Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Haziran 2020 Salı

Bulaşma’da “Fahrettin Koca Sabiti” mi var? Fabrikasyon verilere gelde inan


Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 29 Haziran Pazartesi, 2020




COVID-19’un serbestlik- açılım sonrası ülkemizde hızla bulaşma hızını arttırması üzerine, oluşturdukları bilimsel bir matematiksel- grafiksel veri tabanından ürettikleri sonuçlarla, kişisel merakları için COVID-19’un ülkemizde gelişme durumunu izleyen ve tartışan iki güzide mühendis, bu işi bıraktılar.
Onlar teknoloji gurusu diyebileceğimiz çözüm zekasına sahipler.
COVID-19 bulaşmasını başından itibaren kurdukları sistemde tabii ki resmi kayıtlardan izliyorlar ve birbirlerinin sonuçlarını tartışıyorlardı.
Serbestlik ve açılma ile birlikte, izledikleri sistem her gün Bakan Koca’nın açıkladığı verileri kabul etmemeye başladı. Olayın doğasına ters bir durum görülüyordu
Zeki bey zaten bir ay önce izlemeyi bırakmıştı. Açıklanan sayılarda bir şeylerin ters gittiğini yaptığı hesaplamalar gösteriyordu. “Boşuna çaba benim için artık..” dedi, çünkü gerçeği yakalayamıyordu.

“Dükkanı kapatıyorum”

İkinci dostum Mahir, dün pes etti “Neye inanacağımı bilemiyorum, dükkanı izninizle kapatıyorum: OUT of BUSINESS”, diyerek.
Grafiğini “fabrikasyon” başlığını koyduğu notuyla paylaştı:
“Bu sözü kullanmak hiç istemezdim ama, galiba mecbur kalıyorum. Aşağıdaki grafik, yapılan testlerin sonucunun aynı gün alınması durumunda ortaya çıkan grafik. Bulaşı eğrisi, sonuç alınması 2 gün sürse veya 1 gün sürse, abuk sabuk hareketler yapan şekle geldi. Doğada, öyle hareketler, olmaz. Bir süreklilik vardır. Daha önce, test ve sonuç alma arasındaki 2 günlük zaman farkını gene bu sürekliliğin en iyi olduğu duruma göre belirlemiştim. Son bir haftadır, 2 gün fark, süreklilik vermemeye başladı. Gene 3 gün, 2 gün 1 gün ve aynı gün olasılıklarını denedim, 17 Hazirandan bu yana en sürekli görüntüyü sonuçların aynı gün alındığını varsayarsak elde ediyoruz. Bu durumda iki olasılık var:

Testlerin yüzde 2,8’i kadar vaka

“1. Sayılar, “fabricated” veya “doctored”. Otomatiğe bağlamışlar ne kadar test onun yaklaşık %2,8i kadar vak’a şeklinde.
2. Hakikaten sistemi çok iyi kurdular, sonuçları aynı gün alıp işliyorlar, devamlılık bu nedenle mantıklı çıkıyor, ve durum azalması olmayan fakat artması da olmayan, durağan bir davranış gösteriyor.
Neye inanacağımı bilemiyorum, dükkanı izninizle kapatıyorum...”

Rastgele değil lineer dağılım

Zeki bey hemen yorumladı tabii:
“Doğada rastgele (random) olaylar, olayın türüne göre belli bir dağılım gösterir. Örneğin Gauss, Student, Chi-kare, F... Daha işin başından itibaren, rastgele olması gereken dağılım lineerdi. O kadar data topladım, hepsi y = m * x şeklinde düz bir çizgiyi takip etti. Hattâ bu denklemdeki m’yi ben Fahrettin Sâbiti olarak adlandırdım.
“İzlediğim ABD’de mesela Teksas’ta ekonomi yürüsün diye serbestlik başladı ve bu grafiklere derhal yansıdı. Üstel artış var. Bu grafik her gün de güncelleniyor. Hattâ Texas vâlisi yeniden kısıtlama olacağını ilân etti. Bizde ise turist gelsin de nasıl gelirse gelsin diye âşikâr ki tiyatro oynanıyor. Gerçek şu, eğer TR ile ABD arasında bir benzetme kurulabilirse:
1- Vak'alarda üstel artış var
2- Asemptomatik kişiler de eklendiğinde, ABD de rapor edilen vak'a sayısı gerçeğin 10 da 1'i.”

***
Cumhuriyet’te Şırnak vb gibi özellikle açılmadan sonraki yeni bulaşma odaklarından gelen imdat haberlerini okuyorum.
Özellikle gençlerin yeni vakalarda çoğunluğu oluşturduğunu öğreniyorum Koca’nın açıklamalarından.
Ve mühendislerimizin “Fahrettin Koca Sabiti”ne takılıyor aklım.
Çöz çözebilirsen..
Konu “inanç” meselesi değil, Koca da bunu bilir. Sorun doğru açıklamalara muhtaç.
Ve COVID bulaşmasının pek çok ülkede olduğu gibi, bizde de “politik ve ekonomik yönü”nün oldukça ön planda seyrettiğini bilmeyen de yok.




29 Haziran 2020 Pazartesi

Türkiye üstün nitelikli bilimsel araştırmalarda geriledi Üniersitelirimiz kim daha iyi

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 28 Haziran Pazar, 2020


Bilim dünyasının, araştırmacıların ah orada makalelerim yayınlansa diye kalbinin attığı önde gelen mesleki ve nitelikli dergilerinden Nature, 5 yıldır bir indeks yayımlıyor. Bilim dünyasının en itibarlı 82 bilim dergisinde bir yıl boyunca yayımlanan yüksek nitelikli bilimsel araştırmalar, ülkelere, yazarlara ve konulara göre sınıflandırılıyor ve dünya biliminin nitelikli net bir fotoğrafı çekiliyor.
Hazırlanan tablolarda, çeşitli bilim disiplinlerinde en iyi 50’şer araştırma kurumun isimlerini gördüğümüz gibi, aynı zamanda 2015 yılından bu yana “yükselen yıldızlar” başlığı altında ve bilimsel araştırmalarda çok iyi bir büyüme hızı yakalamış bilim kurumlarını da listeliyor.
Herkese Bilim Teknoloji dergisinde geçen yıl bu listeleri ve raporlar yer almıştı ve Türkiye’nin konumu de değerlendirilmişti.
Yeni yayınlanan 2020 Index’inde Türkiye’nin durumu nedir, önceki yıl göre ilerleme mi gerileme mi var diye Prof. Dr. Ercan Alp’den bir değerlendirme rica ettim. “Aslında sonucu biliyordum, hiç bakmasaydım daha iyi olacaktı” diye üzüntülü bir şikayette bulunarak, kıs bir Türkiye değerlendirmesi yaptı..
Çok daha geniş bir küresel değerlendirmeyi HBT için hazırlamaya başladığını belirterek, ülkemiz için kısa bilgi notunu öncelikle burada paylaşıyorum.  Bakıyorum Türkiye Türkiye adresli kurum ve araştırmacı sayısı 343 çok yazarlı ve uluslu makalede yer almış. Bu makaleler ülke ve kurumlarına oranına göre sınıflandırıldığında, payımıza düşen makale sayısı 67

Yayında düşüş

“Bizim payımız son bir yılda 73’den 64’e düşmüş, ve Dünya’da 39. sırada kalmışız. Suudi Arabistan 135, Iran 112, Yunanistan 85 bilimsel makale payı ile önümüzde yer almışlar. Biz son 12 ayda %14,5 ilk bir gerileme göstermişiz. 
Türkiye’deki ilk 5 üniversiteyi toplasanız bile, Dünya Üniversiteleri sırlamasında ilk 400’e giremiyorlar. En iyi durumda olan Bilkent ve İTÜ bile Dünyada ilk 500’e girebilmek için mevcut yayın sayılarını 6-7 kez arttırmaları gerekli. 

İlk 10 Üniversitemiz

“İlk 10 üniversitenin Toplam Yayın sayısı (ilk sütun) ve üniversitenin makaledeki gerçek payı (ikinci sütun)

1. Bilkent                                                     25       12.08
2. İTÜ                                                          87       11.20
3. Koç Üni.                                                 23       5.31
4. Boğaziçi Üni.                                         130     4.67
5. ODTÜ                                                     83       3.18                                      
6. Gebze Teknik Üni.                                6         2.28
7. İzmir Yüksek Teknoloji Üni.               36       2.08
8. Sabancı Üni.                                           8         1.74
9. Abant İzzet Baysal Üni.            3         1.42
10. Ege Üni.                                                7         1.30

Gördüğünüz gibi Bilkent’in yayınlarının yarısı kendisine aitken, ITÜ’de bu oran  %12, Koç için %23, Boğaziçi için ise %3 civarında. Yani eğer Türkiye'den bir üniversite ilk 500’e girecekse, buna en yakın aday Bilkent, ama yayın sayısını 12’den 34’e çıkarması gerekli.
Diğer dünya üniversitelerine göre 3 misli artışın kısa sürede imkansız olduğu aşikar. Belki 5-10 yıl gerekli, o da yeterli yatırım yapılırsa. Buradan kastettiğim 10 yıl boyunca, her sene 300 milyon dolar civarında bir yatırım. Bu yatırımlar sadece ilk 5 üniversite için değil, tüm araştırma altyapısını yaratmak için gerekli. 

Pek COVID-19’da durum ne?
“CoVid-19’a gelince durum daha da vahimleşiyor:
20 Haziran itibariyle “peer-reviewed” yani hakemli dergilerde çıkan toplam makale sayısı 30,311. Türkiye’den basılmış olan makale sayısı 3-5 civarında. Yani binde bir. Yani ayda 5,000 “peer-reviewed” makalenin basıldığı bir ortamda bile varlık göstermedik. 
“Klinik araştırmalar” sayısı Dünya’da 2800’ü geçmiş. Türkiye’de birkaç tane klinik çalışmaları olmasına rağmen, bunların kaçı Dünya ile bağlantılı bilmiyorum. 
Bütün bunlar ne anlama geliyor: Hepimizin bildiği, ancak kabul etmekten üzüntü ve utanç duyduğu bir durumla karşı karşıyayız. Geride olduğumuzu biliyoruz, ancak ileriye doğru ümitle bakamıyoruz. En fenası da bu olsa gerek.
***
Daha çok fırın ekmek yiyeceğimiz açık.
Neden böylenin yorumu başka bir yazı konusu...

28 Haziran 2020 Pazar

Para her şey değil, “mühim olan insanlık” ve bilim aşkı


Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 25 Haziran Perşembe, 2020

Böyle diyeceğim ama bu romantizmin bilim ve dünya gerçekleriyle örtüşmediğini biliyorum. Dünyanın önde gelen ülkelerinin ve şirketlerinin büyük parasal olanaklarla ve gerçekten yeni aşı ve ilaç geliştirme birikimleriyle kolları sıvadıkları koronaya karşı meydan okumaya Türkiye’nin iddialı bir şekilde girmesi, şüphesiz ki takdir edilecek bir olaydır: Biz de varız!
İyi ki biz de varız, bu başarıyı istiyoruz.
Eğer başarırsak, diyeceğiz ki demek her şey paraya bağlı değil. Paradan çok bilime bağlı ve ellerindeki dar olanaklarla kendini işine arayan bilim insanlarımızın varlığı sayesinde, şansın da yaver gitmesiyle dünya ile atbaşı bir iş başardık. Bilim insanımıza olan güven tavan yapacak ve onlardan daha büyük meydan okumalar için yeni taleplerde bulunacağız ve parayı da ülkece bastıracağız..
Helal olsun alın harcayın!

Gerçekçi olmak gerekirse

Yeni aşı ve ilaç geliştirme büyük bir birikim işidir, her şeyden önce. Bu birikim de bu konuda yıllardır çalışan üniversitelerin laboratuvarlarında kafa yoran bilim insanlarında ve şirketlerin araştırmacılarında var.
Yeni bir ilaç geliştirmenin maliyeti, en ucuzundan 500 milyon dolar. Yüzlerce molekülden biri ilaca dönüşebiliyor. Bu iş bir İHA geliştirmeye benzemiyor.
İHA geliştirmeyi küçümsemek anlamına gelmiyor bu. Ama çok yönlü bir kıyaslama yine de yapılabilir. Bir yeni molekül, coronaya karşı bir ilaç ve aşı, katmadeğeri yüksek çok yönlü işlevselliğe sahiptir ve milyar dolarlar kazandırır..
Ülkemizde özgün ilaç geliştirilmiş midir? Bildiğim kadar hayır, şirketlerimizin böyle bir kaynağı ve anlayışı yok.
Koronaya karşı aşı ve ilaç geliştirmeye soyunmuş bilim insanlarımızın bilgi birikimi, daha çok bunun yöntemi konusunda ve bu yolda yaptıkları antrenmanlarla sınırlı. Bu şüphesiz ki bir şeyler yapabilmenin temelini oluşturur. Güvenimiz burada.
Dünkü yazımda Almanya’nın aşı geliştirmede en büyük adayının Bir Türk şirket olduğunu ve kurduğu şirketin topladığı paranınyüz milyonlarca vro olduğunu yazmıştım.
İki ay kadar önce Amerikan devlet fonları da bir başka ilaç şirketiyle, korona aşısı geliştirmek için 1 milyar dolarlık anlaşmayı imzaladığını yazmış mıydım?

Kim gelir bu paraya?

Dünkü yazımda “gerekirse aşı için dışarıdan gerekli insan da transfer edilir” diye yazmıştım. Saygın bir bilim insanımız, Prof. Alp Esen, ABD’den bu konuda mektup gönderdi, özetliyorum:
“Sevgili Orhan bey, Türkiye’de ki bilimin sorunlarını yazmaya kalkarsanız bence uzun bir tefrika olabilir. Mehmet Öztürk bey’i ben de çok yakından tanıyorum. Çok güzel bir merkez kurarak önemli bir başarı kazandı. İBG, tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalmayı başardı.
Böyle bir proje için 1 milyon TL (142,000 $) ile uluslararası düzeyde bir tek araştırmacıyı ülkeye çekemezsiniz, veya böyle birisi varsa da ülkede tutamazsınız. Bugün bir “doktora sonrası" araştırmacının bize maliyeti senelik 250,000 $. Kişinin eline geçen net miktar ayda 7 bin doları bulur. Daha tecrübeli araştırmacıların maliyetleri de 2 misli kadar olabilir.”

“Aşı için uygun ortam gerek”

“Aşı ve ilaç geliştirmek on yıllar süren kapsamlı bir altyapı, uluslararası işbirliği, ve araştırmalar için uygun bir ortam gerektirir... Yüzlerce, binlerce yetişmiş kişinin yarıştığı bir ortama girecekseniz ve onların olanaklarının büyük bir kısmı ve bazı alanlarda da daha iyisi elinizde olmalı, örneğin EMBL (European Molecular Biology Laboratory) üyeliği gerekir;1974’de kurulan ve halen 27 üye ülkesi olan bu merkezin 2000 civarında personeli ve senede 250 milyon Euro’yu geçen bir bütçesi var. 45 senede geliştirilen ortaklılar, işbirlikleri, birlikte çalışma yetenekleri üst düzeyde olan bu ülkelerle nasıl yarışılır?”
Alp Esen, biz amatör ligdeyiz, onlar süper ligde demesine rağmen, yine de... Türkiye’ye dönmüş çok başarılı araştırmacılarımız da var, ve burada çalışanlar da.. Yeni her şey para değil! Ve bir başarı yakalamak için adanmışlık da var.

24 Haziran 2020 Çarşamba

Türkiye’de bilim “gariban işi” aşı üretimi ile ne kadar?



Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 23 Haziran Salı, 2020

Önce bir düzeltme yapayım, dünkü yazımda, Pastör yöntemi ile, yani inaktive edilmiş korona virüsünü aşı olarak kullanmaya yönelik ülkemizde bir çalışma yok diye geçiyordu, var, iki grup bunun üzerinde çalışıyor. Virüs etkinsizleştirilerek (hastalık yapması önlenerek) insana veriliyor ve bağışıklık sistemimiz bu düşmanı algılayarak hemen antikor üretimine geçiyor.
Klasik aşı yöntemi. Tıbbın elindeki olanaklar çok gelişti, virüsten parça almak kolaylaştı, cihazlar - çalışma koşulları çok gelişti, öyle eskisi gibi on yıllarca sürmüyor, umarım her iki grup da bunu başarır... Çünkü tek aşı değil, çok sayıda aşıya ihtiyaç var... Keşke beş grup daha çalışsa bu yöntemle...
Diğer gruplar yeni aşı üretme teknolojileriyle çalışıyor.
Fakat, Türkiye’de başlayan aşı üretme çalışmalarının hiç birini Dünya Sağlık Örgütü’nün aşı çalışmaları listesinde görmüyoruz. Listede 100’ün üzerinde grup ve yaptıkları çalışmaların açıklaması var.

250 araştırmacı çalışıyor

Peki neden bizim çalışma gruplarından hiç biri Dünya Sağlık Örgütü’ne bildirilmemiş, gerekenler yapılmamış ve dünyaya duyurulmamış?
Sanırım TÜBİTAK ve Sanayi Teknoloji Bakanlığı bu konuda adım atacaktır. İçe kapanıklıktan sıyrılmalı... Belki de sürmekte olan bu aşı projelerine, daha iyi ve hızlı sonuçlar almak için, dünyadan yetkin isimler de davet edilir, ücretleri ödenerek.
TÜBİTAK çerçevesinde COVID-19 Platformu altında aşı çalışan 7 grup oluşturulmuştu. Bu sayı arttı mı bilmiyorum. Ama bu çerçevede, üniversitelerden, kamu kuruluşlarından ve özel sektörden 225 araştırmacının çalıştığını okuyoruz. Bu sayı artmış olabilir. İlaç çalışmalarını da eklersek toplam 16 grup oluşmuş. İlginç olan, aralarında bir etkileşimin de olması!

Para, hız, malzeme eksik

Gelelim yeniden Mehmet Öztürk’e: Prof. Öztürk “yurtdışındaki aşı çalışmalarıyla kıyaslarsak bir eksiğimiz yok, hemen hepsi üzerinde gecikmeli de olsa burada aşı çalışmaları sürdürüyoruz” demişti ya, peki neden gecikmeli? Ne engel, para mı, cihaz- malzeme mi, insan kaynakları mı?
Bir niyet, caba ve destek var, ülkemizde bu konuda uzman işi bilen insan kaynağı neyse, hepsi seferber olmuş, dünyayı bilen insanlar kolları sıvamış..
TÜBİTAK para da dağıtmış gruplara.
Öztürk diyor ki “Bizler Türkiye’de bu aşı ve ilaç konusunu biraz gariban işi yapıyoruz, iki proje için 1 milyon TL aldık..”
Peki yeterli değil mi diye aklınızdan soru geçiyorsa, Almanya’nın en büyük aşı üretmeye aday şirketinin sahibi olan Türk kökenli Prof. Dr. Uğur Şahin’in sahibi olduğu BioNTech biyoteknoloji şirketi, COVİD – 19 aşısı üretmek için Pfizer şirketiyle ortaklık kurmuş aşı çalışmaları 250 milyon Avro ile desteklenmişti.
ABD’de insan üzerinde deneylere başladılar. Şirket ayrıca borsaya açıldı ve iyi de para topladı.  
Aşı geliştirme vizyonu bu!
Bu örnek, Öztürk’ün “gariban işi yapıyoruz aşı çalışmasını” sözlerinin ardındaki gerçeği anlatıyor.

Saçın milyonları ortalığa!

Böyle bir vizyonu gerçekleştirmek için milyonları saçacaksınız bilime, gruplara, ne ihtiyaçları varsa hepsini hemen anında karşılayacaksınız. Varsın bazı paralar yerini bulmasın, boşa harcansın, çünkü ortaya çıkacak ürün dünya çapında bir teknoloji olacak!
Gariban işi aşı çalışılmaz!
Öztürk’e soruyorum, peki daha fazla para verilse, çalışmalarınıza bunun ne desteği olacak?
Yanıtı: “Şimdi 20 fare ile test yapıyoruz, daha fazla para olsaydı 500 fare getirirdim ve tüm olasılıkları hızla denerdik..”
Bir de, her zaman duyduğum bildiğim bir konu yine karşıma çıkmaz mı: “Araştırmalarımız için gerekli malzemelerin yüzde 95’ini dışarıdan ithal ediyoruz. Hem yüksek paralar ödüyoruz hem de bir ay sürüyor gelmesi.”
 Demek hikayede bir değişiklik yok.

3 bakanlık bu işi çözer

Diyor ki Öztürk: “Devlet ARGE için reaktiflerin ithalatını serbest bırakmalı, gümrükte takılıyor, vergisini ödeyin diyorlar, devlet bir eliyle verirken diğer eliyle de verdiğini geri alıyor! Türkiye ARGE’de bir yerlere varmak istiyorsa makine teçhizat reaktif ne varsa sıfır vergi ile ithal etmeli.. versin bize ithalat yetkisini...”
Sodyum klorür dahil her şey ithal. ARGE’de kullanılan saf alkol bile ithal ediliyor. ARGE için tüm temel ihtiyaçlar için yüzde yüz yerli üretime geçilmeli...
Devlet, hükümet, bürokratlar güvenmiyor. Aslında üç bakanlık, Maliye, Sağlık ve Sanayi- Teknoloji bir araya gelse hemen bir kararname ile bu engelleri kaldırabilirler.
Öztürk’ün bir önerisi var, “en azından öne çıkan araştırma kurumlarına, mesela 20 sine bu yetkiyi tanısınlar...”
***
Aşıdan girdik, dertten çıktık...


23 Haziran 2020 Salı

Mehmet Öztürk: Dünyada aşı için ne yapılıyorsa bizde de yapılıyor...

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 22 Haziran Pazartesi 2020

İzmir Biyotıp ve Genom Merkezi (İBG) Müdürü Mehmet Öztürk’ü aradım. Aşı ve ilaç çalışmalarına başladıklarını biliyordum, nasıl gidiyor diye sordum. İyi ki aramışım!
Tüm aşı ve ilaç çalışmaları Türkiye çapında bir konsorsiyum halinde sürüyor, TÜBİTAK, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı işin içinde, sanırım Sağlık Bakanlığı da. Bakan Varank, arada sırada bu çerçevede yapılan çalışmaları erken erken başarı diye sunuyor topluma... Başarıya aç bir topluma iyi bir şeyler sunma heyecanını anlıyorum...
Prof. Öztürk, iyi bir bilimcidir ve onu taa Bilkent dönemlerinden beri bilir ve izlerim.
İBG, hükümetin desteklediği, yüksek kalitede araştırma ürünleri çıkacak, eşdeğer ilaç araştırmalarında ileri noktalara gelmiş, yabancı bilim insanlarını alabilen, Türkiye’deki üniversitelerden yetkin insanların yerlerini kaybetmeden gidip uzun süre çalışabilecekleri ayrıcalıklı bir merkez.

Aşı adayı üretildi

Öztürk dedi ki “dünyada aşı konusunda ne yapılıyorsa Türkiye’de de yapılıyor. Ama zaman bakımından biraz geriden gitsek de, parasal olanaklar dar olsa da, tedarikler geç olsa da...”
Olayı özetlemişti ve diyeceklerini de demişti Mehmet Hoca.
Açtım konuyu tabii, Nisan ayında söyleşmiştik, aşı ne durumda?
Özel bir mayada aşı adaylarını üretmişler, saflaştırmışlar. Akdeniz Üniversitesi’nden Mehmet İnan hocayı getirtmişler, pictia adı verilen özel maya üzerinde çalışmalarıyla tanınıyor. 20 kişilik bir ekiple çalışıyorlar. İlaç üretme platformları olduğu için, işleri bu anlamda biraz kolay.
Şimdi ise farelerde deneylere başlayacaklar bir iki hafta içinde. Aşı adaylarını farelere veriyorlar, sonra farelerde ikişer hafta arayla antikor üretimi var mı diye bakacaklar.
Pictia mayası dünyada ilaç çalışmalarında kullanılan, onaylanmış bir maya.
Eğer farelerde aşıya karşı antikor ürerse, onları alacaklar, korona virüsünü nötralize edecek, yani insan hücresine girmesini önleyecek bir özelliği var mı diye, Türkiye’de yüksek güvenlikli bir test / deney merkezinde bakacaklar.
İnşallah olumlu sonuç alırlar.
Maya yanında hayvanlarda da antikor üretmek için aşı çalışmalarını sürdürüyorlar, ama bu daha zor daha zaman alıcı süreç.

Pastör yöntemiyle aşı

Mehmet hoca, aslında dünyada aşı için ne çalışmalar yapılıyorsa, gecikmeli olarak bizde de yapılıyor diyor. Tabii sadece kendi çalışmalarını kastetmiyor. Türkiye’de desteklenen daha başka aşı çalışmaları var.
Aşı üretmenin çok farklı yöntemleri var. En bilinen en klasiği Pastör yöntemi. Virüs veya bakterinin zayıflatılmış parçalarından üretiliyor. Pastör, kuduz aşını bulan büyük insan! Bulaşıcı hastalıklarda bakterilerin sorumlu olduğunu (aynı zamanda mayalanma süreçlerinde de) keşfeden ve aşı üretme yolunu açan adam. Dünyada, özellikle Çin’de koronaya karşı bu yöntemle çalışan bilimciler yıl sonunda hazırız diyorlar.

“Yapay plazma da ürettik”

Öztürkler, Rekombinant teknolojiyle aşı üzerinde çalışıyor. Dışarıda virüs üretip istedikleri bölgeye istedikleri azlıkta veya küçüklükte canlılara  veriyorlar ve sonra farelerde buna karşı antikor tepkisi oluşuyor mu bakıyorlar.
Dünyada DNA, RNA yöntemleriyle aşı geliştirme çalışmaları var. Herkes, en bildiği veya en yeterli olduğu noktadan aşı üzerine çalışıyor.
Mehmet hoca başka bir şey daha söyledi: Rekombinant antikoru laboratuvarda ürettik. Tıpkı plazma gibi bu da, hasta olup iyileşmiş ve bedeninde antikor olan insanlardan kan almamıza gerek yok, yapay üretiyoruz, ama bunu henüz saflaştırmadık, sonra denemelerini yapacağız, tedavide kullanılabilecek...
Neyse olumlu sevindirici gelişmeler bunlar...
Peki Mehmet hocanın “geriden gelsek de” sözünün arkasında ne var, neden ileride ve dünya ile eşzamanda değiller?
Bu konu yarın...

22 Haziran 2020 Pazartesi

Yaşam normale dönebilir mi? Neyi ne zaman yapabiliriz?

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 21 Haziran Pazar 2020  

İlginç bir araştırmayı paylaşayım bugün. New York Times ABD ve Kanada’nın önde gelen 511 epidemiyoloğu (*) ve bulaşıcı hastalık uzmanı ile görüştü ve hayatın ne zaman normale dönebileceği konusunda görüşlerini derleyip okurlarıyla paylaştı.
Şüphesiz, geleceğe yönelik bu yanıtlar ancak şu anki salgınla ilgili bilgi düzeyiyle sınırlı; aşı ilaç bilgi değişince, farklı durumlar ortaya çıkacaktır. Fakat konu ile ilgili en önde gelen bu bilim insanlarının düşüncelerini paylaşmak ilginç olabilir, önerileri eldeki verilere dayalı...
Ama şunu belirteyim: Bu yanıtlar, dün 2.222.000 COVIT vakasının olduğu ve ölümlerin 120.000’e dayandığı ABD koşullarını da içeriyor. Şüphesiz salgın salgındır, bizde de günlük ortalama 1300 vakanın saptandığını hiç unutmayalım. Müthiş bir yayılma kolaylığına sahip bir virüsten bahsediyoruz.

Şu sırada ne yaparım?

Epidemiyologların yüzde 64 ile 41 arası, şu sırada, posta kabul etme, acil olmayan durum için doktora gitme, kısa mesafelerde gecelik tatil, ve saç kesimine gitme konusunda “bunları yapabileceklerini” söylüyor. Yüzde 39 ile 16 arası ise bu etkinlikleri 3 ile 12 ay arası sonrası zamana erteliyor. Yüzde 1’i ise bunlar asla yapmam artık görüşünde!
Bizde postalar vızır vızır. Diğerleri de yapılıyor zaten.
Dikkat edin, çoğunluk desteği almış etkinlikleri sıralıyorum: 3 ile 12 ay arası, en iyisi gelecek yıla erteleme önerilen etkinlikler:
Bir küçük akşam yemeğine katılıma (%46); arkadaşlarla açık hava yürüyüşü veya piknik (41), çocukları okula kampa veya yuvaya gönderirim (55), ortak ofis mekanlarında çalışmak (54); metro veya otobüs yolculuğu (40); arkadaş veya akraba ev ziyareti (41); uçakla seyahat (44); lokantada akşam yemeği (56); spor salonunda egzersiz (42).
Bu etkinlikleri bu yaz yaparım diyen epidemiyologların oranları yüzde 31 ile yüzde 14 arası kalıyor. Bir yıl sonra bu etkinlikleri yapın diyenlerin oranı da yüzde 15- 40 arası.

1 yıl sonra yapılabilecekler

Daha zor etkinliklere geldik: Şimdi değil, kesin 1 yıl sonrasında yapın diyenler ağırlıkta. Düğün veya cenaze törenine katılmak konusunda (yüzde 42, yüzde 41 ise şimdi katılın diyor). Arkadaşa sarılmak tokalaşmak (42);  tanımadığınız biri ile dışarı çıkmak (43); maskeyi bırakmak (52); Spor etkinliği ve konsere gitmek (64). Dini ayinlere gitmek (43)
Bu etkinlikleri bu yaz yapın diyenler yüzde 15’in altında, 3 ay sonrası-1 yıla kadar yaparım diyenler ise yüzde 32 ile 43 arası. Mesela yüzde 6’sı bir arkadaşımla asla sarılıp artık öpüşmem diyor!

İnsan ilişkilerinde kayıp

Şüphesiz bu yanıtlar, 511 epidemiyoloğun kişisel risk durumlarına göre verdikleri yanıtlar; halka öneri olarak sunmuyorlar. Ama konu hakkında en çok bilgili olanların virüs riski konusunda kendi düşünceleri ve davranışları böyle.
Çoğunluğu şöyle düşünüyor: Açık hava aktivitelerini tercih edin... Kapalı mekanlarda küçük grup toplantılarından ve kalabalıklar arasında olmaktan çok daha güvenlidir. Maskeler uzun süre gerekli olacaktır.
Bir sağlık bilimcisi: “Açık hava, güneş, sosyalleşme ve sağlıklı bir aktivite, fiziksel sağlığım kadar zihinsel sağlığım için de çok önemli olacak.”  
Tabi, bazı bilimciler, aşı bulununcaya kadar tüm bu aktivitelerden uzak kalacağını belirtirken, aralarında her gün işe - ofise gitmek zorunda olanlar da var.
Sonuç da var ve en kötüsü: İnsanlar arası temas ilişki azalması ve kaybı.

--
 (*) Epidemiyolog, toplumdaki hastalık, kaza ve sağlıkla vb ilgili gelişmeleri, dağılımını, görülme sıklıklarını ve bunların etkenlerini inceliyor ve topluma çıkarımlarda bulunuyorlar. Epidemiyoloji de, bağlı oldukları bilim dalı.. Ne kadar çoklar bu iki ülkede, düşünün!)

19 Haziran 2020 Cuma

Sokak gösterileri hak aramadır, demokratiktir ve sistemi düzeltir

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 18 Haziran Perşembe 2020

Bekçiler, görülen o ki iktidarın “gece polisleri” olarak, toplumu denetim mekanizmasının bir parçası olarak yapılandı. Neredeyse polis gelinceye kadar polislerin yetkilerine sahip kılındılar. Silahları var, üst arama yetkileri var, gerekli gördüklerinde müdahale ve insanları tutma yetkileri var...
Böylece iktidar, polisleriyle gece uykuya yattığında gözünü gönül rahatlığıyla uyuyacak ve derin uykulu güzel rüyalarına dalabilecek...
“Gecenin karanlığında” olan bitene bekçilik edecek on binlerce yeni kadronun şüphesiz ki önemli bir kısmının “AKP seçmeleri” olduğu / olacağı açık. Bir devlet hastanesine alınacak tekniker kadro için “bize başvurun” diyen MHP ilçe örgütü gibi, Bekçi kadrosu da AKP’nin dehlizlerinden geçmeyecek mi?
İş” dediğimiz ekmeğin aslanın ağzında olduğu ülkemizde, devlet kadroları şüphesiz ki iktidarın kapalı av alanıdır.
Bir işveren, fabrikasında gayet de dolgun yıllık bir geliri olan bir çalışanının ayrılarak “bekçiliğe” geçtiğini söyledi; maaşlarına baktım, bir gece nöbeti - gezisi için 4.000TL’nin üstünde. Türkiye’nin, Avrupa ülkeleri arasında, asgari ücretle çalışan işçi oranı en yüksek ülke olduğunu düşünürsek, 4.000’yi TL aşan üstelik garantili bir “devlet görevi”nin ne büyük bir nimet olduğunu görürsünüz. (Hükümet, asgari ücretli oranlarını açıklamıyor. En son rakam 2014 tarihli, 40’ın biraz üzerinde).

İktidarın kâbusu

Gece polisleriyle toplumu kontrol. İktidarın en büyük korkusu toplumdan gelebilecek ve sokakta belirebilecek muhalefet hareketi, gösteriler. Gezi iktidar için hâlâ bir “siyasi – toplumsal kâbus” olma niteliğini koruyor. Gezi Türkiye’nin demokrasi yüz akıdır. Zaten bu büyük toplumsal olaydan sonra, pankart açan iki kişilik öğrenci protestosunu bile bastırmak ve öğrencileri hapse atmaktan çekinmediler. Yasa yok, hukuk yok, adalet yok, siyasi karar ve bunu uygulayan mahkemeler var. 
Uluslararası kadınlar gününde, yasal kadın yürüyüşüne bile şiddet uyguladılar.
Her türlü gösteriye karşı şiddet uygulamak genel kural oldu.
Şimdi de HDP’nin Adalet Yürüyüşü polis gücüyle engelleniyor, insanlar gözaltına alınıyor.
Anayasal ve yasal hak olan gösteri yapmak, fiili olarak askıya alındı uzun yıllardır.

Sokağın değiştirici gücü

Sokakta hak ve özgürlük arama bir anayasal özgürlük olarak kabul edilmiş, bir insanlık ve uygarlık kazancıdır.
Otoriter rejimler bundan çok korkar ve engellemeye çalışır.
Otoriterliğin kendisinde, içselleştirilmiş baskı vardır. Bu baskı, lider istesin veya istemesin otomatik olarak harekete geçer. Rejimin karakterinde vardır.
İktidar, sadece, üçüncü yılını geride bırakan Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü karşısında ne yapacağını bilemedi, bu büyük kitlesel hareket, iktidarı aştı.
Berberoğlu ile hâlâ uğraşmalarının ardında, aslında, Adalet Yürüyüşü’nü başlatan neden olarak, hala bu intikam alma histerisi düşüncesini görmemek mümkün değil.

Gösteriler, sistemi düzeltir

Sokağı hak aramanın yol olarak bırakanlar, iktidarlardır.
Tıpkı ABD’yi kasıp kavuran Siyah Öfke gibi.
Amerikan polisini bir katiller sürüsüne döndüren (yılda 1000 öldürme) siyasetin kurduğu sistemdir.
Birikim birikim birikim böyle patlıyor.
Patlama, Trump’ı bile Beyaz Saray’ın altındaki sığınıklara indirtiyor.
Sokakta hak ve özgürlük arama, sistemi düzelten, düzelmesine yardımcı olan bir demokratik hareket - tepki olarak görmeyenler, her zaman ülkenin daha ağır bedeller ödemesine yol açmışlardır.
Devletin görevi, yasal gösterilerin düzen ve barış içinde yapılmasını sağlamaktır.
Bunu gören var mı? Gece polislerini görünce, hayır yok diyesi geliyor insanın.

17 Haziran 2020 Çarşamba

Dış politika, ip üzerinde cambazlık değildir

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 16 Haziran Salı 2020

PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta düzenlenen harekatta, yeni İHA’ların desteğinin kullanılıyor olması, (Libya’da da dış basında yorumlara neden oldu) bir askeri güç üstünlüğü durumu ve duygusu yarattı ve askeri yöntemlerle bu işi bitiririz kanaatini yaygınlaştırdı. Özellikle iktidar saflarında.
Şüphesiz “askeri başarı” sevindirir, fakat büyük güçlerin egemenlik sahasına dönüşen Orta Doğu’da çözümü doğurma olasılığı zordur.
Orta Doğu önemli ölçüde ve güncel olarak “Suriye” sorunudur. Suriye’nin parçalanmışlığıdır.

Esas sorumlu ABD ve Batı’dır

Bu parçalanmışlıkta ana sorumluluk Batı Dünyasına aittir. ABD, Fransa, İngiltere ve bunların araç ve para babası olarak kullandığı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler ve şüphesiz ki İsrail.
İran ve Rusya yok mu? Şüphesiz askeri olarak sahadalar, fakat Suriye’nin bölünmesi için değil bütünleşebilmesi için.
İran’ı rahat anlayabiliriz, Suriye’nin parçalanmasından en çok zarar görecek ülkelerin başında geliyor. Eğer Suriye ABD ve İsrail’in bir uydusuna, kontrol ettiği bir ülkeye dönüşürse, doğrudan İran’a dayanacaklar. Orta Doğu tamamen paramparçaya, etnik ve mezhepsel kavimlere dönüşecek. Ulusu devletler parçalanacak ve her biri güdülenen birer kavimlere dönüşecek. İstedikleri de bu zaten.
Suriye’de Rusya’nın ve İran’ın varlığı bunu engelliyor.
Suriye’nin siyasi ve merkezi bütünlüğünün sağlanmasından en çok yararı görecek ülkelerden biri dahası başlıcası Türkiye’dir.
Oradaki Kürt yapılanmasının Şam’ın merkezi kontrolüne girmesi, Türkiye’yi rahatlatacak en önemli çözüm yoludur.

Ankara’nın çözümsüzlük politikası

Ankara Suriye’nin toprak ve siyasi bütünlüğünü birliğini mi istiyor, yoksa parçalanırsa benim de kontrol edeceğim bir bölge olsun politikası mı güdüyor...
İlk operasyonlar, Amerikan –PKK koridorunu engellemedi ve Suriye’nin Batı’da daha hakim duruma gelmesini sağladı. Ama Türkiye’nin İdlib’te izlediği politika, Suriye’yi Batı ve İsrail politikalarının (parçalanmış Suriye) uygulanmasına açık hala getiriyor.
Türkiye ile Rusya arasında kararlaştırılan bakanlar düzeyindeki görüşmelerin iptali, İdlib’i yeniden alevlendireceğe benziyor. Türkiye “HTŞ vb” örgütlerinin varlığını, son yapılan anlaşmaya rağmen, “statikleştirme” politikası izliyor.
Rusya ve Şam ise İdlib konusunu çok da geleceği bilinmezliklere havale etme niyetinde olmayacaklardır.
Ankara’nın hem Suriye’de hem de Libya’da Amerika’yı devreye sokma çabaları, ve Suriye- İdlib politikası, Türkiye’yi ip üzerindeki cambaz pozisyonuna soktu.
Suriye’de çözümsüzlük politikası sürdürülebilir değil..
Bölgede sadece Orta Doğu’nun parçalanmasına hizmet etmektedir.

“Bilimin Şahane Yükselişi”, Toplum-Bilim- Siyasette yeni dönem mi?



Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 15 Haziran Pazartesi 2020

Tüm gözlerin bilim insanlarına çevrildiği bir dönem yaşıyoruz. Ekranlar, gazete ve internet sayfaları, sosyal medyanın neredeyse tümü insanlığı esir alan görünmez bir “düşman”nın hemen her alanda halen yapmakta olduğu en büyük tahribatla ilgili haberlerle dolu ve bu “düşman”dan kurtuluşun tek adresi olan Bilim insanlarının konuşma zamanları...
Bir umut var mı? Ve bilimin çok ender yakaladığı “yıldızının parladığı” bir anda mı yaşıyoruz, yoksa düşman gidince bilim de tahtından inecek mi, eski yerine...
Yoksa bilimin nesnelliği, araştırma soru sorma ve çözme kapasitesinden bu vesileyle insan - toplum ve siyaset nasiplenecek mi?
Cumartesi günü Herkese Bilim Teknoloji dergisinin internet üzerinde yeniden başlayan konferansında ana konumuz buydu. Cem Say, Mustafa Çetiner ve Tevfik Uyar’ın katılımıyla bu soruya yanıt aradık, ayrıca bilim dünyasına nesnel sorular yönelttik.
Cem Say iyi bir paralellik kurdu, 1999 depremini anımsattı, o dönem ve sonrası da medyanın her hali uzun süre deprem ve yer bilimcilerle dolmuştu. Halkın ruhsal sağlığı da derinden sarsıldığı için, tıbbın o alan uzmanları da depremcilerin yanlarında boy göstermişti.

Hangi dersi alabiliyoruz?

Peki 1999 ve sonrasından insana topluma ve siyasete ne miras kaldı? Bunu es geçtik konferansta, fakat şimdi baktığımızda belki de fazla bir şey değil diyeceğiz, bazılarımız da koskoca bir hiç diyecek.
Depremden çıkartılacak ana ders, “deprem öldürmez, bina öldürür”dü. Binaları depreme dayanıklı yapacaksın, hayatta ve sağlıklı kalacaksın. İkinci ders ise afete (her türlüsüne!) hazırlıklı olacaksın... Bu konuyu da hayatının odak noktasına oturtan Mikdat Kadıoğlu hala sırtında taşıyor.
Türkiye deprem ve diğer afetlere karşı organize olmuş bir devlete - topluma dönüştü mü sorusu beklesin. Yanıtı onda. İstanbul muhtemel büyük depreme ne kadar hazır, hazır mı, yanıtı Mustafa Erdik ve diğer bilimcilerimizde.
Genel durumu ve kanaati söyleyeyim: Hayır.

Keşke “Tanrı’nın dili” olsa!

İnsanlarımız tüm bu tartışmalardan ne öğrendi, mesela konutu seçerken depremi dikkati alıyor mu? Bu soruyu bireye indirgemek oldukça saçma olur. Çünkü insanların seçme olanakları genel yapı durumuyla ve iktidarın bu konudaki bütüncül sağlam yapı politikasıyla sınırlı. Eğer bu yoksa eksikse ekonomik koşullar elverişli değilse, birey çaresiz kalır.
Evet, birey, İstanbul hâlâ çaresizliğe kelepçelenmiş durumdadır. Kabul edilmiş bir yazgıya dönüşüyor durum. Ve sorumlu olanlar da bunu Tanrı buyruğuna havale ediyor! “Kaderini o çizdi”. İnsan bu durumda “keşke Tanrı’nın dili olsa da konuşsa” demesin mi? Tüm sorumlulukların üstlenicisi olarak!

Bilimin çaresizliği mi?

Bilim, bir virüs karşısında neden çaresiz? Karizmayı çizdirmiyor mu?
Mesela yılda sadece ABD’de kanser araştırmalarına 6 milyar dolardan fazla harcanıyor. Sonuç çok çok kısmi. Üstelik 100 yıldır üzerinde çalışılıyor... Pek çok hastalık da öyle..
Aşı meselesine gelince, hop diye olmuyor. Önümdeki listeye bakıyorum, en son aşı olarak 1983-2006 arası üzerinde çalışılan Rotavirüs aşısını görüyorum. Yani bugüne kadar eldeki aşıların ortalama kesinleşme süreleri  29,5 yıl.
Virüsün ilk yayıldığı zamanlar çok bilmiş ünlü mü ünlü bazı “yazar”lar ve müminleri ortalığı kasıp kavuruyorlardı, virüsü emperyalist zenginler, Rockefeller falan, laboratuvarda ürettiler, zaten aşıları da hazır, milyarlarca insanı hastalandırıp para kazanacaklar.
Ama kendilerinin bu yalanlarla iyi para kazandıklarını görüyoruz!
Ve gerçekler karşısında şimdilik bittiklerini ve komplolarıyla çöpe atıldıklarını da.
***
İnsanlık yarattığı büyük bir artı değeri tıp araştırmalarına harcıyor. Doğru olan da bu zaten... Sağlık ve uzun yaşamak için. Fakat canlı hayat böyle bir şey, derin bilinmezliklerle dolu ve konferansa katılan bir tıp mensubunun deyişiyle, araştırmacıların uğraştığı konu çok derinlikli ve çok çok katmanlı, çok etkileşimli
Canlılığın olağanüstü halini görüyoruz burada..
***
Gelelim başlığımıza: Toplum, insan ve siyaset.. Yeni korona virüsünün yarattığı tahribattan, kendisi için toplum için öğreneceği ve hayata geçireceği ne var?