Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

25 Şubat 2019 Pazartesi

YÖK, kadınlara taciz ve “erkek değerler”


24 Şubat  2019 Pazar / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

Büyük bir geri adım attı YÖK... 2016’da üniversitelere gönderilen, adaletli- eşitlikçi, kadınlara karşı yapılan ayrımları reddeden Toplumsal Cinsiyet Eşitliği konusundaki bildiriyi, iki yıl sonra geri çekti, ve yerine, kadınlara karşı adaletli tutum gibi bir yeni yaklaşım konacağını açıkladı..
İlki, çağdaş, toplumsal ve dünyadaki gelişmelere uyumlu bir içerik iken, ikincisi ise var olan durumu koruyucu, tutucu bir yaklaşımı çağrıştıran bir adım.

YÖK aracını kullanma

AKP’nin iktidara gelmeden önce YÖK’ü kaldıracağım açıklaması yapmıştı; bu görüşler tabii ki yalan çıkmıştı. YÖK’ün, kendi amaçları doğrultusunda üniversite ve akademik kadroyu ve faaliyetleri yeniden dizayn etmede çok başarılı bir araç olduğunu biliyordu. Tıpkı YÖK’ü yaratan 12 Eylül generalleri gibi..
YÖK gibi güçlü bir araç, ülkenin - kaliteli bilimin ve öğrenimin - insan yetiştirmenin yararına çok iyi kullanılabileceği gibi, kötü ellerde tersine de kullanılabilir.
Siyasi iktidarlar YÖK’ü kötüye kullanmayı bugün de başarıyla sürdürüyor. İktidar, rektörleri genellikle kendine en iyi hizmet edeceklerden atıyor, dekanlar öyle.. Rektörlük makamları siyasetin temsilcileri konumuna dönüştürülüyor. Liyakat neredeyse yok gibi.. Üniversiteler açılıyor ama büyük çoğunluğu, üniversite ölçeklerine vurulsa, hepsi sınıfta kalacak nitelikte.
Akademisyenler özgürce düşüncelerini açıklamaktan yoksun, çünkü dışlanma, atılma, haklarında soruşturma açılma tehditleri altındalar.

YÖK ve Yekta Saraç

Bu koşullarda bile, YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın çabalarını yakından izlerim. Toptancı yaklaşımları sevmem ve yanlış bulurum. Saraç’ın mesela 2015’te tıp, hukuk, mimarlık gibi pek konularda üniversitelere girecek öğrencilere koyduğu sınırlamaları doğru buldum ve yazdım. Tıp okuyabilmek için ilk 40 bin öğrenci içinde olmanız gerekiyordu (geçen yıl 50 bine yükseltildi. Hukukta ilk 150 bin barajı 190 bine vb)
Bir akademik yüksek kurulun iyi şeyler yapabilirliğine örneklerdi bunlar.
Ama 2016 Martında, üstelik Dünya Kadınlar Günü’nde YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın üniversitelerin kadın rektörleri ile buluşması ve daha önceden hazırlanan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi’nin kabul edilerek tüm üniversitelere gönderilmesi gerçekten çok önemli bir adımdı..
Bu belge için çalışmaları bir gurup kadın akademisyen çok önce başlatmıştı. Akademi dünyamızda kadınlar üzerinde her türlü istismar, dışlanma, ötekileştirme, cinsiyet ayrımcılığına, tacize karşı geniş bir araştırma yaptılar, üstelik bir kitap da hazırladılar.

Cinsel tacizin kökeni

Gülriz Uygun ve Hülya Şimga kitaba giriş yazılarında, Cinsel taciz ve saldırı, esas itibariyle, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanır” diyerek, sorunun temeline işaret ediyorlar. Bakın:
Toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlik, hiyerarşik eşitsizlikle desteklenmesi durumunda cinsel tacizin ortaya çıkmasını daha da kolaylaştırır. Üniversiteler de hiyerarşik ilişkilerin yer aldığı kurumlar olarak eşitsiz ilişkileri içlerinde barındırır. İktidar ilişkisi çerçevesinde şekillenen bu eşitsizlikte ya tehdit ederek veya ödüller vaat edilerek ya da bunlara dahi gerek duyulmadan, mevcut olan konum cinsel yararlanma için kullanılır.”
Bu kesin adaletsizlikle ilgilidir,ve insan haklarını içerir.
Aslında ceza kanunumuzda 102. ve 105. maddeler cinsel istismar ve taciz ile ilgili gayet ayrıntılı döküm veriyor ve ağır cezaları öngörüyor. Ama akademisyen bile olsa, tüm kadınların uğradığı taciz ve dışlanma üzerinde büyük bir suskunluk var.   

Bunun adı var:

Akademi dünyasında bu istismara son vermek için yapılan çalışmaların, 2016’da üniversiteler genelgesine dönüştürülmesi adaletli bir adımdı.
Anlaşılan iki yıldır YÖK üzerinde büyük baskı uygulandı. Tabii unutmayalım ki, “kadın- erkek eşit olur mu” diyen YÖK’ün üst amiri Cumhurbaşkanı var. En gerici medyanın saldırıları ve yayınları var.
Sonuç, Yekta Beyin büyük geri adımı oldu, “cinsiyet eşitliği toplumsal değerlere uygun değil” gibi kadim erkek toplumun kadınları baskı altına alan uygulamalarına yönelik çalışmaların “Adalet temelli kadın çalışmaları” olarak düzeltileceğini açıkladı..
Dünyada ve Türkiye’de bunun adı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’dir.

“Gazetecilikten değil terörden terörden...”


21 Şubat  2019 Perşembe / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

Türkiye, gazeteciliğin siyaset eliyle ve bağımlı hukuk aletiyle cehennemin dibine gönderilmek istendiği bir ülkedir. Bunun son örneği, gazetemizin eski yönetimi ve pek çok yazarına verilen uyduruk hukuk cezalarının bu kez bir üst mahkemece onanmasıdır.
Utanç vericidir bu nitelikteki hukuk, yargı, adalet, hakkaniyet.. Ve tabii ki siyaset! İktidarın intikam eylemiyle karşı karşıyayız.
Şimdi kendilerine karşı yöneltilecek bu ne rezalet biçimindeki suçlamalara, dünyadan gelecek eleştirilere söyleyecek yanıtları bellidir:
Onlar gazetecilikten değil, terör örgütü üyeliğinden, bilerek ve isteyerek teröre yardımdan tutuklandılar, yargılandılar ve hüküm giydiler; ülkemizde gazetecilikten hüküm giymiş tek bir insan yoktur.. ülkemizde yargı bağımsızdır..”
Dünyada hukuka saygılı, kanunlar çerçevesinde yargılayıp karar veren hiç bir mahkeme, Cumhuriyet yönetici ve yazarlarına karşı ne açılan iddianameyi kabul eder ne de böyle bir iddianame ile yargılamayı hukuk ve yargıçlık onuruna yedirir.

“Dürün defterlerini”

Gazetede yayınlanan haberleri yargılamaya, yani gazeteciliğe yönelik bir siyasi  operasyon ile karşı karşıyayız.
Haber vermeyi, yorum yazmayı, gazetenin yönetiminde bulunmayı bir suç olarak kabul eden, yönetim ve yazarlara toptan ceza kesen bir hukuk anlayışı, ancak diktatörlüklerde bulunur. Siyasetin hukuku hukuk olmaktan çıkartıp kendine bağımlı hale getirdiği ve “dür defterlerini” talimatını şu veya bu şekilde verdiği ülkelerde varlığını sürdürür.
Demokrasi ile yönetilen hiç bir ülkede böyle bir davranışa ne şahit olursunuz ne de böyle bir girişim herhangi bir sonuç verir, ülkenin hukuk sisteminin duvarlarına çarparak parçalanır.
Türkiye ‘de medya 10 yılı aşkın bir süredir hukuk - yargı cenderesinde. Sadece medya değil tüm özürlükler ve insan hakları da..

FETÖ ve iktidarın dili aynı

Geriye gidelim, 2010’lara doğru.. O zamanlar ve sonrası Türkiye’de gazeteciliğin zindanlara tıkılmaya başlandığı yıllardır.
Tabii “gazetecilik” derken, muhalif yayın organlarından, eleştirel yazanlardan, ülkede hukukun ve demokrasinin katledilmeye çalışıldığını somut olgu ve olaylarla sıralayanlardan bahsediyoruz.
Yoksa iktidar yandaşı yapılmış medya yalan söyleme, iktidarın her işini meşru gösterme, yargılanan gazetecilerin nasıl terör insanları olduğunu yazıp çizme özgürlüğüne sonsuz sahipler.
FETÖ gazeteciliği ile iktidarın gazetecileri ve liderleri o zamanlar tutuklananlar için “gazetecilikten değil terörden” diyorlardı.
FETÖ çöktü, bu kez iktidar aynı teraneyi sürdürüyor..
Lider hedef gösteriyor, bunun hesabını vereceksiniz diyor. Savcı gerçekle ilişkisi olmayan suçlar uyduruyor, mahkeme mahkumiyet kararını veriyor, bir üst mahkeme evet doğrudur, mahkemenin kararlarında tartışılacak bir yan yok diyerek onaylıyor.

Ayıptır, yapmayın!

Cumhuriyet davası tamamen siyasi karar davasıdır. Burada “bak Cumhuriyet’te kavgalı taraflardan şunlar böyle ifade verdi, o da şunu yaptı, bu nedenle mahkeme mahkumiyet kararı verdi” biçiminde kim gerekçeler ileri sürüyorsa, iktidarı aklıyor, düzgün bir hukuk ve yargılama olduğunu savunuyor demektir!
Ayıptır, yapmayın böyle bir şey..
Bir ikinci derece mahkemeyi düşünün, yargılama yapmıyor, yargılananları hiç dinlemeye gerek duymuyor, dosyaya aç- kapa yapıyor, karar doğrudur diyor, böylece 5 yıla kadar cezaları kasıtlı olarak onaylayıp yeniden hapsin yolunu açıyor, diğerlerine de mecburen Yargıtay yolu açıktır diyor..
Burada basını cehennemin dibine itme çabası var. Medyaya güveni ülke çapında sıfırlama, ülkede olayların bütününe bakarak halkın özgürce kanaat oluşturma çabasını engelleme var.
***
Otoriter rejimler ve diktatörlüğe eğilimliler, saydamlıktan ve basın özgürlüğünden zerre hazzetmez.
Bu nedenle medya dahil özgürlükler ve demokrasi, tarafsız göstergelerde çukurun dibinde duruyor.
Ülke buna layık değil, buradan çıkmalıyız.

20 Şubat 2019 Çarşamba

Dağıtılan çaylar bir sır mı? RTE neden miting alanlarında? Tek patron kim?


19 Şubat  2019 Salı / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı doğrudan sahaya indi. Belediye Başkanı adayı kendisiymiş gibi alanlarda propaganda yapıyor, verip veriştiriyor; ve paket çaylar dağıtıyor. 250 gramlık, özel paket, Rize çayı. Seylan ve Hint çağı olacak değildi.
Görmediğim için bilmiyorum kime hazırlattılar paket çayları, Çay-Kur’a mı, parasını verdiler mi, Çay- Kur’u zarar mı soktular yoksa.. İhalecilerden bir- iki şirket mi üstlendi çay dağıtımını.. Yoksa AKP’ye hazineden gelen seçim paralarıyla mı kotarıldı bu iş..
Az buz değil, milyonlarca paketten bahsediyoruz, miting alanları ve ayrıca seçmen sandıklarında herkese! Milyonlarca lira! Bir bilgi gelse de öğrensek.. Haberciler!

Saydam olmayan harcamalar

Siyasi partilerin seçim harcamalarındaki asla saydam olmayan, özellikle iktidar partisinin gelen ve giden paralarının zerresinin bilinmediği, yasaların çiğnenip bir kenara atıldığı bir ülkede, her şeye hakim bir lider ve iktidar varken, verilebilir bir hesap olduğunu varsaymak boşuna çabadır.
Ama derdim bu değil, Cumhurbaşkanı sanki belediye başkan adayı kendisiymiş gibi miting alanlarında mevzi alıyor.
Binali bey mesela İstanbul’da çarşı pazar dolaşıyor, barlar sokağında görüntü veriyor, ama kürsüden konuşan Cumhurbaşkanı!
Bir taksi şoförü, abi bu kadarı artık fazla, deyince gözüm açıldı!
Kadıköy’de Binali beyi gördüm, müthiş bir bıkkınlık vardı üzerinde..
Cumhurbaşkanı “seçim” denince, hangisi olursa olsun kendini sahaya atıyor..
Bir başkan adayı, kendi propagandası tanıtımıyla bileğinin hakkıyla bir seçimi kazanma keyfini tadamayacak, yaşayamayacak.
Aday, arkasından “Cumhurbaşkanı olmasaydı seçimi kazanamazdı” dedirtecek!

İstanbul her şeyin merkezi

Ama tek adam sisteminin zorunlu bir sonucu bu..
Cumhurbaşkanı adaylar konusunda son kararı veren kişi..
Ayrıca belediye başkanlığından geldiği için, kendisini tüm belediyelerin başkanı hissediyor gibi.
İstanbul’u fiilen yönettiğinden söz edenler var. İstanbul çok önemli, ülkenin ekonomi merkezi, inşaat merkezi, değerli arsalar merkezi, her şeyin merkezi..
Tabii seçimin de seçmenin de!
İstanbul bir belediye başkanının alan konuşmalarına, çarşı pazar gezmelerine bırakılmaz.
İstanbul’un üzerinde Başkanın gölgesi olması gerek, ve İstanbul seçmeninin de bunu bilmesi.
Ayrıca seçilecek belediye başkanı da seçimi ona kimin kazandırdığını bilmeli.
Geçen sene görevlerini bırakmaya zorladığı belediye başkanları örneklerini hepsi gördü.
Bunlar parti ve hükümetin doğal iç işleri diyelim.

RTE’nin kazanmada etkisi

İkincisi ve çok daha önemlisi ise, Cumhurbaşkanı sahalara çıkmadan pek çok belediye başkan adayının kazanmasının tartışılır olduğudur..
Cumhurbaşkanının oyu partisinden fazla, bunu Başkan seçiminde net gördük, partisi ile kendi oyunun arasında bazen yüzde 10’e varan fark oluşuyor.
Gerçi, bu seçimlerde doğrudan kendisine verilen oy ile belediye başkan adaylarına verilecek oy arasında böylesine bir fark olacağını hayal etmeyin.
Bazılarında fark sıfıra inecek veya bir iki puan farkla yetinecekler.. Bu bir bilgi değil tabii, ama güçlü bir izlenim - değerlendirme deyin.
Fakat Cumhurbaşkanı sahalara inerek, bu farkı garantilemek ve seçim sonuçlarını etkilemek istiyor. Bu nedenle tüm ağırlığını sahalara yansıtıyor.
Böylece hem belediye başkanlarının patronluğunu pekiştiriyor hem de seçimleri kaybetmeyi önlemek istiyor.
Cumhurbaşkanı aslında tüm ülkenin de tek toplam belediye başkanıdır derseniz, hayır diyemem.
Nedeni, tüm belediyelerin bütçeleri mali kontrolü doğrudan kendisine, saraya bağlanmış olmasıdır.
Belediyelerin adeta tek patronu..