl koymak gerekir tam bilemiyorum, İslamo faşist mi diyeceğiz, büyük ihanet dönemi mi... Bu daha sonraki yıllarda tam konur.
--26 Temmuz 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

24 Temmuz 2012 Salı

Mahşerin Dört Atlısı, 2023: Türkiye Nasıl?


“Reel durum”u dinliyorum: Esat gidecek! O zaman iktidar da güncel davranmak zorundadır, yarınki geleceğe yatırım yapıyoruz, dış politikanın gereğini yapmazsanız yarın orada yoksunuz, kaybedersiniz.. Esad’ın yerine kurulacak yeni rejimi ve yönetimle ilişkiler önemli.. Yoksa yıkılacak Esad değil...
RTE- Davutoğlu’nun Suriye politikasının özü budur. ABD- FR- İNG-İTAL, yani Hristiyan Batı, Arap Baharı’nı tarihi bir fırsat olarak gördü. İslam dünyasındaki başkaldırıyı, kendi çıkarlarına en uygun bir “yeni düzen” içinde biçimlendirmeye girişti. Bunun için hem tarihsel birikimleri-bilinçleri-yönetme yetenekleri vardı hem de yıllardır besledikleri-destekledikleri yeterli işbirlikçi kadroları..
AKP, Libya’da kışkırtılmış iç savaş patladığında, Libya’nın birliğini savunuyordu! Ne zamanki NATO’nun (Mahşer’in) Dört Atlısı’nın Kaddafi’yi yıkma kararlığını gördü, “NATO’nun Libya’da ne işi var” politikasından utangaç bir manevra ile döndü. Dört Atlı’nın Libya’nın işini bitirdikten sonra Suriye’ye yöneleceği belli olunca, bizim iktidar da Şam’la mesafe koymaya başladı.. adım adım.. sonra köprüleri tam attı, hatta Dört Atlı’nın önünde koşmaya başladı!
Şüphesiz, Esad’ın, isyanın ilk aylarında kanlı bastırma operasyonlarını kimse onaylayamaz.. Bunun, otoriter rejimin doğasından ileri geldiği tartışılmazdır. Rejimin demokratikleşmesini kim istemez?!
***
Ama olayın diğer yönü var: Dört Atlı, sadece rejimi değil Suriye’nin de işini bitirecek, İran cephesi çıplak bırakılacaktır. Amerikan Ordusu’nun gayri resmi dergisinde 2050 yılı için yayımlanan yeni Orta Doğu haritasını anımsar mı bizim Dış İşleri? Mine (Kırıkkanat) önceki gün anımsattı (www.cumhuriyet.com.tr/?hn=353694):
Haritada İsrail hariç tüm ülkeler ve Türkiye bölünmüş, büyük bir Kürdistan imal edilmişti. Ralphs Peters, haritayı şu sözlerle takdim ediyordu: ‘Demokrasiyi yaymak ve terörün kökünü kurutmak için Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmesi gerek. Özgür bir Kürdistan, Bulgaristan’dan Japonya’ya uzanan coğrafyanın en Batı yanlısı ülkesi olacaktır. Ermenistan, Ağrı Dağı’nın da bulunduğu tarihi topraklarına yeniden kavuşmalı’…” (2006)
Dış İşleri Yeni Suriye ile işbirliği diyor!
Hangi parçasıyla? Sünni? Şii? Kürt? Daha 3 Temmuzda bu köşede “Suriye’nin bölünmesinden çıkarınız nedir?” diye sormuştuk.. (www.cumhuriyet.com.tr/?hn=349266). Yanıtlanmamış bir dizi soru! Ama bütün bu soruların yanıtları bilinmez değildir, hayat bir bir yanıtlarını veriyor!
Ama bakıyorum iktidar ve basındaki çığırtkanları, hoşlarına gitmeyen gelişmelerden de iç savaş içindeki Esad’ı sorumlu tutuyorlar: “Kardeşim, ülkene neden sahip çıkamıyorsun, hakim olamıyorsun, Kürtlerin Kürt bölgesi kurmasına izin veriyorsun.. Bunu bize hainlik olsun diye yapıyorsun değil mi?”
Amerikalıların 2050 için öngördükleri yeni Ortadoğu haritasının ömrü tamamlanmıştır! Öne çekilmiştir tarih.. O halde yeni soru şudur: 2015- 2020’de nasıl bir Ortadoğu fotoğrafı olacaktır, bir öngörünüz var mı?
Daha ciddi bir soru: 2023’te, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100 yılında, nasıl bir Türkiye’nin temellerini atıyorsunuz, hiç bir fikriniz de mi yok?

Ne Kadar Çok “Şıracının Şahidi” Varmış

Şu mübarek Ramazan’da bu kadar yalanı sürdürme becerisi, ancak Zaman’a nasip olurmuş.. Adamlar “Genel Kurmay, ıslak imzalı Balyoz belgelerini gönderdi” uyduruk haberlerini bu kez de piyasadaki kendi adamlarına doğrulatmak için, “haber takipçiliği” yapmışlar, iyi mi!
Tam şıracının şahidi bozacı hikayesi!
Olay şöyle oldu: Tarlaya önce kendilerini klonladılar.. Önemli isimler ve mevkiler biçiminde.. Burada davulu çaldıklarında, bu kişi ve kurumlardan aynı sesler yükseliyor..
Bakıyorum, ne kadar çok kurum, dernek, enstitü, prof, hukukçu, avukat.. hemen ses vermiş.. Zaman, borazanı tutmuş, bağırın şuradan diye.. Hukukçular Derneği, Boğaziçi Avukatlar Derneği, Adalet ve Hukuk Derneği, Turgut Özal Üniversitesi profu.. isimlerini yazmak yazık bir dizi figür, üfürmüşler borudan.. : “Eveeeet, ıslak imzalar soru işaretlerini ortadan kaldırdı.. dreliller sahte savları çöktü.. TSK diğer ıslak belgeleri de göndersin..”
Gönderilen belgeler Balyoz’la ilgili değilmiş.. Ama boş ver.. Önemli olan öyleymiş algısı yaratmak..
Toplumu, mahkemeleri yöneten de bu mış gibi algılar (mı)..
Yeniden diyorum ki: Uydurulmuş davanın enkazı altında kalanların çığlığını duyuyoruz..
--24 Temmuz 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Enkazın Altından Yükselen Çığlık


İnsan şaşırıyor, acaba hangisi yazsam diye.. Sayısız konu önünüzden akıp gidiyor, şu sırada en çok ilgi alanınız içindekilerden ikisi “ağa” takılıyor.. Birincisi tabii ki iktidarın fosladığı ve giderek Türkiye’nin boynuna/ bedenine ilmik ilmik doladıkları Suriye.. Diğeri de Zaman gazetesi adlı basılı kağıdın “İşte Balyoz’un ıslak imzalı delilleri” diye manşetten verdiği sahte ve kasıtlı “haber”.
Yetti artık, diyerek bu “haber”e bakacağız tabii... Eskiden bu gazete, bu tür uyduruk ve sahte haberleri mümkün olduğu kadar “ekürisi” gazetelerde yayımlatırdı.. Şimdi onlar da bunlara itibar etmiyorlar mı ne.. Kendisi manşete çekiyor..
Bu “gazete” Haziran ayında da aynı konuyu gündeme getirmişti. Konu, Genel Kurmaydan mahkemeye iletilen bir takım “belgeler”. Mahkeme sormuş, Gölcükte elde edilen CD çıktılarının ıslak imzalı orijinalleri var mı diye.. Çünkü, daha sonra Gölcük’te “buldukları” CD’ler ile, Balyoz davasına yol açan CD’ler arasında, suçlamaya konu olan kısımlar aynıydı..
Davaya konu olan bütün belgeler CD’de kayıtlı, imzalı ve orjiinali olmayan dijital yazılardı.. Orijinalilleri yoktu, çünkü aslı astarları yoktu! Ayrıca, bütün CD’lerdeki kayıtların da 2003’te değil en erken 2007 sonrası hazırlandığı bilirkişi ve adli incelemeler sonucu ortaya çıkmıştı! Mahkeme dosyası bu sahtekarlık raporlarıyla doluydu!
Gerçekte fiilen çöken dava için, “sahte belge imal çetesi” orijinal ve ıslak imzalı belge imalatı peşindeydi! Ama bu olasılık da tamamen sıfırdı!
Davaların geldiği nokta, “büyük çöküş” ile nitelendirebileceğimiz bir durumdu! Tıpkı depremlerde gördüğümüz bazı evlerin kendi üzerine yıkılması gibi!
***
Genel Kurmay istek üzerine mahkemeye bir takım belgeler gönderdi. Ama belgelerin hiç biri Balyoz davasında suçlama konusu olan belgelerle ilgili değil. Ya neyle ilgili? Hepsi, Hava Kuvvetlerinin istihbarat raporları!
Davayı en iyi izleyen Dani Rodrik’in “Balyoz Davası ve Gerçekler” internet sayfalarında bu konu şöyle açıklanmıştı: ( http://balyozdavasivegercekler.com/2012/07/04/balyoz-mahkeme-baskani-bilmiyor-ve-yaniltiyor-zaman-yine-carpitiyor/ ) : “Balyoz ‘mahkeme’ başkanı, anlaşılıyor ki hakkında bilgi istediği belgelerin nereden çıktığından bi-haber. Eskişehir’de el konulan flaş bellekte kayıtlı olan (ve Hava Kuvvetleri tarafından asılları mahkemeye gönderilen) taranmış orijinal belgeler için ‘Gölcük’ten çıkan belgelerdiyor.”
Balyoz Mahkemesi Başkanı büyük bir sevinçle, işte istediğimiz Gölcük belgelerinin orijinallere geldi, konuyu yanlış, bilmeden veya kasıtlı duruşma zabıtlarına geçirirken, Zaman adlı basılı kağıt da birgün sonra, 16 Hasziran 2012’de bu uydurukluğu haber yapmıştı:
“Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Balyoz darbe planı davasına bakan mahkemeye gönderilen yazı, sanıkların savunmalarını çökertti. Yazıda, Donanma Komutanlığı’nda ele geçirilen belgelerin birçoğunun gerçek olduğu aktarıldı. Orijinal nüshalar ve onaylı suretleri gönderildi. Sanıklar, söz konusu belgelerin sahte olduğunu ileri sürmüş ve savunmalarını da bu tez üzerine kurmuştu.”
***
Şimdi son kullanıcıya bir milyona yakın bedava dağıtılan bu basılı kağıt, bir ay önce yanlış ve sahte olduğu belgelenmiş konuyu yeniden ısıtıp manşetine çekiyor.. Göksel Genç isimli birinin imzasıylaGenelkurmay Başkanlığı'nın İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği orijinal belgeler, Balyoz delillerinin sahte olduğu iddialarını çürüttü” diye, bir aylık kokmuş pilavı yeniden ısıtıp millete yedirmeye çalışıyor. Neden?
Kardeşim, bizimle sahtekarlıkla ısrarda yarışamazsın”, demek için mi?
Bir koku mu aldılar, “eyvah dava dayanaklarının sahteliğinin ortaya çıkması ve çürütülmesi karşısında, mahkeme artık dayanamaz ve gelecek hafta bazı tahliyelere karar verir” endişesiyle mi?
Mahkemelerdeki kendi adamlarıyla başbaşa verip aralarında “karşı kamuoyu yaratalım, bize destek çıkın ki biz de tahliye vermek zorunda kalmayalım” gibi bir görüşme oldu mu?
Yoksa, bütün bu sahte davaları kotaran, mahkemeleri kullanan cemaat ve iktidarın sivil-güvenlik “beyin”lerinin verdikleri bir kararla mı bu haberi yaptınız?
Amaç, mahkeme iradesini tamamen kendi baskıları altında tutmak ve bir “taşduvar” gibi davranmalarını sürdürmelerini sağlamak ve muhtemel tahliyeleri önlemek mı?
Tabii bir özel soru daha var, bunu da gazetecilik merakıma sayın:
Taraf vb gibi tetikçileri, Görmüş gibileri, bu haberiniz için, geçmişte olduğu gibi neden kullanmayı tercih etmediniz? Bir “sorun” (güven sorunu) mu var?
***
Cemaatçilerin dünkü manşetlerine bakınca şunu gördüm: Balyoz enkazının altında kalmışlar ve imdaaaaaat diye bağırıyorlar, “kurtaran yok mu?”
Yanıtı verelim:
Yok kardeşim.. Sizi kurtaracak bir teknoloji henüz imal edilmedi!
--23 Temmuz 2012 / Bilim ve Siyaset – CUMHURİYET

22 Temmuz 2012 Pazar

İlk Çöküş, Gerisi Var, Başbakan'ın “İhanet Çetesi” dediği davaya Beraat


Atabeyler Çetesi” davasını anımsayan var mı? 6 yıl kadar önce, yani 2 Haziran 2006’da “Başbakan Erdoğan’a Suikast hazırlığı manşetleriyle uşak gazetelere servis edilen dava, Ergenekon, Balyoz, Odatv, Andıç vb.. yani tüm Ergenekon davalarının ilk provası ve hazırlığı oldu..
Bu dava da sözde bir “elektronik mektup”la ihbarla başladı. Genel Kurmayı “basacak” ve bütün orduyu ve muhalifleri ve sivilleri esir alacak sonraki davaların ilk yoklamasıydı! Erdoğan’a ve Zapsu’ya suikast hazırlığı zırvaları ile  “TC hükümetinin görevlerini yapmasını engellemeye teşebbüs”den dava açıldı.
Ne yorumlar yapıldı, planı hazırlayanların ortağı olan gazete ve TV köşelerinde.. İktidar ne demeçler verdi.. Başbakan bizzat “İhanet çetesi” adını kullandı! Birileri, kimlerin o dönemde köşelerinde yazdıkları ile sanıkları nasıl idam ettiklerini araştırıp yazmalı..
Acaba doğru mu suçlamalar diye merak etmek yoktur bizde! Türk milletini öldüren ve süründüren meraksızlık özelliğine ve “eee dava açtıklarına göre demek ki... ateş olmayan yerden duman çıkmaz..” benzeri on para etmez inançlara güvenen tezgahçılar, bu ilk deneyimlerini sonra geliştirerek daha büyük tezgahlara imza attılar!
***
İçlerinde asker, polis ve sivillerin bulunduğu Atabeyler Grubu, darbe, suikast vb den beraat etti. Askeri malzeme, ruhsatsız silah bulundurmaktan bazıları mahkum oldu. Kimisi ordudan atıldı, hayatı karardı; kimisi itibarını kaybetti..
Atabeyler davası aslında daha ilk yılında, 2007’de çökmüştü! Savcı, o yıl esas hakkında mütaalasını vermiş ve sanıkların isnat edilen suçu işlediklerine ilişkin bir kanıt bulunamadığını belirtmişti.. Düşünün: 2007’de, yani bir yıl içinde dava neredeyse bitme noktasına geliyor, ama 5 yıl daha sürüncemede kalıyor ve karar yeni açıklanıyor!
Buna da şükür diyecekseniz, bu “şükrün” de davanın Özel Yetkili Mahkemede değil normal ağır ceza mahkemesinde görülmesine borçlu olduğunu mu söyleyelim! Özel yetkili olsaydı, Atabeyler Grubu da İstanbul’a nakledilir, Ergenekon’a bağlanır ve Silivrinin “yedi demirkapısı” ardında süründürülürdü!
Geriye doğru bakıyorum da, haberlerinde nesnel olmaya çalışan T-24 internet gazetesi bile, “23.12.2009” tarihinde mahkeme ile ilgili haberini şöyle vermiş: “Savcı Atabeyler Grubu soruşturmasının genişletilmesini istedi. Dört üyesi de asker olan Atabeyler Grubu'nun Başbakan Erdoğan, Cüneyt Zapsu ve Murat Aksu'ya suikast planladığı ortaya çıkarılmıştı.”
***
Yunus Harputlu adlı birisi “ben ihbar ettim, diye ortaya çıkmış, Yeni Şafak’ta manşete çıkmış, Meclis Araştırma Komisyonuna bir ifade vermiş! Bu arada, Atabeyler Grubu’nun, Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli benzeri isim taşıyan pek çok gruptan biri olduğu anlaşılmıştı! 
Danıştay davası müebbet mahkumu Osman Yıldırım isimli bombacıya “sözde” itiraf mektubu yazdırılmış ve ona “Ergenekon, Cumhuriyet Gazetesi’ne eylem yapma işini bana verdi. Danıştay suikastı işini Alparslan Arslan, Ayhan Parlak, Aykut Mete Şükre"ye verdi. Başbakan"a suikast işini de Atabeyler’e verdi,” bile dedirtilmişti!
Bugün gazetesinde o zaman Lale Sarıibrahimoğlu, 2 Haziran 2006’da, “Atabeyler çetesinin Kuzey Irak’ta henüz tespit edilemeyen gruplarla yakın bağlantısı olduğunu da gösteriyor” diyecek ve “yeni gözaltılar bekleniyor” haberini verecekti! Yine kullanılan medya “Atabeylerin kendi aralarında haberleşme şifrelerinin çözüldüğünü” duyuracaktı! 
Hükümet medyasında, Erdoğan’a yapılan suikast planlarını okuyacaktık!
İstanbul Emniyet eski Müdür Yardımcısı Ali Fuat Yılmazer şöyle diyecekti:
Atabeyler operasyonu var ya, o olay Başbakan’a yönelik dört dörtlük bir suikast girişimi… Ele geçirdiğimiz mühimmat ve planlar, Başbakana nerede nasıl saldırılacağını gösteriyordu. Çok netti.”
Şimdi diyorum ki, kim Atabeyler davası ile ilgili kasıtlı yorum ve gazetecilik etiğine aykırı haber yaptıysa ve 11 kişinin itibarıyla, ailesiyle, varlığıyla oynadıysa, bugün kalkıp özür dilemelidir!..
Başbakan da “İhanet Çetesi” suçlaması konusunda özür dilemeli!
***
Bu ilk çöküştür. Cemaat+RTE’nin (iktidarın) siyasi sorumluluğunda düzenlenen bütün tezgahlar eninde sonunda bir bir çökecektir!
Bu tezgahlarda rol alan figüranlar da çökeceklerdir..
Olan, yargılanan insanların hayatlarına, ailelerine, mesleklerine, itibarlarına olacaktır..
Aslında tamamen Türkiye’nin devşirilmesi gibi büyük siyasal ve sosyal projenin uygulamalarıdır bu davalar!.. RTE’nin günümüz padişahlığına uygun, günümüz kılıfına uydurulmuş bir ülke yaratmanın icraatı içindeyiz.. En büyük süsü, cilası, gözboyaması rda, en büyük, süslü, VİP’le, otoparklı camiler yapmaktır..
Ama sonuçları kişiseldir oluyor davaların.. insanları süründürüyorlar.. En son eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün tutuklanması gibi! Gürüz’ün tutuklanması, tamamen dinci-kinci siyasetin işbaşında olduğunu göstermektedir!
Tıpkı Havelsan Genel Müdürü Faruk Yarman gibi!
Hey Cemaat, Yarman’ı da neden içeride tutuyorsunuz? İcraatlarınızla, hukuk- adalet duygunuzla, tuttuğunuz oruç örtüşüyor mu? Yoksa Allahtan da mı korkunuz yok!?
Açın Silivri’nin kapılarını da, oruçlarınız kabul olunsun!..
---22 Temmuz 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet