NNN
Halka Dayanmak
Halka Dayanmak
“Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir.”
Bu Cumhuriyet’in mottosu ve çağdaş devletin de temelidir. Bütün çağdaş demokrasilerin ulaşmak istedikleri son nokta budur. 600 yıllık kul devletine karşı ülkesi işgal edilmiş Türk toplumunun tarihi tepkisinin varmak istediği amaçtır.
Doğan Kuban
Çağdaş dünya, insanın bir takım koşullarla başka bir insan otoritesine bağlı olmasını kabul etmeyen bir dünyadır. Fakat bu ideal milyarların zorbaların kölesi olarak yaşamalarını henüz engellemedi.
Cumhuriyet Motto’sunu çağdaş dille tekrarlarsak “Egemenlik hiç bir koşula bağlı olmadan ulusundur.” bu Türk insanının çağdaşlık andıdır. Cumhuriyetin dünya vizyonunun temelidir. Halk arasından seçilmişlerin görevlendirildiği yönetici sisteme hükümet diyoruz. Ödevi halka hizmet etmektir. Bu görevin yanlış anlaşılması pratikte halkın görev verdiği bir hizmet sisteminin, Osmanlı’dan kalan alışkanlıklar biraz da insanların doğasından kaynaklanan davranışlarla egemenliği çalması ile başlıyor. Bizim görev verdiğimiz hükümettir. Hükümet hükmeden demek. Fakat hükmettiği şey nedir? İnsan mı? Yoksa insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler mi?
SEÇİLEN YÖNETİCİ EGEMEN DEĞİLDİR
Asıl egemen halk olduğuna göre, yöneticinin görevi, kendisine tanrı tarafından verilen bir egemenlik statüsü değildir. Halkın ona verdiği bir görev ve gerektirdiği bir sorumluluktur.
Bu onun her hangi bir kişiye egemen bir konumda olduğunu ifade etmez. Kişilerin yaşamlarını ilgilendiren genel ya da özel konularda sistemin çalışmasından sorumlu bir görevlidir. Kişiye baskı yapma hakkı yöneticilere verilmemiştir.
Bu bizim anayasamızın tanıdığı, çağdaş ve uygar bir insanlık anlaşmasıdır. Bir bakan, vatandaş olarak bir köylüden daha önemli bir değildir. Fakat toplumsal statüsü, kendisine değil, devlete karşı gösterilen saygı ve sevginin odağı olabilir.
Bu bağlamda abartılı tutumların kökeni İmparatorluk geleneğinden kaynaklanır. Bu aşiret reisi, bey ya da sultan adını taşıyan tesadüfi yönetici ile halk arasında tesadüfi bir egemenlik durumudur. Bu gelişme sürecinde bir menfaat alışverişi sistemine dönüşmüş, kimi yöneticilere neredeyse tanrısal statüler kazandırmıştır. Çağdaş toplum bu statüleri ortadan kaldıran toplumlara deniyor.
Kulluktan yeni çıkmış, dünya görgüsü sınırlı bir toplumda, bu statü cumhuriyetle ortadan kalkmıştır. Çünkü insan onurunun yaralayan ilkel bir durumdur.
Halkın mutlak egemenliği sorunu toplumların dünya bilgisi ve öğretim düzeyi, toplumsal gelişmesi ile orantılıdır.
CUMHURİYET İLE GELEN
Cumhuriyet Türkiyesi yitik imparatorluğun harabesi üzerine, bazı deneyimlerin varlığı ile başladı. Batı ile buluşmağa çalışan bir geç Osmanlı yapısından Batıyı kesin örnek alan Cumhuriyet yapısına uzanan süre 18. Yüzyılda başladı. Türk halkı Cumhuriyete seçim, mebus, muhtar, hakim, savcı, öğretmen, vali, jandarma gibi hükümet kurumları temsilcilerini tanıyarak geldi. Cumhuriyet dönemi Ankara’da düzenlenen programlanan etkinliklerini yurt yüzeyine yaydı. Eğitim ve öğretimle ve büyük bir vatanseverlikle güçlendirdi,
Seçimler Cumhuriyet ideolojisini pratiklerle yaygınlaştırdı. Anadolu-Rumeli halkı o dönemin hala sömürge rejimi altında yaşayan Müslüman ülkeleri halklarından çok farklıydı. Halk Tanzimattan bu yana, dünya ile bir şeyler paylaştığını biliyordu. Gerçi kul henüz vatandaş olmamıştı. Fakat ülkenin kalbi olan İstanbul’da Belediye, yeni öğretim kurumları, Avrupa üslubunda konut ve yapılar, 100.000 yabancı pasaportlu Avrupalı yaşıyordu.
Türkiye katı bir İslam toplumu değildi. Müslüman olmayanların sayısı Anadolu ve Rumelinin kent ve köylerinde çok büyük orandaydı. Bu birikim Osmanlı kozmopolit imparatorluğunun son yüzyılının mirasıdır. Biz 1950’den önce çağdaş bir hükümet yapısı ulusal ve laik bir devlet kurduk. 1938’de Mustafa Kemel Atatürk ölmeden önce Cumhuriyet bütün kurumları ve potansiyeli ile kurulmuştu.
1950’DE BAŞLAYAN MANİPÜLASYON
Politik kavga 1950’den sonra Batı güdümlü islamcılık ideolojisinin manipülasyonu ile başladı, bugün de devam ediyor. Cumhuriyet bürokrasisinin gücünü kıran, yeni kurulan partilerin, Amerikan kaynaklı İslami toplum programlarını sisteme aşılamaları ile başladı. Bir ölçüde başarılı oldu. Bunun sonucu bugünkü durumdur.
Ne var ki tüketim, teknoloji, küresel ekonomi ve çağdaş iletişim, Suudi Arabistan’da bile, Batının Müslümanları çekmeğe çalıştığı ilkel ideolojilerle uyuşmuyor. Bizde hükümetler dolaylı ve dolaysız olarak bu mücadelelere araç oldular. Birleşik Amerika ve Batının 150 yıllık Ortadoğu politikalarının piyonu olarak, bilinçli bilinçsiz çalıştılar. Fakat iletişim ve tüketim dünyası eski usul emperyalizmin belini kırdı. Teknoloji egemenliğinin Asya merkezli ortakları Batının gücünü sınırladılar. İletişim, yerli zorbalığın sınırını kısıtladı.
Yine de bir yandan tüketim üzerinden haraç alan, öteyandan egemenliğini cehalet üzerine kuran hükümetler ile bu toplumları şimdi içinde bulundukları kaosa sürükledi. Teknolojik geri kalma örneğin hükümetin uzmanlık düşmanlığı, din vurgusunun politika aracı olarak kullanılması ve teknoloji müşteriliği ve eğitime din baskısı, toplumu çağdaşlıktan uzaklaştırıyor. hükümetlerin devlete yüklediği borcu ve onunla birlikte işsizliği en üst düzeylere yükseltiyor.
Bu durum insanları kaygısız ve ahlaksız yapan bir faktör olarak toplumun belini büküyor. Keyfilik ve despotizm bunun hükümete yansıyan sonucudur. Kuşkusuz bu sonuçta toplumsal cehaletin olanak verdiği bilinçsizliğin de etkisi büyüktür. Bu yargılar benim kişisel yorumlarım değil, genelleştirilmiş nesnel gözlemlerdir.
Bu durum, özet olarak, bir tarafta bütün kademeleri ile kazan kapaklarının, öteyanda halkın rahatsız olduğu, bir kavga ortamı yaratıyor.
CAHİLİN BİLDİĞİ VE POLİTİKANIN DİN’İ
Sevgili Okuyucular,
Toplum büyük bir kriz geçiriyor. Geleceğin tarihçileri toplumun belini büken çağdaşlık dışı cehaletin, dış kışkırtmalarla güçlenerek ve çağdaş medya ve reklamın teknik olarak gelişmiş yardımlarıyla toplumu uyutarak ya da afyonlayarak, nasıl bu sonuca ulaştığını bilimsel olarak kanıtlayacaklardır.
Gerçi bu sadece bize özgü değil, özellikle İslam Dünyasının hali. Her ülkede toplumun dokusuna ve dış etkilerin gücüne göre durum değişiyor. Milletvekili, müdür, başkan, polis, jandarma zorba ise halkın ‘adam sen de demesi’ doğaldır. Bu yozlaşmış demokraside uydurma imgeler icat ediliyor. Eski imgeler yeni amaçlarla kullanıyor: Rüşvet sosyal yardımla örtüşüyor; Yalan devlet sırrı ile örtüşüyor. Eğitimde gericilik demokrasi ile örtüşüyor. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet halkın egemenlik bilinci kazanması amacını güdüyordu. Bu bilinç Türk halkının çağdaş uygarlık düzeyine gelmesini sağlayacaktı.
Neden olmadı?
Çağdaşlık imgenin yozlaştırılması yöntemi din düşmanlığı ile eşdeşleştirildi. Bu yöntem cahil halk üzerinde her zaman etkilidir. Çünkü cahilin bildiğini sandığı tek şey din. Aslında Türkiye bunu aşmıştır.
Şimdi savaş cehalete ve uzun sürmüş bir beyin yıkamağa dayalı vurdum duymazlıkladır. Cehalet boş bir sav değil. Bir Osmanlı gerçeğidir. ‘Osmanlı olalım’ sözünün arkasında şu gerçekler var:
OSMANLI OLALIM’IN ARKASINDAKİ GERÇEKLER
*Avrupa’da ilk Üniversiteler 13. Yüzyılda; Osmanlı Türkiyesi’nde üniversite açma çabası Abdülmecit’le başlamış, 1896-1916 arasında 10 yıl çalışmış. Sonra Cumhuriyetle yenisi açılmış.
* Avrupa’da 1447-1500’dE (53 yıl) 30 000 kitap basılmış. Osmanlı Türkiyesi’nde 1728-1800 (72 yıl) 80 kitap basan sade bir matbaamız var.
Bugünkü Türkiye’nin hali, 15. yüzyılda daireyi kareleştirmeye çalışan Alman Kardinal Nicolas Cusa’nın savına benzer. Cusa felsefi olarak minimum la maximum arasında bir ilişki olduğu savını matematik olarak kanıtlamağa çalışıyordu. Bunun olanaksızlığı Ispatlanmıştır.
Olanaksız hayallerle halkı oyalamaktansa halka çağdaş gerçekleri ulaştırmak bir kutlu görevdir. Hayal kurmağı bıraksak ve Türkiyeyi kaostan çıkarmak için politikadan başka şeyler düşünsek. Örneğin dünya üniversiteleri içinde 500-600’ler arasına düşen ODTÜ ve İTÜ’yü eski düzeylerine getirmek için çaba sarfetsek!
CBT sayı 1490 - 9 Ekim 2015
TÜRK TOPLUMU HOROZLAR AŞİRET
Geleceğimizin Kadınları
Gelecek kadınlara hak ettikleri
toplumsal statüyü
veren ülkelerin olacak!
Doğan
Kuban
Türk toplumunun büyücek bir
bölümü sadece erkekleri değil, kadınları da içeren bir dev aşiretten oluşuyor. Bugün bu ilkel ‘Horozlar Aşiretinin’ etkisini ortadan kaldırmak zorundayız. Eğitilmeleri
zaman alacak. Ama toplumun doğal öğeleri olduklarını da unutmamak gerek. Fakat bu
yazıyı, böyle düşünceleri anlamaları olanaksız, hala geçmişte yaşayan insanlar
için yazmadım.
Çocukluğumda yıllarca köylerde,
küçük kentlerde Anadolu’da yaşadım. Kimliğimin bir parçası orada oluştu.
Kadının statüsünün ne olduğunu orada öğrendim. Türkiye’nin en gelişmemiş insanlarının
en yaygın küfürü, hakaret ettiği insanın anasının …….la ilgilidir. Bu anaya
hakaret etmekten çok, kadını bir cinsel alet olarak gören acınacak bir ilkellik
ifadesidir. Gazetelere de yansır. Olumsuz ve olumlu yankısı güçlüdür.
Hiç olmazsa büyük kentlerde seks
ağırlıklı hakaretlerden bir ölçüde kurtulduk, ama bu söylem sokaktan
yetişenlerin jargonu olmakta devam ediyor. Erkek merkezli az gelişmiş bir
dünyanın içinde yaşadığımızı unutmayalım. İktidar da hala onların elinde.
Toplumun gelişmemişliği de, insanın beynine ulaşamayan dünya görüşünün, vücudun
aşağısı ile ilişkisini koparmakta çektiği güçlükten kaynaklanıyor. Temelde bu, yaşamın tavuk, keçi, koyun, inek ve eşek
üzerindeki deney ve gözlemlerinin biraz yontulmuş özetidir. Bunda şaşılacak
bir taraf yok. Bu halkın %90’ı yarım yüzyıl öncesine kadar köylerde yaşıyordu.
ARAP GELENEĞİNDEN GEÇTİ
Bugüne uzanan kadın statüsü,
Pagan Türk kökenli değildir. Müslüman olan Türklere geçmiş Arap geleneğidir. Göçer Türkler kadın ve erkek iş bölümüne dayalı daha
eşitlikçi bir toplumda yaşıyorlardı.
Toplumda pek çok öğesi yaşayan,
geçmiş bir değerler sistemi var. Örneğin ırz sadece kadında var. Dağa
kaldırılıp ırzına geçilen kadındır. Öldürülen kadındır. Bu günlerde neden
arttı? Çünkü Horoz Aşireti güçlendi.
Savaşta erkekler öldürülür. Kadınların ırzına geçilir. Bu ilkel yargılar aşılmadan
çağdaş uygarlığa ulaşılamaz.
Aşiretin söylemi ve davranışları topluma
egemen olursa ‘emancipé’ olmuş, yani, çağdaş özgürlüğüne kavuşmuş, okumuş ve
toplumda erkekle eş bir toplumsal konuma erişmiş kadınların önümüze açtığı
uygarlık yolunu izlemekte zorlanacağız. Oysa gelecek ona bağlı!
Gerçi çağdaş kültür de sekse kolunu
kaptırmıştır. Penis hala erkeği temsil ediyor. Gözde bir simge. Bacaklarını
gösteren kadın da en gözde reklam konusu. Fakat güya örnek aldığımız Batı
toplumunda bunları dengeleyen bir bilgi birikimi, hoşgörülü bir yaşam felsefesi
ve örgütlenmesi var.
Sözünü ettiğim ‘Horoz Aşireti’ Müslüman
Türkün davranışlarıdır. Davranışlarımızda gelişmemişliğin olumsuz tortuları var.
Bunun en acı sonuçlarını kadın yaşamında ve eğitiminde görüyoruz Bu sadece bir tahminden
öte, mesleksel bir gözlem. Giderek artan
kadın cinayetleri de Horoz Aşiret geleneğinin dengesini yitirdiğini gösteriyor.
ERKEK POLİTİKACILARIN
PSİKOLOJİSİ İNCELENMELİ
Toplumun büyük bir bölümüne
egemen olan ve kadına baskı ile başlayan bir zorbalık geleneği çağdaş dünya
koşullarında deforme olursa yaşama nasıl yansır?
Kadına baskı geleneğinin politik
yaşama yansımış gibi görünen bir görüntüsü var. Dış baskılar karşısında kolayca
yön değiştiren bir politika. Dış odaklar hangi yönü gösterirlerse Türkiye o
yöne boynunu uzatıyor. Suriye ve Kürt politikası bunun damgalı bir belgesi.
Kadınların erkekler karşısında eski
çaresizlikleri azaldıkça, bunun erkek psikolojisini olumsuz etkilediği
kesinlikle söylenebilir. Bu deformasyon politikaya da bir korku bileşeni
getirir mi? Bunu uzmanlara bir sormalı! Fakat Türkiye’yi idare edenlerin
düşünce yapısında giderek dejenere olmak zorunda kalan önyargılar ve eğilimler varsa
bunun yaygınlığını ve toplum yaşamına etkilerini, istatistiklerle de besleyerek,
irdelemek zorundayız. Görüntüler uygar toplum görüntüleri değildir. Ve uygar
olmamakla çağ dışılık eş anlamlıdır.
Bu sadece kadın- erkek
ilişkilerinde kalabilecek bir özellik değildir. Aslında Türkiye Horoz Aşireti aşamasını
çoktan geçti. Okullarda, sokaklarda bütün iş alanlarında Osmanlı döneminin
bütün nüfusundan fazla kadın çalışıyor. Türkiye’yi yönlendirenler arasındalar.
Bu basit bir oran sorunu değil. Fakat geriye bağlı bu zincir bazı amaçlara
ulaşmamızı engelliyor.
Sevgili Okuyucular,
Bu gözlemleri doğru
değerlendirirsek uygarlığın alternatif tanımlarını da yapabiliriz. Kadın-erkek
yarı yarıya bir toplumu oluşturuyor. (biyolojik bir gerçek!) Erkekler kadınları
kısrak ve kadınlar da erkekleri aygır olarak görür , kimlikleri, akılları,
yetenekleri, davranışları ve estetik duyarlıklarıyla değişik varlıklar olarak
görebilseler ve insan toplumunu biyolojik olarak farklı fakat yaratıcı olarak
eşit, birbiriyle ahenk içinde çalışan iki büyük varlık grubu olarak görseler,
tıpkı akıllı ve mutlu bir evlilikte eşlerin seksüel kimliklerinin çok ötesinde
gerçekleştirdikleri bir dostluk, akılsal ve entelektüel bütünlük olarak
görseler, mutlu bir aile gibi mutlu toplumlar olabilir.
KADINLARIN YAŞAMA GETİRDİKLERİ
Gerçi en uygar toplumlarda bile
kadın ve erkek arasındaki ilişkiler istediğimiz ya da hayal ettiğimiz kadar mükemmel
değildir. Bu bağlamda insanların tümünün biyolojik ve psikolojik yapının
sınırlarını aştığını söylemek zordur. Fakat kadınları iş yaşamına sadece bilgi
ve yetenek değil, bir yumuşaklık, bir konfor, bir acıma ve şefkat getirdikleri,
katı öğretimin, bürokrasinin sertliğini yumuşattıkları söylenebilir. Kadınların
biyolojik ve geleneksel olarak insanlara daha iyi davrandıklarını düşünüyorum.
Acıma duyguları daha gelişmiş. Yardım eğilimleri daha fazla.
Geçenlerde bir Kadın Belediye
Başkanı ile görüştüm. Nezaketi, verdiği güven, yarattığı insani ortam sevinç
verici idi. Bunlar onun kişisel özellikleri miydi? Bilmiyorum. Erkek gibi
davranan kadınlar da var. Fakat bu soru düşüncemi değiştirmiyor.
Kadın ve erkek değişik
varlıklardır. Birbirlerini tamamlarlar. Toplumun
gerçek potansiyeli ikisi bağımsız ve eşit oldukları, işbirliği yaptıkları zaman
ortaya çıkabilir. Çağımız bu potansiyelin farkına vardığı için tarihin en
gelişmiş aşamasını temsil ediyor. Bunu anlayamamış İslam dünyası da onun için
dünya sahnesinde sefilleri, zavallıları, en güçsüzleri temsil ediyor.
Gelecek toplumların yaşamını
hayal etmek olanaksız. İnsanlığın kadın yarısı, erkek kadar aktif olduğu zaman
nasıl bir mükemmellik yakalayacağımızı bilemem. Fakat öğretmenler, doktorlar,
mimarlar, bilim adamları ve iş kadınları sahneye girdiklerinden bu yana
dünyanın daha zengin ve güzel olduğunu, her alanda erkekle baş başa kadınlar
yetiştiğini biliyorum. Bugün öğretimi, laboratuvarı, sanatı, mimariyi onlardan
bağımsız düşünmek olanaklı değil. Artık politikayı, askeri, polisi bile
onlardan uzak düşünmek olası değil. Çok etkili cumhurbaşkanları, başbakanlar,
bakanlar, millet vekilleri , belediye başkanları var. Üniversitede öğrencilerim
arasında erkek ve kız öğrenciler arasında hiçbir fark olmadı.
DOĞA KADINI ÖNCÜ YARATTI
En ilkel ve saf hallerinde
düşünseniz bile kadın yavrusunu karnında taşıyan, doğuran, emziren, büyüten ve
yuvayı yapandır. Erkek kapıyı kollar. Yiyecek getirir. Getirmediği zaman kadın
onu da sağlar. Doğa kadını yaşamda öncül olarak yaratmış. Fakat toplumsal
örgütlenme de, ilk çağlardan başlayarak bir kavga var. Erkek de %10 bir kas
farkına bağlı olarak kavga yapan olmuş.
İlk çağlardan başlayarak toplumun
beslenme ve savunma gereksinimi erkeğin görevi olmuş. İnsan neslinin sürdürülmesi
ise kadına bağlı. Çocuğu evde güvende büyüyecek.
Sevgili Okuyucular,
Teknoloji çağında kadının
varlığı erkek kadar önemli. Belki biraz daha öncelikli. Sayıları ve akılları
eşit. Horoz Aşiretinin tasfiyesi zaman
içinde kendinden oluyor. Uygarlık bu aşamaya yakın!
Sorun Türkiye’nin değişmeye ne
kadar yakın olduğu. Aydının sorumluluğu da burada!
CBT Sayı 1489, 2 Ekim 2015
***
TÜMEL DEĞİŞİM
Türkiye, çağdaş kurumlaşmayı
gerçekleştirerek, bilimselleşerek kurtulabilir.
Osmanlı, Abbasi Rönesansı’nın izleyicisi olmadı. Felsefe
kapısı kapandı. Bu tutum Rönesans’ın Avrupa’ya getirdiği bilimsel, sanatsal ve
felsefi olanakların dışında kalmalarına neden oldu... Bu sadece İmparatorluğunu
yıkılmasıyla değil, bugün Türkiye’nin geri kalmış eğitimi, bilimi ve
teknolojisinin de temel nedenidir.
Doğan Kuban
İkinci Dünya Savaşından sonra, Batı’nın
politik, kültürel ve ekonomik alanları kapsayan sistematik çabalarıyla, özellikle
İslam ülkeleri büyük felaketlere uğradı. Dünyanın da boğazını sıkan, bütün
insani ve ahlaki değerleri çöpe atan, paraya odaklanmış bir yaşam Türkiye’ye kültürel
yozlaşma ve çöküntü getirdi. Gerçi dünya bütünüyle çürümez. Kesildikçe yeniden
biten doğal bir dokusu var. Herkes namussuz da değil. Eğitimde, adalette ve
ekonomide neredeyse çılgınlaşan toplumsal ve yönetsel davranışlar, toplumun yaşamını
zorlaştırıyor.
Eğer tarihin yorumuna uzanan
bir onarım söz konusu ise, buna Türk-İslam buluşması ile başlamak gerekir. Bunu
dine karşı bir çıkış olarak da algılamamalı. Çünkü insanlık tarihinde dinden daha yaygın ve dayanıklı bir
sosyal olgu yok. Kişinin dindar olup olmaması din olgusunun önemini azaltmaz.
TÜRK’ÜN İSLAM YORUMU
FARKLI
İslam’ın bizim toplum için iki kökeni var: Kuran
ve Türklerin içinden geçtikleri Türk diliyle yorumlanmış İslami doğmanın
özümsenme süreci. Türkün İslam yorumu homojen değildir. Toplumlar okyanus
adaları gibi yaşamıyor. Sadece kendi iç dinamikleri ile değil, dünya ile
etkileşim sonucunda da değişiyorlar.
Bunun en bilinen görüntülerinden biri, İslam kültürünün
geri kalma nedenlerinin başında gelen, ve Bizans
ikonoklast akımından aktarılmış resim yasağıdır. Abdülmecit devlet
dairelerine resmini astırmak istediği zaman, şeriat yanlıları karşı
çıkmışlardı. Bugün politikacılar duvarları, komünist diktatörler gibi, dev
resimleriyle dolduruyorlar. Öte yandan din propagandası yapıyorlar. Heykel yıkıyor,
dinozor heykelleri yapıyorlar.
Bunlar kültürün yozlaşma
gösterileridir. Dini doğmayı değiştiren etkenlerin dışarıdan geldiğini
gösterir. Batı etkisi bir bütün olarak girer. Pazardan sebze alır gibi, ‘bu iyi,
bu kötü’ diye seçemezsiniz. Fotoğraf
ve otomobil batı teknolojisinin eş
zamanlı ürünleridir. ‘Otomobil isterim, ama resmimi çektirmem’ diyemezsiniz.
Toplumun yozlaşması da aynı kökenlidir. Batı etkisi bir bütündür. Onun için
güzel sanatlar okulu, konservatuar açılır, dersler İngilizce yapılır, Heykel ve
resim sergileri olur. Gece gündüz her köşeden musiki yükselir. Futbol halkın yaşamını
yönlendirir ama klasik batı musikisi yok gibidir. ‘Foto var, resim yok, hıyar
heykeli var, insan heykeli yok’ çelişkili komedilerdir. Vitrinlerdeki çıplak alçı
mankenleri ne yapacağız?
Oysa bir tablo ya da
heykelin yılda on kişi öldüren Mercedes’ten daha zararlı olduğu söylenemez. Çağdaş
uygarlık bağlamında bir heykel bir füzeden, bir musiki yapıtı atom bombasından daha
önemlidir.
İthalat iyi ve kötü ayrımı
yapmıyor. Sadece mal değil, düşünce ve
imgeler de ithal ediyoruz. Sorun, silah müşterisi olmak yerine bilim ve
sanat üretiminin ortağı olmaktır. Onları gelişmesine katılmaktır. İslam
dünyasındaki ürkütücü çöküntünün kökü sadece kendimizde değil, İslam’ın cehaletini
istismar eden Batıdadır.
İSLAM KÜLTÜR TARİHİNİN İKİ AŞAMASI
İlk aşaması Avrupa Ortaçağına 12 yüzyıldan
başlayarak etkili olan Rönesans’ın da bileşenlerinden biri olarak kabul edilen Abbasi
dönemi İslam Rönesansı’dır. Bu
gelişme Yunan, Hellenistik ve Roma kaynaklarının çevirisi üzerine kurulmuştur.
Erken İslam İran,
Hellenistik Yakın Doğu ve Doğu Roma ülkelerini fethederek İslam inancını yaydığı
dönemde gelişen kültürünü Yunan-Roma
kültürüne dayamıştır. Bütün İslam fetihleri Hellenistik imparatorluklar, Roma
İmparatorluğu ülkeleri ve Eski İran İmparatorluğunun topraklarıydı. Harunreşid
ve Oğlu El-Memun’dan başlayarak Antik bilim ve felsefe yapıtları Arapçaya çevrilmiştir.
Bu sistematik çeviri sayısı 900’den fazladır. Ortaçağ İslam kültürünün gerçek çizgisini
gösterir.
9.-12. yüzyıllarda İslam
bilim ve felsefesi gelişmiş, dünya bilim ve felsefe tarihine geçen Harezmi, El hazen, Farabi, İbni Sina, İbn
Rüşt gibi düşünürler yetişmiş, yapıtları Latinceye çevrilerek İspanya’ya
egemen olan İslam kanalı ile, Ortaçağdan başlayarak, 16. yüzyıla kadar Avrupa kültüründe
etkili olmuştur.
İslam Tarihinin ikinci aşaması Türklerin İran ve
giderek Yakındoğu fetihleri dönemidir. Karahanlıların ve Gaznelilerin Orta
Asya’ya egemen olmalarından sonra Selçukluların 11. Yüzyıl ortalarından
başlayarak Anadolu ve Yakındoğu fetihleri ve İran’da güçlenen Şiilik, Arap
İslamı’nın, koyu bir dogmatizme dönmesine neden olmuş, bu da Abbasi döneminin
Antik düşünceye açılımının sonu olmuştur.
İSTANBUL VE ARAP
SÜNNİLİĞİ
Türkler Hoca Ahmet Yesevi’nin irşatlarıyla
Müslüman olmağa başladıkları zaman Horasan Şii idi. Bektaşiler, Anadolu
abdalları, Babai isyanlarını çıkaranlar Şiilikle Şamanizmi birbirine karıştıran
Horasan kökenli bu Alevi tarikatları oldu. Hacı
Bektaş Osmanlı döneminde en etkili Türkmen babası idi. Orhan Bey zamanında esir edilen çocuklarından ilk devşirme askerlerin
ruhani lideri olarak Hacı Bektaş uygun bulunmuştu. Ertuğrul’un ailesi de
Ahilerle ve Babailerle yakın ilişki içinde idiler. Onlar da Horasan kökenliydi.
İran Selçuklularına karşı baş kaldıranlar, Şaman geleneğini sürdüren babalardı.
Bunların etkisi Constantinopolis’in fethine kadar sürdü.
Cami ve medreselerden
önce Osmanlı döneminde, Ahi zaviyeleri
açıldı. Anadolu’da medrese, Konya
Selçuklu egemen alanının temel yapısıdır. Fakat Batı Anadolu Türkmenlerin ana
yapısı zaviyedir. Osmanlılarda ise Ahi zaviyesidir. Yıldırım döneminden başlayarak zaviyelerle birlikte Cami ve medreseler
yapılmağa başlandı. Fetihten sonra ise zaviye yapısı ortadan kalktı. Fakat Yavuz Selim dönemine kadar Osmanlı
ailesinin Bektaşilerle ilişkisi sürdü. Bu ilişkinin kopmasına neden olan Yavuz’la
Şah İsmail arasındaki savaştır. İran
etkisinde Şii Türkmenlere karşı Osmanlılar Arap Sünniliğini kendilerine destek
aldılar. Böylece İstanbul Arap sünniliğinin
önemli bir merkezi oldu.
OSMANLI, İSLAM RÖNESANSINI
İZLEMEDİ
Osmanlı Abbasi döneminin
Antikiteye açılımını ortadan kaldırdı. Osmanlı bilimi, Abbasi Rönesansı’nın
izleyicisi olmadı. Felsefe kapısı kapandı. Bu tutum Rönesans’ın Avrupa’ya
getirdiği bilimsel, sanatsal ve felsefi olanakların dışında kalmalarına neden oldu.
Bu matbaanın bile Türkiye’ye
girmesini 275 yıl erteledi. Bu sadece
İmparatorluğunu yıkılmasıyla değil, bugün Türkiye’nin geri kalmış eğitimi, bilimi
ve teknolojisinin de temel nedenidir.
İkinci Dünya Savaşından
sonra Batının Ortadoğu politikaları, İslam dünyasıyla birlikte Türkiye’yi de Kurtuluş
Savaşı sonrası çağdaşlık açılımını da, ve bugünkü kültürel ve politik kara
çukura düşürmüştür. Bu 19. yüzyılda planlanmış bir sömürge statüsünün çağdaş
versiyonu olabilir. Batı’nın eski sömürge taktiklerini incelmiş politikalarla
sürdürmektedir.
İLKEL DÜŞÜNCE TEMELİNDE
MİYİZ
Doğu Asya’nın kazandığı
yeni küresel statü, Batı politikalarında değişiklik yapmış olsa da, Batının İslam
politikası değişmemiştir. Eğer bu, son on beş yılda anlaşılamamış ise hala çok
ilkel bir düşünce düzeyinde yaşadığımızın kanıtıdır. Durum halkın teknolojik
oyuncaklarla aldatılmış olduğunu göstermektedir. Bu az gelişmiş toplum
kültürünün açık göstergesidir.
Her yeniliği ithal
ediyoruz. Halk kendine yeni oyuncak verilen çocuklar gibi bir süre oyalanıyor.
Müslümanlar birbirlerini öldürüyor, Yeni İslam İmparatorluğu hayalleri kuruyorlar.
Bütün İslam dünyası yeni İslam mücahitlerinin eline geçse, dünya karşısındaki statüleri
daha mı güçlü olur? İsrail’i ortadan kaldırabilirler mi? Yoksa tümel olarak yeniden
sömürge mi olurlar? İslam’ın
gelişmemişliği cehalet, entelektüel cılızlık ve özgürlük yokluğu, parçalanmışlık
ile ayakta tutulmaktadır. Hıristiyan Batının, İsrail’le birlik olarak uyguladığı
strateji - ki bunun arkasında hala Ortaçağın Hıristiyan-İslam karşıtlığı kokusu
alınır- sürüp gidiyor.
Türkiye kendini, toplum
kültüründeki Ortaçağ kalıntısı kurumlara karşı çağdaş kurumlaşmayı gerçekleştirerek kurtarabilir. Bu, bilimselleşmektir. Bunu Uzakdoğu
gerçekleştirdi. İslam dünyasında bu gerekliliği ilk anlayan Türkiye Cumhuriyeti
idi. Çünkü o aşamaya 1923 de ulaşmıştık.
Hala şansımız var.
CBT Sayı 1488, 25 Eylül 2015
DÜNYADA
TEMEL MESELE SÖMÜRÜ: YİYEN VE BAKAN
Zamane Aydınları ve Halk
Türkiye aydınlarının çağdaş
dünya konusunda yeni uyananları ve uyandıklarını sananlar, 10-15 yıl
kendilerini aldatıp yeniden uyandıklarında, son 10 yılda Türkiye’nin özgür bir
demokratik yasaya tümüyle sırtını dönmüş bir ülkeye dönüştüğünün farkına vardı.
O zaman liberalizm ve özgürlüğün soyut bir şey olmadığını ve despotizmin sade
askerlere özgü bir davranış olmadığını, geç de olsa herhalde anladılar.
Doğan Kuban
Aslında
olaylar asker ya da sivilden değil, halkın ortalama kültüründen kaynaklanıyor. Bu
halkın tarihi doğru yazılırsa yüzyıllarca ithal düşünce ile yaşadığını, özgün
düşünemeden kentlere dolduğunu herkes anlayacak. Tarihçilerimiz Osmanlı
İmparatorluk tarihini doğru ve ayrıntılı yazdılar, ama Osmanlı halkının ve
kültürünün doğru bir yorumu, bazı duyarlı ve entelektüel yazarların kitaplarındaki
sayfalarda kaldı.
Kentlere taşınmış, yarı kentleşmiş, giyimi
kuşamı evi, çevresi ve dünyaya ilişkin hayaller kurup turistik gezilere çıkanlar
kendilerini çağdaş uygarlığın ortağı olmuş sanıyor. Bu sonradan görme
çağdaşların kültürel kaygısızlığı ise, ülkenin geleceği için çok ürkütücü. Bu
halkla politik partiler arasında temel bir ayrılık yok.
Bu
toplum, yeni iletişim teknolojisinin ekonomiyi de etkileyen yeni bilgilerin,
aydınlanmalara ve davranışlara zorladığını, bugün yaşamını tehdit eden kaosun
kendi cahil davranışlarından beslendiğini anlamakta zorluk çekiyor. Çelişkiler
içindeki ülkede sosyal, ekonomik ve politik çöküşleri biraz hissedenler bunun,
dünyada yaygın bir hastalık olsa da, Türkiye’ye özgü farklarını göz ardı ediyor.
Ama dünyayı eleştirel bir gözle görmüyorlar. Kozmopolit karar merkezlerinin ve
uluslararası menfaatlerin yönlendirdiği hareketlerin, evrensel coğrafyalarda yaratacağı
çatlaklardan haberleri yok! Tek tepki, biraz daha duyarlı ve uyanık olanların ne olacak bu ülkenin hali tekerlemesi.
Sizin,
bildiğinizi sandığınız ülke yok. Deve kuşu gibi kafanızı kuma gömseniz de davullar
kapınızın önünde çalıyor. Eskimiş dünyanın bir çaresi yok, ha bugün ha yarın
diye, dış savaş, ekonomik çöküntü hatta iç savaş sözü ediliyor. Yaşam aynı
düzeyde devam ediyor ya da kimine öyle gözüküyor.
TÜRKLER
BÜYÜK SÖMÜRGECİLİĞİN PROTO TİPLERİ
Türkler
“biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar;” der. İki çocuktan biri çikolata
yerken öteki yutkunarak bakarsa sonu kavga ile bitebilir. Bir aşiret ötekini
esir alırsa ortada ölümcül bir kıyamet vardır. Asya göçerlerinin kahramanlık nişanları,
kurdukları imparatorluklardır. Türkler büyük sömürgeci devletlerin
prototipleridir. Çöl Arapları da öyledir. Biz
fetih yaptık onlar cihat. Avrupalılar dünyada sömürge kurdular. Bir taraf
yedi diğer taraf baktı. Başta ve sonda kıyamet vardı, şimdi sömürücüler yiyor,
sömürülenler bakıyor ve kıyamet kopuyor.
Coğrafi
koşullar, tarihi koşullar, toplumsal ilişkiler değişir, biri yer öteki bakar bu
sonucun tanımıdır. Yiyen ve bakan önce
kavga ederler, bu ilk kıyamettir. Daha sonra bakan ikinci kıyameti koparır,
kıyametin sonucu belli değildir. Yiyen ve bakan aynı işi yapmaya devam eder.
Dünya tarihi yiyen ve bakanı birlikte içerir. Bu karagöz ve Hacivat gibi iki
kimlikten oluşur: sömüren, öldüren işkence eden zorba bir yandadır. Kurbanlar
öte yanda. Gerçekte bunlar birbirlerinin komşularıdır.
Çağdaş uygarlık tarihi çok
kısadır. İkinci Dünya Savaşından sonra başlar; galip,
mağlup yenen yenilen; fatih, köle, aşiret reisi, köylü, sultan sayısız hikaye ve
tiyatro var. Bu ön plandaki kavganın arkasında toplumların sanatı, kültürü,
bilimi teknolojisi hatta uygarlığı gelişmiştir. Sonsuz ilişkiler içinde bu gelişme
devam eder. Şiirler, felsefeler yazılır, resimler heykeller yapılır, musiki
bestelenir. Fakat birileri yemeğe diğerleri bakmaya devam ederler.
1950’den
sonra dünyada insanları eşit haklara
sahip olarak gören bir aşamaya girdik. Düşünsel özgürlük, demokrasi çok
moda oldu. Bu arada kapitalist sisteme bir şey olmadı. Sömürme ve sömürülme
yasallaştı. Fakat hastalık çok nedenli
bir insanlık hastalığı olarak uluslararası boyutlarda kanlı ve kansız devam ediyor.
Bu hastalığa daha iyi çare bulan toplumlara uygar deniyor. Hastalığı kaosa
dönüşenlere de az gelişmiş.
TEMEL
MESELE SÖMÜRÜ: YİYEN VE BAKAN
Uygar
denen toplumlar sömürüye kendi içlerinde daha kontrollü, dışlarında daha
acımasız devam ediyorlar. Bu bir tarih teorisi değil. Bir gerçek gözlemi. Sömürü silah ya da uluslararası finans ile devam
ediyor. Sonunda kahramanlar aynı: bir yiyen, bir de arada bir dayak yiyen
de var. O şiirler, yapılan heykeller, resimler, dinler, felsefi düşünceler
sonuna sahnenin iki oyuncusu değişmiyor. Yiyen ve bakan.
Bir
orta Amerikalı diktatörü ABD besler.
Afrikalı bir diktatörün, Belçikalı bir
hamisi vardır. Daha küçük boyutlarda bir zorba valinin ya da polis müdürün
üzerine politika gölgesi düşebilir. Dünyanın bütün coğrafyalarında ve tarihlerinde
sonsuz örnek var. Dünyanın en tanınmış coğrafyacısı ve sosyal kuramcılarından
biri olan David Harvey 2009’da
Cosmopolitanism and the Georgraphies of freedom (kozmopolitiklik ve özgürlüğün
coğrafyası) adlı kitabında, masada oturup dünyanın ürettiklerini
tıkıştıranlarla masa etrafında dizilip onları seyredenler konusundaki tiyatronun
küresel coğrafi yaygınlığını çok iyi anlatıyor.
BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU İLGİLENDİREN
OLAYLAR
Sevgili
Okuyucular.
Toplumu
şekillendiren ve yönlendirenler politikacılar, gazeteler, beyin yıkama
mekanizmaları; kendilerinden menkul medya allameleri değil. Çünkü düşüncelerinin
ve söylemlerinin halka inen versiyonunu da yine kendileri yayıyor. Halkın vurdum
duymaz, günlük rutini içinde yaşayanlar kimin ne dediğine pek kulak asmadan, sürü içgüdüsü içinde yaşarlar. Bu Ortega y Gasset’in dediği gibi, dünyanın
en gelişmiş ülkelerinde de aynıdır.
Halkı
uyandıran ve bir parça gözünü açan, kendi başına gelen, doğrudan malını canını
alan olaylardır. Su baskınları, depremler, asker, polis şehitler, okullara giremeyen
çocuklar, eşlerini öldüren yabani adamlar, pazar fiyatları, borçlar, işsizlik,
gelecek... Kentleri ve imarın kargaşası, kentsel trafik, tüketim tutkusunu
yerine getirememek, gelecek güvensizliği...
Aydınlanmak
için başkalarını okuyup dinlemek gerekmiyor. Bunlar yaşamsal çevrenin kendine
özgü evrensel hastalıkları. Toplum, doğuştan rahatsız bir insanın ruh haliyle, alışık
olduğu hasta ortamda yaşıyor. Denizdeki balık gibi. Denizin üstünden haberi
yok.
Akıl erdiremediğim,
ülkeyi yöneten kimi sorumluların da benzer
davranışlar göstermeleri. Bu
bağlamda iktidar ve diğer partilerin bu halkın içinden çıktıkları ve onu temsil
ettikleri mutlak bir gerçek. İktidarda olanların bundan kendilerine bir pay
çıkarmaları da anlamsız. Çünkü diğer partiler de aynı. Tencerenin kapağı
kendisinin. Tencere düşüp kapağını bulmadı. Kapak düşüp kirlenmiş ya da çamura
bulanmış olsa bile kendi kapağı.
Dinci
ile devrimci ya da özgürlükçü ya da milliyetçi arasında, sokaktakilerden daha
duyarlı bir söylem henüz işitmedim. Fikirler hatta amaçlar farklı da olsa, tümünün
çağdaş dünya konusundaki saflığını sergilemek açısından çok homojen. Partilerin
bazı klişeleşmiş jargonları var. Orada, Günaydın, Aleyküm selam gibi sözcükler
kullanılıyor. Fakat ‘bye bye’ ortak.
Osmanlı döneminde de ‘bonjour’ vardı.
Bunları
işittikçe bu toplumun yüzyıllar boyunca
Doğudan ya da Batıdan, ithal ettikleriyle yaşayan geri kalmışlığının damgası
gibi görüyorum. Aklı başında kalanlar, toplumun içine düştüğü bu
vurdumduymazlıktan çok acı duyuyorlar. Sayıları az değil. Ama sesleri davul
zurna kalabalığının çıkardığı sesi bastıramıyor.
Sonuçta
halkın partileri. Ama demokrasi yokmuş. Ne gam!
Biz
zaten çağdaş da uygar da olamadık. Sormağa devam edin!
CBT Sayı 1487, 18 Eylül 2015
***
Aydın, Entelektüel Olamadı
Güncel sözlükte ‘Aydınlanma’ İngilizce ‘Enlightment’ sözcüğü
karşılığı kullanılıyor. Aydın ise iyi öğretim almış, bazen entelektüel, bazen de,
aydın kafalı, ileri düşünceli, çağdaş anlamına kullanılıyor. Bizde entelektüel karşılığı
bir sözcük yok. Bu da doğal. Çünkü felsefeyi yadsımış bir gelenekte dünyayı
kavramsal düzeyde yorumlayacak adam yetişemezdi. Batılıların kullandığı ‘entelektüel’
sözcüğü okumuş, iyi yetişmiş ya da çağdaşın üstünde kavramlarla düşünen, felsefi
düzeyde düşünen bir aydın demek.
Doğan
Kuban
Biz önce din kökenli Arapça,
sonra Fars edebiyatından Farsça bir sözlük aldık. Sonra bunlardan bir ‘Hybrid’
Osmanlıca icat ettik. Fakat Osmanlıca yazılmış, özgün entelektüel ve bugün okunan
hiçbir yapıt ve düşünce yoktur. Belki medreseyi hortlatmaya çalışan İmam-Hatip
okullarında olabilir.
Düşünce tarihimizi incelersek
Omanlı’dan İslam’a geçmiş, ya da Cumhuriyet çağına uzanmış, uluslararası bir
değer taşıyan hiçbir kavram yok. Varsa Arapça ve Farsça kökenlidir. Osmanlı’nın
düşünce ve yayın tarihinde kopya etmediğimiz hiçbir fikir yok! Kopya
etmediğimiz bir teknik de yok. Dolayısıyla ürettiğimiz, patenti bize ait, araç da
yok.
Bu gözlem şok edicidir.
İrdelenmelidir. Günün birinde, göçer döneminde yarattığımız, ‘üzengi’ türünden bir
araç belki bulunur. Bunlara karşın bizim bir çok dilden önce gelişmiş, ve hala
gelişmeğe devam eden olağanüstü bir dilimiz var. Dilin bu özel durumu ile
göçerin her şeyi taklit etmesi arasında bir ilişki kurulabilir. Sosyal antropologlar
ve dilciler bu konuya aydınlık getirebilirler.
SADECE ALICI VE TAKLİT
EDİCİ
Lale Devrinden
başlayarak İmparatorluğun batışına kadar Osmanlı dünyası her alanda sadece
alıcı ve taklit edicidir. Bunun Cumhuriyet yolunu açtığını yadsıyamayız. Cumhuriyeti
kuranlar Osmanlı askerleridir.
Bilimsel aydınlanmamızı
ve İslam dünyasında başka eşi olmayan çağdaşlık devrimimizi doğru anlamayanların
bir çoğu, geçmişi geleceklerine üstün düşünen tutuculardır. Bunların çoğunluğu
ne aydın ne de entelektüel’dir. İslam dünyasının dış dünya ile ilişkilerini kuran
iş adamları ve politikacılardır. İlişkiler ise içeriden dışarı değil, dışarıdan
içeri doğru kurulur. Başka türlüsü olanaksızdır. Çünkü biz hiç satıcı olmadık.
Hep müşteri olduk.
Sevgili Okuyucular,
Bu sorunlara entelektüel
açıdan, yani kavramsal boşluklar açısından bakarsak, dünya ile ilişkilerimizi
daha doğru bir yola sokmak olanağı olabilir. Türkiye’deki kaosun 1950’den bu
yana kamuoyuna empoze edilmiş, parçalayıcı ve çağ dışı, kavramsallaşamamış
ikilemlerden kaynaklandığına inanıyorum.
Türkiye’de ideolojinin
kuruluğu ve yavanlığı, daha doğrusu politik pragmatizme feda edilmiş varlığı,
partilere egemen olan düşüncenin entelektüel düzeye çıkamamasından, ve halkı
uyutacak sloganlara indirgemesinden kaynaklanır.
EMPERYALİZMİN KAOSU VE AMACI
İslam dünyasındaki eşsiz
devrimci hareketi gerçekleştiren Kurtuluş Savaşı sonrası rejiminin, Avrupa’da
moda olan politik ideolojilere saplanmadan imparatorluktan arta kalan fakir ve
cahil Anadolu’da, saplantısız bir çağdaş demokrasi ideolojisini yerleştirmeğe
çalışması, dünya tarihinde eşi olmayan bir politik ve pragmatik deha eseridir. Ve
Türkiye’nin Bunu Mustafa Kemal’in dehası kadar ona yardımcı olan genç Osmanlı kuşaklarının
sağduyusuna da borçluyuz. Bu devrim sade İslam tarihinde değil, dünya tarihinde
de eşsizdir.
İkinci Dünya Savaşı galipleri önce CHP’yi devirerek
yerine İslam’a taviz vererek iktidarda kalmağa çalışan bir idealsiz politik
grup oluşturdular. O günden başlayarak Türkiye’deki partiler Batıdan içeriksiz
olarak alınan etiketler arkasında torbalar içine sıkıştırılan kütle partileri
oldu. Halk demokrasi sözcüğünün ne anlama geldiğini bugüne kadar öğrenmiş
değil. Başımıza gelen ve adına hükümet dediğimiz yönetim kurguları demokrasi
sözcüğünü de sık sık tekrarlayarak, İslam dünyasının tek çağdaş devriminden
taviz verdiler.
Bugünkü kaos Batılı emperyalistlerin her zaman destekledikleri
ortaçağda kalmış ilkel ve tavizci bir İslamcı hareketin başarısıdır.
Fakat İslami bir başarı değildir. Neo-kapitalizm’in son ayakta kalma şansı, ya
da yaşamını uzatma şansı olan 1.5 milyarlık İslam dünyasının sömürge statüsünü uzatma stratejisinin karmaşık
oyunlarının sonucudur.
Türkiye bu oyuna hayır
diyebilecek bir ekonomik güce ve entellektüel olgunluğa, 1960’dan bu yana devam
eden ve 1980’de bir fırtınaya dönüşen politik süreç içinde erişememiştir. Gerçi
benim gibilerin bu yorumları yapabilmeleri bile İslam dünyasına Cumhuriyet
Devriminin açtığı pencerelerden olmaktadır. Ne var ki bu pencereler demokrasi
komedisinde oynayan son aktörlerin kafalarında henüz açılmış değildir.
BATILI POLİTİKANIN
OYUNCAĞI
Türkiye’nin içinden
geçtiği uluslararası politik macerada Batılı politikanın oyuncağı olan aydın
sınıfının olayları az gelişmiş etki-tepki ve korku mekanizmaları içinde nasıl
geçirdiğini biyografilerden, röportajlardan, romanlardan, biliyoruz.
Bu kişisel işkence,
cinayet, eziyet öyküleri ve bunlara eklenen hukuki ve politik komediler
gelişememiş bir toplum manzarası sergilemek ötesinde, ilkel bir entelektüel
ortamı teşhir ediyor. Bu ilkelliği hemen her gün idarecilerin ve
politikacıların iç karartıcı, utandırıcı davranış ve konuşmalarında izliyoruz.
Bunların gazetelerde sergilenmesi onları etkilemiyor. O zaman Türk toplumunun
sadece bilgisinden, duyarlığından değil, daha önemlisi, kesinlikle geri kalmış entelektüel yetersizliğinin içine düştüğümüz kaosun
nedeni olduğunu hissediyoruz. Türkiye’de gerçek aydının umutsuzluğu bu
noktada başlıyor. Sömürücüler çok acımasız, halk çok bilgisiz ve kaygısız, halkın
temsilcileri de çok gaddar olabiliyor.
Bizim gibi toplumların (Milyarlar),
iklimsel bir felaket bekleyen bir dünyada, kurtuluşları mucizelere bağlı. Bunlar
da ilkel politik örgütlenmenin değil, toplumların entelektüel güçlerinin
yoğunlaşıp etkili olmasını gerektiriyor. Bu gerçekleşmezse sonuç önce sömürge
olmak. Sonra dünyanın sonunu beklemek.
Sevgili Okuyucular,
Bu yorumlar size çok ürkütücü gelmesin.
İnsanların çoğu, farkında olmasalar da, zaten bu koşullarda yaşıyorlar. Sömürülüyorlar.
Hem içeriden, hem dışarıdan. Yarınlarından emin değiller. Gelecekleri ve politikacı
ya da güvenlik güçlerinin elinde değil. Devletleri idare edenler de insanların
yaşamı ile kumar oynayabiliyorlar.
Dünyanın bir çok
ülkesinin, İslam dünyasının ve Türkiye’nin yakın geleceğinin uçurum kenarında
olması, ve bazı ülkelerin, özellikle kuzey yarım küresinde yaşayan Avrupa,
Kuzey Amerika ve Kanada’nın (buna Asya’da Japonya da katılabilir) daha dengeli,
biraz daha güvenli bir gelecek umut etmeleri, bugünkü egemen konumu elde etmeleri, entelektüel gelişmelerinin
bize göre çok uzun bir dönemde oluşmasının sonucudur.
Bunu dünya tarihçileri Rönesans’tan bugüne uzanan 500 yılın ürünü
olarak görür. Bu gelişme hiçbir kendini bilen tarihçinin yapıtında ya da
düşüncesinde bir askeri zaferler tarihi değildir. Doğu Asya’nın Batıya bilim ve
teknolojide yaklaşmış olması Avrupa’nın öncülüğünü değiştirmiyor. Bir ortaçağ
davranışı ile buna dini motivasyonla karşı çıkmak, İslam dünyasının geri kalmış
olmasını ve zavallılığını da ortadan kaldırmıyor.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasını Batının bir piyonu
olarak oynamanın cezasını çekiyor. Bunun politik boyutu
yanında, ondan da ağır bir kültürel boyutu var. İslam’ın en parlak çağını
yaşamamış olan Türkler Osmanlı döneminde ne İslam’ın gerçek kültürel
mirasçıları oldular ne de Avrupa Rönesansı sonrası Batılı gelişmelere ortak
oldular. Osmanlı İslam kültür tarihinde marjinal bir fenomendir. Avrupa kültür
tarihinin bir parçası olmamıştır. Dünya kültür ve uygarlık tarihinde de adı
geçmiyor.
15 yıllık Cumhuriyet
dönemi bize bir basamak atlattı. Ve orada kaldık. Bu geride kalışın en önemli
nedeni çağdaş uygarlığa ulaşmamızı sağlayacak entelektüel düşüncenin
gelişmemesidir. Bunun sonucu da kavram üretme kısırlığıdır. Cumhuriyetin
çağdaşlık ölçütleri ad olarak kullanıldı. Fakat kavramlaşmadığı için sadece içi
boşalan kabuk olarak kaldılar.
CBT
sayı 1486, 11 Eylül 2015
***
Türk Toplumu Çağdaş Uygarlığın
Üyesi mi?
Kimileri Türk toplumunun uygarlığından söz edilince aslan kesiliyor.
Fakat uygar kavramının hiçbir boyutundan haberleri yok. Türk tarihini ve uygar
dünyayı tanımıyorlar. Türkiye’yi Türk Milli Takımı gibi tutuyorlar. Büyük bir
toplum cehalet ve patavatsızlığı ülkeyi çağdaş dünyadan uzaklaştırıyor.
Doğan Kuban
Durumu bu insanlara çağdaş
ve uygar ülkelerle Türkiye ile karşılaştırmalar yaparak anlatmak yararlı olabilir.
Kente gelmiş, fakat kentlileşememiş toplum, televizyonda, sinemada, reklamda ve
alış-veriş merkezinde taklit ettiği, yani varlığından haberi olduğu bu dünyayı seyrediyor.
Hangi koşullarda yaşadığını öğrenirse kendi yaşamına eleştirel bir gözle bakmayı
belki akıl eder. Hollanda uygarlığının Osmanlı’da ve Türkiye’de olamamış çağdaş
özelliklerine ilişkin birkaç gözlem sunacağım. Sanırım kolayca anlaşılabilir.
Uygarlık basit ve tek
boyutlu bir olgu değil. Bileşenleri içinde kültürün bütün verileri, bilim ve
teknoloji, üretim, toplumsal örgütlenme, toplumsal davranışlar, toplumsal
dayanışma var. Bunlar günümüze özgü bir çağdaş çerçevede, birbirlerini
tamamlayan bir bütün olarak örtüşüyor ve kendilerine özgü bir yaşam düzeni
yaratıyorlar.
BÜTÜNLEŞEN BİR TOPLUM
YAPISI
Toplumun uygarlığı dediğimiz
zaman, tarihte var olan bir ürün ya da niteliklerden değil, günümüzün bilim, sanat ve güncel davranışlardan,
etkinliklerden ve onlarla bütünleşen bütün toplumsal yapıdan söz ediyoruz. Böyle
bir karşılaştırmada Mozart’ın
musikisinden söz ettiğimiz zaman bugünün yaşamında hala yeri olan bir varlıktan
söz ediyoruz. ‘Bizde de Itri vardı’
demek çağdaş uygarlık bağlamında anlamsız. Bugün Itrı’nin ne adını bilen var ne
de dinleyen.
Geçmiş kültürle ilgili bilgiler
birkaç uzmanın rafında ya da dolabında olabilir. Doğrusu istenirse, geçmişte
var olduğunu söylediğimiz kültürel ve uygar varlığımız, eğer bugünün yaşamına
olumlu bir katkı getiriyorsa anlam taşır. Yoksa boş bir övüntü olur. Ne Türk
tarihinden ne de İslam tarihinden haberi olmayan sokaktaki adamın ben İslamcı’yım, Türkçü’yüm demelerinin de anlamı yok. Yahudiliği kabul eden
Hazerlerin ne olduğunu anlamadan, hatta nerede, hangi tarihte yaşadıklarını
bilmeden, Hürrem sultanın bir Hazer casusu olduğunu TRT’nin televizyon
serilerinde seyrederek kültürleşen bir toplumda, uygarlık savlarının çok komik
boyutları var.
Sevgili Okuyucular,
Bu toplumun dünyaya katılması
için Anadolu halkının İstanbul’a gelmesi, hatta hali vakti yerinde olanların
Paris’e gitmesi yeterli değil. Otomobil, gökdelen tarlası, elin uzantısı
telefon, televizyon dizisi de yeterli olmuyor. Uygarlık konusunda aydınlanması
gerek. Batı dünyasını tanıyan biri olarak beni etkileyen bazı çağdaş
özelliklerden söz etmek istiyorum.
HOLLANDA-TÜRKİYE
Hollanda Konya ili kadar
küçük bir ülke. Nüfusu İstanbul’un yarısı kadar. Toprağını Kuzey Denizinin
istilasından duvarlarla koruyor. İklimsel değişikliğin getireceği felaketleri şimdiden
düşünen Hollanda hükümeti yıllardır Kuzey Denizinin yükselmesine karşı gereken
setleri yenileme için bütçeye para koyuyor. Bu denizden çalınmış topraklar
üzerinde Hollanda’nın tarım ürünleri ihracatı, kendisinden on kat kalabalık
Türkiye’ye nerede ise eşit.
Orada toprak gerçekten
vatan toprağı. Aşık Veysel’in sadık yârim
dediği vatan toprağı. Çünkü yüzünü balta ile parçalasa bile halkı
zenginleştiriyor. Bizim köylünün yüzüstü bırakmağa mecbur kaldığı, ya da bir
hayal uğruna terk ettiği tarlalar gibi çorak kalmıyor. Orada toprağın ve tarımın ülke ekonomisine bu katkısı sadece bir
teknoloji farkı değildir. Bir uygarlık farkıdır. Hollandalı toprağının
potansiyelini en üst düzeyde kullanmaktadır. Bu toplum yaşamında aklın egemenliğini göstermektedir. Türkiye’de
tarımın sefaleti toplumsal aklın yeterince çalışmadığını kanıtlamaktadır. Bu
fark akıl, bilim, teknoloji, insanlık ve uygarlık farkı olarak anlaşılmalıdır.
Hollanda Kuzey Denizine
setler yükselterek toprağını koruyor. O denizin rüzgarı ile elektrik üretiyor.
Bizim ülkenin aklını kullanmağı öğrenememiş insanı Karadeniz’de rüzgar esmediği
için (!) köylerdeki dereleri kurutarak toprağı susuz, köylüleri aç bırakıyor. Sellerin
taşıdığı toprağı da, Hopa’nın ortasına yığıp insanları öldüren kent planları
yapıyor.
BİLGİSİZLİK VE
PLANSIZLIĞI BAŞARI GÖSTERENLER
Bu tür olaylarda sadece
bilgisizlik ve plansızlık söz konusu olsa neredeyse onu bile bir başarı olarak
görecek cahil-ötesi bir kamuoyu var. Fakat bunun da ötesinde bir de önlemeyen
bir spekülasyon hırsı var. Karşılaştırma ölçütleri anlamını yitiriyor. Bu
noktada cehaletin hoş gördüğü ahlak boşlukları
ortaya çıkıyor. Bu ahlak boşluğu fakir bir ülkede en kolay aktığı çukuru dolduran
su gibi, doğru dürüst yapılaşamamış kentlerde can alıyor.
Türkiye’nin en büyük
uygarlık boşluğu yapılaşmanın çirkinliği ve ülke kentlerinin tarihi doku ve
karakterinin yok edilmesidir. Bu çağdaş Türk kültürünün vebasıdır.
Türkiye’nin 19. Yüzyılı,
İstanbul ve bir iki liman kentindeki gelişmeler dışında, Anadolu kentlerinde
bir vilayet binası, tren yolu, varsa bir istasyon, bir iki okul ve kışla
yapılarından ibarettir. Kentler nüfus olarak büyümezler. Kasabalar bir iki
mahalleden oluşur. Köyler hiç değişmez.
Cumhuriyetin ilk
aşamasında özellikle Ankara’daki yatırımlar dışında, Atatürk ölene kadar fazla
bir şey yapılamazdı. İkinci Dünya Savaşı tehlikesine karşı 1936’dan başlayarak
ülke yeniden bir hazırlanma dönemine girdi. Bu duraklama 1955’e kadar sürdü. Türkiye yapılaşmağa Menderes’le ve
İstanbul’da başladı. O zamandan bu yana aynı ağırlıkla devam ediyor. Kente
göçün 1980’den sonra hızlanmasından sonra, Türkiye ekonomisi yapı
spekülasyonuna kapılandı. Bu ekonominin motoru olarak devam ediyor. Kente akan
köylü hareketi ile örtüşerek günümüzün uygarlık standartlarını saptıyor ve saptırıyor.
Hollanda ile bir uygarlık karşılaştırılması
bağlamında iki tipik konuyu anlatmağa çalışacağım. Bunlardan biri tarihi kentlerin
korunması sorunu, diğeri Musikinin toplum yaşamı içindeki yeridir.
UYGARLIK KARŞILAŞTIRMASI
Avrupa’nın bütün uygar
ülkelerinde olduğu gibi, Hollanda’da da büyük
küçük kentlerin tarihi karakterlerinin korunması, Avrupa uygarlığının en duyarlı olduğu konudur. Hollanda kentlerinin
en eskisi Roma çağında kurulan Maastricht’dir. 2000 yıllık bir tarihi var. 2000
yıllık yapıtları ve dokusu kuşkusuz yok. Fakat bu bilinç ve algı, Maastricht
gibi bir kente gittiğiniz zaman, kentin ve doğal çevrenin halk tarafından nasıl
korunduğunu ve sayıldığını yabancı gözlemciye iliklerine kadar hissettiriyor.
Avrupa kentlerinde,
İtalya başta olmak üzere, kentler arkeolojik
sitler olarak değil, toplumun tarihle bütünleşmesinin simgeleri olarak
yaşıyorlar. Kent halkları tarihlerinin bir dönemini, ya da bazı dönemlerini kendilerine
tarih içinde bir yer ve bir statü sağlayan bir kutlu belge olarak bakıyor.
Anıtlar ve konutlar, o toprağın tapuları, kendilerine uygarlık statüsü sağlayan
belgelerdir.
Batı uygarlığının bu fiziksel çevre duyarlığına
uygarlığın olmazsa olmazı olan musikiyi
de katmam gerek. Maastricht nüfusu 122.000. Bir konservatuarı ve dünya çapında
bir tıp fakültesi olan üniversitesi var. Bir musiki kenti, ünlü bir bilim
ocağı. Dünya çapında bir hafif klasik orkestrası da var.
Amsterdam müzeleri,
konser salonları ile bir dünya kenti. İstanbul’da 18. Yüzyıl sonuna kadar
sadece medrese vardı. Ama bir Osmanlı Erasmus’u yok. Felsefe yok. Spinoza da
yok. Bruegel, Rembrand, Van Gogh da yok.
Amsterdam kanallarında
17-18 yüzyılın küçük evleri var. Bizim Haliç kıyısında evimiz kalmadı. Boğaziçi’nde
birkaç ahşap yalı restorasyonu kaldı. Hollandalıların Philips’i var. Endonezya’ya
gidip koca İslam ülkesini sömürge yapmışlardı. Cezayir Korsanı Barbaros olmasaydı donanmamız da
olmayacaktı.
Musiki yok, resim yok.
Bilim yok. Sanayi de yok. Felsefe de yok.
YASAK var!
CBT Sayı 1485, 4 Eylül 2015
***
Kaos
devletten başlar
Doğan Kuban
Halkın devletle ilişkileri yasalar, yönetmelikler ve
kurallarla düzenlenir. Yasalar yaşamın her alanını kontrol eden kurumları ve
onların halkla ilişkilerini tanımlar. Devlet ve halk, iki taraflı bir
sorumluluk bağlamında, yasa ve yönetmeliklerle tanımlanmış kurallara uyarlar.
Bu karşılıklı ilişkide emir
alan ve veren yoktur. Devlet memuru üst, halk alt değildir. Halk bir hak satın
almaz. Yasanın kendine verdiği hakkın gereğini yerine getirilmesi için gerekli
işlemi sorumlu memurla birlikte yapar.
Demokratik olmayan, halkın
ve memurun, görgüsüz ve eğitimsiz olmalarına bağlı olarak, birbirlerini veren
ve alan olarak gördükleri az gelişmiş ülkelerde, yani henüz uygar olmamış
toplumlarda, vatandaşlar kendilerinin yasal haklarını, işi bu hakkı vermek olan
sorumlulardan, muhtardan, polisten, gümrükçüden, belediye ya da bakanlıktan
alırken, bunu bir lütuf olarak görüyorlarsa, o ülkede bazı mekanizmalar çalışmıyor
demektir. Bu da despotizmin, nepotizmin
ve sonunda diktatörlüğün işaretidir. Gelişmemiş toplumlarda buna paralel sayısız
kuralsızlık, sorumsuzluk ve hepsinden kötüsü, rüşvet yerleşir.
O zaman hiyerarşinin
başından başlayarak, jandarma çavuşuna kadar herkes zorba olabilir. Kuşkusuz
her insan zorba değildir. Bu olasılık toplumsal gerilimi azaltır. Fakat
dejenere olmuş bir sistem bu eğilimi her an gösterebilir. Kavram olarak
zorbalık devlet kontrolünün bir güç (eski deyimi ile tahakküm) aracına
dönüşmesidir.
ZORBALIK TEPEDEN BAŞLAR
Bugün Türkiye’de pek çok
bürokratik işlem, halk için ürkütücü ve panik uyandırıcıdır. Zorbalık küçük
memurdan başlamaz. Çok daha yukarılarda başlar. Aşağıya iner. Halkın yasal
hakkının gasp edilmesi anlamı taşır. Bu dejenerasyon akımına kapıldığı zaman
her sistem rüşvet, yeğencilik, torpil, iltimas vb. gibi kötülüklerle dolar.
Yani sağlıklı çalışmaz.
Toplumun kültür ve
uygarlık düzeyi yükselmedikçe, özellikle halkı yüzyıllar sürmüş dayatıcı sistemler
içinde yaşamış ülkelerde, devlet
zorbalığı, hepimizin bildiği bir korku ortamı yaratır. Bu korku ortamı
zorbalığın besleyici aşıdır. Korku, düşüncenin özgür ifadesini, kendiliğinden,
kısıtlar. Köyde muhtarı eleştirirsen o da sana gerekli bir yazılı belgeyi
vermez. Özgür düşüncenin kısıtlanması zorba
idarenin başta gelen özelliklerinden biridir.
Bürokrasinin bu özelliği
kendiliğinden kaos doğurmaz. Bazı hallerde bir düzenin devamına yardım eden
otoritenin sağlanması için yararlı olduğu da düşünülür. Fakat bu sadece otorite
kurallara saygılı olmak anlamına gelirse doğrudur.
Bürokrasinin, zaman
içinde, devletin halka zorbalık etme aracına dönüştürülmesi zorba devleti oluşturur.
Bu toplumun yavaş yavaş kendine güvenini yitirmesine neden olur. Çünkü her
işiniz önünüze çıkan devleşmiş bir zorbanın iki dudağı arasından çıkacak söze
bağlı olacaktır. Bu ezilmiş halk ürkek bir sürü gibi davranır. Türkün kentlere yeni
göçmüş ezik halkı ile 18- 19. yüzyılların devrimler yapmış eğitimli Avrupa toplumları
arasındaki temel fark budur. 20 yüzyılda uygar Alman toplumunun zorbalığa nasıl
boyun eğdiğini düşünürseniz, Türk halkının bugünkü ezik, boyun eğişi şaşırılacak
bir durum değildir. Kul toplumunun torunları az eğitimli ve fakir oldukları zaman
zorba bir yönetime karşı çıkamazlar.
AVRUPADA HİÇ BİR DEVRİM
OSMANLIDA OLMADI
Türk toplumu tepeden
gelen çoğu şeye boyun eğmiş, iyi ya da kötü diye genellikle direnmemiştir.
Avrupa’daki hiçbir devrim Osmanlı tarihinde olmadı. Savaşlarda ölen halk,
Kurtuluş Savaşı’nı yapan halk, Cumhuriyet Devrimlerine katılan halk bunlarla
beslenen halk, bunlar sahip çıktığına ilişkin hiçbir işaret vermeden 1950’de
iktidarı Bayar-Menderes ikilisine vermiştir. Kulluktan daha yeni kurtulmuş olan
halkın kendi tarihinin bilincinde olmadığının bundan daha açık kanıtı olamaz.
Kore’ye asker olarak gönderilmesi de doğru yorumlanması gereken garip bir olgudur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu gelişmelerin sadece bir iç karar sonucu
olduğunu kabul etmek olanaksızdır.
1950 sonrasındaki 50 yıllık
toplumsal gelişme bu günkü durumu yaratmıştır. Bu gelişmeler analizi zor
ekonomik, politik ve kentleşmeye bağlı sayısız kültürel komplikasyon içeren
olgulardır. Ve bunlarda Ortadoğu politikasını uygulamaya koyan ABD etkisi kesindir.
Irak Savaşı ve AKP
iktidarı bu gelişmelerin arkasındaki gücün kim olduğunun kanıtlar. Bu değişim
bu güne kadar süren bir iç montajın, bugün paralel denen ve olasılıkla
başlangıcında da aynı adla kurulan ikili bir dış kökenli iktidar komplosunun Irak
savaşından önce ayrıntılı olarak kurulduğuna işaret ediyor. Ordu içinde ve dışında,
gazeteciler ve aydınlar arasında yapılan acımasız müdahale ve buna yandaş olan
kalemlerin birdenbire ortalığı sarması bunun kesin gösterisidir. Son günlerde o
davaları gören savcıların yurt dışına kaçması ise tarihin bir onayıdır. Hatta
bu gün çok eleştirilen devlet üyelerinin savunma tedbirleri kişisel paranoyadan
çok paralel yapıya, yani dolaylı olarak ABD korkusuna bağlanabilir.
SINIR TANIMAZ KEYFİLİK
Fakat bu sualtındaki politik
gelişmelere paralel, başka bir iç paralel politika yapısı ortaya çıkmıştır. Bu
sınır tanımaz bir keyfilik ve yasa dışılıktır. Bu en tahrip edici etkisini kentleri
ve özellikle İstanbul’u yok eden inşaat
sektöründe göstermiştir. Bunun ülke için öldürücü sonucu sanayi gelişmesini
kösteklemesi, kent planlamasını yok etmesi, meclis otoritesini sıfıra
indirmesi, eğitim sistemine getirdiği ağır bir ortaçağ vurgusudur. Kaos bu
günkü iki taraflı bir korkuya dayanan, oraya buraya yalpalayan sistemin
durumudur.
Bu gelişmelerin yurda
getirdiği kargaşanın farkına varanların tepkileri ise ancak Gezi olaylarında ortaya çıkmıştı. Halkın
bu değişiklikten haberi olduğunu da 2015 Haziran seçiminde öğrendik. Bir
Osmanlı subayı olan babam Türk halkının olaylara tepki hızını hem komik hem
acıklı bir hikaye olarak yineleyip dururdu.
Bu bağlamda Türk halkını
suçlamak doğru olmaz. Çünkü köyden kente ancak son elli yılda gelen bu halk yeni
uyanan bir İslam toplumudur. Aydını, politikacısı, üniversite hocası da dahil, çağdaş
uygarlık düzeyinde olmayan bir 20 yüzyıl ürünüdür. Sayıları az olmasa da, bu tablonun dışına çıkabilecek aydınların sayısı
ülke nüfusuna göre çok sınırlıdır.
Avrupa’nın 500 yılda gerçekleştirdiği
devrimleri 1923-1938 arasında 15 yıla sığdırdık. Kuşkusuz bu ‘toplum devrim
yaptı’ anlamına gelmez. İslam dünyasında, sömürge aşamasından geçmeden, devrim yapan tek ülke olan Türkiye,
cumhuriyet, halk egemenliği, demokrasi, laiklik, çağdaş eğitim, devrimler
yapan, sanat ve müzik eğitimi yapan tek ülkedir. Mustafa Kemal, onun için, sadece
İslam dünyasının değil, dünya tarihinin de en büyük devrim lideridir. Buna en
hızlısı sıfatı da eklenmelidir. Anadolu halkının buna katılan gencecik
insanları da benim Anadolu okullarında öğretmenlerimdi.
‘TÜM İNSANLIK’IN
DIŞINDAKİLER
Sevgili Okuyucular,
Halk satıldığının farkında olmaz. Müslüman
halkların o düzeyde çağdaş kültürü sınırlıdır. Kentsel çevrenin görkemi Batı
ürünü, beyin yıkama yerli üründür. Bu durum yeni sömürgeciliğe ve despotizmin cehalete
yaslanan düzenine uygundur. Milyarlarca insan kimsenin umurunda değil. Tarih
boyunca sadece bir sürü olarak bırakılanlar ‘Tüm İnsanlık’ kategorisine üye olamamışlar.
İnsanların çoğunun yaşamı, şimdi biraz daha iyileşmiş olsa da, bir sürünme idi.
Fakat iletişim uyuyanları uyandırdığında fırtına olacak!
Sevgili okuyucular,
Olasılıkla bu dünya düşünemeyen canlılar için
yaratıldı. Akıl, evrimin yanlış attığı adımlardan
biri olabilir. Ama düşünenler sorgularlar, eleştirirler, direnirler. Tarih
boyunca farkında olmayan milyarlar için değil, aydınlanmağa başlayanlara yardım
edin. Onlar da yüzlerce milyon.
Asıl insani dayanışma budur.
***
Akıl ve Oy
Doğan
Kuban
Hiç bir toplum, etnik olarak bu kadar karışmış bir dünyada,
aptal değildir. Hele Türkiye gibi genetik çorbası sayılamayacak kadar çok öğeden
oluşan, eski dünya coğrafyasının göbeğindeki bir ülkenin insanları için
aptallık söz konusu değildir. Fakat kültürel davranış bağlamında, aptallık
birikmiş ve koyulaşmış toplumsal cehaletin bir fonksiyonu olarak anlaşılırsa, zeki
bir adamın aptallığı başka bir içerik kazanır.
Bu da güncel yaşamda
zeki sandığınız bir adamın, dünyanın çoktan çözdüğü sorunlar karşısında,
geleneksel bir kültürel tıkanma içine hapsedilmiş olduğunun işaretidir. Geri
kalmış ülkelerin dünyaya göreceli olarak az açılmış halkları bu hapishanenin mahkumlardır.
Bedelini toplum olarak öderiz.
Türkiye halkına
atfedilen aptallık, geleneksel kültürün
dünyaya açılmamış pencereleridir. Bu, toplumsal cehalet denilen şeydir. Televizyon,
otomobil, gökdelen, telefon, AVM geleneksel kültürünün pencerelerinin bazılarının
açılmasını sağlayabilir. Fakat hepsinin açılmasını sağlayamıyor.
Tarihte bu pencereleri devrim adı verilen toplumsal depremler açmıştır.
Yazı ile, dinlerle, bilimle, sanatla, teknoloji ile, felsefe ile, ve örgütlenmiş
toplumların insan ilişkileri bağlamında bilinçlenmeleri sonucu gelen bu
devrimler, çağdaş dünyayı yaratmıştır. Fakat bu aydınlanmalar dünya
toplumlarına, coğrafi, tarihi nedenlerle, homojen olarak dağılmamıştır.
Türkiye insanı aptal
değil, fakat sayısız güncel konuda neredeyse kör cahil, ya da kaygı veren bir
vurdum duymazlık sergiliyor. Bunları ayrıntılı olarak sergilemek zorundayız.
Toplumu ve kendimizi tanımlamaz ve davranışlarımızı yeterince kontrol edemezsek
bugünkü kargaşadan kurtulamayız. Çağdaş kent uygarlığının temel ilkesi
paylaştığımız yaşamda birbirinin hakkına saygıdır. Bu ayni zamanda bir insanlık
ilkesidir. Kalabalıkta herkes birbirini iterek yürüyemez.
TEPKİ VERMEYEN TOPLUM
OLURSAK
Giderek daha karmaşık
hale gelen dünyanın cahil toplumların
geri kalması dünyadaki değişmelere olumlu tepki verememekten kaynaklanıyor.
Açılmamış kültür pencereleri dünyayı algılamalarına olanak vermiyor. Ne
izleyebiliyorlar. Ne de nefes alıyorlar. Bizde bir politikacı büyük bir hata
yapıyor, ya da suç işliyor. Bir şey olmamış gibi işine devam ediyor. Toplumdan ses
çıkmıyor. Toplum kültürünün o penceresi kapalı. Aynı suçu işleyen Avrupalı
işinden oluyor, ya da istifa ediyor. Oraya yasal bir yama yapıyoruz. Yama
politik bir basın kampanyası ile unutuluyor. Bunlar çoğaldıkça toplumsal yaşam
yamalı bir bohçaya dönüşüyor. Yasalar, yönetmelikler birbirlerinin yırtıklarını
yamalıyorlar. Kötü planları daha kötü planlar yamalıyor.
Yetersizlik, toplumsal cehaletin
her alana yansımasıdır. Ekonomik yama, hukuksal yama, eğitimsel yama, örgütsel
yama, politik yama.
Her halde bütün aklı
erenlerin farkına vardığı gibi, yamasal hukuk
torba yasalardır. Torba yasa, topluma egemen olan yamalı bohça
psikolojisinin yasalara yansıyan adıdır.
YAMALI TOPLUMSAL DÜZEN
Eğitim tam bir yamalı bohçadır.
İlkokuldan üniversiteye kadar her eğitim kurumunun devlet, özel, vakıf türleri
var. Hocalar üniversitelerin kadro alamayan, az maaşlı hocaları. Hoca başına
öğrenci sayısı, ya da eğitim niteliğinden, yayın sayısından söz etmeyelim. Bir de
eğitimin kalitesini düşüren bir virüs var: Türkçe
bilmeyenlere İngilizce öğretim.
Toplumsal kargaşa açık
olarak gazete ve televizyonlara yansıyor. Hiç bir uygar ülkede bu kadar kaza,
kadın cinayeti, bu kadar yolsuzluk, bu kadar yasa dışılık, kural tanımazlık,
polis baskısı suçlu gazeteci, hiç suçu olmayan politikacı, alay edilen
politikacı var mı?
Bunların çokluğu Türkiye’yi
Avrupa’dan uzaklaştırdı. En iyi
dostlarımız, Türkiye’de arsa ve bina alan petrol şeyhleri. Bunlar dünya
basınından öğrendiğimiz kadar, dünyanın
en zengin despotları. Fakir İslam dünyasının petrol ağaları büyük
dostlarımız oldu. Türkiye’nin bu büyük tuzağa nasıl düşürüldüğünü 1951 Kore
Savaşından başlayarak biliyoruz. Ama halk ne bir şey hatırlıyor, ne de gördüğünü
değerlendirecek bir bilgisi var.
Türkiye halkı en büyük bilinçli
tepkisini haziran seçimlerinde gösterdi. Menderes’den 65 yıl sonra. Fakat
verdiği oyun bir sonuç vermediğini de öğrendi. Bu politik oyunu anlayacak
bilgisi yok. Bunca yıl oy toplama şampiyonları halka iktidarda onların oyları
ile oturduklarını söylediler. Ama oy alamazlarsa ne yapacaklarını söylemediler.
Şimdi yamalı bohçayı bir çarşafla değiştirmeyi düşünüyor olmalılar.
DEMOKRASİ ÖYKÜSÜNÜN SONU
Sevgili Okuyucular,
Cahil toplumun demokrasi
hikayesi son seçimde bitti. Ama daha çok dinleyeceksiniz. Biz 1950’den bu yana
içini boşalttığımız demokrasi kavramını, ayni şekilde içini boşalttığımız ‘din’le
birlikte , bu toplumun düşsel standartları olarak dayattık. Her şeyin sonu, bütün kurumların kimliklerini
yitirmesiyle geldi. Her kurumun adı var, bazen görkemli yapıları var. Ama etkinliği
simgesel. Toplumsal cehalet temelde bu anlama geliyor. Büyük Millet Meclisi,
anayasal kurumlar, öğretim, sendikalar, demokrasi, hukuk, yasalarla ve uluslar
arası uygulamalarla tanımlanmış işlevlerini
yerine getiremiyorlar.
Toplumun cahil
geleneğinden miras kalmış kapalı pencereleri var. Bunun en basit örneğini
seçimde gördük. Partiler, yıllardır hırsız, soyguncu vb., diye suçladıkları parti
ile koalisyon yapmak için kuyruktalar. Namuslu insanlar ‘AKP iktidarda oldukça %51
oy demokrasi idi, muhalifler %60 oy alınca demokrasi bitti mi?’ demeyi akıl
etmezler mi?
Halk bu çelişkileri
anlamıyor. ‘Demek şimdiye kadar yalan söylüyorlardı’ diye düşünebilir. Ama politikacılar
gibi ince numaraları bilmez. Bu basit olgu, politika dediğimiz sözde demokratik mekanizmanın halkı yalanla
avuttuğunu gösteriyor. Bizde Demokrasi, politikacılar arasında oynanan
oyunun adına indirgenmiştir. Bunun sağdıçları da gazetecilerdir.
Neden ‘Demokrasi deyip
duruyoruz? Demokrasi insanlar arasında eşitlik olduğunu ifade eder. Bu adaletin de tanımıdır. %60 oyun gücünü Meclis’e aktarma olanağı
yoksa, demokrasi yoktur. Bazı yasal mekanizmalar bu gecikmeyi ya da yok etmeyi
sağlıyorsa neye güvenebiliriz?
Eğer ülkenin
kurumlarının başına gelenleri incelerseniz, bugün yırtılanı yarın yamayan bir
sistem, daha doğrusu, bir ‘ha babam sistemi’ çalışıyor. Bunu en tipik örneği
‘torba yasa’dır. Başka yasaların ya da yasal olmayan uygulamaların açıklarını
kapatıyor.
Bu yamalı bohça
mekanizması Avrupa’nın Rönesans’tan sonra yüzlerce yıl içinde, insan için daha uygun
transformasyonlara yol açan gelişmeler sürecine benzer bir mekanizmadır. Avrupa
o gelişmelerle dünya egemeni olmuştur. Onun sonucu uygarlığın son aşamasının da
Avrupa’da gerçekleşmesidir. Bizdeki gelişme Türk toplumunu bugünkü kaosa
getiren ve Cumhuriyetin bütün kazanımlarını
yok eden bir ters mekanizma sonucudur.
AKIL GERİDE, DUYGU VE
TUTKU ÖNDE
Uygarlık, kişisel aklın kazanımlarının toplumsal akla
dönüşmesi ve orada birikmesidir. Bu birikim zaman içinde
oluyor. Uygarlık daha ulaşılmamış bir ideal. Kişiler binlerce yıl önce bugün
hala ulaşılmamış insani idealler tanımlamış olabilir. Çünkü modern bilimin
keşfettiği gibi, insan hep aklıyla değil, duyguları ve tutkularıyla da
davranıyor. Örneği de, uygar diye bildiğimiz toplumların son bir yüzyılda
dünyayı sürükledikleri savaşlar. Böyle kaos dönemlerinde kavramlar dans etmeğe
başlar. Geri kalmış toplumların kaos ortamına girmeleri için savaş gerekmiyor.
Türkiye’nin en temel kaos’u
planlanamamış azman kent ve onun ayrılmaz öğesi olan otomobildir. Savaş dışında
en büyük cinayet aleti otomobildir.
Gerçi otomobil sahibi olmak isteği, insanın başka ilkel tutkularını karşılamağa
yarıyor. Kimse insan öldürmek amacı ile otomobil almıyor. Teröristler hariç.
Fakat otomobil insan çevresini çirkinleşiyor, kirletiyor, gürültüye boğuyor ve
mekanikleştiriyor.
Akıl yani uygarlık kontrol
ederse, kent Berlin, edemezse İstanbul oluyor. Oy mekanizmasının kaosdan yana işlev
görmesi planlanmış bizim ülkemizde. Ama, ‘Yalancının
mumu yatsıya kadar yanar’ diyen de bizim aklımız.
CBT 1483, 21 Ağustos 2015
***
ABD ve AB Bir Kürt Devleti
İstiyorlarsa
Avrupa halkları ve devletleri arasında Kürtlerin bağımsız
bir devlet kurmasını isteyenler çoğunluktadır. Belki de hepsi. Onlar için
Müslüman Ortadoğu’da gelişmemiş, zavallı bir Batı aracı daha olması sadece bir
pozitif gelişme olur. Birleşik Amerika bir Kürt devletini Birinci Dünya
Savaşından bu yana politikası için daha uygun görmüştür. Bu onların İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra da kesinleştirdikleri bir politik doktrindir. Nedeni
İsrail’in varlığı ve Arap petrolüdür.
Doğan
Kuban
Kürt devletine engel Kürtlerin
İran, Türkiye, Irak ve Suriye’ye dağılmış olmalarından kaynaklanıyor. Fakat aynı
coğrafyayı, yani Yukarı Mezopotamya ve Kuzey Suriye’yi (Harran) işgal
ediyorlar. Araplar ve İranlılar arasında Hint-Avrupa kökenli dillerini Antik
çağlardan bu yana koruyorlar. Ksenofon
‘Onbinlerin Dönüşü’ adlı ünlü kitabında
onlardan söz eder. Bu, bütün Çağdaş Batı’yı onlardan yana getirmek için
yeterlidir.
Tarihi açıdan diğer iki özellik
var: Müslümanlık ve Haçlı savaşları. Sonuncusu bir Ortaçağ hikayesidir. Yahudi
sorunu ve Filistin yüzyıllık ve Batı lehine çözülmüş bir hikayedir. Temelde
İslam ülkelerindeki fiili sömürgeciliğin
sona ermesi karşılığı olarak görülebilir.
BUGÜNKÜ DURUM DEĞİŞİK:
Irak gitti. Kuzey Irak
Barzani’nin, Musul petrolleri de Kürtlerin elinde. Kuzey Suriye’ye de Kürtler
egemen. Türkiye en kalabalık Kürt nüfusun yaşadığı ve en büyük alana ve ünlü
kentlere sahip oldukları temel ülke. Kürtler 19. Yüzyılda üç kez Osmanlılara
isyan etmişler, Cumhuriyet döneminde Dersim İsyanını yapmışlardı. Çok uzun
yıllardan bu yana da PKK’ları var. Cumhuriyet döneminde, Osmanlı döneminde de
olduğu gibi, yeterli bir toprak reformu yapıp aşiret düzenini ortadan kaldıramadık.
1934’te ilkokul üçüncü
sınıfta Elaziz’de okurken dağdan Kürtler
inecek diye korktuğumuzu anımsıyorum. O yıllarda kış geldiği zaman Elaziz’den
Diyarıbekir’e gidilemezdi. Ona karşın, İkinci Dünya Savaş içinde üniversiteye giderken
en iyi arkadaşlarım arasında Kürt te vardı.
Türkiye Cumhuriyetinin görkemli
günleriydi. O yıllarda Türkiye’de yaşayan sayısız etnik grup arasında etnik,
dinsel ve dil açısından ayırım yapmadık.
DİN, DİL, IRK, MEZHEP
KAVGALARI
Cumhuriyet bunu çok uzun
yıllar korudu. Fakat 1950 dincilik akımları
ile birlikte başlayan ırkçılık
akımları giderek güçlendi. Din, dil, ırk, mezhep kavgaları 1970’den sonra politik kavga araçları olarak topluma şırıngalandı.
Bunun dış odaklı olduğuna inanıyorum. Fakat buna parasal ve politik nedenlerle alet
olan iç odaklar olduğunu da unutmuyorum.
Çoğu kez, tarih ve strateji yoksunu, ilkel yerel
politikalar ürünü olan kavgaların, ülkenin dengesini bozması ve giderek
ülkenin parçalanmasına yol açacak bir yara olması, kapitalist ekonominin her
şeyin satın alınması yöntemine uygun yaşamın ülkeye yerleşmesi, ve Irak Savaşı
sonrasında Amerika’nın yeni Ortadoğu planlarının uygulanması sonucudur.
O dönemde Türkiye
ideoloji olarak Cumhuriyet ilkelerini dışlamış, pek çok Ortadoğu ülkesi gibi Amerikan
politikasının piyonu olmuştur. Bu bağlamda ABD’yi suçlamak anlamsızdır. Bu işbirlikçilik, gelişmemiş ve aç ülkelerin
yapısından kaynaklanıyor. Bu da çağdaş sömürünün ekmeğine bal sürüyor.
Ortadoğu’yu Amerika ve
İsrail politikalarının yönettiğini söylemek harcıalem bir bilgi. Arkalarında Yahudilik,
Hıristiyanlık, onlara bağlı Müslüman düşmanlığı ve Petrol var.
TÜRKLERE SAYGININ 3
NEDENİ
Filistin gideli çok oldu.
Kala kala Müslüman Gazze kahramanları var. Her ülkede birkaç tane. Ama
İsrail’in adam başına geliri Suudi Arabistan’dan çok daha fazla. Bunun nedenini
de bilmeyen varsa, Müslüman halklara akıl öğretmeğe kalkmasın. Lübnan ve
Suriye’de önemli Hıristiyan azınlıklar var. Mısır’da da büyük bir Kopt
Hıristiyanlığı var. Bu ülkelerin hem iç, hem dış statüleri ve Batı ile
ilişkileri kendine özgüdür. Osmanlı Devleti de öyle idi.
Bu statü, özellikle
azınlıklara karşı davranışlar, 1970’den sonra düşmanlık yönünde değiştikten sonra,
Türkiye, Batı gözünde, barbarlığına ek olarak, Suudi Arabistan düzeyinde bir
dinsel kategoriye indirildi. Bunun sonuçlarını Batı ile ilişkili bütün Türkler
öğrenmiştir.
Eğer Türklere yurt dışında bir az saygı
gösteriliyorsa bu sadece Cumhuriyeti kurmalarından gelen niteliklere saygıdan
kaynaklanır. Laiklik, kadın statüsü ve
modern eğitim bunun başlıca araçlarıdır.
Günümüzde bunların hiç biri Türkiye’nin özelliği
değildir. Onun için evrensel ekonomik yaşamda bir tüketim sömürgesi olarak algılanan Türkiye’nin, sınırlarının
değişmesi dünyada kimseyi ilgilendirmiyor ve rahatsız etmiyor.
BATI VE KÜRTLER
Bu bağlamda Kürt bağımsızlığı
dünya ajandasında Türkiye’dekinin tersine, bir kurtuluş savaşı olarak algılanıyor. PKK’nın bir terör örgütü olarak
kabul edilmesi ise Kürt halkının Türklerle eşit haklara sahip olması ve
Kürtlerin parlamentoda bulunmalarından kaynaklanıyor. Fakat bu yasal ve formel
eşitlik, çok uzun yıllar Kürtlerin Doğu illerinde gördükleri baskının anılarını
ortadan kaldırmıyor.
Bu arakesitte bize özgü bir özellik var: Fakirlikten,
kendi aşiretlerinin baskılarından, devlet baskısından kurtulmak için Batıya göç
ederek Türklerle bütünleşen orta sınıf, ya da Batıya yerleşen büyük göçer
grupları Türkiye’deki Kürt nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturuyor.
Bunların çoğunluğu Kürt topraklarında
değil, büyük kentlerde ve batıda yaşıyor. En eğitimli onlar. Türk
üniversitelerinde okudular. Profesör,
doktor, avukat, büyük iş adamı, zengin müteahhit oldular. Türk
parlamentosundalar. İçlerinde Cumhurbaşkanı olan bile var. Aslında değişik
etnik kökenlilerle kaynayan Anadolu’da bu doğal bir gelişimdir. Almanya’daki
Türkler gibi, İstanbul Kürtleri Hakkari’ye dönmek istemiyor. Bu da Kürt sorunun
çekirdeğini oluşturuyor.
Bugün yörelerinden uzaklaşmamış
köylü ve kentliler ve yörelerine politik nedenler, milliyetçilik ve kökeni karışık
nedenlerle dönmüş olanlar, PKK terörüne karşı çıkma cesareti gösteremezler.
Türkiye’nin hiçbir köşesinde kimse, kökeni ne olursa olsun, zorbalığa karşı
çıkacak cesarete fazla sahip değildir. Gazeteler bu konuda her gün yeterince
örnek veriyor.
POLİTİK OYUNLAR VE
ÇÖZÜLEMEYEN SORUN
Kürtlerin yurt içindeki
durumu İngiltere’de İskoçların, İspanya’da
Bask’ların durumu ile aynıdır. Fakat orada demokratik ortamda çözülen sorunlar,
Türkiye’nin demokratik olmayan ortamında, politik oyunlara alet olmuş, oy
kazanma aracı olarak kullanılmış, çözülmeden ve topluma pahalıya mal olarak, kapatılmıştır.
Bu gözlemleri, ayrıntılı olarak çok iyi yapan araştırmacılar var.
Geçmişi ve yurt dışı
gelişmeleri anımsamadan gelişen düşmanlık söylemi ve cinayet ve terör eylemi
akıl dışıdır. Bunu politik olarak yapmak Türkiye’yi parçalamağa itmek ve 12. yüzyıldan
bu yana, şu ya da bu şekilde, birlikte yaşamış halkları Müslüman olmayan
emperyalizmin kucağına atmak demektir. Bu hiç bir islami ya da yöresel politikanın
temeli olamaz. Dünya hiç aldırış etmeden
Türkiye parçalanır. AB’nin bir Asya adası olan Kıbrıs’ı, bir Hıristiyan ülkesi olduğu için, Avrupa Birliğine
kattığını unutmayalım. Bugün Türkiye lehine her kararda bir Kıbrıs vetosu var.
Amerika ve Avrupa’nın
petrol ortakları Arap şeyhleridir. Bizim Hükümetin en iyi dostları da onlar.
Büyük İslami kültür ülkeleri Mısır, Suriye, Irak ve İran iyi dost değil. Araplar
Türkleri sevmez. Onları Müslüman saymayan da gördüm. Arapça konuşmayanı bile
Müslüman saymayan bir Faslı imamı anımsıyorum.
Arapların Türk düşmanlığı
örneklerini Birinci Dünya Savaşında görmüştük. Zaten tarih bilmeyen kırsal
kültürlünün ‘Lawrence of Arabia’
adlı filmi görmediği de kuşkusuz. Halife’nin Osmanlısını düşman bilen Arap,
bugün Cumhuriyet dostu mu oldu?
Türkün cahil
politikacısı için bunları öğrenmenin yolu tıkalı mı?
CBT Sayı 1482, 14 Ağustos 2015
***
TÜRK TARİHİ EĞRİSİ, 65 YILDIR
AZALAN EĞRİ UCUNDA
Ölen Gencine Acımayan Toplum
Uygar Değildir
Şarkı söyleyenle onu
öldüren yirmi yaşında iki genci birbirlerinin karşısına getiren bir düzen,
insanlık adını taşımamalıdır.
Doğan
Kuban
Yıllardır uygarlık basamaklarında
asılı kalan Türk toplumunun kültürünü kendime göre tarihi analizler yapıp,
dünya kültürü ile karşılaştırarak anlamağa çalışan biri olarak, hep iyimser bir
tavırla bizim insanların eskiden ve şimdi yaptıklarını öğrenmeğe çalıştım.
Fakat güncel olayların küçüğü ve büyüğü, 90 yaşına kadar iyimser kalan bir
düşünceyi bir yıl içinde devirdi.
Bu kötümserliğe neden
olan ve birbirleriyle ilgisiz gibi görünen olaylar, eğer nalına, mıhına
girişirseniz, saymakla bitmez.
Para
akışının en yoğun olduğu ve neredeyse bütün halkın, şu ya da bu şekilde,
‘Kaçak’ sözcüğü çevresinde, katılmak zorunda kaldığı, bilgi yoksulu, arsız bir
gayya kuyusu olan inşaat sektörü başta
olmak üzere, temelde tümü, uygarlaşamamış bir toplumun, kişi ve grup
boyutunda, gelişmemiş güncel davranışlarını, bilgisizliğini ve entelektüel
hamlığını yansıtıyor.
Kişi boyutunda bu
anlattıklarımın karşıtları da kuşkusuz var. Fakat onların varlığı, bu üst üste
biriken ve kabaran bilgisizliklerin, kabalıkların toplumu neredeyse boğan
etkilerini azaltmağa yetmiyor. Toplum boyutunda, bazen alay konusu olan, fakat
komikten çok, dramatik boyutlara ulaşan kaygı verici bir bunalım dönemde
yaşıyoruz.
İŞTE BAZI GÖZLEMLER:
Bir kadın fırına girdi. ‘Şu
krikkrakların tadına bakabilir miyim? Fırıncı, ‘Alacaksan alırsın. Ben
aldıklarımın tadına bakmam.’ Kadın ‘Ben bir doktorum’ dedi. ‘Ukalalığından
belli!’ yanıtını aldı. İçimde insana saygıya ilişkin bir uygarlık boyutu
kırıldı.
Bir dost evimize bahçesinden bir kutu
elma göndermişti. Güzel bir jest! Yarısından fazlası çürük çıktı. Jeste anlam
kazandıracak dikkat noksandı.
Gençlerin yaşlı meclislerinden uzak
durmaları doğal. Fakat aile güçlü bir birimdi. Köylüler arasında hala önemli.
Toplum dayanışmasını sağlayan bir bağ. Bugün çok zayıfladı. Oysa ahlakın ve uygarlığın
da geriden gelen kanalları bunların açık olmasına bağlı.
Ticari ürünlerle ilgili haberler ürkütücü.
Ünlü firmalardan birinin tarihi eskimemiş
süt kutusunu açtık. Bozuk çıktı. Elma kesmek için eve yeni alınmış
gösterişli bıçaklardan beş tanesi işe
yaramadı
Bir gazete açtık. Polis silahsız birini
vurmuş. PKK iki polis infaz etmiş (?!). Kin sınırsız. Bir kaç gün önce Suruç’ta
bir canlı bombacı tarafından, 32 Türk genci öldürüldü, 100’ü yaralandı. Bir
politikacı ölenleri suçladı. Acımak kavramını sözlüğünden silmiş.
Jetler PKK ve İŞİD kamplarını
bombalamışlar. Adres belli değil. Bunu Amerika da yapıyor. Onlarda adres belli.
Cinayet, maskeli soygun, kaza, intihar, cenaze törenleri. Bunlar günlük kıyamet
haberleri gibi. Ama ‘rating’ yapıyorlar. Her gazete onlarla dolu. Sayfalarını
açmağa cesaret edemiyorsunuz.
Hükümet kurulamıyor.
Politik pazarlık, ulusun iradesinin hakkından geliyor. Mecliste muhalefet
çoğunlukta imiş? Vadesi geçmiş hükümet savaş kararı alıyor. Özgürlük sözcüsü
CHP koalisyon hesabı yapıyormuş.
Metro’yu su basmış. Yapı ve toprak
spekülasyonu haber değil Türkiye’de. Çünkü gazete sayfalarına sığmaz.
400.000 lise öğrencisi
sınavları kazanıp üniversiteye girememiş. Ama 1.000.000’uncu İmam…. Hatip
diyorlar ama, ne Türkçe ne de Arapça bilmedikleri için ben inanmıyorum.
Akdeniz’de 40 kaçak göçmen boğulmuş. Kaçmasalardı.
Geçiş ücretini de peşin ödüyorlar. Tam bizim fırıncının istediği müşteri.
Gazeteler ‘zihne küşayiş veren’
haberleri de ihmal etmiyor. Sosyete güzelleri, sakallı dostları, dekolte
giysileri ve iç gıcıklayıcı pozlarıyla gazete sayfalarında arz-ı endam
ediyorlar. İngiliz ya da Hollanda futbolcusu, törenle karşılanıyor. Yılda
bilmem kaç milyon dolar alacakmış. Türkiye’de 5.000.000 işsiz var.
Avrupa basını Türkiye
politika değiştirdi, diyormuş. Yani uçaklar başkalarını bombalayacak.
Yanında kara çarşaflı
kadınlarla dolaşan sakallı, biçimsiz kılıklı adamlar görürsek İŞİD’li olup
olamadıklarını bilemeyeceğiz. Ama içimize bir ateş düşecek! Acaba allame-i
kiram ne öneriyorlar?
Gerçi Mercedes’in içinde
altın kaçıranları da bilmiyoruz. Bu ülkede her gün işitip, içeriğini
öğrenmediğimiz o kadar çok şey var ki !
Doğrusu biz anayasayı,
yasaları, tarihimizi, coğrafyamızı ve dilimizi de bilmiyoruz. Onun için bütün
bu olanlara ne diyeceğimizi de bilmiyoruz. Nedenleri değişik. Fakat temel
cehalet.
GENÇLERİN İDEALLERİ ÇOK
SOMUT
Sevgili Okuyucular,
Yaşlandığımız dünyanın
sonuna gelmiyoruz. Yeni bir şeylerin başına geliyoruz. O yeni şeyi görüyoruz.
Ama ona tam katılamıyoruz. İletişim çağı böyle bir başlangıç. Biz gençlere
yetişemiyoruz. Onlar da bizim sorunlarımızı tam anlamıyorlar.
Fakat şimdiye kadar
insanların en akıllı olanlarının ulaşmaya çabaladıkları bir düzey var. Çünkü
insanoğlu kendi varlığı üzerine kurulu bir özgül değer taşıyor. Bu çağdaş
uygarlığın da ulaşamadığı bir düzey. Belki de bir hayal. Belki de insana
gerektiğinden çok değer veriyor. Aklı yüceltiyor. Sevgi ve Ahlakı yüceltiyor.
İnsan yaşamının önemini vurguluyor. Bazen ölümsüzlük hayalleri kuruyor.
Felsefede, sanatta, edebiyatta aklı şaşırtan duygusal zirvelere ulaştığımızı
düşünüyoruz. Bunlar genç kuşakları, bundan böyle, bizim gibi etkilemeyebilir.
Bilimsel olarak, bunların geçmiş koşullar içinde ulaşılmış halusinasyonlar
olduğunu keşfedebilirler.
Fakat geçmiş kuşakların
bugüne kadar hal gerçekleşememiş idealleri çok somut. Bu, fiziksel yoksullukları atlatmış, sömürülmeyen ve öldürülmekten
korkmayan bir insanlık. Bu basit amaçlar, eski ve yeni kuşaklar için, hala
ulaşılmamış bir uygarlık aşaması. Yaşlılarla gençlerin iletişimini hala
sağlayan da bu konu.
Türk insanı, ne
yaratılış olarak, ne zekasıyla başka toplumların insanlarından daha kötü değil.
Böyle bir genelleme hiçbir ülke için söylenmemeli. Sorun, bazı olumsuzlukların üst üste geldiği, ya da örtüştüğü ve buluştuğu bir
tarih arakesitinde bulunmamız.
TÜRKLERİN TARİH GRAFİĞİ
Türklerin tarih grafiği 1300
ile 1453 arasında bir maksimumda idi. İmparatorluğun çöküşünde bir minimumda,
Kurtuluş Savaşı ile 1938 arasında bir maksimumda, 2015’de 65 yıllık bir azalan
eğrinin minimumunda bulunuyor.
Bugün ülkenin bünyesi bir yobazlığı, bir
PKK’yı, belki de bir İŞİD’i doğuran olumsuzluklar içeriyor. Ve bunun
semptomları bu yazının başındaki, irili, ufaklı uygarlık dışı bütün
davranışların temel nedenidir. Bir toplumun tarihini matematiksel bir olasılık
eğrisine indirgemek fazla abartı olur. Bu sadece bir metafor.
Fakat burada söz konusu
etmediğim sayısız olumsuz davranışın her gün bir köşede patlak vermesi
dikkatimizi, belki normal koşullarda ikinci plana bırakacağımız bazı sorunlar
üzerinde yoğunlaşmamızı gerektiriyor.
65 yıldır ilk kez sağcı
bir iktidara karşı çıkan bir çoğunluk var, mecliste. Fakat bu olağanüstü
sonucun mecliste koalisyon konuşmalarıyla geçmesine neden olan partiler var.
İŞİD denen sözde bir dış gücün, Türkiye içinde etkinlikte bulunması, HDP’nin
seçim başarısına karşın devam eden PKK terörü. Amerika ve Avrupa karşıtı bir
politika sürdüren desteksiz bir hükümetin İncirlik Hava Alanının kullanılmasına
izin vermesi gibi garabetler var. Bu sivri olguların ötesinde bunları
destekleyen toplumsal hastalıklar, kişilerin kabalığından, güçlü bir
‘desinformation’ dalgasına ve ekonomik çöküntüye düşüş var.
Bu yeni bir tarihi minimumdur.
Yükselme işareti olabilir mi? Bu gerçekleşmeyebilir. Ama umut hala son seçimin
işaret ettiği yöndür. Örgütlü politika bu düzeyden aşağıda olduğu izlenimi
vermektedir.
Türkiye’de akıllı
odaklar ve insanlar var. Biraz aydınlanmak için Yılmaz Özdil’in 26 temmuz Sözcü gazetesindeki makalesini okuyun.
CBT sayı 1481, 14 Temmuz 2015
***
Temel Sorunumuz Özgürlüktür
Uygarlığın temel özelliği,
insan hakları düşünme ve düşündüğünü söyleme özgürlüğüdür. AKP özgürlük sözü
veriyor, CHP de bunu sağlayabiliyorsa, koalisyon yapsın!
Yapamazsa kilidi kendine vurmuş olacak..
Doğan
Kuban
Norveç’te,
ABD’de, Fransa’da terör cinayetleri oldu. İslam ülkelerinde de günlük haber.
Şimdi de Türkiye’de. Yüzlerce insanı hedefleyen toplu cinayetlerde 32 ölü! Biz
bunun on katını maden kazasında, yüzlerce katını trafik kazalarında, binlerce
katını iç savaşlarda gören, cinayete kanıksamış bir toplumuz.
Dünya
nüfusunun kontrolden çıkmış büyüklüğü, her olan biteni doğal olarak gösteren
paraya kilitlenmiş modern kapitalizm, ve bunu sürdürebilmek için harekete
getirdiği mekanizmalar ve kontrol ettiği medya, cahil insanların gözlerine
perde çekiyor. Vurdum duymazlık yıkanmış beyinlerin ataletinden kaynaklanıyor.
Çağdaş
tüketim politikasının kişi yaşamına sokuşturduğu çöplük, spor tutkusu, ünlü
sevgililer, otomobil reklamları, televizyon, telefon günlük yaşamın bütün az
gelişmiş, entelektüel olmayan içgüdülerini besliyor. Şikayetini dile
getiremeyen, kargaşa içinde bir insanlık.
Kılıçdaroğlu
‘Gün suçlama günü değil!’ demiş. Bunu, ülkenin kargaşaya düşmesinden çekinen
politik bir tavır olarak kabul edelim. Diğerlerinin hiç bir açıklama
getirmeyen, hedef saptıran hamasi mesajlarını da unutalım. Fakat bu cinayetin
politika dışında boyutları yok mu? Acılar gazete haberleri gibi, çöp sepetine
mi gidiyor? Bütün yaşam sevincini yitiren aileler, ölmek isteyen anne ve
babalar var. Bu kanlı cinayette öldüren cennete gideceğini sanan bir ideolojiye
sahip. Öldürülen gençler insani bir ideoloji için toplanmışlardı. Tarafların
ideologları var. Bunların arasında cinayetleri kınayan ideolojiler egemen
olamıyor.
Cinayet
haberi, bir takıma gelen yeni futbolcu, piyasaya yeni çıkan bir otomobil kadar
etkili değil. Bu bağlamda politikacılar, politik reklamcı olarak görev
yapıyorlar. İnsan, toplum, ahlak, vatan kurtarmak kadar önemli değil.
BAŞAŞAĞI
GİDİŞ
Bütün
ekonomik göstergeler yokuş aşağı gidiyor. Eğitim yerlerde sürünüyor. Türkiye,
hırsız, cani, cahil, ahlaksız, sömürülen bir toplum olmağa kuşkusuz boyun
eğecek bir ülke değil! Fakat suçların yoğunlaşması genetik bir patlama olabilir
mi?
Cinayet
furyasının insanlıkla, dinlerle ilgisi yok. Kaynakları saf değil. Terörizm,
uyuşturucu kaçakçılığı, silah kaçakçılığı, kara para kaçakçılığı ile aynı
düzeyde bir eylem. Canlı bomba fenomeni dışında cinayetlere alet olanlar için
açlık, emperyalizm ajanlığı, güç hırsı, para kazanmak gibi motivasyonlar da söz
konusu.
Tehlike buradan başlıyor.
Cinayete dönüşen hiçbir eylem insanlığı kurtarmamıştır. Din savaşları, uygarlık
savaşları, sömürgecilik, kölelik, esir ticareti... Bir milyar aç insan.
Barbarlarla savaş yok. Haçlı savaşları yok. Sömürge yok. Kızılderili tehlikesi
yok. Ama mafya, çete, terör, hırsız, soyguncu, zorba tehlikesi var.
Müslümanlar
birbirlerini kesiyor. Tarihte
cinayetler, değişik tabelalar altında, hep aynI amaçlarla yapılıyor.
Kahramanlar, kendini feda edenler, genel tabloyu değiştirmiyor. Ölen ölüyor.
Sömürü ve cinayet devam ediyor. Bu günkü cinayetlerin amacı da güç ve ona bağlı
servettir. Romalı aristokrat, Avrupalı dük ve kral, Çağdaş zengin, ya da
kalantor politikacı ayni koşularda yaşıyorlar. Ayni oranda insafsızlar.
Cinayetler ulusların sefaletini azaltmıyor. Öldürenler ve ölenler uluslararası
emperyalizmin kurbanları. Canlı bombalar bunu anlamadan kendilerini feda
ediyorlar.
KILIÇDAROĞLU’NUN
TUTUMU SAYGIN
Sevgili
Okuyucular,
Kılıçdaroğlu’nun
politik tutumu bir kaygı göstergesidir. Bu önemli bir tavır. Namuslu bir
politikacı olduğunu da kanıtlıyor. Fakat Suruç’taki gibi toplu ve politik
cinayet bağlamında, Türkiye’de politikacıların aşması gereken bir bilinç düzeyi
var. Bunu kişisel olarak aşmış olmaları sorunu çözmeğe yetmez.
Gazetelerdeki
yorumlar ve haberlerde bir sürü sorumlu sayılıyor. Başta İŞID. Sonra PKK, HDP,
AKP. Yapan da saptandı. Yapan bir kişi olduğuna ve bu suç odakları ortak
çalışmadıklarına göre, iddialar dayanıksız. Kılıçdaroğlu’nun tutumu aydınlık
kazanıyor. Ona özel bir değer de kazandırıyor.
Fakat toplumun sorunu farklı ve
bundan çok daha önemli. Birincisi Türkiye’den de
beyni yıkanmışların katıldığı uluslararası bir terör örgütü var. Bu sorunları
yaratanlarla koalisyon yapmağı düşünen bir CHP var. İşe suçlama yapmadan
başlasak bile, olayın nasıl geliştiğini analiz etmeyecek miyiz? Eğer AKP suçlu
ise işbirliğine devam mı edecekler? Halkın politik eğilimini bu kadar hafife
alan partiler politika mı yapıyor?
Bundan
daha önemli ahlaki ve kültürel bir sorun daha var:
Suruç’a gidenlerin eylemi doğru
muydu? Haklı mıydı? CHP ona katılıyor mu? 32 genç
insanın canı, nedeni sorulmadan, kim vurduya mı getirilecek? Burada
Kılıçdaroğlu’nun, aydınların, yazarların bir görüşü neden ortaya çıkmıyor, ya
da, vurgulanmıyor?
Türkiye’de
insanların bunu yapma hakkı var mı, yok mu? Bu özgürlük var mı, yok mu?
Devletin burada takınması gereken tutum ne olmalıydı? Gezi olaylarında polis yedi kişi öldürürse, İŞİD de 30 kişi rahatça
öldürür. Şimdi CHP bunlar tartışmaz ve ‘Suçlu aramayalım’ sloganı arkasına
sığınıp, koalisyon pazarlıkları yaparsa, bu uygar ve hatta politik bir tutum
olmaktan çıkar. İnsan özgürlükleri karşısında CHP’nin AKP’nin davranışlarını
onaylaması olarak da yorumlanabilir. Gerçi Kılıçdaroğlu ‘yolsuzlukların hesabını
sormamak, CHP’ye kilit vurmak demektir’ de demişti. Ama bundan koalisyon nasıl
çıkar? Bunu pek hesaplayamıyorum. Çünkü cahil ve kafası karışık bir toplumda
poker masası blöfleriyle yaşıyoruz. Adetim olmadığı halde, hiç sevmediğim
politikadan söz ettim. Üstelik ad kullanarak. Özür dilerim. Fakat Kılıçdaroğlu
en güvenilir politikacılardan biri. Ve ölenler torunlarımdan daha genç. Çok
canım yandı.
SORUNUN
CAN ALICI NOKTASI:
Batı
uygarlığı bir kavramı aydınlattı: İnsan,
toplumu idare eden politik sistemden daha önemlidir. Büyük bir sanatçı,
büyük yaratıcı bilim adamı ve düşünür yanında bir politik unvanın tarihi önemi yoktur.
Politikacının
unvanının içi ancak iki koşulla doldurulur: Birincisi insan sevgisi, ikincisi
düşünür olmak. O zaman politikacı da büyük insan olabilir. Ama tarihin çöp
sepeti ünlü krallarla doludur. Kimse yaptıklarını anımsamaz. Yaptıkları
kötülükler bile unutulur. Sadece Yezid
gibi adları kalır. İnsanlar her kötülük yapana ‘yezid’ demeğe yatkındır.
Başta
Avrupa ve sonra ABD dünyanın en uygar ülkeleri. Buna şüphe yok. Fakat bu
uygarlık kendi içlerinde, kendi evleri için. Dünyaya öyle davranmıyorlar.
Özellikle Amerika acımasız. Olayları saymağa değmez.
Bu uygarlığın temel özelliği,
insan hakları düşünme ve düşündüğünü söyleme özgürlüğüdür.
Bu da demokrasi denen politik sistemin temelidir. Bu olmadığı zaman Batı
uygarlığı yoktur. Amerikalı Müslümanlara Amerikalı gibi davranmaz. Yahudilerin
davrandığı gibi davranır.
Şuhud’un
düşündürmesi gereken özgürlüktür. Ülkeyi sağduyuya ulaştıracak tek yol
koalisyon’dan önce özgürlüktür. AKP
özgürlük sözü veriyor, CHP de bunu sağlayabiliyorsa, koalisyon yapsın!
Yapamazsa kilidi kendine vurmuş olacak! O zaman özgürlüğün kilidini kim açacak?
Özgürlük, uygarlık ve refah birbirini izler. Refahdan başlayan uygarlık yok!
Sevgili
Okuyucular,
21.
yüzyılın bu ilkel ve ölüm ve cinayetle sonuçlanan olaylarının bilimsel bir
açıklaması olabilir mi? Ünlü bir Amerikan filminde beş Amerikan komandosu bir
Taliban liderini yakalamağa giderler. Yaşamlarını hiçe sayarak insan avına
çıkanın canlı bomba ile farkı var mı? Biri dini bir ideoloji, diğeri politik
bir ideoloji. Her ikisi de beyni yıkanmış, ölüme hazır, ötekini yok etmeğe
koşullanmış genç insanlar. Biri uygar bir ülkeden. Bu ideolojik cinayetlerin
sınır tanımayan yaygınlığı çağdaş tüketim kapitalizm’inin insan genetiği
üzerinde, olumsuz etkileri sonucu olabilir mi?
CBT sayı 1480, 31 Temmuz 2015
***
İletişim Çağında Yapısal
Değişiklik
Gerekiyor
Sanayi
Çağının ikinci aşamasına geldik. Bu İletişim çağıdır. Artık insanların İstanbul
ve Ankara gibi hantal arsa ve yapı spekülasyonu kentlerine üşüşmesi gerekmiyor.
Ününü geçmişinden alan İstanbul’da Cumhuriyet Türkiyesı sanayi, eğitim ve
kültürünü kurdu. Bugünün İstanbulunda ise dünyaya övünerek göstereceğimiz yapı,
kentsel düzenleme, yeşil alan yok. Bilim ve sanatta yok. Neden?
Doğan
Kuban
Çünkü
kentin insanları bu niteliği taşıyan bir çevreyi isteyen bir dünya vizyonuna
henüz sahip değiller. Megalopolis birkaç iyi yetişmiş insanın varlığı ile
şekillenmiyor. Küçük sanatçı ve aydın gruplarının dev bir kentin biçimsel
düzenini ve estetik niteliğini saptayacak etkileri yok!
Geleceğin
kapısında olduğumuzu topluma duyurmak ve Türkiye’nin dünya ile birlikte başka
bir çağa girdiğini anlatmak zorundayız. Sanayi çağı parametreleri artık geçerli
değil. Dünyaya egemen olan tüketim çeteleri, sömürüye devam edebilmek için,
halkın kendine olan güveninin de altını oyuyorlar. Bunu anlamak için uzun
tartışmalara gerek yok. Günlük gazete okumak ve Türkiye ile dünyayı
karşılaştıran istatistikleri incelemek yeterli.
Bundan
önceki dönemin tartışılmasının yararı yok. Türkiye’nin geleceği modası geçmiş
ve ülkeyi bir çöküntüye sokmuş bir sistemin restorasyonu üzerine kurulamaz. Bu
koalisyon tartışmalarına benzer.
İçine
girdiğimiz İletişim çağının sorunlarının tümü yenidir. İletişim teknolojisi
dünyayı bilgisayar ve telefonların içine soktuktan sonra, insanların büyük
kentlere gereksinimi kalmadı. Bugün büyük kent gelişmemiş bir iletişim ve
ulaşım çağının kanseridir. En büyükleri fakir ve az gelişmiş ülkelerdedir.
Bizde bu kentler köylü sınıfının toplum yaşamına geç katılması sonucudur.
Gelişme İstanbul ve Ankara gibi, kontrolsüz insan yığınlarının kaotik
yapılaşması ile sonuçlandı. İstanbul’un sanayi kenti olarak şimdiye kadar
başaramadığı işi, bundan sonra yapması olanağı kalmamıştır. Buna dayanacak bir
Türkiye yok. Ülkenin iletişim Çağı için yeniden örgütlenmesi gerekiyor.
ONLAR
NE YAPIYOR, BİZLER NE?
Sevgili
Okuyucular,
Durumu
anlamak için başka ülkelerin gelecek için aldıkları tedbirleri anımsayalım: Danimarka enerji üretimini Baltık
kıyılarında inşa edilen rüzgar türbinlerine yükledi. Alman hükümeti nükleer enerjiyi yasakladı. O da Baltık’ta büyük
rüzgar enerjisi santralları kurdu. Çin
hükümeti CO2 salınımını azaltmak için, kömürden elde ettiği enerji programını,
sanayi üretimini azaltmak pahasına, kısmaya karar verdi. Bu Çin gibi bir sanayi
devi için çok radikal bir karardır. Amerikan eyaletleri alternatif enerji için
kongre ile savaşıyorlar.
Bütün
enerjisini dışardan alınan petrole ve kömür madenlerinin sınırlı potansiyeline
dayamış Türkiye, çok sınırlı yerel kullanım için HES projeleri ile ülkenin en
güzel doğal sitlerini tahrip ediyor ve halkla kavga ediyor. Atom Santralı
yaptırmayı planlıyor. Türkiye’de rüzgar ve güneş enerjisi potansiyeli ülke
gereksinmesinin neredeyse on katı iken bu yola giremiyor. Neden olduğunu
uzmanlarına bir sorun! Propaganda ile dünyadan soyutlanmış toplum kesimleri
bunları politik tartışma konusu sanıyor. Oysa bu tutumlar ülkeyi dünyanın
kölesi yapan, ekonomik sıkıntıya sokan sorunların başında geliyor.
Kaldı
ki CO2 salınımsız enerji elde etmek, dünyanın başındaki en büyük doğal bela
olan iklim değişikliği tehlikesinin
temel engellerinden biri olarak bütün dünya tarafından kabullenmiş bir olgu.
Büyük petrol şirketlerinin engellemelerine karşın giderek güç kazanıyor.
Uluslararası bu olgular devletlerin enerji ve onunla ilgili iklimsel değişim
konusunda büyük endişelerle çok ciddi tedbirler aldıklarını kanıtlıyor. Biz
bunun da dışında kalıyoruz. Bedelini çok ağır ödeyerek bizi bunun dışında kim
tutuyor?
Fakat
daha kökten gelişme İletişim çağının büyük kent kaosunu yoketmeye olanak veren
ve ülkeyi bir çöküşten kurtacak potansiyelidir. Bu yeni bir devrimdir. İletişim
ve yeni ulaşım olanakları üretim odaklarının yayılması (desantralizasyonu),
ülkenin tümünün üretime katılımı, ülke nüfusunun yurt yüzeyine dengeli
yayılımı, terkedilen tarım arazisinin daha verimli kullanılmasına da olanak
verecek. Bunlar Sanayi de nal toplayan çok geri kalmış bu ülke için bir imdat
simidi. Alternatif enerji olanaklarıyla birleştirince 80 000 000 insanın
geleceği için bir bayram müjdesi olabilir.
MİLYONLARCA
İŞSİZ VE KOCAYAN KENTLER
Sanayinin,
insanların ülkeye homojen yayılımı bu günden yarına olacak bir şey değil. Fakat
zor da değil. Üniversiteyi Bayburt’ta açıp Kocaeli’li öğrenciyi oraya
gönderiyoruz. Van’da hastane açıp Batıdaki doktorları orada zorla
çalıştırıyoruz. Ülkede milyonlarca mevsimlik yer değiştiren toprak işçisi var.
Yaşamak için büyük kentlere gelip sokaklarda işsiz dolaşan milyonlar var.
İstanbul’da işsiz sayısı milyonlarca. Sınırdan girip Batı kentlerinde sürünen
Suriyeli zavallıları saymayalım. Üniversiteler, hastaneler, insanlar gidecek,
fakat sanayi gitmeyecek. Kaldı ki, o da olanak verilirse, Anadolu’da gelişiyor.
Her
şeyin merkezi sayılan İstanbul, Ankara, Kocaeli, Batı Anadolu kocadılar. Sanayi
Türkiyesi de oluşmadı. Ankara merkezli politika demokrasiyi ortadan kaldırdı.
Eğitimi yok etti. Yöreselin yaşamsal özgürlüğünü kısıtladı.
Sevgili
Okuyucular,
Türkiye
son elli yılda kırsalın kentlere yığılması sürecine paralel olarak, kökten bir
değişim geçirdi. Bu değişimin karmaşık sosyal, ekonomik , kültürel ve politik
bir tarihi, hikayeleri, masalları, gerçeği, yalanı, mitos’u , akıl almaz
boyutsal değişimleri, geleneksel insan davranışlarını allak bullak eden
toplumsal yenilikler, hortlayan bir ortaçağ efsanesi ile birlikte , ahlaksızlık
ve cehaletin dans ettikleri ülke büyüklüğünde bir sahnesi var. Birlikte
oynuyoruz. Bazıları daha aktif. Kimilerinin ipleri dışarıda. Bunları kimin
oynattığı bazen belli, bazen değil.
BOŞ
KAFALILARLA DOLU MODERN TOPLUM
Bu
cilalı, renkli, ölümlü, gökdelenli, AVM’li, üniversiteli, hastaneli, imam-
hatipli, futbollu, otomobilli, telefonlu, televizyonlu, bilgisayarlı, Face
book’lu, Twitterli, uçaklı, turistli, yıldızlarla dolu otelli, lokantalı ve
kahveli, fakat kitapsız, boş kafalı insancıklarla dolu modern tüketim toplumu,
sıkışık, gecekondu üsluplu dev dünyasında nefes alamıyor. Aslında hapis. Bu
fizikselden çok zihinsel bir hapishane. Gardiyanlar da hapis.
Türkiye’nin
sorunu şişinen kişiler değil, savrulan toplum.
Sevgili
Okuyucular,
Türkiye’nin
sorunlarını bir süre düşününce , bilimsel düşünme gücüm azalıyor. Aziz Nesin’in
üslubunun bu olup biteni hazmedebilmek , hatta halka yansıtmak için tek üslup
olduğunu keşfediyorum. Onun becerisine sahip olmasam da, mizah’ın dışında,
ciddi bir söylem bazen üretemiyorum. Aşağıdaki benzetme de o nitelikte.
Komşunun
beslediği 100 tavuk, iki horozlu bir kümes var. Ben de tavuk besledim. Fakat bu
türü bilmiyorum. Neredeyse bir hindi büyüklüğünde alaca koyu renkli tavuklar.
Hindi kadar büyük iki ak horoz. Korkunç yem ve atık yiyorlar. İyi yumurtluyorlar.
Yumurtalar bildiğimiz yumurtalardan küçük. Fakat içlerinde iki sarı var. Bu
birbirinden ayrılmayan büyük bir tavuk aşireti.
Türk
toplumunun homojen olmayan toplum dokusunda farklı gruplar var.
Üniversitelerde, iş çevrelerinde, politikada boy boy, renk, renk farklılaşmalar
pek çok deformasyonın habercisidir. Güç odakları, amaçlarına uygun yasa ve
yönetmelikleri, bilimsel ve yasal üslupla yazılmamış bir dille, uzman
olmayanlara yazdırır, bunları da kısa aralarla değiştirirlerse bugünkü yasal ve
‘procedural’ kargaşa ortaya çıkar.
Eğer
uzman olduğunuz alanda yazılmış yasa ve yönetmelikleri bilim, mantık, gramer ve
sözlük açısından incelerseniz, şaşkına dönebilirsiniz. Toplumsal deformasyon,
vücudunuzda olduğu gibi, moleküler boyutlarda olursa, bunu estetik ameliyatla
çözemezsiniz. Bu koalisyon oyununa benzer.
Gelecek haftanın konusu tümel yapısal
değişiklik gerekliliği!
CBT sayı 1479, 24 Temmuz 2015
***
Mimarlık ve Kent- Çöküş Süresi
Doğan Kuban
Kent Planlaması ve Mimarlık Tasarımının son yarım yüzyılı bir
çöküş sürecidir. Her şeyiparaya indirgeyen bir ortamda bu yargı, bu işlerden
anlamayanlara garip gelebilir. Kaldı ki inşaat arasında iyi niyetli insanların yaptırdıkları
ve yetenekli mimarların tasarladıkları yapılar da var.
Sevgili Okuyucular,
Bu yazıda ülke için gelecek bir felaket
işareti olan yapılaşma furyasının doğasını anlatmağa çalışacağım. Kent ve
Mimarlık, toplumun içinde bulunduğu bilinçsiz sözde gelişimin hemen her alanda
çaldığı tehlike çanlarıdır. Onlara kulak tıkamayın!
Daha kentlileşememiş Anadolu halkı gökdelenler,
büyük yüksek yapılardan oluşan konut siteleri, alış-veriş merkezleri, her yanı
dolduran otomobiller, lüks mallar karşısında çok etkileniyor. Bundan elli yıl öncesinin
Anadolu insanı için bu yeni kent çevresi bir Walt Disney dünyasıdır. İki katlı
taş, ahşap kerpiç evinden, toprak ve kaldırımlı sokaklarından bir cennete geldiler!
Çok sıkıntı çekseler de İstanbul gibi bir kent, bütün boyutlarıyla
şaşırtıcıdır. Beni bile şaşırttığını itiraf ederim.
Halk deyiminin içinde partiler, hükümet, üniversiteler, sanayi
kuruluşları, turizm işletmecileri, müteahhitler, herkes var.
Bugün 60 yaşında olan bir insan 1980’den
sonra bilinçlenen bir insandır. Adı üniversite olan kurumların %40’ı da 2006’dan
sonra kuruldu.
Ülkenin bütün kurumlarıyla tepetaklak
gitmesi Anadolu halkının suçu değildir. Toplumsal bir deformasyondur. Nedenleri
de sayısızdır. Temelleri Osmanlı toplum yapısından kaynaklanır. Fakat genç mimar
başarısız bir uygulama yapmışsa, bunun kişisel bir yeteneksizlikten çok,
toplumsal bir yoksulluğun, bir hamlığın sonucu olarak görmek daha doğru olur.
Projeyi yaptıran mal sahibi, yetiştiren hoca, kabul eden belediye, o sokakta
oturanlar ortak ve az gelişmiş bir kent kültürünün ortak temsilcileridir.
Sevgili Okuyucular,
Bu olumsuz ve bugünün İstanbul’unun
çirkinliğinden söz ederken, ‘1930 İstanbul’u daha güzeldi’ diyemeyiz.
İstanbul’a 1930’da 100 mimar ancak
vardı. Nüfus 500.000’i geçmiyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış, işgalden
yeni kurtulmuş fakir ve harap bir kentti. Tek üniversitesi yeni açılmıştı.
Sanayi diye fazla bir şey yoktu. Boğazda elektrik olmayan çok mahalle vardı. Bu
gün kurumlar daha geri, öğretim daha kötü, İstanbul halkı daha ilkel değil.
İstanbul halkı daha yobaz değil.
Bu başka bir İstanbul. Değerlendirme sadece
bugün için geçerli evrensel parametrelerdir. Tarihin hiçbir çağında bugünkü
iletişim ve ulaşım olanakları olmadı. Bugüne göre 20. Yüzyıl başında dünya
kentleri birbirlerinden soyutlanmış olarak yaşıyorlardı. O İstanbul’u Paris, Londra
ile karşılaştırmak anlamsızdı. Ne Cambridge’le karşılaştırılacak bir
üniversite, ne Louvre ile karşılaştırılacak bir müze, ne de bir konser salonu vardı.
Son saraylar da Versailles ile ya da Buckingham ile karşılaştırılacak yapıtlar
değildi.
ÇAĞDAŞLAŞTIRMANIN HIZINI KESEN
NEDENLER
Bu değerlendirme nüfus boyutlarıyla
Paris ve Londra’yı geçmiş, Türkiye ekonomisinin yarısını bünyesinde toplamış, üniversitelerinde
İngilizce öğretim yapılmağa çalışılan bir megapolis’in, gökdelenleri, alış
veriş merkezleri 5 yıldızlı otelleri, lüks yaşamı ile kendini dünya toprak ağası
da markası olarak sunan bu dev kentin megalomanisini irdelemek için yapılıyor.
Bu bir yapılar karşılaştırması değil.
Tarih karşılaştırması da değil. 21 yüzyılda ülkenin %25 inin yaşadığı bu en gelişmiş
en ünlü Türk kentindeki insanların yaşam kalitelerini ve uygar niteliklerini
irdeleyen bir değerlendirme. Fiziksel yaşam koşulları, öğretim, sanat ortamı,
tarihi ve estetik çevre, entelektüel çevre, planlama, ulaşım. Toplumun uygarlık
düzeyi, başka bir deyişle, insan davranışlarının kentin uygarlık düzeyini
yükselten ya da düşüren nitelikleri.
İstanbul tarihi boyunca, Türkiye’nin
Avrupa’dan uygarlık ve bilgi havası aldığı açık pencere idi. Bugün bu olanak
neredeyse sonsuz. Fakat pencere ne kadar açık? Kuşkusuz bunu kapamaya hiç bir güç
yetmez. Ne var ki Türkiye’de ekonomik, politik ve kültürel iç ve dış mekanizmalar,
kentsel değişimi etkileyen parametreler olarak, kentin çağdaşlaşma hızını kesiyor.
Bunların başında ulusal kültür, öğretim düzeyi ve politik ve ekonomik yozlaşmanın
olumsuz etkileri geliyor. İstanbul’a göç ile kent nüfusu neredeyse 20
milyona çıkacak. Halkın kentlileşmesi
daha gerçekleşmedi. Bunun eğitimle ilgisi var. İstanbul halkı, dünyanın
benzer Avrupa kentleriyle karşılaştırılırsa, daha kentli değil.
Bunun en temel eksikliği insan
saygısının eksikliğinden kaynaklanıyor. Kalabalık bir kentte insanlar
arasındaki ilişkiler sayısal olarak, köy ve küçük kente göre çok fazla.
Kalabalığın uymak zorunda olduğu kurallar çok artmış. Kalabalık bir kentte
başka türlü yaşamak olanağı yok. Anadolu insanı bunu memleketinde, evinde, ne
de okulda ve sokakta görmemiş. Birbirinin hakkını yeme nüfusun yarısı için bir
kabadayılık ya da bir açıkgözlük. Fakat bu davranışların sonucu bazen yaşamsal
bir önem taşıyabilir. Hastanız arabada, sıkışık trafik, ya da dikkatsiz bir şoförün
kaygısızlığı yüzünden ölebilir. Türkiye’de kentleşemeyen
halkın dikkatsizliği ya da kaygısızlığı nedeniyle kaybedilen zaman, para bu ve
yaşam kuşkusuz hesap edilmiyor. Fakat bunun toplum yaşamına ödettiği bedel
çok ağır olmalıdır.
HALK İKTİDARDA!
Türkiye, halkın ülkesi olmak
açısından olağanüstü üniform bir ülkedir. Halk iktidardadır. Halk ne kadar cahilse iktidar da o kadar
cahildir. Türkiye’de sınıflaşma yoktur. Aristokrasi olmamıştır. Kentlere göçten sonra toprak ağası da yoktur. Entelektüel,
güç sahibi değildir. Büyük şirketler
güç sahibi olmak için politik iktidarla iyi geçinmek zorundadır. Politik
iktidar halkın yol açtığı iktidardır. Fakat bu iktidarların uluslararası
güçlerden ne derecede bağımsız olduğu belli değildir. Halkın politik
yönlendirilmesi de aynı şekilde karanlıktır. Uluslararası konjonktür’ün nasıl
etkili olduğunu, doğru olarak anlayacak özgürlüğe sahip değiliz.
Bu politik koşullarda halk desteği ile
oluşan iktidarlar, içinden çıktıkları halkın tavırlarıyla davranırlar. Bu tavırların
iki bileşeni cehalet ve kaygısızlıktır. Tarihi temele oturan toplumsal koşullarda
cehaletin okumuşlukla değil, toplumun
entelektüel ataleti ile ilişkisi vardır. Cehalet sözcüğü, okumuş ve
yazmışlıkla ilgili bir değerlendirme olarak anlaşılmamalıdır. Fakat, çağdaş
dünyada, gelişmiş ülkelerle eşit koşullarda yaşamak için, gerekli bilgisel,
entelektüel ve insana saygıda temellenmiş davranışsal birikimlere sahip olmaktır.
Bu bağlamda herhangi bir politikacı ile
halk arasında bir fark yoktur. Halk, kendi evinin sorunu ile uğraşırken nasıl
davranırsa, Bakan ve Belediye başkanı da kent sorunlarına o perspektifle
yaklaşmaktadır. Bu tutum devlet
idaresinde uzmanlığı saf dışı etmiştir. Belediye, kendine gökdelen dikmek
için uğraşan arsa sahibi gibi, bir tünel açmak, bir parkı ortadan kaldırmak,
köprü yapmak, tarihi bir sit alanını ortadan kaldırmak için hiçbir uzman görüşüne
iltifat etmemektedir. Uzmanı dışlamak plansızlıktır.
Plan yapamamanın bir başka nedeni daha var: İstanbul
ve Ankara gibi büyük kentlerin düzenlemek zorunda oldukları sorunların
verilerini toplamak bu kurumlar için olanaksızdır. Bunu gerçekleştirecek
yetişmiş uzman kadrosu belediyelerde barınmamaktadır. Kaldı ki büyük boyutlar,
sürekli göç, hızla değişen veriler bunu, bizim koşullarımızda olanaksız
kılmaktadır.
Buna, Türkiye’nin dengesini bozan
temel hastalığı olan bütün sanayileşmenin yapı yapmaya feda edilmesini de
eklerseniz, karşınıza plansız ve kaotik, tarihi dokusu yok edilmiş bir kent ve
çirkin bir mimari çıkar. Otomobil denilen çekirge istilasını da unutmayalım. Her şey kötü değil. Ama büyük Kent İstanbul
bir iflastır.
Olumsuzluk da bir birikimdir.
CBT sayı 1478, 17 Temmuz 2015
Çağdaşlık üzerine Hüseyin Rahmi
Doğan
Kuban
Hüseyin Rahmi’nin bugünlerde yeniden basılan ‘Şıpsevdi’
romanının girişini okursanız bir şok’a girebilirsiniz. Aradan yüzyıl geçtikten
sonra, çok farklı fiziksel, ekonomik ve fiziksel koşullar içinde, AKP, kendi
ağzıyla yineleyip durduğu Osmanlılığı, görünüşte 2. Abdülhamit rejimini bu
günkü koşullarda yinelemeğe çalışıyor. İstenilen Osmanlılık buymuş anlaşılan.
Bunu uygun gören başka parti olduğunu da bilmiyordum. Onu da öğrendim.
Bu günlerde gazetelerde
çığlıklar arttı. Fakat çığlık yetmez. Gazetelere yansımayan çığlıklar çok daha fazla.
Bu gün kanımca gazete yazarının, yorumcunun çok daha önemli bir görevi ortaya
çıktı. Artık filancanının ne söylediği, falancanın ne yaptığı, birinin
hırsızlığı, diğerinin yalanı, doğru inşaat izni gibi şeyler önemli değil.
Yıkılan bir sistemde
hangi kiremitin nereye düştüğü, taşın kimin kafasını yardığı, binlerce adamın
öldüğü otomobil kazalarında kimin bacağının koptuğu haber, ama Türkiye’nin
kaderi ona bağlı değil.
Bütün bunları bir arada yaşatan
cehalet sisteminin politikaya egemen olan sultasını kırmak için, düşüncenin daha üst düzeylerinde çözüm
araması gerek. Seçim öncesı ve seçim sonrası MHP Başkanını anlamak benim
idrakimi aşar. Bir gün önce hırsız dediklerine bir gün sonra olası koalisyon
olanakları içinde düşünen CHP başkanı da, benim idrakimi aşar. Bütün bunlar,
kanımca, politikanın halkın yaşamından soyutlanmış, sadece onun şikayetlerinin
manipülasyonu üzerine kurulu zavallı bir
iktidar oyunu olmasından kaynaklanmaktadır. Bu oyuna indirgenmiş politik
ortamda, Türkiye, devlet olarak hayal bile edemiyeceğimiz Yemen, Sudan ve İşid’le
içiçe yaşıyor.
ALAFRANGA VEYA ŞIPSEVDİ
Sevgili Okuyucular,
Bu yozlaşmanın 19.
Yüzyılda başladığını gösteren bir yazar olarak Hüseyin Rahmi’yi tesadüfen seçtim. Eğer okuyucular dilini
anlarlarsa çok eğlenirdirici bir yazardır.
1911’de ‘Alafranga’ adı altında tefrika edilmeye
başlayan roman kısa bir süre sonra yayından men edilmişti. Rejimi
eleştiriyordu. Abdülhamid devrildikten sonra 1914’te yeniden basıldı. Yeni adı
‘Şıpsevdi’ oldu. Bunu
‘Alafranga’lığa yani çağdaşlığa karşı bir eleştiri olarak görenler çıktı.
Hüseyin Rahmi de romanın başına bir açıklama yazmak zorunda kaldı. Bu girişin
bazı bölümlerini günümüz diline çevirdim.
“Benim çağdaşlığı
kötülemek için yazdığım sanılıyormuş. Bu yanlış ve kaba bir kanıdır. Fakat çağdaşlığı züppelikten ayırmak
gerekir. Türklüğümüz ve Osmanlılığımızla iftihar ederken, yükseliş nedeni
olacak şeyleri kötülemek, yurdunu yücelmek amacı taşıyan bir yazara yakışır mı?”
diye başlamış Hüseyin Rahmi.
“Batı Uygarlığı bizi
aydınlattı. Bundan sonra da gelişmemize yol göstecektir. Despotluk yıllardır
kitaplıkları engelledi. Çocukların kalplerinde vatan sevgisini yücelten
dersleri kaldırdı. Öğretim düzenini bozdu. Bütün okulları sıbyan mektebine
çevirdi. Ülkenin manevi gıdası, varlığı ve geleceğinin temeli olan yayınları yasakladı.
Ülkenin gazetelerini despotu öven, yalanları telleyip pullayan kağıt parçaları
haline soktu. Hep bozdu, yok etti, gurbete yolladı. Fakat bu kahredici,
sindirici tavra karşın hiç bir şeyi yenilemedi.
“Maarif müfettişlerinin, gümrük memurlarının şiddetli
teftişlerine karşın özel kıtaplıkların en saygın köşelerinde gençlerin
düşüncelerini güçlendiren yabancı kitaplar var. Bu bağlamda bir şey ilgimi
çekiyordu. İkbal, Tefeyyüz, Şafak
gibi parlak yayıncıların gösterişli, resmi izinlerle yayınlanmış kitapları, yaldızlı
ciltlerine karşın vitrinlerde sinek avlarken, yabancı yayın satan kitapçılar
karınca yuvası gibi işliyordu. Babıalide buların sayısı birden dörde çıkmıştı.
“Ülkenin eğitimi iflas
edince imdadına yabancı eğitim yetişti. Gözler dışarıya çevrildi. Avrupa
filozofları, tarihçileri, yazarları, şairleri bizimkilerden fazla tanınır ve
okunur oldular. Avrupa yayınları rafları dolduruyordu. Zorbalıktan kaynaklanan
yasaklardan dolayı Türkçesini ihmal etmiş, Fransızca öğrenmiş gençlere
rasladım. Avrupa edebiyatı- üzülerek söylüyorum- yetenekli gençlerimiz üzerinde
çok etkili oluyor.”
Bu arada Hüseyin Rahmi, Poincaré’nin kitaplarını cebinde taşıyan
bilim düşkünü gençlerin varlığından mutlu olduğunu da yazar.
KASABIN SATIRI ALTINDAKİ
KOYUN
Kuşkusuz bu gözlemler,
İstanbul’un küçük bir bölgesinde yabancı dil bilenler arasında yapılmıştır. Fakat
bu ülke sorunlarının kapsamı bağlamında açıklayıcıdır. Bugün biz öğretimi İngilizce yaptık. Bu bana
kasabın satırının altına kendiliğinden giden koyunu hatırlatıyor.
Daha sonra alafrangalığın
yaniçağdaşlığın baskı rejiminin nerede ise söndürmek üzere olduğu düşünce
özgürlüğü ateşine Batıdan gelen ve umut getiren bir kıvılcım olduğunu söyler.
Hüseyin Rahmi
‘Şıpsevdi’de bizim bugünkü alaturk alafrangalarla alay eder. Şıpsevdi
alafrangalara çağdaşı zevzeklik, züppelik, hoppalık ve cehaletle karıştıran ve
halka çağdaşı yanlış tanıtan zararlı yaratıklar olarak bakar, onlarla alay
eder.
Onun binbir ayrıntı ile
alaya aldığı o küçük alafranga grup bugün Türkiye’yi istila eden modern
görünüşlü geri kafalı milyonların yanında bir damladır. Ve artık alay konusu
olmayacak kadar ciddidir. Bu sayısal, niceliksel sıçrama, niteliksel bir değişmeyi
de beraberinde getirdiği için Hüseyin Rahmi’nin analizlerinden bugün için bir
sonuç çıkaramayız. Fakat onları yaratan politik baskının bugün de var oluşu
toplumun cehalet ve davranışlarında değişmeden kalmış bir kültürel niteliğe, ya
da niteliksizliğe, en azından bugünün dünyası ile uyuşmayan bir tortunun toplumsal gelişmeyi engellediğine işaret
eder.
Çağdaş nedir? Hüseyin
Rahmi bu konuda kendisini yeterli bulmaz. Fakat kendince verdiği yanıtları da
sıralar.
O sırada ülkelerin geleceğinin
belirsiz olduğunu ve hiçbir ülkenin de bunun dışında kalamayacağını düşünür. Manda
altında yaşamak gibi düşünceleri anımsatır. Böyle durumlarda akıllılarla
ahmakların herzaman kavga ettiklerini söyler. Bunun kültürel dengesizlik ve
toplumun zayıflığından kaynaklanan utanılacak bir durum olduğunu vurgular. Güce
güçle, ticarete ticaretle, ekonomiye ekonomi ile, eğitime eğitimle karşı
gelineceğini, fakat Osmanlı ile büyük devletler arasında büyük eşitsizlik
olduğunu belirtir.
ABDÜHAMİT’İN BURNUNDAN
DÜŞENLER
Sevgili Okuyucular,
Bugün o farklar duruyor.
Ama bunu yineleyen Hüseyin Rahmi’ler çok değil.
Kimi sivri akıllının ‘biz
de onların kadınlarıyla evlenelim’ dediğini söyler. Çocukları Avrupa’da
okutmak, Fransızca konuşmak, ata binmek, kumar oynamak, salon adamı olmak gibi
özellikleri olan bu ‘monşer’lerin bir kongrede ince menfaatleri belirtmekten
aciz olduklarını söyler. Diplomasiyi ağızdan dinleyerek öğrenen diplomatlara bunun
okulları olduğunu anımsatır. Biz de doğuştan şair, doğuştan yazar var. Ama doğuştan
bilim adama, doğuştan maliyeci olmaz. Bizde
Divan katibinden diplomat oluyor. Dün istibdatçı olan bugün meşrutiyetçi
oluyor, der.
Bu bizim, son seçim
sonuçlarından sonra kimi parti başkanlarının tutumlarıyla aynı. Abdülhamid döneminin
burnundan düşmüşler. Bizim zadeganın bütün marifeti poz, jest, kostüm. Güya
öğrenmek için Avrupa’ya milyonlar döküyorlar. Bunlar yerine öğrenci yetişseydi,
der.
Türkiye’deki niteliksel değişiklik bu bağlamda
çok açık. Bizim bugünkü zadeganlarımız partilerden yetişiyor. Avrupada
okumuyor. Sokaklarda ve parti binalarında büyümüş halktan çocuklar. Avrupa’da
okuyanlar çoğunlukla dışlanıyor. Bu bakımdan bir halk egemenliği var. Hatta
okumuşun horlanmasını da son zamanlarda değerli büyüklerin ağızlarından
dinliyoruz. Bu demokrasi açısından iç açıcı olurdu, eğer halktan çıkan yeni
zadeganlar halka hürmet etseler, halka insan muamelesi yapsalardı. Fakat sokak
çocukları gibi ‘a… a….’ ile başlayan yüz kızartan, çok elegan konuşmaları var.
Hüseyin Rahmi bu
alafrangaların kendi düşüncelerine meftun olup, suyun akıntısına kapılıp
gidenler olduğunu ve onların dünyasında yaşadıklarını söyler. Biz de akıntıya
kapılanlarla birlikte gidiyoruz. Laz’ın ‘Binmişiz bir alamete, gidiyoruz
kıyamete’ diye anlattığı hikayeye benziyor.
CBT Sayı 1477, 10 Temmuz 2015
***
Tanpınar Sendromu
Ahmet
Hamdi Tanpınar Cumhuriyet döneminde yetişen en önemli düşünürlerden biri, bence
başta gelenidir. Osmanlı edebiyat tarihine, Tanzimat’a eleştirel bir bakış
getirmiştir. Onun bütün analizleri yaptıktan ve sorunları ortaya koyduktan sonra
Osmanlının ve Cumhuriyet’in 27 yıllık yarım kalmışlığının temel nedenini
söylememesi, ya da yeterince dile getirmemesine ‘Tanpınar Sendromu’ diyorum.
Doğan
Kuban
Bu
Cumhuriyet aydınına özgü çekingenlik, olasılıkla, tarihte ‘Türk’ imgesini
yaratmakla kendini sorumlu hisseden bizden önceki, bizim, hatta bizden daha
genç kuşakların özel bir tutumudur. Bugün bunun zarar verdiği bir aşamaya
geldik. Toplumun gerici kültürel bağlarından kurtulmasını engelliyor.
Tanpınar
milliyetçi, içinde yaşadığı toplumu ve onun tarihini seven bir düşünürdü. Bugün
yaşları 65’e ermiş, geçmişi dışarıdan seyreden, milliyetçiliği yadsıyan ya da
takma Müslüman, takma milliyetçi bir düşünür değildi. Ulusal kültürün
boşluklarından endişe duyan bir vatanseverdi. Bugün vatanseverlik,
postmodernist’ler için modası geçmiş bir nitelik oldu. Ben ve olasılıkla benim
öğrencilerim olah daha yaşlı bir grubu, vatanseverliği hala kalkınmanın motoru
olan bir birikim olarak görüyoruz.
Fakat
ulaştıkları sonucu dile getirme açısından, pek çok Osmanlı ve Cumhuriyet
aydınında var olan suskunluğa, Tanpınar Sendromu adını koydum. Bu Tanpınar’a
saygımdan.
Demokrat partiyi iktidara getiren Halk partisi
karşıtı eleştirileri, ve bir Osmanlı özlemini ortaya çıkaran gelişmeleri açıkça
ortaya koyan düşüncelerini 1951’de yazdığı makalelerde buluyoruz.
Tanpınar’ın Ülkü dergisindeki ‘İnsan ve
Cemiyet’ (Ocak, 1944) ve Cumhuriyet gazetesinde ‘Kültür ve Sanat yollarında
gösterdiğimiz devamsızlık’ , ‘Medeniyet değiştirmesi ve iç insan (Ocak-Mart
1951) adlı iki makalesi var. Bunları tamamlayan bazı düşünceleri de 1960’da
yazdığı bir başka yazıda buldum.
İlk Türk Akademisi Abdülmecid’in de katıldığı
bir törende Mustafa Reşit Paşa’nın Nutku ile açılmıştı. Encümen-i Daniş
akademinin danışma grubu idi. Encümenin ilk kararı bir Osmanlı tarihinin
yazılması idi. Bu tarih Hammer’in
tarihinin bittiği noktadan başlayacaktı. Cevdet
Paşa Tarihi bu amaçla yazılmıştır. Bu karar o zamana kadar Osmanlıların
Hammer’den sonra kendi tarihlerini bile yazmadıklarının kanıtıdır. Encümen İbn Haldun çevirisi yapılmasına da o
zaman karar vermişti. Bu da Osmanlıların bir İslam klasiğinin farkına 400 yıl sonra vardıklarını gösteren
ilginç bir örnektir.
Bu
arakesitte Tanpınar nasıl bu kadar geriden geldiğimiz konusunda düşüncelerini
açıklamıyor. Bu belki bugün bir sorun haline geldi. Türkiye’de kendilerinden
icazetli allameler var. Fatih Medreselerini Bologna ve Cambridge
üniversiteleriyle eşdeşleştirdikten sonra her şey yerli yerine oturmuş
görünüyor. İstanbul Üniversitesi de Cambridge gibi algılanabilir. Biz kendimizi
aldatıyoruz!
Encüme-i Daniş, uzman bilim adamlarından,
düşünürlerden oluşmuyordu. Kaldı ki o dönemde İstanbul’da bilim adamı, filozof
türünden tanınmış bir bilim adamı ve düşünür de bilmiyoruz. Üyeler vezirler,
medrese hocaları ve yüksek bürokrasiden seçilmişti. Bu günümüzün davranışına da
uygun görünüyor. Bu üyeler arasında birkaç yabancı oryantalist ve dil uzmanı
vardı.
AKP
TÜBA’YI ORTADAN NEDEN KALDIRDI?
Adı
bugüne gelmiş iki kişi biliyoruz. Ahmet
Cevdet Paşa ve Ahmet Vefik Efendi. (henüz paşa değildi.) Bu sözde
akademinin çoğu tayinle gelen memur olduğu için idarede terfiler, değişiklikler
oldukça üyeler de değişiyordu. Bunlar toplantılarda birbirleriyle
tartışıyorlardı. Bu günümüzdeki YÖK’e, Koruma Kurullarına ve Devlet memurlarından
kurulan kurullara benziyordu. Cevdet Paşa, bu işe yaramaz Akademinin Ali Paşa
tarafından ortadan kaldırıldığını yazıyor. Akademinin kaldırılması bir tasarruf
kararı idi. Akademiden başka her şey olan Encümen-i Daniş sadece gereksiz bir
masraf kapısıydı. Fakat idari davranışların o zamandan bu güne değişmemesi de
açıklayıcı.
AKP
hükümeti TÜBA’yı (Türkiye Bilimler Akademisi) neden ortadan kaldırdı? TÜBA’dan
birbirlerini seçen tanınmış akademisyenler vardı, maaş da almıyorlardı.
Herhalde Osmanlı Encümen-i Daniş’ine benzemediği için ortadan kaldırılmıştır.
Çünkü kapı kullarından oluşmuyordu ve özgürdü.
1840
ile 2010 arasında 170 yıl sonra Türkiye’nin başında bir Osmanlı hükümeti mi
var? Belki olamıyor ama gelmişti. Biz onu Cumhuriyet hükümeti sanıyorduk.
İlginç olan, kimsenin böyle bilim,
düşünce kurulu olur mu, dememesidir. Cevdet Paşa böyle üye olur mu,
demiştir ama, kendisi de üye olduğu zaman bir şey demediği anlaşılıyor. Nasılsa
bugün de aynı olduğunu düşünürsek, AKP’nin Osmanlı hayaline yaklaştık
sayılabilir.
Tanpınar,
Encüme-i Daniş’in akıbetinden sonra hep bir Türk akademisinin açılmasının
düşünüldüğünü söyler. 1993’de açılan Türk akademisi 10 yıl içinde
kapatılmıştır. Bu Osmanlı cehaletinin bugünün Türkiye’sinde devam ettiğini
gösterir.
İtalyan, Fransız akademileri 16-17 inci
yüzyıllarda, Ruslarınki büyük Petro tarafından 18.yy. da kurulmuştu. Bunlar
gerçek bilim adamı ve düşünürlerden oluşuyorlardı. Bu yüzlerce yıl açılamamış
Türk Akademisi sorunun bu gün sorgulanıyor mu? Hayır! Bunun toplumun bilimsel
gelişmesine olumsuz etkisi tartışılıyor mu? Hayır!
Tanpınar,
Cevdet Paşa’nın bir çok örnek verdiğini ve bütün bu göstermelik kapıkulu
kurullarının bu benzer nedenlerle kapandığını söyler. Ne var ki, Tanpınar gibi
bir düşünür de, bunun nedenini kurcalamak istemez.
600 YIL
SONRA İLK ÜNİVERSİTE
İstanbul’da bir üniversite açılması da bir
komedidir. Avrupa’da ilk üniversiteler 13. Yüzyılda açılmışlardı. Bizim
allamelere sorarsanız Fatih medresesi de bir üniversite idi. Eğer bir
akademisyen 15.yüzyılın Oxford’u ya da Heidelberg üniversitesini Fatih
Medresesine benzetiyorsa, kendisi bir medreseliden ileri gidemediği içindir.
Üniversite
açılması Encümen-i Daniş tarafından kararlaştırıldığı halde açılamayan ilk
üniversite, ikinci kez 1870’de (Avrupa dan 600 yıl sonra) Abdülaziz döneminde
açılmış, iki yıl sonra Mollaların müdahalesiyle kapatıldı. Abdülhamit döneminde
varlığı anlaşılmadan kapatıldı. 1905’de tekrar açıldı fakat 14-18 savaşına
girdik, kısacası bu ülke hiç üniversite görmeden Cumhuriyet’e geldi. Aslında
orta mektep ve liseler de (Rüştiye, idadi) Tanzimattan sonra açılmış, fakat
yeteri kadar gelişmemişlerdi. 19. Yüzyıl’da Osmanlı eğitiminin durumunu bugün
kimse bilmez. Kaldı ki Cumhuriyet başında nüfusun okuma yazma bilmeyeni %90’dı.
Köylüler oluma yazma bilmiyorlardı.
Osmanlı
Anadolusu ise kentsel yapı açısından gelişmemiş bir ülke idi. Öğretim de bir
kent kurumlaşmasıdır. Avrupa’ya yakın öğreti 18.yy. dan sonra sadece askerler
gördüler.
AVRUPA’YA
HER ALANDA YÜZYILLIK GERİLİKLER
19.
Yüzyılda Osmanlının batılılaşma programı içinde tiyatro vardı. Abdülmecid Batı
müziği ve tiyatroyu getiren sultandır. Dolmabahçe Sarayının arkasında bir
tiyatro yapılmıştı. Tiyatroya muhalefet, onu ortadan kaldırdı. O tiyatroyu kim
yaktı? Bugün Türkiye’de tiyatroya karşı olan gibileri. Abdülhamit dönemi
başında bazı tiyatrolar vardı. Namık
Kemal’in ‘Vatan Yahut Silistre’ oyununun yarattığı coşku nedeniyle
tiyatrolar kapandı.
İttihat
Terakki döneminde ve Cumhuriyet yıllarında Türk kadını sahneye çıkar.
Cumhuriyet döneminde serpilir. İlk opera 1940’larda yapılır. Bunlar Avrupa’ya
her alanda birkaç yüzyıl geri olan temel eğitim alanlarıdır.
Osman
Hamdi Bey’in arkeoloji müzesine karşın İstanbul’da bir resim – heykel müzesi
henüz yapılıyor, yıl 2015. Bu ülkede bugünlerde toplum eğitimini yönlendiren üç
büyük kurum var. Üniversite, Gökdelen, Alışveriş merkezleri. Politikacılar için
üçü arasında fark yoktur. Ama çağdaş medresenin 1.000.000 öğrencisi var. Fakat
kadının arkasında namaz kılınmaz. Yakında kadınlar için sözel mescit düşünen
yaratıcı müteşebbisler çıkabilir. Kültürel İntiharın çok değişik yöntemleri
var.
Tanpınar Sendromu
Ahmet
Hamdi Tanpınar Cumhuriyet döneminde yetişen en önemli düşünürlerden biri, bence
başta gelenidir. Osmanlı edebiyat tarihine, Tanzimat’a eleştirel bir bakış
getirmiştir. Onun bütün analizleri yaptıktan ve sorunları ortaya koyduktan sonra
Osmanlının ve Cumhuriyet’in 27 yıllık yarım kalmışlığının temel nedenini
söylememesi, ya da yeterince dile getirmemesine ‘Tanpınar Sendromu’ diyorum.
Doğan
Kuban
Bu
Cumhuriyet aydınına özgü çekingenlik, olasılıkla, tarihte ‘Türk’ imgesini
yaratmakla kendini sorumlu hisseden bizden önceki, bizim, hatta bizden daha
genç kuşakların özel bir tutumudur. Bugün bunun zarar verdiği bir aşamaya
geldik. Toplumun gerici kültürel bağlarından kurtulmasını engelliyor.
Tanpınar
milliyetçi, içinde yaşadığı toplumu ve onun tarihini seven bir düşünürdü. Bugün
yaşları 65’e ermiş, geçmişi dışarıdan seyreden, milliyetçiliği yadsıyan ya da
takma Müslüman, takma milliyetçi bir düşünür değildi. Ulusal kültürün
boşluklarından endişe duyan bir vatanseverdi. Bugün vatanseverlik,
postmodernist’ler için modası geçmiş bir nitelik oldu. Ben ve olasılıkla benim
öğrencilerim olah daha yaşlı bir grubu, vatanseverliği hala kalkınmanın motoru
olan bir birikim olarak görüyoruz.
Fakat
ulaştıkları sonucu dile getirme açısından, pek çok Osmanlı ve Cumhuriyet
aydınında var olan suskunluğa, Tanpınar Sendromu adını koydum. Bu Tanpınar’a
saygımdan.
Demokrat partiyi iktidara getiren Halk partisi
karşıtı eleştirileri, ve bir Osmanlı özlemini ortaya çıkaran gelişmeleri açıkça
ortaya koyan düşüncelerini 1951’de yazdığı makalelerde buluyoruz.
Tanpınar’ın Ülkü dergisindeki ‘İnsan ve
Cemiyet’ (Ocak, 1944) ve Cumhuriyet gazetesinde ‘Kültür ve Sanat yollarında
gösterdiğimiz devamsızlık’ , ‘Medeniyet değiştirmesi ve iç insan (Ocak-Mart
1951) adlı iki makalesi var. Bunları tamamlayan bazı düşünceleri de 1960’da
yazdığı bir başka yazıda buldum.
İlk Türk Akademisi Abdülmecid’in de katıldığı
bir törende Mustafa Reşit Paşa’nın Nutku ile açılmıştı. Encümen-i Daniş
akademinin danışma grubu idi. Encümenin ilk kararı bir Osmanlı tarihinin
yazılması idi. Bu tarih Hammer’in
tarihinin bittiği noktadan başlayacaktı. Cevdet
Paşa Tarihi bu amaçla yazılmıştır. Bu karar o zamana kadar Osmanlıların
Hammer’den sonra kendi tarihlerini bile yazmadıklarının kanıtıdır. Encümen İbn Haldun çevirisi yapılmasına da o
zaman karar vermişti. Bu da Osmanlıların bir İslam klasiğinin farkına 400 yıl sonra vardıklarını gösteren
ilginç bir örnektir.
Bu
arakesitte Tanpınar nasıl bu kadar geriden geldiğimiz konusunda düşüncelerini
açıklamıyor. Bu belki bugün bir sorun haline geldi. Türkiye’de kendilerinden
icazetli allameler var. Fatih Medreselerini Bologna ve Cambridge
üniversiteleriyle eşdeşleştirdikten sonra her şey yerli yerine oturmuş
görünüyor. İstanbul Üniversitesi de Cambridge gibi algılanabilir. Biz kendimizi
aldatıyoruz!
Encüme-i Daniş, uzman bilim adamlarından,
düşünürlerden oluşmuyordu. Kaldı ki o dönemde İstanbul’da bilim adamı, filozof
türünden tanınmış bir bilim adamı ve düşünür de bilmiyoruz. Üyeler vezirler,
medrese hocaları ve yüksek bürokrasiden seçilmişti. Bu günümüzün davranışına da
uygun görünüyor. Bu üyeler arasında birkaç yabancı oryantalist ve dil uzmanı
vardı.
AKP
TÜBA’YI ORTADAN NEDEN KALDIRDI?
Adı
bugüne gelmiş iki kişi biliyoruz. Ahmet
Cevdet Paşa ve Ahmet Vefik Efendi. (henüz paşa değildi.) Bu sözde
akademinin çoğu tayinle gelen memur olduğu için idarede terfiler, değişiklikler
oldukça üyeler de değişiyordu. Bunlar toplantılarda birbirleriyle
tartışıyorlardı. Bu günümüzdeki YÖK’e, Koruma Kurullarına ve Devlet memurlarından
kurulan kurullara benziyordu. Cevdet Paşa, bu işe yaramaz Akademinin Ali Paşa
tarafından ortadan kaldırıldığını yazıyor. Akademinin kaldırılması bir tasarruf
kararı idi. Akademiden başka her şey olan Encümen-i Daniş sadece gereksiz bir
masraf kapısıydı. Fakat idari davranışların o zamandan bu güne değişmemesi de
açıklayıcı.
AKP
hükümeti TÜBA’yı (Türkiye Bilimler Akademisi) neden ortadan kaldırdı? TÜBA’dan
birbirlerini seçen tanınmış akademisyenler vardı, maaş da almıyorlardı.
Herhalde Osmanlı Encümen-i Daniş’ine benzemediği için ortadan kaldırılmıştır.
Çünkü kapı kullarından oluşmuyordu ve özgürdü.
1840
ile 2010 arasında 170 yıl sonra Türkiye’nin başında bir Osmanlı hükümeti mi
var? Belki olamıyor ama gelmişti. Biz onu Cumhuriyet hükümeti sanıyorduk.
İlginç olan, kimsenin böyle bilim,
düşünce kurulu olur mu, dememesidir. Cevdet Paşa böyle üye olur mu,
demiştir ama, kendisi de üye olduğu zaman bir şey demediği anlaşılıyor. Nasılsa
bugün de aynı olduğunu düşünürsek, AKP’nin Osmanlı hayaline yaklaştık
sayılabilir.
Tanpınar,
Encüme-i Daniş’in akıbetinden sonra hep bir Türk akademisinin açılmasının
düşünüldüğünü söyler. 1993’de açılan Türk akademisi 10 yıl içinde
kapatılmıştır. Bu Osmanlı cehaletinin bugünün Türkiye’sinde devam ettiğini
gösterir.
İtalyan, Fransız akademileri 16-17 inci
yüzyıllarda, Ruslarınki büyük Petro tarafından 18.yy. da kurulmuştu. Bunlar
gerçek bilim adamı ve düşünürlerden oluşuyorlardı. Bu yüzlerce yıl açılamamış
Türk Akademisi sorunun bu gün sorgulanıyor mu? Hayır! Bunun toplumun bilimsel
gelişmesine olumsuz etkisi tartışılıyor mu? Hayır!
Tanpınar,
Cevdet Paşa’nın bir çok örnek verdiğini ve bütün bu göstermelik kapıkulu
kurullarının bu benzer nedenlerle kapandığını söyler. Ne var ki, Tanpınar gibi
bir düşünür de, bunun nedenini kurcalamak istemez.
600 YIL
SONRA İLK ÜNİVERSİTE
İstanbul’da bir üniversite açılması da bir
komedidir. Avrupa’da ilk üniversiteler 13. Yüzyılda açılmışlardı. Bizim
allamelere sorarsanız Fatih medresesi de bir üniversite idi. Eğer bir
akademisyen 15.yüzyılın Oxford’u ya da Heidelberg üniversitesini Fatih
Medresesine benzetiyorsa, kendisi bir medreseliden ileri gidemediği içindir.
Üniversite
açılması Encümen-i Daniş tarafından kararlaştırıldığı halde açılamayan ilk
üniversite, ikinci kez 1870’de (Avrupa dan 600 yıl sonra) Abdülaziz döneminde
açılmış, iki yıl sonra Mollaların müdahalesiyle kapatıldı. Abdülhamit döneminde
varlığı anlaşılmadan kapatıldı. 1905’de tekrar açıldı fakat 14-18 savaşına
girdik, kısacası bu ülke hiç üniversite görmeden Cumhuriyet’e geldi. Aslında
orta mektep ve liseler de (Rüştiye, idadi) Tanzimattan sonra açılmış, fakat
yeteri kadar gelişmemişlerdi. 19. Yüzyıl’da Osmanlı eğitiminin durumunu bugün
kimse bilmez. Kaldı ki Cumhuriyet başında nüfusun okuma yazma bilmeyeni %90’dı.
Köylüler oluma yazma bilmiyorlardı.
Osmanlı
Anadolusu ise kentsel yapı açısından gelişmemiş bir ülke idi. Öğretim de bir
kent kurumlaşmasıdır. Avrupa’ya yakın öğreti 18.yy. dan sonra sadece askerler
gördüler.
AVRUPA’YA
HER ALANDA YÜZYILLIK GERİLİKLER
19.
Yüzyılda Osmanlının batılılaşma programı içinde tiyatro vardı. Abdülmecid Batı
müziği ve tiyatroyu getiren sultandır. Dolmabahçe Sarayının arkasında bir
tiyatro yapılmıştı. Tiyatroya muhalefet, onu ortadan kaldırdı. O tiyatroyu kim
yaktı? Bugün Türkiye’de tiyatroya karşı olan gibileri. Abdülhamit dönemi
başında bazı tiyatrolar vardı. Namık
Kemal’in ‘Vatan Yahut Silistre’ oyununun yarattığı coşku nedeniyle
tiyatrolar kapandı.
İttihat
Terakki döneminde ve Cumhuriyet yıllarında Türk kadını sahneye çıkar.
Cumhuriyet döneminde serpilir. İlk opera 1940’larda yapılır. Bunlar Avrupa’ya
her alanda birkaç yüzyıl geri olan temel eğitim alanlarıdır.
Osman
Hamdi Bey’in arkeoloji müzesine karşın İstanbul’da bir resim – heykel müzesi
henüz yapılıyor, yıl 2015. Bu ülkede bugünlerde toplum eğitimini yönlendiren üç
büyük kurum var. Üniversite, Gökdelen, Alışveriş merkezleri. Politikacılar için
üçü arasında fark yoktur. Ama çağdaş medresenin 1.000.000 öğrencisi var. Fakat
kadının arkasında namaz kılınmaz. Yakında kadınlar için sözel mescit düşünen
yaratıcı müteşebbisler çıkabilir. Kültürel İntiharın çok değişik yöntemleri
var.
CBT sayı 1476, 3 Temmuz 2915
***
UYGARLIĞA GİRİŞ
Öldürmek bir uygarlık bileşeni olabilir mi?
Doğan Kuban
Sevgili
Okuyucular,
Bizim
tiyatro açısından Yunandan 2400 yıl geride olduğumuzu hiç düşündünüz mü? Gerçi
bir allame çıkıp bizde de Karagöz vardı, diyebilir. Bir Karagöz oyunu teksti
ile Euripedes’i hiç yan yana okudunuz mu?
Uygarlık
kişi bağlamında ya da toplum bağlamında eğitim ve öğretim anlamına gelmiyor. Bunlar
sadece bileşenler. Eskiden imza atabilenin okuma yazma bildiği düşünülen bir
ülkede yaşıyoruz. Uygarlık bağlamında bilinç, imza atmasını bilenler kadar.
Bu
kavramın en aldatıcı yanı, uygar diye
bilinen ülkelerin en büyük cinayetleri işleyenler olması. Silah en çok
onlarda. Bir bomba ile 100 000 kişiyi öldürenler Amerikalı kahramanlar.
Kahramanlık artık Leonidas dönemindeki
gibi değil. Her saçma ideoloji için adam öldüren kahraman olursa, uygar olmayan
kalmaz. Eğer öldürmek uygarlık bileşeni olursa,
dünya kovboyların ‘Free country’ (özgür ülke) dedikleri, hızlı çekenin önüne
geleni soyduğu çağa dönebilir. Eskiler buna için ‘Tut kelin perçeminden!’
derlerdi.
“İNSANCA..” DAVRANIŞ MODELİ
Uygarlık,
‘insanca’ dediğimiz sayısız davranışı içeren, kişiden başlayıp toplumlara yayılmış,
sözlere, düşüncelere, atasözlerine, felsefelere, inançlara sızmış, dünyanın her
köşesinde duyarlı, akıllı insanların davranışlarını yönlendirmiş, insanların
birlikte yaşamalarına olanak veren toplumsal
ve psikolojik davranış modelleridir. Temelde, insana saygıda temellenmiş
olmalıdır.
Cinayet, yalan, hırsızlık ve
sömürü ile dolu bir dünyada yaşadığımız için,
olasılıkla kötü örnekler iyilerden daha çok ‘rating’ yapıyor. Medya da onu
yansıtıyor. Fakat arada bir ‘uygarlık bu
olmalı !’ dediğiniz durumlar var.
Hollanda’nın
yeni kralını seçen törenlerde Amsterdam’da André Rieu Orkestrasının konserini dinledim.
Daha doğrusu Hollanda halkının musiki ile akıl almaz coşkulu ilişkisini
seyrettim. Orkestranın çaldığı şarkı ve marşların söylenmesine binlerce dinleyici
katılıyordu. Kuşkusuz bu çok özel bir konserdi. Fakat musikinin temel uygarlık ölçütlerinden biri olması gerektiğini
kanıtlıyordu.
Musiki
kadar hiç bir şey bu duygusal ortaklığı sağlayamaz. Belki aklınıza spor
yarışmalar ve maçlar gelecektir. Fakat bunların uygarlık gösterisi olduğunu
sanmıyorum. Örgütlenmeleri uygarca bir davranış olarak görülebilir. Konserde 15-20
marş ve şarkının büyük çoğunluğuna binlerce kişi katıldı. Musiki dinleyicisi olanlar
onun kendilerini bir nehir gibi alıp götürdüğünü bilirler.
ÖPÜŞME
Daha
basit bir uygarlık gösterisi daha keşfettim: Sevgili ya da karı koca
kalabalıkta utanmadan öpüşüyorlarsa bu bir uygar toplum gösterisidir. Öpüşme seks’den çok sevginin gösterisidir.
Müslüman bir toplumda yan yana bile yürümeyen karı koca ne kol kola girer, ne
el ele tutuşur, ne birbirlerini öperler. Neden? Çünkü kadınla erkeğin birbirlerine
yakınlaşmaları İslam toplumunda ancak seks
olarak görülür. Kadın ve erkek arasında sevgi dışlanmıştır. Bu yorum, sosyal
gerginlikler yaratmakla kalmaz, toplumun sevgi potansiyelini de azaltır.
Dinin
toplumlar üzerindeki etkisi küçümsenemez. Dünyada dinden daha güçlü olarak
insanları etkileyen hiç bir ideoloji yoktur. Kaldı ki bu kadar uzun etkili olan
da yoktur. Fakat bu uzun yaşam ve etkili güç, tarih boyunca politik ve ekonomik
amaçlarla, dini inancın saptırılmasına ve din dışı amaçlarla yönlendirilmesine
olanak vermiştir. Bunu en uygar toplumların tarihinde bulmak, insanların
karakterleri bağlamında umut kırıcıdır.
DİNLERİN
ORTAK YASAKLARI
Bütün
dinler pek çok günah arasında üç tanesini büyük günah sayarlar. Öldürmek, Hırsızlık, ve yalan söylemek.
Dindar insanlar buna inanırlar. Dini kitaplar bunların cezasını da söyler,
örneğin İslam şeriatında çalanın eli kesilir. İnsanın bu günahlara kapılmaması
için öğretimli olması gerekmez. Benim dindar anneannem dahil, tanıdığım pek çok
iyi insan okuma yazma bilmiyordu. Dünyanın
en uygar toplumları da, kişi ve toplum olarak öldüren çalan ve yalan
söyleyenlerle dolu.
Din,
çalmayı hukuk gibi tanımlamaz, tanım sade ve dolambaçsızdır. Hukuk ise bir
kılıf bulup geçirme yöntemidir. Bütün dünya parlamentoları bu işi yapan
uzmanlarla doludur. Politika da, uluslararası bir yalan söyleme ve safsata
(sofizm) yöntemidir. Toplumlar geliştikçe bu bilgiler bilime bile dönüşürler.
Yalanı
doktrin haline getiren devletler var. Kısacası Uygarlık-Din ilişkisi suç
bağlamında bir anlam taşımaz. Uygarlık daha kapsamlı bir birikimdir. Din aracılığı
ile tanımlanamaz.
Uygarlık
bir Milliyet de tanımlamaz. İnsanlık iyi çalanı, iyi öldüreni hangi amaçla
olursa olsun mahkum ediyor. Safkan dindar olmaz, bütün dinler kazanç hanelerine
yeni devşirmeleri yazarlar ve şimdiye kadar hiçbir tarih ve bilim safkan Türk,
Arap, İranlı, Alman’ın daha namuslu olduğunu kanıtlamamıştır.
Hitler,
Mussolini ve dünyanın her köşesinde sayısız irili ufaklı diktatörün yaptıkları uygar
toplumla diktatörlük arasında doğru ilişki olduğunu gösteren bir gerçek sergilemez.
Cumhuriyetçilikle
uygarlık arasında ilişki daha karmaşıktır. Herhangi bir insanın dindar ya da
Milliyetçi olması Cumhuriyetçi olmasına engel olmamıştır. Türkiye halk partisi
üyeleri de ötekiler gibi dindar ve milliyetçidir. Eğer yalın akıl perspektiflerinden
bakılırsa dinci parti, Milliyetçi parti, cumhuriyetçi parti yaftaları uygar insanlar
tanımlamaz. Galatasaraylı-Fenerli-Beşiktaşlı olmak da insanı daha uygar yapmaz.
UYGAR’I TANIMLAYAN NEDİR?
Herhangi
bir parti mensubu olmak değildir. İstatistik farklılıklar olduğu zaman bunun
nedeni başkadır. Bilgi, görgü, kentsel gelenek, yaşam kalitesi bazı
farklılıklar yaratır. Fakat bunlar da doğrudan uygarlık nedenler değildir.
Dünyanın en büyük insanlık cinayetlerini Avrupalıların işlediler. Fakat toplumsal
uygarlıkla ilgili en ileri düşünceleri de onlar geliştirdiler. Ne var ki insan
beyni iyilik ve kötülüğü birbirine yakın oranlarda üretiyor. Yin ve Yang dengeli.
Kadın erkek nüfusu da dengelidir.
İnsanları
davranışları bağlamında bazı doğru gözlemler yapılabilir. Bunlar bilimsel
değil, istatistiksel gerçeklerdir. Örneğin, hırsız ya da sahtekar politikacı ve
tüccarlar arasında daha çok çıkar. Matematikçi, ressam ve müzisyenden çıkmaz.
Olasılıkla
bilim, sanat ve uygarlık arasındaki ilişki daha çok irdelemeye değer. İdama
giden fizikçi ya da biyolog sayısı pek bulunmaz , ama politikacı, tüccar hatta
asker bulunabilir. Yani nedeni ne olursa olsun, bilim adamı daha güvenilir bir
yafta gibi gözüküyor.
Öte
yandan kilise Galileo Galilei’yi mahkum eder. Sünni Müslümanlar sufi Haccac’ı
yakarlar. Atina hakimleri Sokrates’e zehir içirebilirler. Bunlar daha çok
geçmiş, daha uygar olmamış dönemlerin hikayeleridir.
Uygarlık
insan toplumunun dini ve politik yaşamındaki insan merkezli kuralların
birbirleriyle buluşarak politik özgürlük, toplumsal ahlak, adalet, estetik
konularında geliştirip kurallaştırdığı insan merkezli davranışlar bütünüdür. Zaman
zaman sınıfsal despotizmin,kişisel despotizmin, savaşların zorladığı gerilim ya
da sömürü dönemleri yaşanmış, politik, dini, ekonomik baskılar olarak
toplumların yaşamını alt üst etmiştik.
Bu toplumsal-
evrensel süreçlerin en uzun aşaması kapitalizmdir. Günümüzde insan için
uygarlıktan toplumsal uygarlığa, uygarlık için uygarlığa doğru bir gelişmenin
içinde yaşayan ülkeler var. Bunun en önemli göstergesi de kişi özgürlüğünün en
az kısıtlamalara tabi olmasıdır. Uygarlığın hiçbir konfor aracı ve olanağı ile
ilgisi yoktur. Temeli insan güvenliği ve özgürlüğüdür, ve bu yasa ile değil, tarihi
birikimle gerçekleşiyor. Kültürler farklıdır. Fakat her kültürün kendi
uygarlığını yaşadığı düşüncesi boş bir övünmedir.
CBT Sayı 1475, 26 Haziran 2015
TÜMEL DEĞİŞİM
İslamlaşma tarihimizle derin
bir hesaplaşma
Doğan
Kuban
Batı’nın sistematik çabalarıyla İslam ülkeleri
büyük felaketlere uğradılar. Türkiye her alanda dengesini yitirdi ve akıl dışı semptomlar
sergiliyor. Paraya odaklı yozlaşma çöküntü getirdi. Gerçi dünya bütünüyle
çürümüyor. Sağlam kalan bir dokusu, yaşama direnci var. Herkes namussuz değil,
kimi dış kimi iç kaynaklı, toplumu yozlaştıran virüsler var. Kişisel
davranışlardan devlet İdaresine kadar eğitimde, adalette ve ekonomide dünya ile
iç içe 80 milyon, ayağına kurşun sıkıldıkça zıplayan insanlar olduk.
Türklerin İslamlığı ile
başlayan tarihle hesaplaşmamız gerek. Çünkü toplumu yozlaştıran düşüncelerin
çoğu uydurma, politik amaçlı tarih yorumlarından kaynaklanıyor.
İslam’ın iki kökeni var:
Kuran ve Türk diliyle yorumlanmış İslami doğmanın özümsenme süreci. Bu yorumlar
homojen değildir ve kendi iç dinamikleri ile değil, dünya ile etkileşim
sonucunda değişiyorlar. Tarihimiz de bunun en iyi bilinen görüntüsü, Bizans ikonoklast akımından aktarılmış olan
resim yasağı. Abdülmecit devlet dairelerine resmini astırmak istediği zaman
tepki gördü. Bugün politikacılar duvarları resimleriyle dolduruyor, heykel
yıkıyor, köpek ya da karpuz heykeli yapıyorlar. Bu, toplumun kültürel yozlaşmasını
ve dini doğmayı değiştiren etkenlerin yabancı kökenini gösteriyor.
Batı da yozlaşıyor. Batı
etkisi bir bütündür. Pazardan sebze alır gibi, bu iyi bu kötü diye seçmiyoruz,
tümünü ithal ediyoruz. Güzel sanatlar okulu, Konservatuar açmak zorundasınız. Dersleri ingilizce yapıyorsunuz, futbol var
ama Batı musikisi yok, foto var ama resim yok, hıyar heykeli var ama insan
heykeli yok demek saçmalamaktır. Bir resim,
yılda on kişi öldüren Mercedes’ten daha önemlidir. Bir heykel bir füze’den,
büyük musiki yapıtı da Atom bombasından daha önemlidir. Bu değer yargılarını
şaşırırsanız, teknoloji ithal etseniz de elinizde kalır.
Gelecek için Türkiye’nin
sorunu, silah müşterisi olmak yerine, evrensel bilim ve sanatın gelişmesine
katılabilmektir. İslam dünyasını yıkan gericiliğin kökü kendimizde değil, cehaletimizi
istismar eden Batı politikasının başının altındadır.
İslam’ın iki dönemini iyi
tanımlamak gerekir. İlk aşaması Avrupa Ortaçağına 12 yüzyıldan başlayarak
etkili olan, Avrupa Rönesansı’nın da bileşenlerinden biri olan Abbasi Rönesansı ile sonlandı. Buna
Rönesans denmesi yanlış olmaz. Çünkü Avrupa’dan önce, Yunan, Hellenistik ve
Roma kaynaklarının çevirisi üzerine kurulmuştur.
TARİHİN İLK ÇEVİRİ
ÖRGÜTLENMESİ
Erken İslam, İran, Hellenistik, Yakın Doğu
ve Doğu Roma ülkelerini fethederek İslam inancını yaydığı dönemde, gelişen
kültürünü Yunan-Roma kültürüne dayamıştır. Bütün İslam fetihleri Hellenistik
imparatorluklar, Roma İmparatorluğu ve Eski İran İmparatorluklarının toprakları
idi. Harunreşid ve oğlu El_Memun’dan başlayarak, sistematik
olarak bütün bu kültür alanlarının ürettiği yapıtlar Bağdat’ta Arapçaya çevrildi.
Bu, dünya tarihinin en
büyük sistematik çeviri örgütlenmesidir. Ve İslam kültüründe gerçek çizgisini
gösterir. Bu çeviri etkinliği çerçevesinde İslam
Bilim ve Felsefesi gelişmiş ve 12-13 yüzyıllara kadar etkili olmuş, İspanya’ya
egemen olan İslam kanalı ile de Ortaçağdan sonra 16 yüzyıla kadar Avrupa’da
etkili olmuştur.
İslam Tarihinin ikinci aşaması, Türklerin, İran ve
giderek Yakındoğu fetihleri dönemidir. Karahanlıların
ve Gaznelilerin Orta Asya’ya egemen
olmalarından sonra Selçukluların 11.
Yüzyıl ortalarından başlayarak Anadolu ve Yakındoğu fetihleri ve İran’da
güçlenen Şiilik, Arap İslam’ının, Abbasi döneminin tersine, koyu bir dogmatizme
dönmesine neden olmuştu, bu da Abbasi döneminin Antik düşünceye açılımının sonu
olmuştu.
Fakat Sünni Arap, çeşitli
şeri yorumlarla Kuran’da olmayan yasaklar uydurmuştur. Türkler Hoca Ahmet Yesevi’nin irşatlarıyla
Müslüman olmağa başladıkları zaman, Horasan Şii idi. İlk Türk tarikatları.
Bektaşiler, Anadolu abdalları, Babai isyanlarını çıkaranlar Şiilikle Şamanizm’i
birbirine karıştıran bu Alevi tarikatları oldu.
ARAP SÜNNİLİĞİ GELİP
YERLEŞİYOR...
Hacı Bektaş, Osmanlı döneminde en etkili
Türkmen babası idi. Orhan Bey zamanında esir edilen çocuklarından ilk devşirme
askerlerin ruhani lideri olarak Hacı Bektaş uygun bulunmuştu. Ertuğrul’un ailesi
de Ahilerle ve Babailerle yakın ilişki içinde idiler. Onlar da Horasan
kökenliydi. İran Selçuklularına karşı baş kaldıranlar Şaman geleneğini sürdüren
babalardı. Bunların etkisi Constantinopolis’in fethine kadar sürdü.
Cami ve medreselerden önce, Osmanlı döneminde Ahi zaviyeleri
açıldı. Yıldırım döneminden başlayarak zaviyelerle
birlikte Cami ve medreseler yapılmağa başlandı. Fetihten sonra ise zaviye
yapısı ortadan kalktı, yine de Yavuz Selim dönemine kadar Osmanlı ailesinin Alevilerle
ilişkisi sürdü. Bu ilişkinin kopmasına
neden olan Yavuz’la Şah İsmail arasındaki savaştır. İran etkisinde Şii
Türkmenlere karşı Osmanlılar Arap
Sünniliğini kendilerine destek aldılar. İstanbul’da Ahi zaviyesi yoktur. Böylece
İstanbul Arap sünniliğinin önemli bir
merkezi oldu.
VE BİLİME SANATA KAPI
KAPANIYOR: SÖMÜRGELEŞME DÖNEMİ
Fakat 15 yüzyıldaki bu
yeni gelişim, kendisi ile birlikte Abbasi
açılımına son darbeyi vurdu. Osmanlılar Abbasi Rönesansı’nın bilim ve
felsefedeki açılımlarına kapıyı kapadılar. Bir yandan Avrupa’yı hatta İtalya’yı
tehdit ederken, Rönesans’ın Avrupa’ya getirdiği düşünsel, sanatsal ve felsefi
olanaklarını dışladılar.
Sonuç sadece
İmparatorluğun yıkılması değil, Türkiye’nin geri kalmış eğitimi ve
teknolojisinin de nedenidir. Kurtuluş Savaşı sonrası açılımı ise, 1945 sonrası Batı
politikasının Ortadoğu politikaları nedeniyle baltalanmış ve bugünkü kültürel
ve politik kara çukura düşülmüştür. Batının
ve ona eşdeş olan Hıristiyanlığın İslam dünyasına seçtiği gelecek, Ortaçağ’da
planlanmış bir sömürge statüsüdür. İslam ülkelerinin bu tuzağa düşmüş
olması, 18.-20. yüzyıl sömürgeleşmesinin sonucudur. Sömürge olmaktan kurtulmuş görünseler
de, Batı ile ekonomik ilişkileri, daha incelmiş sömürü politikalarıyla sürmektedir.
Yeni dünya koşullarında Doğu
Asya’nın kazandığı yeni küresel statü Avrupa ve Amerika’nın politikalarında
değişiklik yaptı, fakat küresel egemenlik liderliğini kaptırmamak isteyen Amerika’nın İslam ülkelerini kendi
patronluğu altında tutmak istediği açıktır.
Eğer hala anlaşılmamışsa,
bu İslam ülkelerinin kaygısızlar,
aptallar ya da ortaklar tarafından idare edildiğini düşünmek gerekir. Neredeyse
Ortaçağ’dan bu yana süren bu egemenlik savaşını Müslümanların anlamamış olmaları,
hala çok ilkel, 11. Yüzyıldan bile geri bir
düşünce seviyesinde yaşayan kalabalıklar olduğunu kanıtlıyor.
İSLAMI SEVİNDİREN
BATININ CİCİ-BİCİLERİ
Cahil halklar, gelişmişlik
tekerlemeleri ve teknolojik oyuncaklarla aldatılıyorlar. Kolay aldanacak kadar az
gelişmişler. Otomobil, televizyon, ve telefon sahibi olunca yeni oyuncak
verilen çocuklar gibi ağlamayı kesip susuyorlar. Kardeşleriyle kavga ediyor, ve
küçük, yapay ordular ve hayallerle İslam devletleri kuruyorlar. Bütün İslam
dünyası yeni İslam mücahidlerinin eline geçse, Dünya karşısındaki statüleri
daha mı güçlü olur? İsrail’i ortadan kaldırabilirler mi? Yoksa tümel olarak yeniden
sömürge mi olurlar?
İslam toplumlarını bu çırpınma ortamında tutmanın en güzel
aracı silah satmak, parçalamaktır. Cehalet, entelektüel
cılızlık ve gelişmemişliği, parçalanmışlığı ayakta tutmaktır. Ben de Hıristiyan
ve Batılı olsam daha iyi bir yöntem bulamazdım. İşid ve El Nusra yeni bir
devlet kurarlarsa Suudi Arabistan saltanatı ayakta kalmak için ne yapar?
Türkiye Ortaçağ
kalıntısı kurumlara karşı çağdaş kurumlaşmayı gerçekleştirmek zorundadır, bu bilimselleşmektir,
bunu Uzakdoğu gerçekleştirdi. Her ülkenin stratejisi farklı olmak zorunda.
Bizim de şansımız var.
Çünkü o yola 1923’de girdik. Kısa zamanda çok yol aldık.
CBT Sayı 1474, 19 Haziran9 2015
***
Seçim Sonuçları Halkın Koyun Olmadığını Gösteren Ulusal Uyanma İşaretidir
CBT 1473, 12 Haziran 2015
Herkes
bilmiş bir tavırla bu halkla olmaz, bu cehaletle olmaz diyordu. Ben de halkın
cehaletinin toplumun en büyük handikapı olduğunu düşünen biriyim. Fakat cehalet
kadar önemli bir kalite var: Yüzlerce
yıllık bir yaşamın sağladığı bir sağduyu. Bu sağduyunun varlığını
gördüğümüz için çok mutlu olmalıyız.
Seçimden başarı ile çıkan sağduyulu liderlere teşekkür
ediyor, halkın iradesi etrafında kilitlenmelerini beklediğimizi duyuruyorum.
Doğan Kuban
Şimdi
en büyük tehlike, bu uyanmayı, seçim sonu oy analizleri, 65 yıldır klişeleşmiş
yargılar ve içinde doğup büyüdükleri az gelişmiş toplum algıları içinde,
yolundan saptırmak isteyenleri engellemektir. Gazete ve televizyonlar bunlarla
dolu.
Türkiye,
1980’den sonraki yıkımdan sonra bocalaya bocalaya, son 13 yılda ülkeyi
diktatörlüğün eşiğine getiren bir koyu cehalete teslim olmuştu. Bugün de
seçmenlerin %40’ı bunun farkında değil. Bunda da şaşılacak bir durum yok. Öyle
olmasaydı zaten bu günlere gelmezdik.
Halkın % 60’ının
seçimdeki politik iradesinin odağı, kanımca AKP’yi devirmekten çok, kendisini
ülkenin kaderi gibi gösteren RTE’ye karşı sağ duyulu, fakat daha çok sezgisel
tepki idi. Halk iradesini kanıtladı. Partiler bu akan nehrin kanalları oldular,
toplumun %60’nın bu sezgisi ülkeyi uçurumun kenarından uzaklaştırdı.
Cumhuriyetin bütün uygar kazanımlarının 10 yıl içinde yok
edildiği bir cehennem yaşadık. Bu yıkımın toplumun eğitim
ve öğretimine, ahlakına hatta dinsel kurumlarına getirdiği alışılmamış
davranışlar ve kontrollar, adalet mekanizmasını, ordusunu, neredeyse doğal
işlevlerinden uzaklaştıran ve onları adeta köleleştiren idari müdahaleler, dış
politikasına, kentsel gelişimine, ülkenin doğasına ve genel ekonomik yapısına
getirdiği hasarlar düşünülürse, halkın bu tepkisini ilahi bir aydınlanma olarak
görmek olasıdır. Kimse, AKP de dahil, bunu beklemiyordu.
BİR MUCİZE DİRENİŞ
Bu
mucize direnişi ucuz politik tartışmalara kurban etmek günah olur. Akıl almaz
bir ters gidişi durduran bu aydınlık gösterinin yok edilmesini sağlamak için
harcanan enerjinin boşa gitmesi, kazanılmiş bir savaşın kaybedilmesi demektir.
Bugün politik tartışma zamanı değildir. Kanımca, Cumhuriyet tarihinde mücadele
Sakarya savaşı kadar önemlidir. Bu hükümet bir milyon gencin geleceğini
imam-hatip okullarıyla yok etmeyi göze alabilen bir öğretim politikasını bir
yıl içinde, kimseye sormadan ve bu gençleri nasıl kullanacağını bilmeden
gerçekleştiren bir programı uygulamaya koyan bir politikanın yürütücüsüdür.
Halkı
harekete getiren AKP= RTE idaresinin, çağ dışı, ülkeyi dünyanın diline düşüren
diktatoryal eğilimi idi. Halk güdülmek istemediğini kanıtladı. Tehlikeyi
savuşturdu. Ve kendisine inanmayanların da yanıldıklarını gösterdi.
Gerçi %40’ı AKP’ye
oy veren halk kesiminin varlığı, aydınlanmış bir toplumun varlığını kabul
etmeyi zorlaştırıyor. İçinde yaşadığı karanlığın farkına varmayan 22 milyon
insan var. Bu, Türkiye’nin yaşamını tehlikeye sokan bir oran. Çünkü bunların
üzerine gelişmiş bir ekonomi inşa edilemez. Bunun 6-7 milyonu bilinçli bir
menfaat grubu olsa bile, dünyadan habersiz 15 milyon vatandaşımız var. Onları
bilgilendirmemiz, dünyadan haberdar etmemiz gerekiyor. Ülkenin geleceği henüz
güvende değil. Eski çarkları çevirmek isteyen milyonlar var.
CEHALETE KARŞI YENİ BİR
ÖĞRETİM DEVRİMİ
Cehaletin
gelişen ülkeler kategorisindeki ülkelerde suça teşvik eden nedenlerini bilimsel
olarak saptamak, istatistiklerini hazırlamak, yeni bir öğretim devrimine girmek
gerek. Bu toplum yıllarca politik, psikolojik beyin yıkama yöntemleriyle
uyutuldu. Tüketim tutkusu kurbanı yapıldı. Halk fakirleştikçe ülke daha zengin
gösterildi. Üniversiteler arttıkça eğitim kalitesi düştü. Bu ortamda cezalanmayan suç sayısı ile, ülke ekonomisi
arasındaki ilişkinin ne olduğunu kimse bilmiyor. Çağdaş bir toplumda
ekonomik bir araç olan istatistik Türkiye’de güvenilmez oldu.
Kanımca
çağdaş yaşamı rayından çıkaran suçların
frekansını ölçmek yeni bir bilim
dalı gerektiriyor. Çünkü irili ufaklı suç işleyen insanlardan oluşan garip
bir toplum olduk.
Ekonomi,
adalet, eğitim ve sonuçta demokrasi AKP rejiminde tek bir mikrofondan dikte
ediliyordu. Seçim sürecinde bütün ülke bunu izledi. Ve istatistikler bu
performansı büyük bir dikkatle saptadılar.
Sevgili Okuyucular,
Diktatörlüğe
gidişe ‘dur!’ diyen milyonların gerçekleştirdiği sonuç, 1950’den sonraki
olanların hesabını sormayı, düşünmeyi ve tartışmayı gerektirmiyor. O zaman olan
oldu. Tarihçiler yazsın. Bugünkü Türk halkının bilinçli olarak ulaşabileceği en
erken tarih 1990’dan sonra bir yerden başlıyor. Bunun ağırlığı AKP dönemidir.
AKP kendi ayağına kurşun sıka sıka çöktü. Daha da uzun iktidarda kalabilirdi.
Çünkü AKP de, aynı cahil toplumun ürünü ve temsilcisi idi. Cesareti de aynı
iskeletin kemiği olmaktan kaynaklanıyordu.
BU AÇILIMI KİMSE FEDA
ETMEMELİ
Türk
toplumunun %6o’nın bu aydınlık açılımını feda etmek bu toplum partilerinin
yapacakları en büyük hata ve günah olur. Bu Kurtuluş savaşının daha zor bir
aşamasıdır. Şimdiye kadar böyle bir fırsat yarım yüzyıldan fazla bir sürede
elimize geçmedi.
Bugün yolların açık
olması hep açık olacakları anlamına gelmez. Halkın açtığı aydınlık yolda
yürümek, yani onun iradesini sürdürmek istiyorsak, son 13 yılın
tekerlemeleriyle konuşmamak gerekiyor. Televizyonlarda hala o küçük hesaplarla
dolu tartışmaların, bilgiç gevezeliklerin, insanın gözünün içine baka baka
söylenen yalanların adı, politik yorum. Eski menfaatler, yıkılan yapılara asılı
kalmış söylemlerini sürdürmeğe çalışıyorlar.
Partilerin başkanları ve üyeleri
seçimde gösterdikleri cesaret ve sağduyuyu göstermeğe devam etmeliler. Amaç
partiler değildir, toplumdur. Millet Meclisi demokratik bir meclise benzesin.
Böyle bir meclisi uygarlık gösterisi olarak çok özledik.
Demokrasi karşıtı barikatları yıkalım. Başta seçim olmak üzere, üniversiteyi, iletişimi, adaleti, güvenliği
idarenin kölesi olmaktan, kentleri spekülasyondan kurtaralım. Politikacının
gaspettiği bilimsel otoriteyi yerine koyalım. Herkes halk için çalışırsa, kendi
partisi için de en büyük işi yapmış olacaktır.
Bu arada Kürt sorunu da kendinden çözülecektir.
Çünkü HDP Türkiye’nin partisi oldu. Bu, tartışmaların ulusal sınırlar içince
yeniden tartışılmasına olanak verecektir. Bundan korkmağa da gerek yok. Kürtler
vatandaşsa sayıları oranında partileri olacak. Bu Türklerin de daha bilinçli
olmalarını sağlar. Her şey bir kaç liderin sağduyusuna bağlı görünüyor. Yeni Kurtuluş
savaşını onlar yönetecek.
Seçimden başarı ile çıkan sağduyulu liderlere teşekkür
ediyor, halkın iradesi etrafında kilitlenmelerini beklediğimizi duyuruyorum.
***
Sempati, Ahlak ve Seçim Üzerine Çağrı
CBT sayı 1472 - 5 Haziran 2015
Seçim sandıklarına kafanızda bir silah ve düşman imgesi ile gitmenizi isteyenler insanlığa da Din’e de zarar veren cahillerdir. Acımak ve bağışlamak sempati duymak demek. Türkiye insanları birbirilerine sempati ile bakan bir toplum olsaydı, acaba daha ahlaklı bir toplum olmaz mıydı? Her işe Bismillah ile başlayan cahilin acımakla ve bağışlamakla ilgisi yok...
Bir İngiliz felsefe profesörü olan A.C. Grayling, felsefi konuları sıradan okuyucunun anlayacağı düzeye ve boyuta indiren çok etkili bir yazar. Bir makalesinde David Hume ve o çağ İngiliz filozoflarının ahlakın temelinde sempati yattığını vurguladıklarını anımsatmış.
Türkiye’deki politik mücadelenin ön planında din geliyor. Türk toplumu da bundan nasibin almış, ağırlıklı olarak Müslüman bir toplum. Seçime din kavgası vurgulanarak giriliyor. Bugün Almanya’da ya da Fransa’da Protestan -Katolik karşıtlığı üzerinden bir seçim yapılması komik olur. Dünya kamuoyunda İşid Müslüman ve Hıristiyanlara uyguladığı terörle Engizisyonu anımsatıyor. Dünya basını bu sorunu oldukça ayrıntılı olarak yorumladı ve yayınladı. Türkiye basını da, küçük bir bölümü ile bunu halka anlattı.
Ama din tartışmaları yapan ya da ona taraf olan toplum katları Kuran’ı Allahın en güzel adları ile başlayan Surelerin neden Acıyan (Rahim ve Bağışlayan (Rahman) bir Tanrıdan söz ettiğini hiç akıllarına getirmiyorlar. Her işe Bismillah ile başlayan cahilin acımakla ve bağışlamakla ilgisi yok. Fakat İnsanoğluna ve canlıya acımak ve onu bağışlamak Allah’ın sıfatları olduğuna göre öncelikle Müslüman’ın da sıfatları olmak zorunda. Acımak ve bağışlamak sempati duymak demek. Türkiye insanları birbirilerine sempati ile bakan bir toplum olsaydı, acaba daha ahlaklı bir toplum olmaz mıydı?
ACIMAK YOKSA DİN DE İMAN DA YOK
Biz İslamda İngiliz filozoflarında bin yıl önce, ‘Sempati insan davranışlarının, yani ahlakın temelidir.’ düşüncesini kutsal kitabın her suresinin başına koymamışız mı? ‘Tatlı söz şeytanı deliğinden çıkarır!’ demesek bile, acımak ve bağışlamak, sempati ve sevgi başlangıcıdır. Bu da bizim dini inancımızın ve ahlakımızın temelidir, diyebiliriz.
Acıyan ve bağışlayan Tanrı İslam’ın müslümanlara en büyük hediyesidir. Ne yazık ki camilerde din propagandası yapanlar Kuranın her Sure’nin başında inananlara sempati ve sevgi emrettiğini öğrenmemişler ya da unutuyorlar. Vebal onların.
Sempati ahlakın temellerinden biri mi ? İnsanların büyük çoğunluğu insanı, kediyi, köpeği, kuşları, kelebekleri, çiçekleri, ağaçları, korkmadığı her şeyi, güzel şeyleri sever. Ya da onlara sempati duyar. Daha bilimsel olarak buna pozitif empati diyoruz.
Kimisine karınca ezmez deriz. Nazik, kimseye eziyet etmeyi akıllarından geçirmeyenler var. Fakat Bilim adamları acımasız, sempatisiz adamların var olduğunu, sadistlerin yaygın olduğunu saptamışlardır. Eskiden büyüklerimiz insafsız adamlara ‘gavur’ derlerdi. Gavur sözcüğü açıklayıcıdır. Müslümanlar, yani gerçekten müslüman olanlar acıyan ve bağışlayan olmanın Allah’ın esma-i hüsna (güzel adları) yani güzel özellikleri olduğuna inanırlar. Tanrının güzel özelliklerini (99 tane) taklit etmekten daha iyi müslüman özelliği olmaz. Onun için acımayan, katı yürekli kaba insanlar ‘Gavur!’ demeleri Müslüman sıfatına sahip olmayan acımasız, insafsız adama söylenir.
Onların kalpleri yumuşamaz. Acimasız, insafsız adamlara ‘dinsiz,imansız ‘ dendiği de olur. Acıma duygusu ile donanmış bir Müslüman için katı yüreklilik kötü bir vasıftır. Eğer bir işe Bismillahirrahmanirrahim diye başlayanın, bağışlamaya da hazır olması gerek. Eğer öyle değilseniz, Müslümanlığınız da su götürür.
BÖLÜCÜLÜK, İSLAMİ VE DİNİ BİR ÖZELLİK DEĞİL
Sempati, sevgi, acımak, insanların acı çekmelerini önlemek için çaba göstermek, karşılıksız yardım eli uzatmak insanoğlunun özellikleridir. Toplumsal dayanışma insanların birbirleriyle kavga etmelerini engellemektir. Kavga edenleri ayırmaktır. Bazı insanlar bunu ölümü bile göze alırlar. Bunlar gerçek kahramanlardır. Davranışları sevgi ve acımadan kaynaklanır.
Nifak, yani bölücülük, İslami ve dini bir özellik değildir. Birleştirici olmak insanın ahlaki bir özelliğidir. Tanrılar insanları birleştirmek için gelmişlerdir. Bu tür mesajlar dini ve insani mesajlardır.
Din neden insan nezdinde bu kadar önemli? Sevgi önerdiği için.
En büyük insanlık göstergesi sevgi ise, silah yapan gerçekte dindar değildir. Din adamları ellerine silah almazlar. Silah üretenler, nifak çıkaranlar dindar olamaz. Haçlılar İsa’nın temsilcileri değildi. İnsan hem kendisini aldatabilir, hem de başkalarına karşı hiç sempati duymayabilir. Her şeyin iyisi kötüsü var. İnsanın da akıllısı var, delisi var.
Sempati ahlakın temelidir. Sevgi olmazsa insanlık olmaz. Sempati akılla sevgiye dönüşür. İnsanları bir araya getiren sevgidir. Sevimli, yüzü gülen insanlar kalabalıkları bir araya getirir. Kendinize yakın bulduğunuz insanlar var. Bir iyilik gözlerinizi yaşartır. Boğulan birisini denizden kurtarmak ve bunun için yaşamını tehlikeye atmak, uçaktan bomba atmaktan daha kahramanca bir davranıştır.
Gülen ve yardım eden insanlarla ortak olun. Güzeli sevenlerle ortak olun. Yardım edenlerle ortak olun. Çocuklarınız daha iyi bir dünyada yaşasın. Sevgi ve yardımseverlik dağıtın. Buna da yardımcı bir davranış var. Yetinmek ve alçakgönüllü olmak bunları yapmanızı kolaylaştırır. Dünyayı gönlünüzün gözüyle görmeğe başlamak Tanrıya insanları yakınlaştırır. Islam tasavvufu bu düşünce ve davranışın bütün çeşitlerini sergiler.
Onun için Hume sempati ahlakın temeli demiş. Acıyan, canlı varlığa acır. Onu kendini tamamlayan olarak görür. Sempati bundan kaynaklanır. Ahlak bundan kaynaklanır. Buna da insanlık ya da uygarlık diyoruz..
BİRLİKTE YAŞAMAK=ORTAK VARLIĞIN PARÇASI OLMAK
Hayvanlar gibi insanlar da birlikte yaşamak zorundalar. Toplumu birlikte yaşatan sempatiye dayalı saygıdır. Bu genel bir hoşgörü mekanizmasıdır. Arkasında toplumda farklı insan ve gurupların varlığını kabul etmek yatar. Başka türlü seksen milyon insan birlikte yaşayamaz. Peki, insanlar birbirlerinden farklı olduklarını öğrenmeye nasıl başlayacaklar? Bunun yöntemi öğretim ve kolaylıkla ulaşabildiğimiz medya, televizyon, radyo gibi iletişim araçlarıdır. Farklılığın bilincine ulaşmak, uygarlığın temel özelliklerinden biri. Birlikte yaşamak demek, bilerek yaşamak demektir. Biz tavuk ya da at değiliz, onların birlikteliği bilinçaltı. Bizim ki bilinçli.
Birlikte yaşamak, bir ortak varlığın parçası olmak demek. Çağdaş politik söylemin hastalığı bu ortak söylem gerekliğini varlık bilincini yarattığını unutmak. Ya da anlamamak. Bu ortaklıkta insanların duyarlılıklarını keskinleştiren edebiyat, sanat ve müzik gibi etkinlikler var. Bunlar ortak duyarlılıkların gelişmesini sağlar,
Bunların birikimi dünyayı zenginleştiriyor ve uygarlaştırıyor. Evler, camiler, kiliseler, düşünceler, melodiler, inançlar, değişik entelektüel estetik ilgi ve duyarlılıklar uygar toplumu tanımlar. Bunlardan ne denli çoğuna sahip olursak, o denli dünyanın zenginliğine ortak oluyoruz.
Benim gibi düşünmeyen Japon ve Çinli’yi kesip atmıyoruz. Birbirleriyle aynılaştırmak diye dünyanın bir sorunu yok. İnsanlık var ise, bu çoğulculuktan kaynaklanıyor. Uygarlık var ise, bu çokluğun kabulünden kaynaklanıyor. Dünyanın insanları bu olanağı sürdürmek için çabalıyorlar. İnsan bilmediği şeyi sevmiyor, hatta onu doğru kullanamıyor. Oysa Fiat yerine Honda seçmek için bile bilgi gerekiyor. Bu biliçlenme ile insanlığınız başlıyor. Horlamak ve dışlamak akıl işi değildir. Her düşmanlık bir cehalettir.
Seçim sandıklarına kafanızda bir silah ve düşman imgesi ile gitmenizi isteyenler insanlığa da Din’e de zarar veren cahillerdir.
***
Doğan Kuban
Seçim
sandıklarına kafanızda bir silah ve düşman imgesi ile gitmenizi isteyenler
insanlığa da Din’e de zarar veren cahillerdir. Acımak ve bağışlamak sempati duymak demek. Türkiye insanları
birbirilerine sempati ile bakan bir toplum olsaydı, acaba daha ahlaklı bir
toplum olmaz mıydı? Her işe Bismillah ile başlayan cahilin acımakla ve
bağışlamakla ilgisi yok...
Bir İngiliz felsefe
profesörü olan A.C. Grayling,
felsefi konuları sıradan okuyucunun anlayacağı düzeye ve boyuta indiren çok
etkili bir yazar. Bir makalesinde David
Hume ve o çağ İngiliz filozoflarının ahlakın temelinde sempati yattığını
vurguladıklarını anımsatmış.
Türkiye’deki politik
mücadelenin ön planında din geliyor. Türk toplumu da bundan nasibin almış,
ağırlıklı olarak Müslüman bir toplum. Seçime din kavgası vurgulanarak
giriliyor. Bugün Almanya’da ya da Fransa’da Protestan -Katolik karşıtlığı üzerinden bir seçim yapılması komik
olur. Dünya kamuoyunda İşid Müslüman ve Hıristiyanlara uyguladığı terörle
Engizisyonu anımsatıyor. Dünya basını bu sorunu oldukça ayrıntılı olarak
yorumladı ve yayınladı. Türkiye basını da, küçük bir bölümü ile bunu halka
anlattı.
Ama din tartışmaları
yapan ya da ona taraf olan toplum katları Kuran’ı Allahın en güzel adları ile
başlayan Surelerin neden Acıyan (Rahim ve Bağışlayan (Rahman) bir Tanrıdan söz
ettiğini hiç akıllarına getirmiyorlar. Her
işe Bismillah ile başlayan cahilin acımakla ve bağışlamakla ilgisi yok.
Fakat İnsanoğluna ve canlıya acımak ve onu bağışlamak Allah’ın sıfatları
olduğuna göre öncelikle Müslüman’ın da sıfatları olmak zorunda. Acımak ve
bağışlamak sempati duymak demek. Türkiye insanları birbirilerine sempati ile
bakan bir toplum olsaydı, acaba daha ahlaklı bir toplum olmaz mıydı?
ACIMAK YOKSA DİN DE İMAN
DA YOK
Biz İslamda İngiliz
filozoflarında bin yıl önce, ‘Sempati
insan davranışlarının, yani ahlakın temelidir.’ düşüncesini kutsal kitabın
her suresinin başına koymamışız mı? ‘Tatlı söz şeytanı deliğinden çıkarır!’
demesek bile, acımak ve bağışlamak, sempati ve sevgi başlangıcıdır. Bu da bizim
dini inancımızın ve ahlakımızın temelidir, diyebiliriz.
Acıyan ve bağışlayan Tanrı İslam’ın
müslümanlara en büyük hediyesidir. Ne yazık ki camilerde din propagandası
yapanlar Kuranın her Sure’nin başında inananlara sempati ve sevgi emrettiğini
öğrenmemişler ya da unutuyorlar. Vebal onların.
Sempati ahlakın temellerinden biri mi ?
İnsanların büyük çoğunluğu insanı, kediyi, köpeği, kuşları, kelebekleri,
çiçekleri, ağaçları, korkmadığı her şeyi, güzel şeyleri sever. Ya da onlara
sempati duyar. Daha bilimsel olarak buna pozitif empati diyoruz.
Kimisine karınca ezmez
deriz. Nazik, kimseye eziyet etmeyi akıllarından geçirmeyenler var. Fakat Bilim
adamları acımasız, sempatisiz adamların var olduğunu, sadistlerin yaygın
olduğunu saptamışlardır. Eskiden büyüklerimiz insafsız adamlara ‘gavur’
derlerdi. Gavur sözcüğü açıklayıcıdır. Müslümanlar, yani gerçekten müslüman
olanlar acıyan ve bağışlayan olmanın Allah’ın esma-i hüsna (güzel adları) yani
güzel özellikleri olduğuna inanırlar. Tanrının güzel özelliklerini (99 tane)
taklit etmekten daha iyi müslüman özelliği olmaz. Onun için acımayan, katı
yürekli kaba insanlar ‘Gavur!’ demeleri Müslüman sıfatına sahip olmayan
acımasız, insafsız adama söylenir.
Onların kalpleri
yumuşamaz. Acimasız, insafsız adamlara ‘dinsiz,imansız ‘ dendiği de olur. Acıma
duygusu ile donanmış bir Müslüman için katı yüreklilik kötü bir vasıftır. Eğer
bir işe Bismillahirrahmanirrahim diye başlayanın, bağışlamaya da hazır olması
gerek. Eğer öyle değilseniz, Müslümanlığınız da su götürür.
BÖLÜCÜLÜK, İSLAMİ VE
DİNİ BİR ÖZELLİK DEĞİL
Sempati, sevgi, acımak,
insanların acı çekmelerini önlemek için çaba göstermek, karşılıksız yardım eli
uzatmak insanoğlunun özellikleridir. Toplumsal dayanışma insanların
birbirleriyle kavga etmelerini engellemektir. Kavga edenleri ayırmaktır. Bazı
insanlar bunu ölümü bile göze alırlar. Bunlar gerçek kahramanlardır.
Davranışları sevgi ve acımadan kaynaklanır.
Nifak, yani bölücülük, İslami ve dini bir
özellik değildir. Birleştirici olmak insanın ahlaki bir özelliğidir. Tanrılar
insanları birleştirmek için gelmişlerdir. Bu tür mesajlar dini ve insani
mesajlardır.
Din neden insan nezdinde
bu kadar önemli? Sevgi önerdiği
için.
En büyük insanlık
göstergesi sevgi ise, silah yapan gerçekte dindar değildir. Din adamları
ellerine silah almazlar. Silah üretenler, nifak çıkaranlar dindar olamaz.
Haçlılar İsa’nın temsilcileri değildi. İnsan hem kendisini aldatabilir, hem de
başkalarına karşı hiç sempati duymayabilir. Her şeyin iyisi kötüsü var. İnsanın
da akıllısı var, delisi var.
Sempati
ahlakın temelidir. Sevgi olmazsa
insanlık olmaz. Sempati akılla sevgiye dönüşür. İnsanları bir araya getiren
sevgidir. Sevimli, yüzü gülen insanlar kalabalıkları bir araya getirir.
Kendinize yakın bulduğunuz insanlar var. Bir iyilik gözlerinizi yaşartır.
Boğulan birisini denizden kurtarmak ve bunun için yaşamını tehlikeye atmak,
uçaktan bomba atmaktan daha kahramanca bir davranıştır.
Gülen ve yardım eden
insanlarla ortak olun. Güzeli sevenlerle ortak olun. Yardım edenlerle ortak
olun. Çocuklarınız daha iyi bir dünyada yaşasın. Sevgi ve yardımseverlik
dağıtın. Buna da yardımcı bir davranış var. Yetinmek ve alçakgönüllü olmak
bunları yapmanızı kolaylaştırır. Dünyayı gönlünüzün gözüyle görmeğe başlamak
Tanrıya insanları yakınlaştırır. Islam tasavvufu bu düşünce ve davranışın bütün
çeşitlerini sergiler.
Onun için Hume sempati
ahlakın temeli demiş. Acıyan, canlı varlığa acır. Onu kendini tamamlayan olarak
görür. Sempati bundan kaynaklanır. Ahlak bundan kaynaklanır. Buna da insanlık ya da uygarlık diyoruz..
BİRLİKTE YAŞAMAK=ORTAK
VARLIĞIN PARÇASI OLMAK
Hayvanlar gibi insanlar
da birlikte yaşamak zorundalar. Toplumu birlikte yaşatan sempatiye dayalı
saygıdır. Bu genel bir hoşgörü mekanizmasıdır. Arkasında toplumda farklı insan
ve gurupların varlığını kabul etmek yatar. Başka türlü seksen milyon insan
birlikte yaşayamaz. Peki, insanlar birbirlerinden farklı olduklarını öğrenmeye
nasıl başlayacaklar? Bunun yöntemi öğretim ve kolaylıkla ulaşabildiğimiz medya,
televizyon, radyo gibi iletişim araçlarıdır. Farklılığın bilincine ulaşmak,
uygarlığın temel özelliklerinden biri. Birlikte yaşamak demek, bilerek yaşamak
demektir. Biz tavuk ya da at değiliz, onların birlikteliği bilinçaltı. Bizim ki
bilinçli.
Birlikte yaşamak, bir
ortak varlığın parçası olmak demek. Çağdaş politik söylemin hastalığı bu ortak
söylem gerekliğini varlık bilincini yarattığını unutmak. Ya da anlamamak. Bu
ortaklıkta insanların duyarlılıklarını keskinleştiren edebiyat, sanat ve müzik gibi
etkinlikler var. Bunlar ortak duyarlılıkların gelişmesini sağlar,
Bunların birikimi dünyayı zenginleştiriyor ve
uygarlaştırıyor. Evler, camiler, kiliseler, düşünceler, melodiler, inançlar,
değişik entelektüel estetik ilgi ve duyarlılıklar uygar toplumu tanımlar.
Bunlardan ne denli çoğuna sahip olursak, o denli dünyanın zenginliğine ortak
oluyoruz.
Benim gibi düşünmeyen Japon ve Çinli’yi kesip
atmıyoruz. Birbirleriyle aynılaştırmak diye dünyanın bir sorunu yok. İnsanlık
var ise, bu çoğulculuktan kaynaklanıyor. Uygarlık var ise, bu çokluğun
kabulünden kaynaklanıyor. Dünyanın insanları bu olanağı sürdürmek için
çabalıyorlar. İnsan bilmediği şeyi sevmiyor, hatta onu doğru kullanamıyor. Oysa
Fiat yerine Honda seçmek için bile bilgi gerekiyor. Bu biliçlenme ile
insanlığınız başlıyor. Horlamak ve dışlamak akıl işi değildir. Her düşmanlık bir cehalettir.
Seçim sandıklarına
kafanızda bir silah ve düşman imgesi ile gitmenizi isteyenler insanlığa da
Din’e de zarar veren cahillerdir.
CBT Sayı 1472, 5 Haziran 2015
“Toplum Cahil” Demek, Ne Anlama Geliyor?
İngiliz Doktoru ve Kimyacısı James Lovelock (1919- ) evrenle
ilgili en yeni kuramlardan biri olan ‘Gaia Kuramı’nın da kurucusudur. “İnsan
sadece doğaya uyarak yaşamaz. Kendi amacına uygun olarak onu değiştirir” der.
Küresel Isınma bunu kanıtlayan doğa olaylarından biridir. Lovelock “Eğer
kuramsal yaklaşım doğruysa en iyi gelişme evrenin insandan kurtulması olacak”
diyor. Kuşkusuz insanoğlunun böyle bir niyeti yok. Fakat insanlığı kurtarmak
için dünyaya saygılı bir insan türü yetiştirmek gerek. Oysa sadece dünyayı
kemirmekle kalmayan, fakat insanları da sömüren bir çok haksızlıklar içeren bir
dünya sisteminde yaşıyoruz.
Doğan Kuban
Bilgisizlik sömürüsünden kaynaklanan
kötülükler ekonomik dengesizliğin temel nedenlerinden biridir. Çok gelişmiş
toplumlar öğretim düzeyi en yüksek olanlar en zengin ve demokratik olanlardır.
Bizim sorunumuz ise cahil toplumu eğitmektir. Ne var ki öğretim yarı cahilin ya
da sömürücünün elinde ise amacına ulaşamıyor.
Dünya iletişim çağına gelene kadar
insanlar daha bilgisizdiler. Fakat yeni araçlar bu bilgisizliğin doğasını
değiştirdi. Kentlileşme ve iletişim çağı geldikten yoğun bir bilgilenme süreci
yarattılar. En cahil insan bile dünyanın farkına varmaya başladı. Evler,
apartmanlar, gökdelenler, otomobiller, uçaklar, gemiler, her şeyi satan
pazarlar, sinemalar, televizyonlar, telefonlar. Görsel imgeler insanların
güncel belleğine kazınıyor, Temelde öğretimsiz bile olsalar, insanlar dünyayı
görsel boyutlar öğreniyor ve yüzeysel de olsa ortak oluyorlar.
Gençlerin son eylemleri, daha yaşlı
kuşakların doğasını ve gücünü bilmedikleri iletişim çağı kuşaklarının
yetiştiğini kanıtladı. Sadece iktidar değil, toplum da bu genç eylemi anlamakta
zorluk çekiyor. Mısır olayları bir yıllık dinci cumhurbaşkanının ne duruma
düştüğünü gösterdi. Dünya bildiğimiz ya da bize gösterilmiş dünya değil.
Gelecek olasılıkla bizim şu anda bilemediğimiz biçimlere girecek.
Yakınlarda Amerikanın uzay çalışmalarını
planlayan Nasa’nın (Ulusal Aeronotik ve Uzay İdaresi) Mars gezegenine
gönderdiği ‘Merak’ adlı robot yeryüzünden gönderilen sinyallerle 6 ağustos günü
Mars yüzünde ‘Gale’ krateri denen 20x7 km. genişliğinde eliptik bir çukurun
300m. yakınına indirildi. Zengin araçlarla donatılmış küçük bir laboratuar olan
bu robot 20 kasım 2011 de, yani 7 ay önce fırlatılmış ve uzayda 250 milyon km
yol alarak sadece 300 metrelik bir farkla istenilen noktaya düşmüştü. Bu, bir tüfekle 300 m ye atış yaparsanız bir
insanı alnından tam ortasından vurmak demektir.
BİZ YARINI BİLE HESAPLAYAMAZKEN
Dünyanın çapından 8 kat daha fazla
bir uzaklıktan ve bütün öğeleri hareket eden bir atış sürecinde istediğiniz
noktanın bu kadar yakınına ulaşmak, çağdaş bilim ve teknolojinin yüksel
potansiyelini gösteriyor. Robot saniyede 3600m. Hızla gidiyor (bu otomobil
hızıyla saatte 12960 km. eder. Yani saatte 130km. hızla giden bir otomobilden
100 kat daha hızlı). Dünyadaki deneyimlerimizle hayal bile edemeyeceğimiz
mesafelere laboratuvar gönderen, orada onların uzun zaman kalıp bize Mars
hakkında bilgi vermesini sağlayan adamlar bizim gibi insanlar. Bilim adamı ya
da mühendis olarak diploma almışlar. Mars’ın hareketlerini dünyanınkiler kadar
doğru gözlemleyerek, araçlarıyla ölçüyorlar. Şaşırtıcı olan, bu teknik
performansların bir gün sonrasını bile hesaplayamayan insanların ve toplumların
yaşadığı bir dünyada gerçekleşmesi.
Biz okumamış Anadolu göçerini tek aşamada bilim adamı
yapamayız. Kaldı ki toplumu tek bir aşamada kentli de yapamıyoruz. Son günlerde
öğretimi idare edenlerin aklına gelen ilk iş, kızlarla erkekleri ayırmak. Bugünün yaşamında bu ayırımın ne anlamı
var? Çağdaşlık toplum üyelerinin yeni bir iletişim evresine girmesinden, yeni
bilgilerden, yeni ilişkilerden, yeni motivasyonlardan kaynaklanıyor.
Televizyonu, sporu, alışveriş merkezlerini, telefonu, kamu taşımacılığını, 25
milyon öğrenciyi, hastaneleri, fabrikaları, konferans ve konser salonlarını,
sinemaları, kadın erkek diye ayırmak olası mı?
Böyle bir anlayışda temellenen bir
öğretim bizi Mars’a götürebilir mi? Orta çağda kalan kesimleri geniş olan
toplumların öğretimlerini çağdaşlaştırmaları olanaksızdır. Toplum dünya bilgisi
açısından zenginleşse bile biz aya roket fırlatacak örgütler sağlamazsak,
iletişimi de, şimdiki gibi, ile ithal etmeğe devam etmek zorunda kalacağız.
Uçak yapmak, silah yapmak için,
otomobil yapmak, ameliyat yapmak, kalbiniz durursa çalıştırmak, beyninizin
filmini almak, ilaç hazırlamak için bilim adamları, mühendisler, doktorlar
gerek. Fotoğraf makinesi, televizyon, sinema yapmak için mühendis gerek. Yeni
gelişmeleri fizikçiler, kimyacılar, bilim adamları gerçekleştiriyor. Bugün
içinde yaşadığımız dünya o kadar çok teknoloji kullanıyor ki, Çin’in milyarlık
nüfusunu beslemek için diploma verdiği mühendis sayısı yılda beş yüz bine
civarında.
Türkiye’de bunu tartışan var mı?
Bilim adamlarının gelişen
matematiksel yöntemler ve çok duyarlı cihazlarla yaptıkları deneyler araştırma
enstitülerinde üniversitelerde ve özel kurumlar tarafından destekleniyor. Bunlar
için gerekli araçları yapan fabrikalar, bilime inanan politikacılar bunu
gerçekleştirecek politik irade olmadan ‘Merak’ robotunu Mars’a indiremezsiniz.
İŞTE TEMEL BİR SORU
Cahiller neden Mars’ı inceleme gereği duymuyorlar? ‘Biz karnımızı doyuramazken
gökteki yıldızlarla neden uğraşalım? ‘ diyebilirler. Onlara insanların bu
merakı 3000 yıldır duyduğunu, yüzyıllardır bunu gerçekleştirmeye çalıştığını
anlatamayız.
Bilgi ve davranışlarıyla Ortaçağ da
yaşayan insan, bilgi birikiminin çok uzun bir tarihi süreç içinde olduğunu
anlayamaz. Ona karşın yaşam sürecin hızlandığını görüyor. Öküzlerin ya da
mandaların binlerce yıl çektikleri sabandan traktöre kısa bir sürede
geçildiğini gördü. Köyde vaktiyle hiç görmediği şeyleri kentlerde hatta
kasabalarda görüyor. Sağlıkla ilgili konularda doktor, röntgen, MRI gibi
teknikleri ve ilaçları kendi deneyimi ile öğreniyor. Otomobil, kamyon, traktör
kullanmayan kalmadı. Hiç görmediği araçları da televizyonda görmüş olması
normal.
Fakat cahil toplumun çağdaşlaşması örgütlenmemiş yüzeysel bir görsel
bilgilenmedir.
Halkın dünyaya kapısını açması,
Anadolu nüfusunun kentlere dolmağa başladığı 1960’lı yıllara uzanır. Ne var ki
bu bilgilenme çağdaşlık bilincine ulaşmaya yetmiyor, ve gelişen dünyaya ortak
olmamız anlamına gelmiyor. Toplumun cahil kalmasına neden olan politik
bağnazlıklar aşırı derecede yoğun.
Bilgi, var olmanın bir uzantısı haline dönüşmedikçe toplumsal yaşamla doğal bir
ilişki kuramıyor. Okullardaki bilginin yaşamla ilişkisi genelde doğrudan değil,
soyut ve genel. Buna toplumun bilgi vurdumduymazlığını ekleyince durum umut
verici değil. Bunu sağlayamayan öğretimin bedeli toplumsal çöküştür.
Çağdaş toplumların sorunları aynı.
İnsanlar dünyanın dengesini ancak ortak olarak çalışırlarsa düzeltebilecekler.
Farklı olduğumuz yalanına aldanmayın! Dünya için tek bir çözüm var. Bizim gibi cahil toplumlar bu sürecin
figüranları olarak kalıyorlar. Oysa yakın gelecek bir ölüm kalım savaşıdır.
Kanımca buna ortak olmayanlar ilk feda edilecek olanlardır. Soyları tükenen
hayvanlar gibi olmamak için çağdaşlık sadece bilimden geçiyor. Çağdaş devletin
temel ödevi toplumu bu bağlamda uyandırmaktır. İnsanlar ‘Kime soruyorsun
bunları be adam!’ diyebilir. Aklı kaldığı varsayılan birilerine. Umutlarını
yitirmemişlerse!
Sevgili Okuyucular,
Cehaletin iç ve dış kölelik tuzağı
olduğunu anlamayan o cehaletin parçasıdır.
CBT Sayı 1427, 25 Temmuz 2014
CEHALET,
NEREDEYSE GENETİK BİR DAVRANIŞ BİLEŞENİ
Din ile Uygarlık Arasında Aziz
Cehalet
Sevgili
okuyucular, bizim halkımızın 1071’den bu yana aşağı yukarı 900 yıllık okuma
yazma bilmeyen bir geçmişi var. Cumhuriyetin başında %90’ı köyde oturan halkın
okuma yazması yoktu. Kaldı ki bu, çifte kavrulmuş bir okuma yazma bilmemekti.
Çünkü bu toplum Arapçayı, Kuran dili olduğu için dinle bir tutan bir körlükten
gelmektedir. Cumhuriyetin erken döneminde imza atanın okuma yazma bilen kadar
önemli olduğu dönemleri anımsıyorum.
Doğan
Kuban
Günümüzde
de Çağdaş uygarlığa dili, bilimi, sanatı, estetiği ve davranışlarıyla direnen
Türk toplumunun en aziz varlığı cehalettir.
Bunun
temelinde halkın kendi dinini bilmemek
olduğunu hiç düşündünüz mü? Bu yargıyı şöyle kanıtlamak olası: Dini namaza
ve oruca indirgemiş Müslümanlar ağızlarından Bismillah sözünü düşürmezler. Oysa bu bir kısaltmadır. İslam
öğretisi Kuran’dan kaynaklanır. Her sure ‘esirgeyen, bağışlayan ve acıyan
Allahın adı’ ile başlar. Sadece adı işle başlamaz. Kuran Allah’ın insanları
bağışlayıcı, esirgeyici iradesine uyarak birlikteliğe çağıran bir inançtır.
Allahın birliği insanların birleşmesi için en yüce çağrıdır.
Sabahtan akşama ayrılık çağrısı
yapanlar bunun ayırdında mı? Ne var ki bizim değil Arapça,
okuma yazma bilmeyen insanımız Besmele’nin anlamını (mealini) hiçbir zaman
anlamamıştır. Eğer Tanrı acıyor, esirgiyor (neden? Hatadan!) ve bağışlıyorsa
(neyi? Hatayı!) Müslümanların ilk uyması gereken bu davranışlardır. Bunu her
ayetin başında yineliyor. Bunlar, bütün insanlık için, birlik ve sevgi
çağrısıdır.
İslamda,
bunun kadar önemli ve birlikteliği zorlayan bir başka özellik, Peygambere
inanmanın da birleştirici olmasıdır.
Bunu
anlamadan yaşamını sürdüren Müslüman, inancının temel ilkelerinden habersizdir.
Arap ve Müslüman dünyasının haline bakın. Birleşmeye yönelik bir söylem
işitiyor musunuz? Silahlar insanları sadece mezarda birleştiriyor. Elleri
birbirlerinin boğazında olanlar bazı şeyleri bilmiyorlar.
TEMELDE
TOPLAM BİLGİSİZLİK VAR
Biz
Arap olmadığımıza ve Arapça anlamadığımıza göre Türkiye’de dinsel bilgisizliğin
tümel bilgisizliğin temeli olduğunu hiç düşündünüz mü? Geçenlerde bir genç
dostuma komşuları Arapça öğrenmesini tavsiye etmişler. İyi ki boğazını
kesmediler. Siz Türklerin bütün tarih boyunca Arapça öğrendiklerini işittiniz
mi? Pakistanlı, Afganlı, Bangladeşli, Çinli, Endonezyalı Müslümanlar Arapça mı
konuşuyorlar?
Kimi
bölücü cahiller (bunlara İslam’da münafık denir) medrese mollası ile halkı
karıştırmaya başladılar. Toplumun, sabahtan akşama, ileri geri konuşan sokaklar
dolusu insanına bunları soran var mı?
Arapça
cahil bir toplumun dili olduğu için, Peygamberin hadislerinde de belirtildiği
gibi, İslamda bilgiye çok önem verilmiştir. Bu sadece din bilgisi olamaz.
Kuran’da ekmek nasıl yapıldığı, tohum nasıl ekildiği yazılı değil. Otomobilden
de söz edilmiyor.
Bilgisizlik
bağlamında Arapça’da çok sözcük var: Cehl
= bilmezlik; Cahil = bilimsiz,
bilgisiz, tecrübesiz, toy; Cühela =
bilgisizler, kendini bilmezler, münasebetsizler; Cehalet = bilmezlik; Cahil-i
anud = inatçı cahil; Cahilane=
cahilce, bilgisizce; Cüret-ı cahilane
= bilgisiz ataklık, bilgisizin cesareti; Tecahül=
bilmezlikten gelme.
Bu
sonuncusu Türk toplumunda yaygındır. Biraz ahlaksızlık kokar. Okuma yazmayı
hiçbir zaman öğrenemeyen Osmanlı toplumu ve Arapçayı hiçbir zaman öğrenemeyen
bugünkü Türk toplumu bu nüans’ları hiçbir zaman öğrenemedi.
Cumhuriyet
bazı bilinçli insanlara cehaleti aşıp bilgiye uzanma yeteneği vermiş olsa da,
hala ‘cahil’ sözcüğünü kullandığımıza göre bu okuma yazma bilmeyen toplumun
bilgisinin sığlığını düşündürüyor.
“DÜŞÜNCESİZ
TÜRKLER”
Türklere
cahil diyen önce Batılılar. İstatistikler de onları doğruluyor. 16.yüzyılda
sultanın ünlü vakanüvisi Naima,
Etrak-bi-idrak (düşüncesiz Türkler) diyerek Arapça okuyamayanları
sınıflandırmış. Sultan buna bir şey demiş mi acaba? Cumhuriyet bizi kör cahillikten kurtardı. Dünyanın en cahilleri
arasında değiliz. Fakat cehalet artık sadece okuma yazma bilmemek düzeyinde
algılanmıyor. Bugün dünya hakkında doğru bilgilenme gerektiren bir kültür
aşamasında yaşıyoruz. Buna ulaşamamak, daha tehlikeli cehalet.
Bunu
gerçekleştirememenin iki nedeni var:
a-
Ortaçağdan sonra Müslümanlar dünya kültürüne hiçbir katkıda bulunmadılar;
b-
Türkiye dışında Müslüman dünyasını 19. Yüzyılda sömürge idi. Bizim toplum
bunların hala farkında değil. Okumuşu da dahil. Arapça bilmedikleri için
dinlerini de bilmiyorlar. Dincilerin uydurma Türkçesini Kuran’ın yerine
koyuyorlar. Kendi dilini bilmeyen Arapçayı da öğrenemez. İnancını kendi diliyle anlatamayan dindar da olamaz.
Osmanlının
Arapça bileni Türkler’e “düşüncesiz Türkler” demiş. 26 milyon öğrencisi olan
Türkiye’de biz hala Cehalet’den neden söz ediyoruz? Ne var ki geçenlerde işitip
okuyuculara duyurduğum gibi, sokakları dolduran kalabalıklar aşağıda ki
soruları yanıtlayamıyor: Libya nerede? Afrika da bir yerde; Van nerede? Doğuda
bir yerde; 29 Ekim 1923’de ne oldu? Ben tarihle ilgilenmiyorum;1000 liraya bir
milyar diyorsunuz! Alışkanlık. Ben matematik bilmem.
DİLİNİ
BİLMEYEN BİR TOPLUM
Sevgili
Okuyucular,
1950’den
bu yana her şeyi politika gözlüğünden, politikayı da futbol gözlüğü ile gören
ve Müslüman olduğu için Arapça öğrenmesi gerektiğini düşünen, fakat değil
Arapçayı kendi ana dilini bile
öğrenemeyen bir toplum yetişti. Bunun acıklı, daha doğrusu acı ve tehlikeli
sonuçları var. Ve giderek iyileşmiyor.
Dilini bilmeyen ve çağdaş tüketim
hastası bir müşteri olarak beyni yıkanmış, yönlendirilmiş, bilimi de kendi
diliyle değil, İngilizce öğrenmeğe zorlanan bu toplum, Cumhuriyetin ilk 27 yılından
sonra, yavaş yavaş yozlaştı. Eskisinden çok daha fazla okuduğu doğru. Fakat bu,
dünya cahili olmasını engellemiyor.
Gerçi toplumlar sade yollarını kaybetmiş olanlardan oluşmuyor. Ne mutlak iyi
var, ne de mutlak kötü. Her şey karşıtlıklar içinde olduğu kadar buluşmalar ve
örtüşmeler içinde biçimleniyor.
Fakat
çağımızın dünyası, yolunu şaşıranların
bir daha geri dönemeyecekleri bir doğal dönemece geldi. Modası geçmiş
ideolojilerin söylemlerini yineleyenlerin sözleri havanda su dövmek demek. Hiç
birinin dünyanın susuzluğuna, enerji krizine, bilgisizliğe çözüm getircek bir
önerisi yok. Çünkü tüketim ekonomisi ile iç içe geçmiş bu ideolojiler, sadece
en geri kalmış, toplumları değil, sözde gelişmiş toplumları da olumsuz
etkiliyor. Çünkü iletişim ve psikolojik propaganda, tüketimin hizmetinde akıl
almaz bir etkinlikle çalışıyor. Günümüzün temel cehaleti de bundan
kaynaklanıyor.
Yaşamak
isteği, dünyaya gelenin hakkıdır. Fakat insanlar dünyadaki durumlarını
değerlendirecek bilgiye sahip olamıyorlar. Örgütlü güçlerle mücadele de
edemezler. İnsanların çoğunluğunun bu zavallı durumunu kendi lehlerine çeviren
insanlar var. Bunlara aslan ya da çakal olarak bakmanız sorunu değiştirmiyor.
Sürekli beyni yıkanan toplumların tepkilerinin bir yönde toplanması olanaksız.
Geri kalmış toplumlar ileri gidenlerin pazarı oluyor ve daha çok olacak.
Sonunda bu bilinçsiz tüketim dünyası kendi mezarını kazıyor.
Bu
durum dinlerin, felsefelerin, bilgelerin, yüzyıllardır söylediklerine aykırı,
ama sahne değişmiyor. Bu sahnelerde oynayan kişilerin bir fırtınada damdan
uçacak kiremitler kadar önemsiz olduğunu unutmamak gerek. Kışın dallara
tutunmuş son yaprakların dayanması, ağaçların çırıl çıplak kalmasına engel
olmuyor. Kışa çıplak gireceğini öngöremeyen topluma, gelişmemiş deniyor. Arapçası
cahil.
Bin
yıllık bir toplumsal düşünce birikimi noksanlığı olan cehalet, neredeyse
genetik bir davranış bileşenidir.
CBT Sayı 1426, 19 Temmuz2 2014
***
BAYRAK-KİTAP- ÜLKE VE HALK
Bilgisayar sınırsız, fakat orta akıllı bir
ansiklopedidir. Gelişmiş telefon, bir fabrikadır. İnsanlar bu aracın aynı
zamanda bir bilgi çöplüğü olduğunu anlamadılar. Bilgisayar bir sonsuz
alış-veriş merkezi, evrensel bir iletişim aracıdır. Kullananın bilgisi ve aklı
oranında işe yarar. Bilgisayar çöplüğünde buluşan dört madde yazdım. Bunları
birbirleriyle birleştirebilir misiniz?
Doğan Kuban
I - BAYRAK
Bayrak tarihin en
yüksek simgesellik düzeyidir. Entelektüel düzeyde tartışılabilir. Fakat
toplumsal ve politik düzeyde tartışılamaz. Bu tartışıldığı zaman bir toplum
kendi tarihi varlığını yitirmiş demektir.
Kürt çocuğu, kendisi
fazla bilinçli olmasa bile, Türkiye’yi yok sayabilen, ya da yok olmasını
isteyen teşvikçilere alet olmuş. Bu Kürtler için doğru bir simgesellik. Kürdistan’ın özgürlüğünün Türkiye’nin
parçalanmasından da ötede yok olması anlamına gelebileceğini bizim
sorumlular günlük politika sorunu sanıyorlar. Türkiye’yi yok etme isteği
19.yy.’dan bu yana var olan bir konudur. Türkleri Asya’ya geri yollamak gibi
komik boyutları da vardır. Kızılderililer Amerikalı işgalcileri, Amazon
yerlileri de Brezilyalı Avrupalıları geri göndermek isteyebilirler. Sömürge ve
fetih tarihi coğrafi sınırların değiştiğini gösterir. Ama bu odalardaki
eşyalarının yerlerini değiştirmeye benzemez.
Kürt çocuğu inançlı
ve cesur. Peki oradaki askerlerden bir spontane tepki gelmedi mi? Onlar inançlı
ve cesur değil mi? Savaşta ne olacak?
Ben babası Sarıkamışta esir olmuş bir asker çocuğuyum. Türkiye’de bayrağa
saldırı, dengesini yitirmiş devleti tehdit eden bir olaydır. Değil Amerikan ya
da Fransız bayrağı ile oynamak, siz Avrupa
da bir kent simgesi, bir aile armasıyla bile oynayamazsınız.
Yaşamı çok soyut
entelektüel düzeyde algılayıp bütün toplumsal simgesellikleri reddetmek düşünce
düzeyinde olabilir. Ama bunu Ayasofya önünde namaz kılanlara ya dağlara bayrak
resmi yapanlara, gemisine-arabasına, elçiliğine bayrak asanlar kabul edemezler.
Komutanlar, devlet başkanları son bayrak olayı konusunda araştırma yapıyorlarsa
kendi tarihi ve toplumsal konumlarını da araştırsalar iyi olur. Bu bir adli
vaka değildir.
II.
BİLMECE-SİNEK
At sineği ve kara sinek pislikten kalkıp
size yapışırlar. Kovamazsınız. Sıcak iklimlerin, nemli sıcak günlerin en rahatsız
edici, pis yaratıklarıdır. Zeus’un danaya çevirdiği İo’ya Hera’nın musallat
ettiği bir at sineği idi. Mikrop taşıyorlar ve hayatınızı cehenneme çeviren
kılık değiştirmiş şeytanlardır.
III- KİTAP, NE ZAMAN ÇİÇEK OLUR, NE ZAMAN AÇAR?
Sevgili okuyucular,
Dahi yaratıcılar,
bilgisayarı, düşünemeyen insanlar, düşüncesiz kalabalıklar için tasarlayıp
yaratmışlar. İçinde yok, yok! Kitaplıklı kahveler gibi. Ama sınırsız büyük.
Kumar, eğlence, oyun, bilmece, fabrika, musiki, porno her şey var. Hayal
edilemeyecek kadar büyük bir çöplük! Gazete ve televizyonlar da çöplük! Neden?
Çünkü ‘Pazar’ olarak tasarlanmışlar. İnsanı gerçekten bilgilendirmekten çok,
mal satmağa, aldatmağa yarıyorlar. Sınırsız pazar, çarşı, alış-veriş merkezi,
şarkılı gazino, konser salonu, eğlence parkı.
Bu karnavala dünyanın küçük beyinli
insanları –ki bunlar dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor- katılınca, hangi
vitrinin ya da tezgahın önünde duracaklarını, neyle ilgileneceklerini
bilemezsiniz. Bundan dolaylı daha bilgili ve akıllı olmazlar. Daha çok da
okumuyorlar. Bilgi ellerinin altında,
ama kafa boş!
Oysa benim özel kitaplığım bir bahçe. Her bitkiyi seçerek ben diktim. Her kitap aklın billurlaştığı, bir
konuya konsantre olarak anlatmaya çalıştığı, berraklaştırdığı, renklendirdiği,
güzel kokularla doldurduğu bir meyve ya da çiçek ağacı. Ya da bir çiçek
bahçesi. Kitaplığım içinde bazı çürümüş, eskimiş, kurumuş şeyler de olabilir.
Ama yine de bir bahçe. Binlerce yıl yaşayan insanların parlak düşüncelerinin
ürettiği mücevherlerden bir müze yapmışım. Biriktirdiğim düşüncelerin ne
tazeliği, ne kokusu geçmiyor. Kitaplar, benim her dem taze çiçeklerim! Bir
resmi, bir haritası, tek bir paragrafı 50-60 sayfalık bir gazete ya da dergiden
daha dolu. Aklın ışıldadığı, aydınlatan bir kaç satır.
Onların yanında bu iletişim dünyası, bir
çöp dağı, bir labirent. Kim buradan doğru bir bilgi çıkarabilir? İçinde
yaşadığımız pis kokulu dünya bu iletişim ağı içinde örümcek ağlarına takılmış
bir sineğe benziyor.
Bilgiden önce
sağduyu ve akıl gerek. Çünkü bilgiyi seçmek için yığmak değil düzenli
biriktirmek gerek. Deliye bilgisayar verince deli gömleği üzerinden düşmüyor.
Sevgili Okuyucular,
Bazen bin yıl önce
yazılmış nir kitaba, bir sayfaya hatta bir paragrafa dayalı yeni bir yaşam
kuramı hayal edebilirsiniz. Kitaplar bana 2.5 milyar yıllık Ginko Biloba
ağaçları gibi eski, bitmez tükenmez müzelerdir.
Bu kitaplıkların bir
özelliği daha var: Kokuları her zaman keskin olmakla kalmaz, her koklayışında
başka kokular alırsınız. Bunun yanında bilgisayar bir eskimiş makine çöplüğüne
benziyor. İçine yeni ne atılsa kokusu değişmiyor.
IV- ÜLKE VE HALK
Her gün cinayet
haberleri ile dolu gazeteler her gün kaza, her gün halka gaz sıkan polisler,
köşe başlarında polise taş ve Molotof kokteyli atan halk, her gün birbirine kötü
söz söyleyen yüksek ağızlar, her gün bin bir rezalet dolu bir ülke. Bu bir ülke
ise cehennem nasıl bir yer olmalı? Ben güncel yaşamın böyle sahnelerle dolu
olduğu bir Türkiye’yi şimdiye kadar görmemiştim. Gerçi birkaç kötü olay
hatırlıyorum. Fakat bu sürekli bir çizgi
film ve televizyon serisine dönüşmemişti. Sürekli polisiye film seyreden
bir toplum. Çağdaş bir gelişmişlik gösterisi olmalı!
Otomobilin çekirge gibi her toprak
parçasını işgal ettiği, içinize hava yerine benzin çektiğiniz yer ülke değil, benzin
istasyonudur. Biz insan değil beton
kutulara hapsedilmiş fareleriz. Hoparlörlerden, sirenlerden gelen çirkin
metallik seslerle , arabalardan gelen ham hum’lar duyusal ortamı dolduruyor.
Buna akşamları atılan gece fişeklerini, uçak ve helikopter seslerini de
katabilirsiniz. Hatta bunlar da yeterli değil. Bu uygar olmayan kentin
sokaklarını, özelikle bu mevsimde, köpek sesi dolduruyor.
İnsanlar uzaylılara
benzeyen polislerden, kuralsız araba süren şoförlerden, sokak köpeklerinden
korkuyorlar. Kuyrukta bekleyenler banko arkasında oturan memurlardan
korkuyorlar. Kredi kartı hesabı gönderen bankalardan, fiyatı artan patates,
domates, soğandan korkuyorlar. Benzin ve mazot fiyatlarından korkuyorlar.
Mahkemelerde neredeyse altlarına kaçıracaklar.
İnsan oğlu bu! Yine
güler, yine güzel kızları, güzel gençleri gözler, yine elele tutuşur, sevişir.
Yine sarhoş olur. Ama parkları ve meydanları yasaklayan polislere akıl
erdiremez.
Sevgili Okuyucular,
Bunları anlatırken
politikadan söz etmek gereksiz. Bu kadar sorunlu bir ortamın politikası olmaz. Böyle bir devletin çarkı dönmez. Eğer dönen
çarklar varsa onlar devletin değildir. Eğer bütün bunlardan şikayet etmeyen
ya da edemeyen bir halk varsa, o da halk değildir. Bir kalabalıktır. Bunlar
ellerinde bilgisayarlı telefon da taşısalar onu beyinlerinin kapasitesi kadar
kullanabilirler.
CBT, sayı 1423
***
Doğayı Kirleten ve Yok Eden Cehalettir
Doğan Kuban
Urla civarında deniz manzaralı bir
lokantaya Seyr-i Sefa adını vermişler. Günümüz dilinde bunu doğal çevreyi
seyretmenin verdiği haz ve ona eşlik eden mutluluk duygusu diyebiliriz. İnsanlar
bu duyguyu unutmadılar ve arıyorlar. Şimdiki Osmanlıcılar da bunu biliyor,
konutlarını seyr-i sefa anıları üzerine kuruyorlar.
Ama İstanbul’un Anadolu ya da Rumeli
yakasında, bir gökdelen tepesinden gördüğünüz sizi mutlu eden bir seyir olmaz.
Buna canhıraş korna seslerini, farkına varmadığınız kokuları ve içine çektiğiniz
zehirli havayı da katarsanız toplumu bu tuzağa düşüren akılsızlığın nedenini düşünmeniz
gerekir. Gökdelen yapanların kazandığı para arttıkça doğanın vereceği mutluluk
azalıyor. Çok paradan mutlu olanlar doğal peyzajı yok ediyorlar. Büyük kentlere
baktıkça seyr-i sefa’nın olmadığını görüyorsunuz. Nedim’in Kağıthane’si, Yahya
Kemal’in Kandilli’si kitaplarda kaldı.
Geçen hafta bu duyguları körelmiş yaşamın
aptallık boyutuna varmış bir örneğini Bozcada da gördüm. Rüzgarı, üzüm
bağları, kokusu, plajları, sakin kırsal peyzajı, güzel ve iyi korunmuş kalesi ile
Ege denizindeki, önemli tarihi anılarla dolu ada (eski adı Tenedos), mutluluk
veren sefa köşelerinden biri idi. Ege denizinde turist çeken Yunan adaları ile
boy ölçüşecek tek adamızdır. Küçücük bir ada. İskeleden plajlara yol 2-3
kilometre.
Turizm propagandası yerli turistleri
adaya doldurmuş. Genç çiftler çoğunluktaydı. Yaşamımda ilk kez köylü turistler
bile gördüm. Buraya kadar iyi. Fakat şaşırtacak bir uygulama var. O genç
adamlar, o küçücük adaya arabalarıyla geliyorlar. Bozcaada’nın iki mahallesi var.
Bir Türk mahallesi, bir de eski Rum mahallesi. Tümü 300-400 metre yarıçaplı bir
daireye sığar. Gerisi üzüm bağları, tarlalar ve kır.
Gel gör ki eski mahallelerin küçük
sokakları turist arabaları ile dolu. 100 metrelik yolda arabalar 20 dakika
bekliyorlar. Otopark yeri pek yok. Genç turistlerimiz arabalarını on dakikalık
mesafede bırakacakları yerde 20 dakika sıcakta, arabalarının içinde
bekliyorlar. Bu açık bir aptallık örneğidir. Bebeklerine sarılmış onlardan ayrılmak
istemeyen 30-40 yaşında bebeler. Bu kollektif nörotik tutku, bunların sonucunu
düşünemeyen bir belediye, bu eğilimin adanın çekiciliğini ve turistik
kapasitesinin 5-10 yılda yok edeceğini düşünüp adaya araba getirmeyi yasaklamayı
akıl edemeyen sorumlular, yeterli tepki göstermeyen ada halkı tümel bir akıl
tutulmasının göstergeleridir.
Adaya yerleşmiş, kültürlü pek çok
insan var. Üzüm yetiştiren İ.T.Ü. profesörleri, olağanüstü titizlikle
bir folklor müzesi açmış Hakan Görüney gibi insan sevgisi dolu, cömert
ve iyi yetişmiş aydınlar, dünyanın en güzel şarap imalathanelerinden birini
tasarlayan ve inşa eden mimar Reşit Soley, mimarinin büyük bir gösterisi
olduğuna inanmış aydın otel patronları mutluluk veren ve insanın geleceğe inancını
ayakta tutan aydınlık odakları. Ama araba (arrabaa!) her şeyi yok edebilir.
ÇAĞDAŞ KÖLELİĞİN ANLAMI
Türkiye’nin, gelişmemişliği
teknolojinin kapitalist sömürünün temel araçlarından biri olarak kullanıldığını
anlamayan bir toplum olmasından kaynaklanıyor. Gelişmiş ülkelerde bu
bilinçlenmenin harekete getirdiği uygulamalar olduğunu biliyoruz. Otomobil
sahipliği, ulaşım ve enerji bağlamında kontrol edici pek çok uygulama var.
Bizim toplum bu aşamada değil. Sokak köpeklerini savunanlar, kadın haklarını
savunanlardan daha güçlü. Aşağıdan yukarı, ya da yukarıdan aşağı, bilgi bu
duyarlığı yaratacak yoğunlukta değil. Bunun her gün biçimsel, bilgisizce, dünya
görüşsüz, felsefi tabansız, deneyimsiz kararlarla bir o yana, bir bu yana
çekilmesi pek çok alanda ülkeyi krize götürüyor. Örneğin bütün kademelerinde öğretim
içler acısı.
Türkiye’de sorun herhangi bir alanda
doğru ya da eğri bir kararın yanlış sonuç vermesi değildir. Gelişmiş bir
toplumda da bunlar olabilir. Fakat orada uzmanların tepkileri kamuoyuna yansır.
Tepki yaratır. Bu sorumluları yeniden karar almaya zorlar. Uzman görüşü gelişmiş
toplum tanımının temelidir. Toplum için önemlidir. Çünkü bu genel yargı bilimin
karar almaktaki vazgeçilemez statüsüne dayanır.
Bunu anlamamış olmak evrensel gelişmenin
altında kalarak gelişmiş dünyanın müşterisi ve giderek sömürdüğü toplum olmak
anlamına gelir. Çağdaş kölelik bundan ibarettir. 1945’den sonraki dünya tarihi
gelişmemiş ülkelerin yeni sömürge statüsünün hangi mekanizmalarla çalıştığını
açıkça anlatır. İslam dünyasında petrol üreticilerin rolü öğreticidir.
Okuyucular sorabilirler: Bozcaada ve Seyr-i Sefa’dan bu sonuçlara gelmek doğru
bir tartışma yöntemi sayılabilir mi?
Algılamadığınız ya da önem vermediğiniz
her şeyin toplumsal bilgilenmenin örgütlenememesine ve kişisel gözlemle
yetinilmesine bağlı olduğunu göstermek için anlatıyorum. Genel ekonomiden kişisel
davranışlara kadar her şey Türkiye kargaşasını anlatıyor. Ulaşım ve inşaat,
plansızlık, tarihi çevrenin ve doğanın korunamaması ve başka şeyler.
KENTLERİN ÖLÜM NEDENİ
Otomobilin bu günkü kullanılışı
kentlerin ölüm nedenidir. Bu kanıtlanması gerekmeyen bir konudur. 1945 lerden
Jane Jacobs’u anımsayabilirsiniz. Aradan 70 yıl sonra ayni şeyleri Türkiye’de
yineliyoruz. Bu bizim ABD den 70 yıl geri kaldığımızı kanıtlar. Buna benzer
binlerce olgu genel bilgi, düşünce ve politika arasında bütün bağların bu
ülkede kopmuş olduğunu gösteriyor. Bilgilenmeğe ilişkin devletin kontrolündeki
bütün sistem tümüyle çağla ilişkisini kesmiştir.
Otomobil, uçak, telefon, televizyon,
asfalt, gökdelen derken, bunların dünyayı kirlettiklerini, basit mutlulukları
insanlara unutturduklarını göz ardı etmeğe başladık. İnsanlar Bozcaada’ya
propaganda ile doluyorlar. Fakat iki kez plaja girmek, bir kez daracık, havasız
sokaklarda yemek için o sıkıntılara neden katlandıklarını bilinçlendiremiyorlar.
Buna kapitalist beyin yıkama deniyor. Böyle davranılırsa 5-10 yı sonra Bozcada
kalmayacağını düşünmedikleri gibi, bu tür etkinliklerle doğrudan ilişkili başka
gözlemleri ve bilimsel saptamaları da bilmiyorlar.
Dünya nüfusunun artması ile ilgili
öngörüler dünyayı bekleyen felaket çanlarıdır. 1800’de bir milyar nüfustan
2015’te sekiz milyara. 2055’de ondört milyara. Oysa ondan önceki 300 000 000 yılda
nüfus sadece bir milyar olmuş. Bunu kim söylüyor? Tabii politikacılar değil,
bilim adamları. Giderek zengin olacağı söylenen dünyada akşamları yatmağa aç
giden bir milyar insan var. Çağdaş dünya sistemi çok insafsız. Cahil ülkelerde
daha da insafsız. Çünkü bilgi daha kısıtlı.
Bütün bunların tek suçlusu yok.
Gerçi tarlasına domates dikenle Ankara’da oturan arasında bir fark var ama, işletme
kötü ise çalışanlar da ortak. Geri kalmış bütün ülkeler, belki de dünyadaki
bütün geri zekalılar bilgisel kaos çağında yaşıyorlar. Kuşkusuz kimse
termodinamiğin ikinci yasası entropi’nin tarihe bir son biçtiğini bilmiyor. Ama
arabasının kucağında plaja uçan, televizyon ninnilerinde büyüyen insanların
bilimselden haberi olacağını düşünmek için fazla saf olmak gerek!
Sevgili Okuyucular,
Kara saban çağı köylüsü çevresine ve
geleceğine bugünkü kentli bir üniversite mezunundan daha fazla egemendi. Şimdi
evinizin konforunu, yiyeceğinizi, ulaşımınızı uzmanlar düzenler. Çağdaş toplum
bilgi birikimin neredeyse sonsuzluk sınırına ulaşması nedeniyle bu örgütlenmeyi
en iyi sağlayan toplumdur. Bu olabildiği kadar iyi çalışan bir mekanizmadır.
Gelişmemiş toplum bilginin doğasını öğrenememiş, özümseyememiş, yardımlaşmayı
örgütlemekte zorluk çeken toplumdur. Birincisi koordinasyonla, ikincisi
sopayla, ha babam sistemi ile, olmazsa yolsuzlukla çalışır. Cehaletle kavga
düzensizlikle kavgadır. Çağımızın mücadelesi bilginin toplumsal özümlenmesi
mücadelesidir.
CBT sayı 1433, 5 Eylül 2014
***
Ayasofya’yı Bütün Dünya Bizimle
Paylaşıyor
Sorumlular
yine bir politiko-kültürel krize girdiler. Bu ‘Ayasofya’yı Cami yapalım!’
krizidir. İstanbul’u yeniden mi fethediyoruz? Bizans imparatorluğunun iki kat
nüfusunu buraya yerleştirmişiz. Ne Bizans ne Osmanlı demeden dünyanın en ünlü
kentini altını üstünü tahrip etmişiz. Türk toplumunu dünyaya bir çekirge
toplumu olarak göstermek istemek uygarlığın hangi aşamasına tekabül ediyor? Biz
bu dünyada yaşamıyor muyuz?
Doğan Kuban
Karşımıza,
durmadan dünya uygar kamuoyunu alan yanlış kararları hangi cehalete borçluyuz?
Çağdaş dünyanın içinde miyiz, dışında mı? Dışarı atılmak üzere olmayalım? Bunun
bir dünya mirası üzerinden olması da düşündürücü!
====
Türkiye’nin
nüfusu, ekonomisinin büyüklüğü, adam başına geliri gibi parametrelerin
uygarlıkla ilgisi yok. 1.5 milyar fakir Müslüman uygar olarak tanımlanmıyor.
Amazon yerlileri ile Afrika karalarından sonra geliyorlar. Bundan bin yıl önce
dünyanın en uygar kültür düzeyine erişmiş bir kültür ortamı bugün kendi dilinde
üniversite öğretimi yapamıyor.
Bir
büyük kültür ve sanat ürününü algılamak ve değerlendirmek toplumların küçük
kesimlerinde özel bir tutkunun, incelmiş bir insan özelliğinin ifadesidir.
Adına uygarlık deniyor. Az gelişmiş toplumların cahil, hoş görüsüz, bencil ve
açgözlü insanlarında buna pek rastlanmıyor.
Uygarlık,
kapıları bütün insanlara açık bir dergaha benzer. Bu dergahta dünyanın bütün
insanları birbirleriyle bilim, felsefe, edebiyat, sanat, musiki ürünlerini
paylaşırlar. Burada paylaşılan insanlığın ortak mirasıdır. Bizim geri kalmış
toplum hala bu en büyük insanlık dergahına ya da kulübüne girmeye direniyor.
İNSANLIĞIN
MİRASIDIR BUNLAR
Örgütlenmiş
çağdaş uygarlığın bir özelliği var: Onun sahip çıktığı mirası ellerinden geri
alamayız. Bunların başında mimari yapıtlar geliyor: Mısır piramitleri, Atina
Akropol’ünde Partenon, Roma’da Panteon, İstanbul’da Ayasofya, Kudüs’te Kubbet
es- Sahra, Roma’da San Pietro, Edirne’de Selimiye, Agra’da Tac Mahal gibi
yapılar dünyanın ortak malıdır.
Fransa’da
Lascaux mağaralarından başlayarak, Mısır, Mezopotamya, İran, Hindistan, Çin,
Anadolu, Yunanistan, Orta Amerika’da insanlık tarihinin ortak mirası kabul
edilen ve ortak insan uygarlığının malı olan yapıları, sitleri, hatta küçük
objeleri geri alamayız. Vakıflara, arsa spekülatörlerine veremeyiz. Ayasofya ve
benzer yapılar, arkeolojik sitler insanlığın ortak miras listesindedir. Hiçbir
devletin ya da insanın malı değildir. Uygar bu evrensel mülkiyeti kabul
edenlere deniyor.
Çağdaş dönemin en önemli ekonomik
etkinliklerinden birinin Turizm olduğunu öğrenmiş görünüyoruz. Turizm bakanımız bile var. Fakat
turizmin otel ve lokanta açmak ötesinde daha önemli bir işlevi var: İnsanı yabancı toplumlarla buluşturan bir
uygarlık mekanizması olarak çalışıyor. Bizim turizmciler bunun lokanta
aşamasını geçemediler.
Ayasofya
gibi dünya malı olmuş dünyanın en büyük yapıtını camiye çevirmeye çalışmak, altın yumurtlayan tavuğu kesmek
anlamına gelir.
İLKEL
İSTEK, ANITI TUTUKLAMAK İSTİYOR
Turizm
kültüre ekonomik değer kazandırdı. Bu bağlamda sanat ve mimari, yabancı
toplumların geçmişlerinin ürünü olarak, insanların ortak tarihlerini
öğrenmelerine, estetik ve duygusal alanda birbirlerine yakınlaşmalarına olanak
veriyorlar. Yüz bin cami yaptırmış olan bir toplum, şimdi, ilkel bir istekle
Ayasofya’yı cami yapmak istiyor. Bu dünyada 2.5 milyar insanın en saygın
anıtlarından birinin tutuklanması anlamına gelir. Kudüs’te Kubbet es-Sahra
Yahudiler tarafından işgal edilirse Müslümanlar ne hissederlerse dünya da
Türkler için onu hissedecektir. Bunun ekonomik ve politik sonuçları
beklemedikleri kadar yıkıcı olabilir. Özellikle Türkiye’nin bu günkü
demokratik(!) ortamında. Bu kadar ilkelleşmek için bizi dürten bir şey mi var?
Sevgili
Okuyucular,
Toplumlar
dünya insanlarıyla bölüştükleri değerler arttıkça uygar dünyaya katılıyorlar.
Bizim toplum dışarıda gerçekten kalmak istese ve dış sömürünün hepsine hayır
dese belki kültürel bağımsızlık diye bir konu da tartışılabilir. Ama
yediklerini bile ithal eden, yaşamak için elini dışarı açmış adamların bu
istekleri sadece ilkelliktir. Bu ilkelleşme kendisiyle birlikte başka
hastalıkların da semptomudur. Biz dünyayı dışlıyoruz. Fakat dünyadan
dışlanıyoruz.
Türkiye
tarihinde ara sıra su yüzüne çıkan ‘Ayasofya’yı
camiye çevirme nöbeti’ ilkelleşme grafiğinin yükseldiği dönemlerdir. Bu
bağlamda kamuoyunun uyanması gerekiyor. Camicilik oyunu çağdaş toplumların terk
ettikleri bir tavırdır. Bu gerici gösteride direnmektir. Arabaya, telefona,
uçağa, televizyona, internete, yabancı silaha, Nato’ya ihtiyacınız var.
Sömürülmeye de ihtiyacımız var mı? En lüks arabalar için kuyruğa girip, ülkeyi
Abdülhamit dönemine geri götürmek hayal bile değildir. Önce takke ve şalvar da
gerekli mi diye düşünmek gerek.
Bu
konularda karar vermeyi bir tür sandık hakkı görenlerin kendilerine ‘Biz
dünyayı insanlarla paylaşmak istiyor muyuz, yoksa yeni bir fetih dönemine mi
dönüyoruz?’ diye sormaları gerek! Sonra bu fetihlerin parası bize kredi olarak
verilir mi, diye düşünmeleri gerek. ‘Bu dünya bize mi ait?’ diye sorabilirler.
Uygar dediğimiz toplumlar bunun yanıtını vermişler:
Tarihte
insanın yaratıcılığını tanımlayan bütün düşün ve sanat yapıtları insanlığın
ortak malıdır. Ne bir ulusun, ne bir devletin ne de bir hükümetin malı
değildir. Uygarlık düzeyi daha yüksek, dünya egemeni olanlar, daha iyi
eğitildikleri, daha çok ürettikleri ve hep onlara borçlu olduğumuz için her
dediklerini yaptığımız, üniversitelerde dillerini kullandığınız toplumlar Ayasofya’yı insanların ortak mirası
sayıyorlar. Yani bizim değil. Hala ‘Ayasofya ‘ya kelepçe vurabiliriz’
sanmayınız.
Bu,
uygar dünyanın bizi dışlaması için sandığınızdan daha önemli bir sebeptir.
Benzer davranışların giderek biriktiğini değerlendiren bir uluslararası kamuoyu
oluştu. Türkiye dünya nüfusunun yetmişbeşte biri. Bizi her an çökertebilecek
bir dış borcumuz var.
Karşımıza,
durmadan dünya uygar kamuoyunu alan yanlış kararları hangi cehalete borçluyuz?
Çağdaş
dünyanın içinde miyiz, dışında mı? Dışarı atılmak üzere olmayalım?
Bunun
bir dünya mirası üzerinden olması da düşündürücü!
***
Mutlu Ama Uygar Değil !
Çayıra salınan at, eşek,
koyun mutludur. Karnı tok, uyuyan kedi mutludur. Uygarlıkla ilişkileri yok.
Çiçeğe konan arı da mutlu olmalı! Belki farkında değildir. Onun balını yiyen
ayı da mutludur. Ama uygar değildir. Kaldırımda uyuyan köpek mutludur. Ama onun
yanından geçen mutlu değildir. Bunları birlikte yaşatan belediye de uygar
değildir. Yolları otopark olarak kiralayan belediye mutlu olabilir. Ama uygar
değildir. Kaldırıma çöp bırakan mutlu olabilir. Ama uygar değildir.
Doğan Kuban
(CBT sayı 1414, 25 Nisan 2014)
Türkiye’de daha acıklı
olan 2014 yılında bizi Ortaçağ’da yaşatan kurumsal ilkelliktir. Bu denli
vurdumduymaz olabilen bir halkın uygar olacağını hayal etmek olanaksız. Gerçi
toplumun uygar milyonları da var. Fakat kendimizi ne kadar soyutlasak, yaşamı
halkla paylaşmak zorundayız. Onun için her gün bir basamak daha aşağı inen
ilkel olgular utandırıcıdır. Türk toplumunu küçük düşürücüdür.
Günlük gazetelerden bir utanç listesi:
41 ülkenin demokrasi
sıralaması yapılmış. İslam dünyasının en gelişmiş ülkesi Türkiye listenin
sonunda. Sıralamayı yapan oldukça ünlü bir Alman vakfı: Bertelmann Stiftung. AB
ve OECD ülkelerini içine alan bu listede ekonomi, sosyal politika ve Çevre
politikası verileri değerlendirilmiş. İfade ve toplantı özgürlüğünün
kısıtlanması, demokratik hakların ihlali, medya yozlaşması, ve hak, hukuk
konularında, Avrupa’nın eski komünist ülkelerinin, İsrail’in, Yunanistan’ın,
Şili’nin, Meksika’nın, Malta, Romanya ve Macaristan’ın gerisindeyiz. Sadece
insan kasapları ülkesi Yugoslavya’dan öndeyiz. Bereket Rusya, Çin, Kuzey Kore
ve İslam ülkeleri var.
AKP’li bir belediye başkanı kadınları çalıştırmayacağını söylemiş.
Bunu örf ve adete uygun olsun diye yapacakmış. Bu kent Türkiye sınırlar dışında
mı? Bu adam İstanbul’da kadınların çalıştığı banka, dükkan görmemiş mi? Yasa
bilmiyor. Tarih de bilmiyor. Örf ve adet sandığı, ve toplumun büyük
çoğunluğunun varlığını unuttuğu şeyler, bütün İslam dünyasının nüfusunun
bugünkü Türkiye’nin onda biri kadar olduğu 1500
yıl önceydi. Arap yarımadası cahiliye çağında yaşıyordu. Kimsenin arabası,
televizyonu, telefonu, bilgisayarı yoktu. Deve ve eşekle İstanbul’da dolaşan
kimse görmüş mü bu başkan? Bu düşünce ve tutumun adını koyabilir misiniz?
Bir Türk (adı Ali imiş)
Kabe’de (Ali Gate) önünde, ailesinin erkekli kadınlı fotosunu çekmişler.
1986’da Suudi Arabistan’da piyasada en son model foto makineleri satılırdı. Fakat fotoğraf çekmek yasaktı. Hele
Kabe’de foto çekenleri linç bile edebilirlerdi. Suudi Arabistan ne kadar
gelişmiş. E! Örf ve adet ne olacak?
İş makinaları ile gelen silahlı (?!) kişiler bir tiyatro
sahnesi yıkıp, ağaç sökmüşler. Ne zaman? Gece yarısı! Bunlar
ağaç ile tiyatro arasında bir fark olduğunu mu bilmiyorlar, yoksa buraya
yanlışlıkla gelen mezar kazıcılar mı? Niye gece? Niye ağaç! Niye silah!
Bunlardan iş isteyenin nasıl bir vatandaş olduğu konusunda bir düşünceniz var
mı? Sizce bu nasıl bir toplumun üyesidir?
Bunu anlayamadığım için
size soruyorum.
Maçta sahaya atlayan bir futbol tutkulusunun
dövülerek öldürülmüş cesedi ertesi gün çöp tenekesinde çıkmış. Bizim toplum
geçen gün oy pusulası ile çöpü karıştırmıştı. Şimdi cesetle çöpü karıştırıyor.
Bu arada seçim sandığı ile mezar da birbirine karışıyor.
Bir üniversite atanması haberi okudum.
Önce alınacak adaylar seçiliyormuş. Sonra onların biyografilerine göre gazete
ilanı veriliyormuş . Bu ilana en uygun adaylar seçiliyormuş. Burası bir
üniversite. Bir rektörü var. YÖK diye bir fetva merkezi var. Bu biyografileri
bilen bir kurum seçimden önce seçilecekleri saptamış!?
Sabahtan akşama kadar bu
hikayeleri dinleyen ve fıttırmayan bu toplum, kanımca, güneşte uyuyan kedi
kadar mutludur. Oy’unu para ile satıp birkaç gün karnını doyuruyor. Gazeteler
bir gökdelen fiyatına bir seçim satın alındığını yazıyor. Türk toplumunun bu
kadar ucuz olduğuna inanmıyorum. Ama kör cahil olduğuna kalıbımı basarım.
BU SEÇİM YÖNTEMİNİ KİM
İCAT ETTİ?
Partiler nasıl kabul
ettiler? Zarfın açık kalması ve içine istediğin şeyin girip çıkması bir Türk
yöntemi mi? İptal için bu kadar çok koşul olan bir seçim yöntemini akıllı bir
toplum kabul edebilir mi? Damganın kendisi ve etrafındaki çizgi damganın
basılacağı daireden daha büyük. Hiçbir Türk, eğer mimar ya da tasarımcı
değilse, az okumuş ve kağıt kalem görmemiş biri ise, o dairenin içine ‘evet’
damgasını doğru basmamıştır.
En çok iptal oyu AKP nin
kazandığı sandıklarda çıkmış. Güçlü olanın istediğini iptal edebildiğin bir
sistem. Torba kaçırmak, torba delmek,
elektrik santralına kedi girmesi türünden ayrıntılar bir kaç paraya oy atanları
ilgilendirmez.
Bu komediyi demokrasi diye
sunmak toplumu cehaletle damgalamak değil midir? Çok partili sistem,
demokrasiyi kontrol etme amacını taşımıyor mu? Sandığı kontrol edemeyen
partiler başka şeyleri nasıl kontrol edecek? Dervişçe ya da filozofça ‘Böyle
gelmiş, böyle gider’ demek çağdaş bir tepki değildir. İnsanların biraz para
karşılığı oy vereceğine inanmak istemesem, yani onlara böyle bir davranışı
yakıştıramasam da mitinglere ücretle katılanların teşhiri ayyuka çıktığı için
bunu kabul etmemek olası değil.
Kanımca bütün bu olup
bitenler, uzun süreli, planlı bir beyin
yıkama ve kandırılma operasyonuna toplumca kurban olduğumuz düşüncesine daha
uygun düşüyor. Bu tür uzun vadeli stratejilerin devlet programları olarak
emperyalist merkezlerde geliştirildiğini yıllarca okuduk. Fakat son seçimde,
sayısız yasa dışı manipülasyona karşın AKP’ nin %40-45 lik bir oy düzeyinde
kalması toplumun aptal olmadığını kanıtlıyor. Bu ülke için çok önemli bir
aydınlanma garantisi ama, yakın geleceği kurtarmaya yetmez. Kaldı ki bütün
aptalların iktidara oy verdiği düşüncesi de ‘olasılık kuramı’ içinde kabul
edilemez. Ülke, kültür ve ahlak olarak,
içi boşaltılmış oy torbasına benziyor. Yaşamak için gülümsemek gerek, ama
ağlanacak bir durum var.
DİVRİĞİ HEYKELİNİ KURTARIN
Yaşamın hiçbir boyutu
politik kararların etkisi dışında kalmıyor. Böyle bir sonuç insanları umutsuz
yapıyor. Sorunları insan odaklı yanıtlamazsak uygarlık söz konusu olamaz. Fakat
dünyanın fiziksel geleceği uygarlık konjonktürünün sonunda egemen olması
gerektiğini düşündürüyor.
Yazımı ülkenin en büyük
uygarlık ayıbını anımsatarak bitireceğim. Kanımca, yukarıdaki bütün
hastalıkların arkasında düşünce ve sanat karşısında gelişmemiş bir duyarlık
sorunu var.
Romalı yaşlı Cato diye bilinen devlet adamı ve yazar her konuşmasını (Kartaca
yok edilmelidir) diye bitirirdi. Ben de uygarlıkla ilgili her yazımı ‘Divriği
heykelini kurtarın!’ ile bitirmek istiyorum.
Sanat tarihi yaşamımın
en büyük amacı Anadolu-Türk uygarlığının en büyük anıtı ve dünya heykel
sanatının en özgün örneklerinden biri olarak kabul ettiğim Hürremşah’ın Divriği
Taç kapılarını dünya sanat tarihinde hak ettiği yere çıkarmak oldu. Ahlat’lı bu
büyük sanatçının başka bilinen yapıtı yoktur. Bu taç kapıların taş oymaları,
İslam sanatında, Ortadoğu sanatında eşi olmayan, heykel niteliğinde, dünyanın
en özgün sanat yapıtlarıdır. Elli yıllık bir çalışma ve yayın etkinliğine
karşın bu başyapıt yok olma tehlikesinden henüz kurtulmadı.
Bunu yapamayan bir toplum, özgürlük ve adaleti çöpe
karıştırır.
Güneşte uyuyan kedi gibi
mutlu olabilir. Fakat entelektüel mutluluğa erişemez ve hiçbir boyutta uygar
olamaz.
***
POLİTİKACI KENDİNİ ÇÖPE DÖNÜŞTÜREMEZ
Politik Söylem’den İnsan Odaklı
Söylem’e
Aklımızı politik söylemin
işgalinden kurtarmalıyız. Düşünce ve söylemi slogan, reklam ve benzer klişelerden kurtarmak,
temiz bir tarih sayfasına insan odaklı yeni bir söylem yazmağa başlamak
zorundayız...
Doğan
Kuban
CBT, Sayıs 1413; 18 Nisan 2014
Eğer bu
niteliksiz politik söylem sürerse toplum yolunu şaşırabilir. Kuşkusuz bu günden
yarına değil. Bu belirsizlik, çağdaş dünyada cahil toplumların kaderi gibi
görünüyor. Eğer iklim öngörüleri doğru çıkar ve enerji bağımlılığı sürerse bizim
gibi toplumların geleceği umutsuz olabilir. Fakat insan savaşmadan pes diyen
bir yaratık değil. Kimi biyologların dediğine bakılırsa, bütün hücrelerimiz bir
savaş makinesi imiş. Sorun şu ki bu bildiğimiz fiziksel bir savaş değil. Sorun
aklın sürdüreceği bir savaş.
Son
seçimde, sözde demokratik bir olguyu
sinema filmi gibi seyrettik. Oy pusulaları çöp tenekelerinde bulundu. Bir oy
pusulası vatandaşın politik kararı değil mi? Bu matematiksel olarak, politik
karar=çöp demek. Basit mantık yürüterek bir belediye başkanı, bir milletvekili,
bir hükümet için politik kararın sıfıra indiği bir noktaya geliniyor.
Peki,
politikayı çöpe indirgeyenler kimler? Politikacılar! Bu felsefi saçmadan akıllı
insanların çıkaracağı tek bir sonuç var: Politik
söylem saçma bir söylemdir. Politikacılar bunu kabul etmeseler de kendileri
kanıtlıyorlar. Sokrat’ın, Lao Tzu’nun, Buda’nın, Marcus Aurelius’un, Kant’ın,
Amerikan ve Fransız devrimcilerinin dile getirdikleri, uğrunda ölünen
düşünceler, çağdaş politikacılar tarafından tümden yok edilmiştir.
Dünya insanlık tarihini harekete getiren
düşünceleri reklama dönüştüren insanlar tarafından idare ediliyor.
Kimse
politikayı çöpe eşitlemek isteyemez. Fakat varılan
durum bir dünya düzeninin ömrünü tamamladığını kanıtlıyor. Yeni bir insan
ve toplum söylemi tanımlama gerekliliği var. Bu yeni söylemi nasıl yaratıp
topluma mal edeceğiz?
İnsan merkezli
düşünceler tarihte çok. Alçak gönüllülerin varlığını Tao Te Ching’de okuyoruz. Müslümanların Allah’ı bağışlayıcı, esirgeyici
ve merhametli. Yunus’u, Mevlana’yı, Tevfik Fikret’i, Mehmet Akif’i okuyan herkes
alçak gönüllü, hoş gören, yardımsever insanları bilir. Gençler haksızlığa
direnirler. Bütün büyük ahlaki
öğretilerde, dinlerde hayvan içgüdüsü olan şiddetin kilit altında tutulması
öğüdü vardır.
Hakça
bir gelecek düzeninin günümüzün politik söyleminin karanlığından, yalanından,
kin ve nefret söyleminden uzak olması gerekiyor. Politikacılar ilkel ve düşünceyi
satılık eşyaya indirmiş bir söylem üretiyorlar. Doğrusu istenirse bu evrensel
bir sömürü düzenin genel geçer jargonu.
Bunun
yerine geçecek, insan odaklı söylemi
bulup beyni yıkanmış milyonlara anlatmak artık zor, fakat temel bir
amaçtır. Uzun yıllar ilkel ve yalan dolu politik tartışmalar yaşamı ve
düşünceyi, özellikle düşünce dağarcığı sınırlı olanları, koşullandırdı. İçeriksiz
politik söylemin yerine geçmesini dilediğimiz insancıl söylem sadece entelektüel bir dönüşüm değil, biçimsel ve
üslupsal bir farklılık yaratma sorunudur.
AKLIMIZI
İŞGALDEN KURTARMAK
Bu öneriyi
örneklere indirmeden anlatamayız. CHP
seçimde politik söylemin kıskacından kurtulamadı. Bu büyük bir değişim.
Yıllardır beyni yıkanmış bir yarı okumuş toplum. Yoksulluk, gerilim, küfür,
yalanla geçmişi karalayan ve tarih bilmeyen milyonları etkileyecek bir söylemin
etkileri bugünden yarına kalkamaz. Bu
kişisel değil toplumsal, birlikte yaşanan bir kültürel kriz. Çöp
tenekesinden çıkan halk kararının devlet tarafından onaylanması olayı ciddi bir
sorun. Politik söylemi temizleme diye bir retorik sorunumuz var.
Bunun amacı
aklımızı politik söylemin işgalinden
kurtarmaktır. Düşünce ve söylemi slogan, reklam ve benzer klişelerden
kurtarmak, temiz bir tarih sayfasına insan odaklı yeni bir söylem yazmağa başlamak
zorundayız. Bu söylem bugünden yarına ortaya çıkmayacak. Etkisini görmek ise
daha uzun zaman alacak.
Sevgili
Okuyucular,
Bu
mekanik bir işlem değil. Entellektül bir eylemdir. Cahillerin işi de değildir.
Fakat cahili politik söylemden daha fazla etkileyecek bir retorik kalitesi var.
Dindar bir toplumda münafık, yani iki yüzlü söylemin de maskesini indirebilir.
Halkın ve partilerin ideolojik terbiyesi ve toplumsal disiplini gelişmemiştir.
Türkiye halkı bu seçimde
sanıldığından daha güçlü bir demokratik ve aydınlanmış tepki vermiştir.
Bu umut verici bir gelişmedir. Fakat dünyadan haberi olmayan kütle, ülkenin
geleceğini karartacak kadar büyüktür. Ve onun vurdum duymazlığının temelinde
temelinde sadece yanlış ve slogana indirgenmiş bir din öğretisi değil, gelişmemiş
bir bilim- teknoloji ve çağdaşlık körlüğü vardır.
Bu
durumu basit örneklerle açıklayabiliriz:
Oy=çöp eşitliğiyle
başlayalım: Çöp kutularında oy pusulaları bulundu. Seçim Kuruluna itiraz
edildi. Bu arada bir seçim kurulu başkanının kızının seçime katılan bir
Belediye başkanının danışmanı olduğu iddia edildi. Bu tükenmiş bir sistemi dile
getiren bir gerçek olsa da, toplumu silkeleyecek bir tepki yaratamıyor. Çünkü politik
söylem tıkanmıştır. Türkiye’de demokrasi, adalet ve özgürlük olmadığına ilişkin
bir düşünceye işaret etmek için burada susmak bile daha etkili olabilir. Bu
sözün bittiği ve başka bir söylemin gerektiğini kanıtlayan bir durumdur.
Artık herkesin
gördüğü çıkmaz sokakları anlatıp durmak çözüm getirmez. Tekrar edip durursak sonunda
etkisini, seçimde denediğimiz gibi, yitiriyor. Yalama oluyor. Ülke halkının
%40’ı politik olarak uyanmamış, çağı hayal meyal algılayan bir kültür
düzeyindedir. ‘Çalışıyor, çalabilir’ gibi tüyler ürpertici bir yargı bu bilinçsizliğin
ve sonucunu algılayamamanın sonucudur.
Burada
anlatmağa çalıştığım, politikanın yalana dönüşmemesi için söylemi ‘insanca’ya çevirme
gerekliliğidir. Eğer toplumun sağlıklı bir politik refleksi olmasını istiyorsak,
politik kararın eşitliğine, yani insani, çağdaş ve dini inancın ‘Adl= eşitlik ilkesine
uymasını sağlamak gerekir.
POLİTİK SÖYLEMDEN İNSANCIL
SÖYLEME
Basit
bir örnekle başlayalım:
‘Arş yiğitler vatan imdadına!’ derseniz bu
bir vatansever fedakarlık çağrısıdır. Politik çağrı değildir. Eğer ‘Kahraman vatandaşlarım, gelin düşmanı kendi
kanında boğalım!’ derseniz bu politik bir söylem olur. İnsanın hayvani içgüdülerine
hitap eder.
Lao Tzu
“İyi bir komutan savaşı sürdürüp
ustalığını kanıtlamaya uğraşmaz. Gerektiği için savaşır” der. Bu savaşta
bile insancıl bir söylemdir
Eğer ‘Bu köprüyü vatandaşlarımızı evlerine bir an
önce ulaştırmak için ağaçları kesmeyi de göze alarak çalışıyoruz’ derseniz
bu politik bir söylemdir. Eğer ‘halkın
evi ile işi arasında en az zaman sarf etmesini sağlamak çağdaş bir kent
politikasıdır’ derseniz ve övünmezseniz, bu insancıl bir söylemdir. ‘Bu köprü şu yoğunlukta bir trafik taşıyacak
, kent trafiğini yüzde şu oranda hafifletecek’ demek, teknik bir söylemdir.
Toplum
gereksinmesi bütün bu söylemlerde vardır. Fakat vurgu neden yana ise söylem o
niteliği taşır. Kişisel, partisel, ulusal sözcükleri ekonomik menfaati saklamak
için vurgulamak politik söylemdir.
İnsani
gereksinme çağımızda yalnız başına bir anlam taşımıyor. Politikacılar herhangi
bir uygulamaya uzman kararından sonra varmadıkça, söylem politik olur. Kılıfı
da artık modası geçmiş bir ideoloji olmak zorundadır.
Eğer biraz insan duyarlığı
kalmış olanlar el ele vermezlerse, toplumlar ortaçağ koşullarına dönebilirler.
21.
Yüzyıl içinde bir toplumsal çöküş öngörüsü sadece Türkiye için değil, bütün
dünya için söz konusudur.
***
ÇALAN ADAM’IN ELİ YA DA KOLU KESİLİR; MÜNAFIK İSE CEHENNEME GİDER.
Seçim Neler Öğretiyor!
Sevgili Okuyucular,
Türkiye’de henüz demokrasi
olmadığını kanıtlayan seçim gösterisi, toplumun kültürel ilkelliğini kanıtladı.
Ülkenin politik radyografisi olarak Türkiye’yi dünya kamuoyunda yaraladı. Bu
oyun, bütün oyuncularıyla, insanı yerin dibine sokan bir durum olarak Türkiye
tarihine girecek. Sadece bir politik yolsuzluktan çok ötede, alnımıza vurulan bir
geri kalmışlık damgası.
Doğan Kuban
CBT Sayı 1412, 11 Nisan 2014
İslam toplumlarının
gelişmemişliğin kanıtlarından biri olarak tarihlere yazılacak. Bilinçli ve
eğitilmiş bir Türk bu ayıbın altından kalkamaz. Gerçi on milyonlarca vatandaş geleceği
kollayacak güce sahip. Fakat bu utandırıcı performans demokrasi ve uygarlık gösterisi
olarak hiçbir yabancıya yutturulamaz.
Seçim olayının değerlendirilmesinin toplumun
ortalama cehaletini aşması için ilkel politik jargonun ve kokuşmuş sözlüğünün dışlanması
sağlanmalıdır. Türkiye’de halkın seçimi belirleyici
bir politik ideolojisi oluşmamış. Bazı küçük grupların varlığı temel boşluğu
doldurmuyor. Hamasi sözleri bir yana bırakarak bu seçimlerden edinilen bilginin
geleceği aydınlatabilecek boyutlarını irdelemek gerek.
ÇAĞDAŞ DÜNYA
BİLGİSİZLİĞİ
Halkın yarısı çağdaş
dünya hakkında bir şey bilmiyor. Bunu anlamak için seçimlerin nasıl geçtiğini hatırlamak
yeterli. Fakat dünyadan haberli olanlar da halkın hangi düzeyde olduğunu
bilmiyorlar. 1950’den bu yana İslam
motifinin politikada peynir ekmek gibi yendiği bu ülkede ne okumuş, ne okumamış hiç kimse İslam’ın ne olduğunu
bilmiyor. En çok söz edenler en az biliyorlar. Demokrasi ile seçim
sandığını birbirine karıştıran çok. Toplum kendi tarihini, yakın ya da uzak, bilmiyor.
Bir ay boyunca sıradan,
güvenilir, güvenilmez, aptal, akıllı, deneyimli, deneyimsiz, pek çok
politikacı, gazeteci, yazar, çizer, okudum ve dinledim. Doğrusu Türkiye’nin
sorumlularını politik kavganın dışına taşıyanlara pek rastlamadım. Gerçi
belediye başkan adayları bir çok projelerinden söz ettiler. Onların içinde iyi
ve akıllı olanlar da vardı.
Halk Partisi bir sevgi söylemi üzerine
kurduğu propagandasını, başkanının ağzından, saygı duyulacak bir sağduyu ile sürdürdü.
Fakat genelde gelişmesi öngörülen bir toplumun çağdaş insan kavramı üzerine kurulmuş bir proje ortaya çıkmadı. Ağırlık
neredeyse 50 yıldır konuşulan maddi alt yapı sorunları üzerine idi. Bunun da
nedeni Türkiye belediyelerinin hala elli yıl önce yapılmış olması gereken alt
yapı uygulamalarını gerçekleştirememiş ve araba trafiğinde boğulmuş
olmalarıydı. 21.yy.’da kanalizasyon, ulaşım sorunları, ısıtma, hava kirliliği
sorunlarıyla boğuşan, parksız, müzesiz kentler geri kalmış ülke kentleridir.
TEHLİKELİ TÜKETİM
EKONOMİSİ
Çabuk büyüyen pis
kokulu ağaçlara benzeyen yükselen yüksek bina yapmak, ve dünyanın bütün
mallarını modern bit pazarlarında sergilemek, sınırsız ve tehlikeli bir tüketim ekonomisinin göstergeleridir. Bunların
çağdaşlıkla ilgisi yoktur. Gökdelen ya da alış-veriş merkezi Amerika’da yüz yıl
önce de vardı. Bu yapılaşma köylerden akıp gelen cahiller şaşırtıyor, oy da sağlıyor
ama, yaşamı kolaylaştırmıyor. Anadolu kasabasından gelen için İstanbul bir Eldorado olarak algılanabilir.
Fakat sağlıklı yaşamak açısından Anadolu
köyünden beterdir. Kentleşememiş köylü aşamasında insanlar belediyeleri hayırsever vakıf olarak
görüyorlar. Onlar da para ile oy satın alıyorlar.
Seçim günü sonrası güneşli
havada gezen, eğlenen insanlar, oynayan, mutlu çığlıklar atan çocuklar seçim
sonuçlarını hiç hatırlamıyorlardı. Televizyonda gördüklerimiz, platformlarda
konuşulanlar unutulmuştu. Türkiye, bu
kaygusuz insanlarındı. Belediye seçimlerinin sonuçları hepsini
etkileyecekti, ama sandığa atılan listelerden çıkan adlar kimseyi
ilgilendirmiyordu.
Halk Partisi 64 yıl sonra hala %30’a
ulaşamamıştı. Bu ülkeyi soymak, aile boyu dünya çapında zengin olmak,
rüşvet almak, oy verenler için önemli değildi. “Çalıyor, ama çalışıyorlar” diyen
%45. Çoğumuza garip gelen bu yanıt halkın ahlaksız olduğunu değil, kaygısız ve cahil olduğunu gösteriyor. Bu
sadece bir algı sorunu değil, Türkiye de yaygın yaşamsal bir gözlemdir.
Köyden büyük kente
gelen köylü, orada yeni bir dünyanın varlığını öğrendi. Daha güvenli bir evde
oturuyor. Bunun sahipliği de o kadar önemli değil. Çünkü köyde de her zaman kendisine
ait olmayan, ağanın toprağında oturuyor, maraba olarak o toprağı işliyordu.
Kentte suyu var,
elektiriği var, çocuğunu okula daha kolay yolluyor. Bugün %70’i kente göçmüş
olan köylü nüfus, özellikle gençler babalarının, annelerinin bilmedikleri bir
dünyanın üyeleri. Eskiden köylü kenti bir fantasmagori olarak seyrediyordu. Şimdi
bütün bu ilişkiler değişti.
BİR KÜRT AİLE
Bir kürt ailesi
tanıyorum. Okuması yazması pek olmayan zeki bir genç olarak İstanbul’a gelen
baba inşaat işçisi olarak başladığı kent yaşamına, inşaat bekçisi, inşaat
çavuşu olarak devam etmiş, işbilir ve güvenilir olduğu için bir apartmanın kapıcılığına
yerleşmişti. Bir Türk kızı ile evlenmiş ve apartman bodrumunda da kendisine bir
daire verilmişti. Kızı öğretmen, oğlu iyi bir hastane teknisyeni olmuş sonra da
üniversiteyi dışarıdan bitirmişti.
Kürt inşaat işçisinin,
iki okumuş çocuğu, iki küçük apartman dairesi vardı. Bu insanlar Türkiye’yi
ancak AKP döneminde algıladılar. Bu iki kentli okumuş Kürt-Türk karması gencin,
ne dinle ne de hükümetle bir sorunları yoktu. İstanbul’dan başka yer bilmeyen yeni kent halkının, yüzleri geleceğe dönük
üyeleri. Etnik köken ya da din bağının önemi kalmamıştı. Her şeyin politize
olduğu sanılan bir ülkede politika ile ilgisiz yaşıyorlardı. Bu ailenin CHP’ye
oy vermesi için bir neden yoktu. Dünyayı Kenan Evren’den sonra (1980) görmüşler,
2000 yıllarında kent olgusunu algılamaya başlamışlardı. Bu sınıfın “herkes
çalar!” gözlemi ya da algısı, çağdaş bir 1980 sonrası algısı idi.
SAHTE DİNİ SÖYLEM
Sevgili Okuyucular,
Bu seçimin bir de sahte dini söyleme dayalı utandırıcı alt
yapısı var. Daha beş yaşında iken, adı Çelebi olan çok eski bir molla
ailesinden geldiğim için, büyük teyzemden ‘münafık’ sözcüğünü duymuştum. ‘Münafıklık
etme!’ derdi. Münafık, peygamber döneminde kendini Müslüman gibi gösteren
ihtida etmemişlere verilen addır. (İngilizler ‘Hypocrit in religion’ derler.) Bu
nifak çıkaran, ikiyüzlü anlamına
gelir.
Allah’ın ve İslam öğretisinin başında adalet
vardır. Allah adildir. Adalet eşit haklılıktır. Kuran’ın Nisa,
Maide, A’raf, Şura, Rahman, Hadid surelerinde (IV/61,128, 134; V/ 12, 46;
VII/28; XLII/14; LV/8; LVII/ 25) eşitlik yani adaletten söz edilir.
Çalan adam’ın bir eli ya da kolu kesilir. Fakat münafık cehenneme gider. Çalana
oyu vermek demokratik bir haktır. Fakat sandıktan bir oy çalmak demokrasinin
reddidir. Müslümanlığa da aykırıdır. Tartıda hile yapmak, eşitsizlik ve
adaletsizliktir. Bunu insan çok dindar olduğu için değil, Müslüman aile içinde
yetiştiği için öğrenir.
Kuran’da hırsızlık, rüşvet,
adaletsizlik var. Yalan da var. Cezaları da var. Bunları Müslümanlık bağlamında
tartışmak abesle uğraşmaktır. Kutsal kitapta olanları kabul etmemek
de günahtır.
Fakat neyin arkasına
sığınıp cahil halkın aklını karıştırdığımızın farkında olmayınca, topluma çok büyük
kötülük ettiğimizi anlayamamak, herhalde günahların en büyüğü..
***
ÖLDÜRÜLEN ÇOCUKLARIMIZ BİZDEN DAHA ÖNEMLİDİR
Belagat, Mugalata ve Seçim
Türkiye çizgisinin, dünya çizgisini zaman içinde bir yerde
yakalaması gerekiyor. Bu bir ölüm-kalım sorunudur.
Ve geleceğin uygar temelidir. Ancak bu buluşma noktasından sonra bilgi, üretim,
sağlık ve yaşam kalitesinde uygar dünya ile bütünleşmiş olacağız. Bunlardan mitinglerde
söz edildiğini işittiniz mi?
Doğan Kuban, CBT 1411, 4 Nisan 2014
Genç
Çiçero M.Ö.80’de şunu söyler: “Güzel konuşmak, özel ya da genel, her işin
parçasıdır. Güzel konuşma devlete destek olur. Hatiplere ün, şeref kazandırır
ve dostlarınızı esirgeyicidir.”
Perikles’den
Mustafa Kemal’e, Curchill’den Kennedy’ye pek çok etkileyici politik konuşma
okumuş, dinlemişizdir. Fakat güzel konuşma sadece kendi için yapılan bir
etkinlik olmağa da yönelebilir. O zaman yanıltıcı olur. Arapça ve Osmanlıca’da Belagat, güzel söz söylemedir.
(Fransızca ve İngilizce de ‘eloquence ve rhetoric ) Mugalata ise yanıltıcı söz söylemektir. ‘galat= yanlış, kural dışı’
kökünden gelir . (İngilizce sophistry). Seçim de politikaların konuşmalarıyla
başlar.
Sağlıklı
seçim söylemi vatandaşa bir gelecek tanımlayan ve umut verendir. Önümüzdeki
seçim acıklıdır. Çünkü arkasında ölüm önünde umutsuzluk ve soru işaretleri var.
Seçim söyleminin yolsuzluk tartışmasına dönüşmesi ve vatandaşların kısa vadeli
umutlarına yanıt vermenin ötesinde, daha uzun bir gelecek imgesi içermemesi.
bugünkü kargaşa içinde doğal görünebilir. Bir partinin seçim retoriğinin
kurgusu politik vizyonunun gelecek bağlamında olgunluğunu yansıtır. Bunu algılayan
bir toplum olduğu kanısında herkesin kuşkusu var.
Tarihte
hiçbir söz son söz değildir. İnsan sondan söz edemez, İnananlar için son söz
Tanrıya aittir. Bilime inananlar ise zaten yaşamın sürekli bir soruşturma
olduğunu kabul ederler. Güvenilir adayların savunmaları gereken bir gelecek
imgesi bağlamında yaşama doğrudan yansıyacak uygulama önerilerdir. Hala ortaçağı sayıklayan bir ülkede demokratik olması kuşkulu bir süreçte,
bütün partilerin gelecek bağlamında güvenli bir çalışma ve eğitim ortamı, enerji
bilinci olan bir üretim ortamı gerekliliğini halka anlatmaları gerekir.
KRİTİK
SOYSUZLUK SINIRINDA
Bizim
toplumumuz yalana kolay inanan, az okumuş, çağdaş dünya bilgisi çok kıt bir
toplumdur. Yozlaşmış bu politik ortamda bu temel söylem dile getirilmezse,
seçim, çürümüş bir kültürün ifadesi olan karanlık bir oyun olur. Bir seçim
süreci zaten var olan durumun aydınlanmasına yani somutlaşmasına neden oluyor.
Kuşkusuz bunun ne kadar gerçekleştiğini bilemiyoruz. İşte bu arakesitte
toplumun aydınlık güçleri, iyi niyetlileri, vatanseverleri halkı uyandırmak
zorundadır.
İki gün
önceki Kırım referandumunda Ukrayna denen devletin bir gölge oyunu olduğunu
öğrendik. Fakat Türkiye 900 yıllık kaya
üzerine oyulmuş tarihi olan bir ülkedir. Karagöz oyunu oynanmasına izin
veremeyiz.
Sevgili
Okuyucular,
Düşünenlerin
düşünemeyenlere anlatmaları gereken sorun şu: Türkiye’de politik söylemi yemek yemek, elini yıkamak, hacet’ini
yapmak gibi bir iş olarak gören milyonlar olabilir. Bunların arasında
politikacılar da var. Oysa Türk toplumu
kritik bir soysuzluk sınırında yaşamaktadır. Burada aydınlatıcı bir
söylemin yaratılması gerek. Halka Bu konuları anlatmak kolay değil. Fakat Türk
insanı yaşamanın bir ideal değil, bir hak olduğunu, idealin ise varmak
istediğimiz, ama tam ulaşamadığınız bir şey olduğunu öğrenmelidir.
Osmanlı
İmparatorluğu yıkıldıktan ve vatan işgal edildikten sonra, Türkiye’nin varmak
istediği tek amaç, çağdaş dünyaya erişmekti. Bu toplumsal savaşın sözcüsü Mustafa Kemal’dir. Adı demokratik ve
laik Cumhuriyet olan bu amaç, dünya tarihinin dayattığı bir zorunluluktu. Ve
bir insanlık göreviydi. Türkiye o zaman tümüyle sömürge olan İslam dünyasını da
uyandırmak sorumluluğunu da taşıyordu. Bu Türk toplumunun sırtından
çıkaramayacağı bir sorumluluk elbisesiydi. O zaman sırtımıza geçirilen elbise,
yaşadığımız çağın geçmişten daha önemli, geleceğin de bugünden daha önemli
olduğu anlamına geliyordu.
Bugün
aynı sorun var: Öldürülen çocuklarımız
bizden daha önemlidir. Kaldı ki bu bir doğa yasasıdır. Ana babanın işi,
gelecek kuşakları önce dünyaya getirmek, sonra yetiştirmektir.
Dünya
bizimle bitmiyor. Dünyayı kendileriyle bitirmek isteyenlere Latince kökenli
deyimle ‘nihilist’ denir. Bu aşırı
bencil ‘hiççilik’, dinsizlik anlamına da gelir. Hatta Peyami Safa’ya göre bir zırdeliliktir. (Türk Dil Kurumu Sözlüğü)
Çağdaş olmak çağda yaşamak değil, çağı yaşamaktır. Çağı yaşamanın özellikleri
var: Kentlileşmek (kentleşmek değil), bilgi sahibi olmak ve yaşama saygı
duymak. Avrupa uygarlığı, romantik 19 yüzyıldan doğallık, özgünlük, içtenlik
gibi özelliklerle bunu zenginleştirdi. Buna Batı uygarlığı deniyor. Çağdaş
dönem ise bu özelliklere bir de Innovation (yenilik yaratma) gereksinimi
ekledi.
KONUŞMALARDA
GERÇEKLER NEREDE?
Peki
Seçim konuşmalarında bu gerçekleri anlatan politikacı var mı? Bir taraf leblebi şekeri dağıtıyor.
Öteki taraf 1923-38 arasında ulaştığımız çağdaşlık düzeyine tekrar nasıl
ulaşabileceğimizi anlatmaya çalışıyor. Ne var ki yıl 2014! Bir toplumda “Biz de hırsızız! ” diyen insanlar hangi koşullarda yetişir? Bu toplumsal eğitimin,
1946’dan bu yana “Yetmez ama, kabul! ” diyenlere kadar nasıl geldiğinin
tarihini yazmak büyük bir entelektüel serüven olacak!
Sevgili
Okuyucular,
Elinizi
kalbinize koyun. 1938 ya da 1950’den 2014’e kadar bir Çağdaşlık eğrisi çizin.
Bu farklı etkinlik alanlarında olabilir. Fakat
Türkiye çizgisinin, dünya çizgisini zaman içinde bir yerde yakalaması gerekiyor.
Bu bir ölüm-kalım sorunudur. Ve geleceğin uygar temelidir. Ancak bu buluşma
noktasından sonra bilgi, üretim, sağlık ve yaşam kalitesinde uygar dünya ile
bütünleşmiş olacağız. Bunlardan mitinglerde söz edildiğini işittiniz mi?
Halk
anlamaz, diyeceklerdir. Peki öğreten bir yer mi bıraktınız? Köşe yazılarında
mı? politik söylemlerde mi? Bürokratik örneklerde mi? İmam-Hatip okullarında mı?
Dershanelerde mi? YÖK komutasındaki üniversitelerde mi halkımız geleceğini
öğreniyor?
Kimse
geri dönmeğe uğraşmıyor. Gökdelen yapanlara neden iki katlı ahşap ev
yapmadığını soran var mı? Tarihte hiç kimse geriye dönmeğe çalışmadı. Eğer
Abbasiler geri dönmek isteselerdi Abbasi Rönesansı yapamazlardı. Bunu
akıllarına getirirler miydi? Fatih 1300’e dönmeye çalışmıyor, acaba yeni bir
Roma İmparatorluğu kurabilir miyim, diye düşünüyordu. Bu toplumda uçuruma doğru
yarış yapan isteyen kimse yaşıyor mu?
Sevgili
okuyucular,
Türk
halkının psikolojik dengesini sağlamak zorundayız. Devlet, dünya ile ve kendi
halkı ile futbol maçı oynuyor. Çocuklarımızı çağa yetiştirmek, bir gökdelenden
başlamıyor. Köprüler, Boğazın bir yakasından öbür yakasına geçtikleri zaman
uygar olmuyorlar. Füze’nin başında duran İslam gerillası, ya da alışveriş
merkezinde vitrinlere bakarak dolaşan yarı köylü de uygar olamıyor. Dünya
halkları için Müslüman’la uygar eş anlam taşımıyor. Cahil idareciler
Müslüman’la ilkeli neredeyse sinonim yaptılar.
Halka söylenecek tek doğru,
geleceğini sorgulamasını öğrenmek zorunda olduğudur.
Bunu birkaç yüz liralık
sadakaya satmayacak kadar uyanmasını çalışmak her vatanseverin görevidir.
***
Cehalet-Yalan-Felaket
Politikacılar,
televizyonda konuşanlar Türkiye’nin gülünecek bir yanı kalmadığını anlamamış görünüyorlar.
Bu günlerde ülkenin sorunlarından söz ederken gülebilmek, bana, ağır hastaların
yanında gülmek kadar saygısızlık olarak görünmeğe başladı.
Doğan Kuban, CBT sayı 1410
Halkla
konuşanlarda durumun ciddiyetine uygun bir ifade arıyorum. Halk ciddi bir kriz içinde olduğunu anlamak zorunda. Gelecek birkaç
yıl içinde, cehaletle bütünleşen menfaatlerinin kazdığı bir felaket çukuruna düşebiliriz.
Kuraklık, enerji sıkıntısı, ekonomik bunalım ve politik baskı, bundan
yararlananların kaynaştığı ve insanların öldüğü bir ülke isteyen insanlar mı
var aramızda? Irak, Suriye, Mısır, Libya, Ukrayna yeterli ders değil mi? Şimdiden
teröristlerin öldürdüğü askerler yok mu? Toplumsal bir şizofreni olayı mı var?
Yalanlar ağında yaşıyoruz.
İstanbul’a doğru dürüst yağmur ve kar yağmadan barajlarda su hacminin 1/6 sı
kadar arttığını yayınlayan istatistik yayınlanıyor. Gerçi böyle bir haber
kimseyi ilgilendirmiyor. Eskiden köyün deresi kurursa, ya da mahallenin çeşmesi
akmazsa, yağmur yağmadığı için ekinler iyi büyümezse halk başına geleni anlar
ve şikayet ederdi. Bugünlerde HES inşaatı bağlamında halkın deresi kuruyup
tarlasının suyu kesilince ara sıra direndiğini işitiyoruz. Eğer etkiyi algılarsa,
bir deney ve bilgiye dayandırabilir direnişini. Kentlere dolan halk artık
kendisi için seçilmiş bir bilgi dünyasında yaşıyor.
Oysa doğayla
birlikte yaşamanın halk bilgeliğine yansımış deyimleri vardır. Tarlaya tohum
atarken ‘Kurda, kuşa, aşa’ deyimi
derin bir ekolojik anlam içerir. Çünkü köylü tohumların bir bölümünü kuşların
yiyeceğini, mahsulün bir kısmını kurdun, tilkinin götüreceğini bilir. Yaşamın
doğa ile bir bütünlük içinde sürüp gittiğini öğrenir. Gökdelenl, arabalı, asfalt
yollu dünya, bu doğrudan bilgiyi yok edip onu modern yalana abone yaptı.
ASIL
CEHALET NE
Sevgili
Okuyucular,
Türkiye
cehalet batağında dendiği zaman bu
artık ‘okuma yazması az, imzasını bile atamıyor’ anlamına gelmiyor. Kimsenin
okuma yazma bilmediği, kitap, gazete okumadığı dönemlerde, cehalet ölçütü okuma
yazma bilme olabilirdi. Bugün bir üniversite
profesörü de cahil olabilir. Bu kendi konusunu iyi bilmiyor anlamına
gelmez. Gerçi onu da içerebilir.
Fakat asıl cehalet dünyanın ulaştığı bilgi düzeyi
dışında kalmak, bilginin insan yaşamını yönlendirmesi ve geleceği çok yakına
getirmesi bağlamındaki aymazlıktır.
Bu günün
insanı kendi geçmişi, geleceği, yaşamın hayal bile edilemeyen boyutlarıyla
biliyor. Ekonomiyi sayısal verilerle denetliyor, iletişim ve ulaşım, aklının
erişemediği büyüklüklerde.
Öte yandan cebine bir ellilik konup
miting meydanlarına giden halk konuşulanlardan bir şey beklemiyor. Çünkü geleceğin
karşısına çıkaracağı gerçek gelişmelerden haberi yok. Bir toplumsal varoluş gösterisini
yerine getirip küçük bir bahşiş de almaktan memnun. Televizyonlarda gördüğü yapıların,
oyuncakların, güzel kadınların, çocukların kendisi ile ilgisi olmadığını
anlayacak kadar uyanmış bile olmayabilir. Onları, alamayacağı eşyaları lüks mağazaların
vitrininde seyredenler gibi seyrediyor.
Gerçi
kente gelen ve biraz okuyan genç kuşaklar bunun farkına vardılar. İstekleri
topluma yol değiştirtecek. Ne var ki halkın bir bölümünün, dünyadan haberi
olmadığını anlatan sahneleri de seyrediyoruz. Toplumdaki aydınlanma çekişmesi daha bitmedi. Tarih bir toplumun aydınlanması
için ikiyüz yılın ve bir devrimin yeterli olmadığını gösterdi. Değişme
evrensel. Bunu en aptal bile hem öğreniyor, hem de istiyor. Fakat anlamadığı için
her yalana inanıyor. Ne var ki dünya ve teknolojinin değişme temposu çok hızlı.
Abdülaziz’le Mustafa Kemal arasındaki değişme,
bugün beş yılda gerçekleşiyor.
TEK ARAÇ:
BİLİM VE TEKNOLOJİ
Dünyaya
ayak uydurmanın tek bir aracı var: Bilim ve teknoloji. Eskiden bilimsel gelişme
teknolojiyi yönlendiriyordu. Şimdi teknoloji bilimi sürüklüyor. Dünya yaşamını
yönlendiren bu gelişmeleri cahil toplumlar izlemekte zorlanıyorlar. İslam dünyası
bunun tipik örneği. En zengin petrolcü Araplar bunun yaldızlı göstergeleri.
Arap yarımadasında dünyanın en lüks yapılarını, mallarını bulabilirsiniz. Ama eğitim,
kültür ve demokrasi bulamazsınız.
Sevgili
Okuyucular,
Biz
bunları 1923’te biliyorduk. Ve yola koyulmuştuk. Bu gün Suriye, Irak,
Afganistan, Libya gibi felaketlerin başımıza gelebileceğinden söz etmek,
toplumsal cehalete ikinci bir geri kalma bileşeni daha eklenmesinden kaynaklanıyor.
Bu liberal kapitalizm denen bir beladır.
Liberal kapitalizm Amerika’da, Almanya’da, İngiltere’de bela düzeyine inmiyor.
Ona karşı kalkanları demokratik bir rejim içinde toplumun geleneksel bilimsel
ve teknolojik kültürüdür. Fakat onlardaki düşünce ve söz özgürlüğü İslam ülkelerinde
yok.
Neden bu geri düşmüşler arasındayız?
Türk insanı yüzyıllarca kul olarak yaşadıktan sonra demokrasini ne olduğunu
anlamakta zorluk çekiyor. Ahmet Ağa için oy atınca demokrat olduğunu sanıyor.
Demokrasinin temel özellikleri halk için fazla karmaşık kavramlar. Çünkü bu bir
birikim. Eğer parti idarecileri bunu bilmezlerse halk ifade özgürlüğünü nasıl
anlayacak? Yargının yönetimden farkını nerede öğrenecek? Toprağı olmayan, işi
olmayan adam birkaç yüz liraya bir oy kağıdını neden tercih etsin?
CUMHURİYET’İN
TEK GARANTİSİ
Kanımca
oya karşılık birkaç lira almayı kabul edenler, kimileri bunu sadaka olarak da
algılasa, içinde bulundukları ekonomik durumda ve bilgisizlik ortamında anlaşılabilecek
bir davranış sergiliyorlar. Burada acıklı
olan, sadaka ile oy toplayan partileri yaşatan bir toplum olmak. Bunun
temel nedeni kuşkusuz bir tane değil. Liberal kapitalizm’in en baş borazanlarından
olan ‘The Economist’ dergisi son sayısını
‘Ahbap Çavuş Kapitalizm’i ‘adıyla
yayınladı. O sayıda gelişmekte olduğu söylenen ekonomiler arasında olan Türkiye’nin
bu yeni ekonomik açılımı ve sonucu hakkında yeterli bilgi var.
Demokrasi
bağlamında en önemli tehlike bu ülkelerde, cehaletin ve maddi menfaatin egemen
olduğu, geleceği ön göremeyen bir bürokratik yapılanma. Bunun sonucu olan
fakirlik, sanayi ve bilgi alanında geri kalmışlık, kanlı iç ve dış savaşlar, ve
sömürge statüsü.
Cumhuriyetin tek bir garantisi
var: Varlığını destekleyen bir halk çoğunluğu ve bu halkın çok zengin tarihsel deneyimi.
ŞU TARİHİ
PANORAMAYI ANIMSAYIN:
İmparatorluk
parçalandıktan ve Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra işgal edilen Anadolu’yu
ve İstanbul’u kurtaranlar iktidara geldiler. Bugün utanmadan haklarında ileri
geri konuşulan devrimciler Türkiye’yi işgalden kurtaran ve Cumhuriyeti
kuranlardır. Mustafa Kemal Kurtuluş
Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında 15 yıl, İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşı dışında sadece 5 yıl devlet başkanlığı
yaptılar. Demokrat parti o aşamada kuruldu.
Tutucu
partilerin ve askerlerin iktidarı 64 yıldır sürüyor. Sadece 1960 iktidarı
yerini yine sivillere bırakarak, 5 yıl cumhuriyeti bir ölçüde restore etme
olanağını bulmuştur. 1950 ile 2014 arasındaki ülkenin nüfusu dört kat oldu.
Cumhuriyeti kuranlar 27 yıl (6 yılı savaş), tutucu ve kapitalistler 64 yıl
iktidarda kaldılar.
1980’den
sonra Kenan Evren darbesi ve Özal’la başlayan dönem, ‘Ahbap Çavuş
Kapitalizmi’ ve fakire sadaka devleti aşamasına ulaştı.
Gülmeyiniz.
***
Müslüman Halka Çağrı:
Kardeşinizle Kavga Etmeyin
Bir Müslüman için en büyük inanç gösterisi Allahın 99
adında özetlenen vasıflara sahip olmaktır. Bunların başında ‘Er-Rahman
er-Rahim’ gelir. Rahm, Rahmet, Merhamet aynı kökten gelen sözcüklerdir. Allahın
en büyük özelliği Rahman ve Rahim oluşudur. Bağışlayıcıdır, merhametlidir,
esirgeyendir. Bu en yüce ve her Kuran ayetinin başındaki vasıf İslam
öğretisinin en insancıl ve birleştirici çağrısıdır.
Dini biçim olarak kabul eden cahiller rahmanın ne
anlama geldiğini bilmez, ama her şeye ‘rahman ve rahim olan Allahın adı ile’
başlamak gerektiğini bilirler. Er- Rahman ve Er-Rahim sözcükleri Kuran buyruğu
ve dilinin kilit sözcükleridir.
Bu sözcükler İslam’ın bütün insanlara indirilmiş bir
din olduğunu ve bunun gerçekleşmesinin Allah’ın rahmetinden yani
bağışlayıcılığından, esirgeyiciliğinden, yardım severliğinden kaynaklandığını
anlatır. Bu kişiyi aşan, insanların tümüne hitap bütünleştirici bir çağrıdır.
Başka bir deyişle, bilinçli yaşama Tanrının adı ile
başlayan her Müslüman bağışlayıcı, esirgeyici ve yardımsever olmak zorundadır.
Allaha ve onun peygamberine inanıyorum demek, sizi şekil olarak Müslüman yapar.
‘Ben Müslümanım’ diyene kimse sen Müslüman değilsin!’ demek hakkına sahip
değildir. Fakat her Bismillah’ın arkasında ‘bağışlayıcı,
esirgeyici ve merhametli davranışlarımla insanlığı birleştirici bir inanca
sahibim’ demek istenir.
İslam, cahiliye dönemi insanlarına kucak açan, onları
birliğe çağıran bir dindir. Her Müslüman için ilk uyması gereken insanları
sevmesi ve bağışlamasıdır. Bu İslam dininin en büyük çağrısıdır. İslam
tarihinin en büyük fatihleri bağışlayıcıdır. Bir Hıristiyan kalesi
fethedilmeden önce içerdekilere bir teslim çağrısı yapılır. Aman verilir.
Moğollar gibi ‘aman’ vermeden kılıçtan geçirilmez.
UZUN VADELİ POLİTİKALARIN SONUCU
Sevgili Okuyucular,
Türkiye’de Allaha inanan, namazında niyazında olan,
ama bunların dışında Müslümanlığın ne olduğunu, dinin ne olduğunu, İslam
tarihinin gelişmesini, Osmanlı devletinde dinin konumunu, ve sonunda,
İmparatorluğun sonunu getiren nedenleri bilmeyen milyonlar yaşıyor. Bu cahil
sürekliliğinin çağdaş ve demokratik devlet kurmaya olanak tanımadığını, toplumu
geri kalmış, gelişmemiş ülkeler kategorisine düşürdüğünü halkın bir kesimine
anlatamıyoruz.
Toplumun bu aymazlığı, ekonomik hegemonyalarını yürütmeğe çalışan dış odakların uzun vadeli
politikaları sonucudur. Türkiye’ye özgü değildir. Ama Türkiye de programın
içindedir. Kore Savaşından bu yana sürüp gelen politik durum İslamı
çökertmiştir Türkiye halkı ülkenin Afganistan, Irak ve Suriye gibi olmasını,
milyonların köylerini, kentlerini bırakıp oraya buraya kaçışmasını kuşkusuz
istemiyor. Bu olasılıkların var olduğunu
görmek için etrafa bakmak yetişir.
Baskı rejimi sözcülerinin klişelerine yanıt vermek
gerekmez. Fakat politik tartışma tek sözcü ile de olsa içinde bulunduğumuz
durumu kişisel nedenlere indirgeme kolaylığına kapılmamalıyız. Batı komplosu
eskidir. Rıza Sarraf yenidir. ‘Ben
de hırsızım, ben de soyguncuyum,’ ‘Allah desin de, ne yaparsa yapsın’, ‘Ben
bilmem nenin kılıyım’ türünden’ saçmalar, sağlıklı bir toplumun işaretleri
değildir. Bunlar bilinçli bir Müslüman tepkisi değil.
Hırsızlıktan ve düzensizlikten etkilenmeyen milyonlar
toplumsal ve kişisel psikolojinin anlaşılmamış boyutlarına işaret eden bir
yozlaşma görüntüsüdür. Fakat varlığı Osmanlıdan
kalan bir mirasın kavgacı yüzünü temsil eder.
IRAK VEYA SURİYE OLASILIĞI
Türkiye gelişmiş bir ülke olsa, bunların nedenlerini
saptamak daha kolay olabilirdi. Fakat bu ilkel tavırlar ülkeyi Irak ya da Suriye’ye dönüştürme tehlikesi içeriyor.
Kentleşememiş burjuvazi, cahil cesareti ile, ülkeyi uçurumun kenarına
getirmiştir. Köylerden kentler gelenlere ekonomik sömürü aracı olarak bakan,
onlara sadaka vererek derin bir cehaleti istismar eden yeni kent ağaları
yaratmıştır.
Bu
bağlamda aklı başında olanların ciddi ve sürekli çalışmaları, toplumun nabzını
ellerinden bırakmamaları, dini inançları
yoluyla tahrik edilenlere dinin doğrularını anlatarak ulaşmağa çalışmaları,
iç kavganın insanlara çektireceği acıların, oy kavgasının ötesinde çok ağır
bedeli olduğunu ve sadaka cezbesine tutulmuş fakirlerin daha kötü durumlara
düşeceğini inandırıcı söylemlerle anlatmaları gerekir.
Bugün para kazanmanın en kolay yolu olan toprak ve
yapı spekülasyonu, cahil insan sömürüsü ile neredeyse bütünleşti. Kente gelen
halk kendi sömürülmesinin pasif aracı oldu. Durumun farkına yeni varıyor. Bu
gelişmeler sadece dış komplo söylemleriyle anlaşılamaz.
BÖYLESİNE KÖTÜ BİR DEVLET...
Fakat toplumun tepkilerini irdelemek kolay değil.
Devleşmiş sayısal boyutlar, iletişim, ulaşım, bugünkü teknoloji daha önce
yoktu. Bugünkü çatışma bizim bildiğimizden 1950-1980 arası çatışmalarından
farklı. Türkiye böyle bir devleti en
kötü askeri darbelerde de görmedi.
Bunun geçmişle, Batılı komplolarla, toplumun cahilliği
ve hamlığı ile, hızlı bir kentleşme ve kapitalist sömürü ile ilişkilerini
toplumun aydınları irdeleyemediler. Aptal, aktarma politik söylemlerde ve
kişisel menfaatlerde boğulup, gericilik aracı oldular.
Kuşkusuz bugün temel sorun, birbirimizi boğazlama batağında yok olmadan seçim dönemini atlatmaktır.
Muhalefet, dine aykırı bölücü bir tahrik söyleminin kullanıldığını anlamıştır.
19. Yüzyıldan bu yana İslam dünyası dinin istismarı aracılığı ile parçalandı. Savunucu
ve aydınlatıcı, basite indirgenmiş bir dinsel yanıt yararlı olabilir. Bu da
‘Besmele’nin içeriğidir. Bağışlayan ve
merhamet eden, esirgeyen Allah’ı örnek almak.
Bağışlamak ve merhamet olunca, Müslüman
polis Müslüman’ı öldürmek için kurşun atmaz, zehirli gaz sıkmaz. Bu
davranışlar Kuran’ın açık emirlerine karşıdır. Polis kalabalığı dağıtabilir,
insanları tutuklayabilir. Ama Müslüman’a cihat yapmaz. Türk ve Müslüman polis,
kendi yaşındaki Türk ve Müslüman gençlere nefret ve kin duymaz. Kaldı ki dinde
kin olmaması bir Kuran buyruğudur: La ikrahe
fi-d Din (Dinde kin yoktur.)
Demokrasi, çağdaş Batı uygarlığının, tam
gerçekleşemese de en insancıl toplumsal kuramıdır. Fakat bağışlayıcı ve
merhametli bir Tanrının varlığı ve çağrısı da o denli önemlidir. Bugün İslam
dünyasının tablosu din konusundaki cahilliğin ve sömürü komplosunun büyüttüğü
onulmaz bir yara haline gelmiştir.
Oysa monoteist dinler arasında Tanrı ile insan
arasındaki en mantıklı ilişki İslam dinindedir. Allah buyruğu Peygamberin
yaşamı ve İslamlığın ilk tarihi üzerine kurulmuş gerçek olaylara oturur. Çünkü
sadece ona tebliğ edilmiştir. Onun için Sünnet onu tamamlayıcı olgudur.
Kuşkusuz hırsızlık, rüşvet ve yasa dışı akıl almaz
hikayeler halk oyu üzerinde etkili oluyor. Kanımca bunu örtmeğe çalışan yalan
söylemin panzehiri, Kuran’da ve Hadislerde vardır. İslam öğretisi her tür
uydurma din yorumunu ve onda temellenmeğe çalışan yalanları engelleyecek
güçtedir.
Halkın dini
söylemle aldatılmasına karşı çıkmak, politik ideoloji nedeniyle dışlanmamalıdır.
***
Divriği Başyapıtını Koruyamamak Bir Uygarlık Yokluğudur.
Doğan Kuban
Yapının tümünün müzesel nitelikte bir koruma altına
alınmasından başka her çözüm idam fermanıdır. Binayı bir cam kafes içine koyup
gerekli klima kontrollerini de yaparak müze koşullarını yaratmak tek çözümdür..
Yarın sabah deprem olacakmış gibi bütün taç kapıları ahşapla askıya alıp, olası
bir depremde onulmaz bir yara almaması çok önemli bir sorunluluktur... Cami,
alarm veren bir evrensel değerdir. Susmak bir suçtur.
Profesyonel yaşamımın yarım yüzyılı
Divriği Külliyesi ile yoğruldu. 48 yıl bu yapı üzerinde çalıştım. Divriği
Mucizesi (1999) ve Cennetin Kapıları (2010) adlı kitaplar, makaleler, koruma
raporları yazageldim. 1967 yılında Michigan Üniversitesi’nde bütün bir yaz
sömestrinde doktora yapan öğrencilerime Divriği taş oymalarını anlattım. 1967’de
külliyenin rölövesini yaptık. 2011 yılında İTÜ’de olağanüstü bir Divriği
Sergisi bir yıl sergilendi. Ve bu sergi dünyada dolaştı. Elli yıldır Cennet
Kapısı imgesi olan Kuzey taçkapısının eşsiz bir yontu sanatı baş yapıtı
olduğunu dünyaya duyurmaya çalıştım.
27 Ekim’de de Divriği Külliyesini
(n)inci kez görmeğe gittim. Aradan geçen
elli yılda, devletin giderek artan ilgisi ve para yardımına karşın, yapının
durumu giderek kötüleşmiş ve daha çok tehlike içeren bir duruma girmiş.
Yıllardır sözde uzman kurullarca kontrol altında olan yapının dünyada eşi
olmayan taş yontu bezemesi büyük bir hızla yok oluyor. Cahil bürokrasi ve
deneyimsiz ve bilgisiz uzmanlar yapının çoktan saptanmış tarihini öğrenmeden
projeler üretiyor. Bu yapıyı çağdaş bir tutumla kurtaramamak toplumun hala
uygar olamamasının en büyük kanıtlarından biri olacaktır. Bilgisizliği
kanıtlayan bir kültür suçu
işlediğimizin farkında mıyız?
Divriği’nin eşsiz kıble kapısı,
anlayışsızlık yüzünden doğaya mağlup oluyor. Doğal malzemenin dayanma
sınırındayız. Hürrem Şah’ın ilahi
yontusu kaya parçalarına dönüşüyor. Hava etkilerine hala açık. Yontusal
ayrıntıları birkaç milimetrelik hassas darbelerle biçimlenmiş bu dev kapı
bezemesi, her şeyi bildiklerini sanan kimi uzman ve bürokratların tantanalı
proje ve sözlerine karşın erimeğe devam ediyor.
Hürremşah’ın yontusunun aklaşmış bir
kayaya dönüşmesini önlemek için, hemen dış hava etkilerinden uzaklaştırılması
gerekiyor. Doğa bürokrasiyi beklemez.
DEHANIN AZ BULUNUR ÜRÜNÜ
Bu dünyada eşi olmayan başyapıtın
tutkulu bir tarihçisi olarak Hürremşah’ı dünyanın en büyük yontucuları arasında
kabul ediyorum ve doğa sevgisinin en büyük temsilcilerinden biri olarak da
yüceltiyorum. Bu yapıt sadece saklanacak bir mücevher değil, bu her an koklanacak
ölümsüz bir çiçektir. İnsan dehasının az bulunan bu ürünü güzellik saçıyor ve
aydınlatıyor. Sanattan anlamayanlar bile, onu sırlı buluyorlar. En duyarsız
insanlar taşın bir el oyası gibi işlenmesinden etkileniyor.
Bu kapının ‘Cennet Kapısı İmgesi’, sanatçının Asya tarihindeki bütün sonsuzluk
imgelerini burada toplamış olmasından kaynaklanır. Taçkapının iki yanındaki
palmetler doğadan esinlenmiyor. Sanatçı, Cennette adını işittiği ağaçları
simgelemek istiyor. Bu palmetlerden kurulu ve taçkapı çevresinde bir çelenk
oluşturan sanal hayat ağaçları Yakındoğu
arkeolojisinde, Mezopotamya’da Ur’daki kral mezarlarından bu yana bilinen,
Hitit örneklerinde bir ağaç ve üzerinde bir güneş motifi ile gösterilen, Sasani
imparatorlarının kaya mezarlarının girişlerinde büyük palmetler olarak görülen
ve yaşamın sonsuzluğunu simgeleyen
‘hayat ağaçları’ dır.
Taçkapının iki tarafında üç katlı bir
düzen içinde, her katı üç palmet sırası ve onu taçlandıran bir güneş diskinden
oluşan bu simgesel ağaçlar, kapı çevresinde bir çelenk oluşturuyor. Bu dokuz
kat olasılıkla Türk pagan eskatolojisinde şaman’ın göğe çıkarken tırmandığı
dokuz gök katı kavramından gelmektedir.
Hayat Ağacı yaşam simgesidir. Aydınlığa
ve Tanrının simgesel olarak bulunduğu Gök’e yükselmektedir. Taçkapının aksında
en üstte bir Lotüs çiçeği vardır. Lotüs cennette var olduğu kabul edilen
bitkilerden biridir. Hintten Mısıra ölümsüzlük simgesidir.
İSLAM SANATININ EN BÜYÜK TAŞ OYMA
BAŞYAPITI
14 metre yüksekliğindeki bu anıtsal
taç kapı, İslam sanatının en büyük taş oyma başyapıtıdır. Dünya yontu sanatının
İslam kültürü ve anlayışı bağlamında düşünülmek kaydıyla, en büyük
yaratıcılarından ve ustalarından biri Hürremşah’dır.
Eğer ömrü ya da koşullar uygun olsaydı, bu kapının işçiliği sadece onun elinden
çıksaydı, kanımca, kendi kültürünün ilkeleri içinde, dünya heykel sanatının en
büyük yontucularından biri düzeyinde bilinirdi. İslam Sanatının hiçbir
döneminde, hiçbir sanat alanında olmayan bu yapıt, hayranlık uyandıran bir
yontu ustalığıdır.
Hürremşahın hayranlık uyandıran sanatı
caminin planında görülür. Bu cami Selçuk çağı ulucamileri içinde en güzel
planlanmışıdır. Mihrap duvarı ve önündeki kubbeli maksure de İslam ortaçağının
en özgün tasarımlarından biridir. Fakat yarım kalmıştır.
Kıble taçkapısı kadar Şifahane taçkapısı da başka örneği olmayan bir tasarımdır. Burada hemen hiçbir ayrıntı
tam bitmiş olarak Hürremşah’ın değildir. Bu bitmemişlik bizim için büyük bir
tarihi talihsizliktir. Fakat böyle evrensel bir sanatçının yapıtına bu
topraklarda sahip olmak toplumumuz için bir uygar yücelik öğesidir.
BİLGİSİZLİK, DEĞERBİLMEZLİK
Ulu caminin sorunları bundan ibaret
değildir. Bu kapılar herhangi bir depremde bir daha yan yana getirilemeyecek
şekilde dağılabilir. Birkaç yıl önce duvar temellerinde tasman çatlakları
saptamıştık Koruma, yapının özgün biçimini de korumalıdır. Adi saçaklı ve
teneke ya da kiremit örtülü ve madeni yağmur boruları olan bir Selçuklu yapısı
bizden önce görülmedi.
Bilgisizlik bu hazineye sahip olmayı
zorlaştırıyor. Berline götürülmüş Bergama
Altarı, British Museum’a götürülmüş Partenon
Frizleri yapılar içinde korunuyor. Avusturyalılar Efes’de antik buluntular için çatı yaptılar.
Divriği de sorun, hava etkilerine 800 yıldır açık olan taç
kapıları örtmektir.
Bu bir ihale sorunu, bir teknik iş
değildir. Burada temel kararı yönlendirecek olan evrensel bir sanat sorunudur. Korumanın
temel amacı, Hürremşah yontularını korumaktır. Karşımızda müzeye kaldırılması gereken bir sanat başyapıtı var. Sadece
taç kapıları örtmek gibi mimari olarak gülünç bir çözüm değil, yapının tümünün müzesel nitelikte bir
koruma altına alınmasından başka her çözüm idam fermanıdır. Binayı bir cam
kafes içine koyup gerekli klima kontrollerini de yaparak müze koşullarını
yaratmak tek çözümdür .
Bezemenin zamanla erimesi ya da donda
çatlayıp kırılması tehlikesi yanında daha büyük tehlike bu bölgede olacak bir depremdir. Eğer taçkapılar yıkılacak olursa
bunların restorasyonu bir daha gerçekleşemez. Onun için yarın sabah deprem olacakmış gibi bütün taç kapıları ahşapla askıya
alıp, olası bir depremde onulmaz bir yara almaması çok önemli bir
sorunluluktur.
Divriği Ulu Cami tarihi anlamamış,
sanat tarihindeki konumunu değerlendirememiş karar ve projelerle oyalanamayacak
kadar gecikmiş alarm veren bir evrensel
değerdir. Yıllardır süren vurdum duymazlığı suçlamak bu ulusal mirası
kurtarmaya yetmez.
Fakat susmak bir suçtur.
Kapılarını ve maksuresini güvenli
olacak şekilde askıya alarak Yapıyı tümüyle örtmekten başka bir çare yoktur. Bu
güvenliği sağlayıp restorasyon yapmaya devam edilebilir. Bu taçkapı
yontularının müze koşullarında korunması ile yapının cami olarak kullanılması
arasında bir çelişki de yoktur.
CBT sayı 1393, 29 Kazım 2013
***
Mustafa Kemal’in gölgesinde Vahdettin ve
Hamisi Lloyd George
(Ulusal
tarih yazarı büyük vatansever Turgut Özakman’a
selam olsun!)
Doğan Kuban
Lord Kitchener 1.Dünya Savaşı’na Osmanlılar girince
“Türkiye’yi yok edene kadar savaşacağız “ demişti. İstanbul fethedildiği zaman
bu gerçekleşti. Yunanlılar bunu tamamlamak amacı ile İzmir’e çıktılar. İtalyan,
Fransız ve İngilizler Irak, Suriye ve Akdeniz kıyılarını işgal ettiler. Eğer
Rus devrimi olmasaydı doğudaki sonuçta lehimize olmayabilirdi. Sevr ise
işlevini yitirmiş ilkel bir saltanat rejimini sürdürmek için Vahdettin
hükümetinin anavatanın doğranmasına, tam bir teslimiyetle, evet demesidir.
Bugün Sultan Vahdettin denilen zavallıyı yüceltenler onun gibi mi düşünüyorlar
acaba?
Eğer Sevr kabul edilse ve Kurtuluş
Savaşı olmasaydı bugün %99’u Müslüman dedikleri halkın en az % 50’si Hıristiyan
devletlerin idaresinde olacaktı, ve bugün hükümetleri deviren ya da iş başına
geçiren halk yerine Padişah kulu köylü bir halk olacaktı.
Bu alternatifi tartışan bir bağnaz gördünüz mü? Bugün 75-80 milyonluk ve
%70’i kentlerde yaşayan Türkiye, Kurtuluş Savaşı, Halkçı ve Ulusal bir devlet
olarak bu statüye erişmiştir. Sonuna kadar Sevr’i kabul ettiğini yineleyen
Sultan müsveddesi Mehmet Vahdettin,
ne bir Fatih, ne bir 3. Selim, ne bir 3. Ahmet, ne bir 2. Abdülhamit değidir.
Sinop ya da Kastamonu da sultanlık sürmeyi hayal eden, dizleri çözülmüş bir
zavallıdır. Vahdettin için İstanbul, Bursa, Edirne, Diyarı Bakır, Trabzon,
Urfa, Adana, padişahlık kadar önemli değildi. İntihar etseydi daha doğru bir iş yapmış olurdu.
Kurtuluş savaşı süresince bu adamın
söyledikleri imparatorluğun hangi ellerde yok olduğunu gösteren ilginç ihanet
belgeleridir. Bu sözler Mustafa Kemal
ve Kurtuluş Savaşı’na karşı söylenmiş olsa da, aslında bütün bir Osmanlı
geçmişine karşı küfürdür. Fatih’in, bir Feth’i Mubin’le ele geçirdiği başkent
İstanbul, kafirlere Sultan’ın damgasıyla teslim edilecekti. Neden? Osmanlı
saltanatı (ne saltanatıysa ?) sürsün diye.
Osmanlı sultanı denilen bu adam Damat Ferit aracılığıyla 30 Mart
1919’da İngiliz yüksek komiseri Amiral Thorpe’a
Osmanlı ülkesinin 15 yıl süre ile İngiliz sömürgesi olmasını önermişti. Bugün
Türkiye’de bunu aklına getiren bir vatandaş olabilir mi? Vahdettin iflas etmiş
bir irade ile “bizi ancak İngiltere’nin
lutfu kurtarabilir” diyen bir zavallıydı.
ANKARA’DA SÖMÜRGE OLMAK İSTEYENLER
Fakat bu iflas sadece onun ve
çevresinin hastalığı değildi. Ankara’da toplanmış olanlar arasında olan
bazıları için bu sömürge isteği bir çözüm olarak görülüyordu. Vahdettin en son
İngiltere‘ye gönderdiği Tevfik Paşa’ya,
Lord Curzon’a verilmesi için şu önerileri sunuyordu: İstanbul ve Çanakkale
boğazlarının kontrolünü İngilizlere bırakılması ve hatta İstanbul Boğazı
çevresindeki toprakların onlara verilebileceği.
Emperyalist İngiltere’ye İslam
halifeliğinin kurtarıcısı ve hamisi rolünü öneriyordu. Herhalde dünya tarihinde
kendi kürkünü kurtarmak için bu kadar
aşağılayıcı bir tavizi hiçbir devlet adamı düşünmemiştir. İngiliz hükümet
için bir alay konusu olan Osmanlı Padişahı ülke topraklarını İngilizlere rüşvet
olarak verip postunu kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Oysa İngiliz
hükümeti ve Lloyd George için sorun,
İstanbul’da her şeyi hatta kimsenin akına gelmeyenleri bile öneren Vahdettin
değil, her şeye direnen Ankara idi.
Sevr bağlamında onu imzalayan
İstanbul Hükümeti ile konuşmaya bile yanaşmayan Ankara hükümeti arasında
yapılabilecek bir karşılaştırma yoktur. Bugünün 75-80 milyonluk Türkiye’sine,
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet ile ulaştık. Bunu tartışmak anlamsızdır. Bunu
tartışabilen de fazla saf olmalı. Fakat bu dramatik soysuzluğu hazmeden adamlar
olduğu söyleniyor. Bunu anlamak benim bilgi ve yeteneğimi aşıyor.
Bugün Türkiye de Güney Anadolu’yu,
İzmir’i, İstanbul’u feda edecek kimse tasavvur edilebilir mi? Var mı?
Osmanlı’nın nereye kadar alçaldığını anlatmak için daha aşağılatıcı bir süreç
hayal edilemez. Fakat Kurtuluş Savaşına karşı söz söyleyenleri bu bağlamda
anlamak olasıdır.
20.YY’NİN EN BÜLÜK ULUSAL DESTANI
İstanbul’da padişah’ın etrafındaki ufak
tefek adamların tutumları Anadolu direnişi ve onu tamamlamayan devrimlerin 20.yy.ın en büyük ulusal
destanı olduğu gerçeğine bir çizgi bile çizemez. Bu destanda Türk ulusunun
fedakarlığına, cesaretine ve yaşamını feda etmekteki büyük inanç gücüne inanmayan
dünyadan habersiz biridir. Mustafa Kemal’in her zaman bilge bir alçak
gönüllülükle söylediği gibi “kurtuluş bütün ulusundur!”
O dönemde Lloyd George ve Winston Churchill’in sözcülüğünü
yaptıkları İngiliz politikası emperyalist egemenlik tekniğinin alçak bir
uygulamasıdır. Lloyd George, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında
kullanamayacağı İngiliz ordusu yerine, Megalo Idea hayaline kapılan Yunanlıları araç ve kurban olarak
kullanmıştır. Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusu böylece İngiliz hükümetine maddi
destek de sağlamaktaydı. Bu süreç boyunca Churchill başbakanının destekçisi
olmuştu.
Lloyd George’a göre Osmanlı
imparatorluğunun mirasçısı Yunanistan’dı. Bu topraklar Türklere bırakılamazdı.
Lloyd George güney Anadolu işgal edildiği zaman, “Türkiye için üzülecek değiliz” demişti. Kesin bir Türk ve İslam
düşmanı idi. İngilizler Yunan ordusunun yenilgisini bir İngiliz yenilgisi
olarak kabul etmişlerdir. Churchill, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da Marmara’nın
kuzey kıyılarına Türklerin geçmesine izin verilemeyeceğini söylüyordu. O
sıralarda Yunan ordusu için dua edilmesini isteyen Ali Rüştü gibi sapık mollalar da ortaya çıkmıştır.
KUZUM KEMAL SEN DELİ MİSİN?
İstanbul’da ki saz faslının birkaç
çalgıcısı vardır. Bunların başında gelen Refik
Halit (İyi bir yazar olduğunu unutmamak kaydıyla) Ankara’nın hiç başarılı
olamayacağını düşünerek “kuzum Mustafa sen deli misin?” der.
Kuşkusuz bu aptal bir yargıdır. Savaşı bütün ulus yapıyordu. Mustafa Kemal
sadece liderdi. Ali Kemal de Asya’da hiçbir devletinin İngilizlerle başa
çıkamayacağına inanır ve yazılarında müttefiklere itaat etmek gerektiğini
yazar.
Milliyetçilere yabancıların yanında
boyuna hakaret eden ve sonunda onları bolşevik yapan Vahdettin, bütün Osmanlı geçmişine ve Türk halkına ihanet eden bir
adamdır. Bunun gibi birinin yetişmesini ne kadar yozlaşmış olursa olsun Osmanlı
sülalesine mal etmekten çok, Vahdettin’in kendisine bağlamak daha doğru olur.
Anadolu da on binlerce postalsız
asker ve köylü kadın savaş alanında can verir, Yunanlılar sayısız Türk kent ve
köyünü yakarken tek endişesi kendi tahtı olan böyle bir hükümdar bulmak zordur.
Böyle bir yöneticiyi Türkiye bir daha
görmeyecek! Bunu da Osmanlıyı sayıklayanlar düşünsün!
+++
Ben Neden Türk’üm
Sevgili Okuyucular,
90 yaşına yaklaşan bir insan olarak, kendi varlığıma güvenmemi sağlayan bir ulusal kimliği tanımlamak için yazıyorum. Aslında ben babası Çerkez, anneannesi Midilli’li, annesinin ailesi Ortaasyalı olan bir Türküm. Bunları yazarken kuşkusuz duygusalım. Bunlarla yaşadım. Ama hepsi gerçek.
Doğan Kuban
2.spot
Biz sadece Anadolu’yu Türk dilli yaptık. Burası asıl anavatanımızdır... Türk tarihinin gelişmesini öğrenen herkes Türklerde ırkçılık olmadığını görür.. Müslümanları ırk ve mezhep propagandasıyla birbirlerine düşürmek İngiliz emperyalizmi ile başlayan bir Batı stratejisidir.
Türkler hiç sömürge olmadılar. Her ırkla kardeş gibi yaşadılar. Sultan kulluğunu Cumhuriyetle aştık. Yeniden hiç kimsenin ve ‘Para’nın kulu olmamak dileğiyle
----
Dünya bizi Türk olarak biliyor. Osmanlı pasaportu ile Güney Amerikaya giden Lübnan’lı Arab’a da ‘El Turco’ diyorlardı. Limni kökenli bir Rum profesör Osmanlı pasaport’u ile göç ettiği New York’da kendisine Türk dedikleri için kavga ettiğini anlatırdı. Cezayirli korsanlar İtalya kıyılarını vurduklarında İtalyanlar onlara Türk derlerdi. Avusturyalılar ve Ruslar hep Türklerle savaştılar. Araplar da Türk (çoğul etrak) derler. Devşirme Yeniçeri ordusu Türk ordusudur. Marco Polo Anadolu’dan geçerken Türkler vardı. 13. yy.dan önce Bizanslı tarihçilerin söz ettiği bütün bozkır göçerleri, değişik adlar altında Gök Türkler, Hazarlar, Peçenekler Kumanlar, Polovzi’ler, Karahanlılar, Selçuklular, Gazneliler, Kuzey Hindistanı fethedip devlet kuranlar hep Türklerdir. Babür oğulları da Türkçe konuşuyorlardı. Osmanlı esperantosu da halkın kullandığı bir dil olmadı.
Düşüncemi Türkçe anlatıyorum. Bunun etnik kökenle ilgisi yok. Genetik çok kökenlilik, önemli bir hoşgörü kaynağıdır. Teknik Üniversite’de Bulgaristanlı Türk, Makedonyalı Türk, Anadolu’lu Türk, Çerkez, Laz, Gürcü, Tunceli (Dersim)’li Kürt, Azeri-İranlı, Urfalı Arap, Yahudi, Rum, Ermeni, Giritli, gibi İmparatorluğun her köşesinden gelmiş gençlerle birlikte okudum. Aynı üniversitede öğrencilerim içinde Iraklı, İranlı, Suriyeli, Balkanlı, Yunanlı, Bulgar Kıbrıslı öğrencilerim oldu.
Bu toplum tarihini öğrenemedi. Birkaç hikaye ile yetiniyor. Oysa dünya tarihinin odağı olan Avrasya tarihinin biçimlenmesinde rol oynayan en büyük aktörler arasında Türkler var. Her fethettikleri, yerleştikleri toplumun kültürünü almışlar. Çin’de Çinli, Hint’te Hintli, Orta Asya ve İran’da İranlı olmuşlar. İslamı Araplardan, şiiri ve tasavvufu İranlıdan almışlar. Devlet bürokrasinin dili Osmanlıca halkın anlamadığı bir Esperanto.
TÜRK KÖKENLİLERİN TARİHSEL ROLLERİ
Türk kökenli göçerlerin ve onların kurdukları devletlerin Avrasya tarihinin ve İslam’ın biçimlenişinde büyük rolleri var. Bu Cengiz İmparatorluğu gibi sadece Doğu ve Orta Asya’da kısa süreli bir dönem değil. Zaman ve coğrafi sınır ile çok daha geniş ve günümüze uzanıyor. Çin’de ilk Türk sülalesi olan Wei’ler, Moğollardan 900 yıl önce Kuzey Çin’i şgal ettiler. Hun konfederasyonunun yönetici grubu Türk. Moğolların Batıya akınlarında ordularının yarısı Türktü. Bunun kanıtı, Rusya’da Türkçe konuşan Müslüman Altnordu egemenliğidir.
Türkler Asya’nın yerleşik bölgelerine yaptıkları akınlar ve işgal ettikleri yörelerde kurdukları geçici devletlerle tanınıyor. Bu tarihin Müslümanlık çağı ise, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı, Memluk gibi yerleşik devlet tarihlerinden oluşuyor. Bütün bu evrensel ve günümüze kadar uzanan, coğrafi olarak Doğu Asya’dan Orta Avrupa’ya uzanan coğrafyada, zaman zaman destanlaşan bir tarihe sahibiz. Türkler İslam dünyasında Selçuklardan Osmanlıya kadar egemen olmuşlar. Türk dendiği zaman Şaman göçerler, Bulgar ve Gagauz gibi Türk kökenli Hıristiyanlar, Hazar’ler gibi Yahudi olmuş toplumlar var.
Selçuklu ve Osmanlılarla birlikte Türk ve Müslüman kimlikler eşdeşleşir. Fakat devşirme Yeniçeri ile, dönme Rum ya da Ermeni, annesi hıristiyan olan sultanlar da Türkleşir. Bugün Asya’da 125 milyon Türkçe konuşana karşın, sadece 25 milyon Moğolca konuşan var. Biz sadece Anadolu’yu Türk dilli yaptık. Burası asıl anavatanımızdır. Ertuğrul aşireti de Türk. Osman Bey’in babasının, kardeşlerinin, oğullarının adı Türk, kendisinin adı Osman olmuş. Beyliğin kuruluşundan iki yüz yıl sonra uydurulmuş.
TARİH BİLMEYENLER VE KEMKÜM EDENLER
Dünya Tarihinin önde gelen tarih biçimleyicileri, Çinliler ve Hintliler, Yunanlılar ve Latinler, Türkler ve Araplar, Slavlar ve Germenlerdir. Gerçi Türkçe konuşanlar bu tarihin uygarlık yaratanları olmadılar. Fakat ırklar arasındaki simbiyotik yaşam sürecinin en büyük temsilcileridir.
Amerika’nın en büyük üniversitelerinde Türk olarak hocalık yaptım.
Yurt dışında insanlar 2 tane Türk tanıyorlardı. Süleyman the Magnificent (Muhteşem Süleyman) ve Atatürk. Onlarla övünüyorum. Bugün tarih bilmeyen, yaşları benim çocuklarımdan daha küçük genç bir takım adamlar yetişti. Bunlar Türklük’den söz edince kem küm ediyorlar. Benim anlayış sınırlarımın dışında olduğu için söylediklerini merak etmiyorum.
Kazım Karabekir Paşa’nın yaverinin eşi olan Dar-ül Muallimat mezunu annem, küçükken bana Karabekir Paşanın bir çocuk şarkısını öğretmişti:
Çelik gibi kollu
Tunçtan ayaklı
Türk hiç yılar mı?
……
1930’lu yıllarda Anadolu’da ilkokullarda tarihi çoktan unutturulmuş bu halkın çocuklarına ne olduğunu anımsatmak için ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım!......’ söyletiliyordu. Bu yok olan imparatorluğu kuran insanlara kendilerini anlatmak için gerekliydi. O sırada Anadolu’yu anayurt yapanların nefesini yeniden içimize çekmemiz gerekiyordu.
Türkiye, ulus düşüncesinin zayıflamasına göz yuman bir sakat düşüncenin esiri olarak, dünya gelişmiş ülküler ailesinden çıkarılmağa çalışılıyor. ‘Marseillaise’i dışlayan bir Fransız, ulusal marşlarını dışlayan Amerikalı, Alman, Rus, İngiliz olamaz. Brezilyalıların, Güney Afrikalıların, Avustralyalıların ulusal marşlarını ne büyük heyecanla söylediklerini çok seyrettim.
TARİHİMİZİ BİLMİYORUZ
Bugünün Türkleri kendi tarihlerini öğrenmiyorlar. Dünyanın farkına 1965’den sonra varanlar Türk tarihinin evrensel konumunu hikaye olarak bile bilmiyorlar. Bunlar, eğer özel bir aile ortamından gelmemiş, ya da okulda bilinçli bir hoca ile karşılaşmamışlarsa, kimlik sorununun içeriğini öğrenmiyorlar. Türklerin ve Türkiye’nin tarihsel konumunu da bilmiyorlar. Türk tarihinin gelişmesini öğrenen herkes Türklerde ırkçılık olmadığını görür. Bozkır göçeri ekzogam bir toplumda yaşar. Çinli, Moğol, Slav, İranlı Hintli her kadın bir ganimettir. Osmanlılar da öyle davrandılar. Savaşta düşmanın karısı, kızı bir ödül oldu. Osman Bey gazilere kentleri ele geçirdikleri zaman Rumların evlerinin ve karılarının onların olacağını söylüyordu. Cengiz Han da askerlerine ayni şeyi söylemiştir. Bizim sultanlar ise hareme Türk-müslüman kadın sokmamışlardır. Anaları Hıristiyan esiridir. Bunu biliyoruz. Ama, anlamını yorumlayan, sonuçlarını anlatan yok. Türklük ırksal ve kansal değil, bir kültürel özelliktir. Çağımızda bizi bu kültür kimliğine bağlayan tek şey dil ve o dille üretilen düşünce ve sanattır.
Bu toplum kendini Türk ve Müslüman olarak görür, dünyada ki yerini ise öğrenemedi. Fakat arkasındaki tarih ve Osmanlı’nın kozmopolitliği onu, bağnaz olmaktan bir ölçüde kurtarmıştı. Annemin amcasının kara derili bir eşi vardı. Benim gibi yarı Çerkez bembeyaz bir Türk çocuğunun yarı zenci amcaları, kuzenleri memur, subay, öğretmen olarak yaşıyorlardı. Hiç yadsımadım.
Cahilin özelliği, kolay yönlendirilmektir. Bağnaz, kışkırtılan cahildir. Sömürülmek de bunun doğal sonucudur. Batılılar bu etkilemeyi bir bilim yaptılar.. Müslümanları ırk ve mezhep propagandasıyla birbirlerine düşürmek İngiliz emperyalizmi ile başlayan bir Batı stratejisidir. Ama Fatih’in sadrazamı Mahmut Paşa bir Bizans aristokratı idi.
Biz sayısız etnik gruplarla içi içe yaşadık, ve yaşıyoruz. Bu dünyanın her yerinde böyle. Ama Amerikalı’nın kendine güvenini düşünün. Bilgi, teknoloji ve uygarlık adına her şeyi ithal etmeyi pragmatik bir dünya görüşü bağlamında doğal kabul eden bir toplumuz. Bugün de her şeyi ithal ederek yaşıyoruz. Tarihimizin büyük bir özelliği var: Bu geri kalmış bir uygarlığı aşmaya olanak verebilecek bir özelliktir. Türkler hiç sömürge olmadılar. Her ırkla kardeş gibi yaşadılar.
Sultan kulluğunu Cumhuriyetle aştık.
Yeniden hiç kimsenin ve ‘Para’nın kulu olmamak dileğiyle.
CBT sayı 1389
+++
Sanayi Çağına Hangi İnsanla Katılacağız?
Doğan Kuban
Çağa katılmak bütün ülkelerin tek sorunu. Önümüzdeki 10-20
yıl içinde katılamayanların ekonomik köle olmaktan öte bir statüleri olmayacak.
Zayıf ülkeler dışarı atılacak. İklimsel değişme ve geleneksel enerji
kaynaklarının giderek önem yitirmesi alternatif enerji araştırmalarının yönünü
değiştirdi. Çünkü enerjinin yakın gelecekteki kullanımı iklimsel tehlikenin
fonksiyonunun değişkenlerinden birisi.
Almanya’nın nükleer enerjiden
vazgeçmesi bu sanayi devi için olağanüstü bir karardı. Bilimsel araştırma bu
yeni enerji teknolojileri üzerinde yoğunlaşıyor. Teknoloji ve bilimsel
araştırmada başı çeken ABD’nin yeni projelerini inceleyin. Petrol şirketlerinin
yeşilden söz eden reklamları bile öğretici.
Sorun, bu dünyaya hangi bilgi katmanıyla katılacağımız? Geleceğin
teknoloji dünyasını öngörmek ilk temel sorun. Yaşamsal!
Düşünmeğe başlayalım:
Ülkenin geleceğini çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağız. Onlar bizimkine
benzemeyen bir dünyada yaşayacaklar. Benim gibi uzun ömürlü olup, babaları,
çocukları ve torunlarıyla birlikte yaşamış olanlar her kuşakta bütün hesapların
ters gittiğini bilirler. Cumhuriyeti kanla ve özveri ve cesaretle kuranlar 15
yıl sonra dünyanın o zamana kadar görmediği ölçekte bir dünya savaşı olacağını
akıllarına bile getiremezlerdi. Birinci Dünya Savaşını kaybeden Almanların
silah teknolojisini geliştirmek için bütün yaşamlarını silah teknolojisi
üzerine odaklayacaklarını, 6 milyon Yahudi öldürüleceğini, ama Müslümanların
elinden Filistin’in alınacağını, ABD’nin savaştan sonra evrensel jandarmalığa
soyunacağını, Avrupa’nın politik öneminin marjinal kalacağını, komunist fakir Çin’in sanayi üretiminin birincisi
olacağını hayal bile edemezlerdi.
Köylerinden yüzyıllarca çıkmamış,
okuma yazması olmayan Anadolu köylüsünün kentlere dolacağını ve iktidarı
kentliden alacağını kimse aklına getiremezdi. Bugün Türkiye’nin öğrenci nüfusu
benim üniversiteden mezun olduğum yıllardaki Türkiye nüfusundan fazla. Bugün
ilkokul öğrencileri bile internetli telefon sahibi olabilirler. Bundan on yıl
önce Irak savaşını çıkaran ABD’nin şimdi bu alanlardan çekilmeğe başlayacağını
da kimse kestiremezdi. ABD’nin egemenlik politikası devam ediyor, ama sanayisi
başka perspektiflere yöneldi bile. Bunları düşünmek zorundayız.
BİZİM GELECEĞİMİZ BUGÜN SAPTANIYOR
Geleceği sorgulayıp yanıt aramak Türkiye’nin
temel yaşamsal sorunudur. Sorgulamanın birinci koşulu bu durumun şimdiki gibi
sürüp gitmeyeceğini anlamak demektir. Bu irdelemenin ana yöntemi, her durumu
bütün boyutlarıyla sorgulamaksa, ikinci yöntemi de dünya ülkelerinin ve yeni
teknolojinin gelişme aşamalarının toplumların yaşamı ile ilişkilerinin
karşılaştırılmasıdır.
Geleceğin teknolojide olduğunu anlayıp gereklerini yerine getirmek için, öğretim
modelleri düşünmenin zamanı çoktan geldi. Cahil bir toplum, sayısal olarak
şişen bir öğretim sisteminin içeriğini diploma almaya yönelten programlar, ve
yeterli bir bölümünü teknolojiye ayıramamış bir öğretim. Birkaç gökdelen yerine
yüksek matematik, fizik , biokimya araştırma enstitüleri açmak zor mu? Politika
bulaşmayan pırıl pırıl laboratuvarlar.
Benim gibi Cumhuriyetle birlikte doğanlar büyük ideallerle yetiştik. Biz
Türkiye’nin dünyaya ortak olacağına ve onu gerçekleştireceğine inanan bir
kuşağın üyeleriyiz. Demokratik bir toplum, aynı şekilde düşünen insanlardan
oluşmuyor. Birbirine taban tabana zıt düşünenler var. Dünya toplumu da benzer
düşünenlerden oluşmuyor. Bir büyük apartmanın sakinleri de benzer düşünenlerden
oluşmuyor. Bu çok yönlülük çağdaş dünyanın tanımı.
Ne var ki dünya yine de ikiye
ayrılmış durumda. Biri bilim ve teknolojinin önünde gidiyor. Çağdaşlık temelde
bu. Diğeri eski hikayeleri yineliyor. Ve başta gidenlerin müşterisi olarak
yaşıyor. Eskiden Katolikler Protestanları yakıyorlardı. Şimdi de Sünniler ve Aleviler birbirlerini öldürüyor, ya da
öldürmek için komplo kuruyorlar. Müslümanlar Hinduları, onlar da Müslümanlar
öldürüyorlar. Mısırda laik Müslümanlarla laik olmayan Müslümanlar da
birbirlerini öldürüyorlar. >
Fakat dikkat ediniz. Avrupa’da Hıristiyanlar
orada yaşayan milyonlarca müslümanı öldürmüyorlar. Gerçi arada birkaç faşist
çıkıyor. Ama o tipler, Norveç ya da Amerika’da olduğu gibi kendi toplumlarını
da hedef alıyorlar. Fakat Amerika, Avrupa ve Çin Arap ülkelerinde ya da Güney
Amerika’da ya da Afrika’da olanlarla çok ilgili. Sorun, eskisi gibi sömürge
değil, pazarı korumak. Ekonomik
sömürgeleştirme.
ÜSTÜN BEYİNLERİ KULLANMIYORUZ
Bütün bunların teknoloji ile ne
ilgisi var? diyeceksiniz. Sorun da burada. Bu durum bilgi ve teknoloji farkını
ayna gibi yansıtıyor. Örneğin biz dünyaya iyi yetişmiş insanlarımızı ihraç
ediyoruz, hem eli iş tutan teknisyen, hem de çöpçülük yapanları gönderiyoruz.
Türkiye kendi yetiştirdiği üstün beyinleri kullanmıyor, ortaboy yetişen insanları gerçek uzman yerine kullanıyor. Biz
öğretmenlerimize, profesörlerimize, fabrikalarda çalıştırdığımız mühendislere
yeterli ücret vermeyip onları işlerinden ediyor, ya da yurt dışına kaçırıyoruz.
Her giden iyinin yerini daha kötü biri
dolduruyor.
Bunun nedenleri kuşkusuz karmaşık.
Türkiye’nin nüfusu büyük. Eğitim ve öğretim örgütlenmesi bu büyük nüfusa üstün
hizmet verecek nitelikte olamıyor. Sonunda büyük bina içine birkaç derleme
öğretim üyesi ile üniversite açtık. Bu
öğretim, sadece orta boy adam yetiştirebiliyor. Her kesimda küçükboy ya da
ortaboy. Bilim ve teknoloji dahil.
Üniversite programlarına bakın. İşletme, bürokrasi, sosyal bilimler ve
politikada milyonlarca ortaboy insan yetişiyor. Peki fizik, kimya,
matematik, makine mühendisliği, bioteknoloji, buralarda okuyanların oranı ne?
Kaldı ki ileri teknolojide ortaboy yeterli değil. Çünkü modern teknolojinin
doğası akıllı, çok zeki, çok bilgili, yaratıcı adam gerektiriyor. Bütün tarih
boyunca orta ve küçük boy adam daha çok yetişti. Şimdi hapse mahkum olan Berlusconi ile Sarkozy’yi hepimiz biliyoruz. Oysa bunların daha kötüleri dünyanın
her köşesinde.
Geri kalmış ülkelerin sorunu entelektüel gelişmeye geç
başlamaktı. Avrupa bizden önce eğitimde, öğretimde, bilim, sanayi ve
teknolojide ileri gitti. Onları Japonya, Çin nasıl izledi! Ama nasıl? Aynı
kalitede adam yetiştirerek.
BÜYÜK ULUS OLARAK TÜRKLER
Türkler -dünya onları öyle tanıyor-
dünya ulusları içinde göçer olmalarına karşı, çok büyük bir ulus. Sonradan
Müslüman oldular ama, İslam dünyasının en sürekli ve büyük imparatorluğunu
kurdular. Bu gün de 1.5 milyarlık İslam dünyasının en güçlü devleti, petrol
üzerinde oturan az bir Arap nüfusu dışında, adam başına geliri en fazla olan
ülke. Türkiye Müslümanların içinde hiç sömürge olmayan tek ülke. (Bir anlamda
İran da öyle sayılabilir). Fakat kültür, bilim, felsefe, sanayi ve teknoloji
alanında 16. yüzyıldan bu yana geri kaldık. Avrupa dünyaya egemen olmasını
sağlayan bilimsel, teknolojik atılımı daha önce yaptı. Bugün Avrupalı ve
Amerikalılar üstün performanslarını bizden daha zeki ve üstün adam oldukları
için değil, gelişmiş düzenlerinden dolayı sağlıyorlar.
Bir soru daha var: Kendi dahilerimiz,
üstün zekalı, yaratıcı Türkler ne olacak? Onlar nefes almayacaklar mi? Bizim
büyük bilim adamımız, sanatçımız, düşünürümüz nerede yetişecek? Nereye göç
edecek? Ortaboy’u geçince ne olacak?
İNSAN HERŞEYİN ÖLÇÜSÜ
Sanayi Devrimi İngiltere’de
gerçekleştiği zaman Newton’un dehası
bir bilimsel davranış temeli oluşturuyordu. Fakat Sanayi bağlamında James Watt daha önemli bir yaratıcı idi.
Faraday da, bilim adamı olarak değil
sanayi de yenilik yapan olarak önemliydi. Bizde ne Newton oldu, ne de Watt.
Bilim ve teknolojiyi dünya düzeyinde
yapamayanın hiç sansı olmayacak. İslam dünyasının hali yeteri kadar açıklayıcı
değil mi? Dünya teknoloji ile değişiyor. İslam tarihi geri kalmanın doğasını
yeteri kadar iyi açıklamıyor mu?
Türkiye’yi kuranlar onun üst düzeyde
yetişmiş asker ve sivilleriydi. Eğer üst düzey adam yetiştirmezsek, geleceğin
dünyası ortaboy adamın yapacağını robotlara da yaptırabilir.
Protagoras Sokrat’ı kötülediği için pek sevilmeyen ünlü bir sofist
filozoftur. Fakat unutulmayan bir sözü var. “İnsan her şeyin ölçüsüdür.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder