Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

29 Ekim 2011 Cumartesi

Yıl 1993 : Türkiye Bilimler Akademisi Kurulurken


Türkiye Bilimler Akademisi’nin lağvedilerek hükümet bağlanması konusunda, 3 Kasım’a kadar bir bekleyiş var. Acaba iktidar TÜBA’nın sunduğu yeni yönetmeliği kabul edecek mi, bu yazı yazılıncaya kadar (Salı) bilinmiyordu.. Ama şu biliniyor: Bazı üyeler, Akademi’den aldıkları yıllık 20 bin TL’lik maaştan (Araştırma Fonu adı altında…) olmamak için, üyelikten istifa etmeyi düşünmüyor. Ne ayıp! Bilimin onurunu satmak derim ben buna! 
Aşağıda, Akademi’nin kuruluş aşamasında,  18 Şubat 1993 Perşembe tarihli Cumhuriyet’te yazdığım yazıyı sunuyorum.. Tam zamanıdır!


Türkiye Bilimler Akademisi

Ülkemiz bilimi, bilim adamı, araştırmacısı, bir "yüceltilmenin” eşiğinde. Koalisyon hükümeti, biraz da Sayın İnönü'nün eski profesörlük mesleğine ve arkadaşlarına "vefa borcu”ndan kaynaklanan girişimleri nedeniyle olsa gerek, bilime destek veriyor. Hedef, parasal hacim olarak 3 kat daha çok araştırma yapmak, 10 bin kişiye düşen araştırmacı sayısını 7 den 15'e yükseltmek, dünya bilim havuzuna daha çok bilgi akıtarak, ülkemizi 40.lıktan kurtarıp 30. sıraya yükseltmek.. Tabii bir de başta çağdaş teknolojileri geliştirerek ekonomiye katkıyı arttırmak
***
Ülke bilimi için konan bu hedefler belirlenen sürede gerçekleştirilebilir mi bilmiyoruz, ama bilim adamlığının toplumun hem en saygın hem de iyi gelir getiren mesleklerinden birine dönüşümü yaşadığı söylenebilir:
a) Türkiye Bilimler Akademisi kuruluyor. Akademi yasa tasarısı şu sıralarda
Bakanlar Kurulu'nun onayında.
b) Uluslararası Bilimsel Yayınları Teşvik Yönetmeliği Taslağı hazırlandı ve onay bekliyor. Bu tasarı en iyi yabancı bilim dergilerinde yayınlanacak her bilimsel makaleye kıdemli profesör maaşı kadar (şu sıralarda 11 milyon) ödül verilmesini öngörüyor.
İki yeni düzenleme de, Türkiye'de bilim üretimine bir ivme kazandıracak, araştırmacılığı, bilim adamlığını özendirecektir. Bu açılardan tasarılar belki de Türkiye biliminin beklediği olanakları yaratacaklardır.
Burada bir acı gerçek de günümüzde paranın herşeyin ölçüsü olmasıdır. Çok para varsa bilim de var, bilim adamı da var.. Saygınlık, seçkinlik, yüceltme, gereğini aşan parayla koşut gidebiliyor.
***
Türkiye Bilimler Akademisi ülkemizin uluslararası düzeyde "iş” üreten en seçkin bilim adamlarını çatısı altına toplayacak.. cGörevi ülkeye bilimsel danışmanlık yapmak, gençleri bilime yönlendirmek, toplumda bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasını sağlamak...
Uluslararası  kuruluşlakdan bilim ödülü ve madalya alanlar, ulusal bilim ödüllüler, kendi adıyla anılan icatları olanlar, makaleleri yüksek sayıda atıf alanlar, önemli başka akademilere  üye olanlar vb. Türkiye Bilimler Akademisine üye olabilecekler.
Ancak Akademinin toplam asli üye sayısı, "üniversitelerde mevcut kadrolarda fiilen görev yapan TC uyruklu profesör sayısının yüzde ikisini geçemeyecek.  Bugünkü profesör sayısı 5 bin. Akademinin asli üye sayısı da ancak 100 olabilecek. Yeni kurulacak üniversitelerde profesörlük kadrolarının hızla artacağını düşünürsek, asli üye sayısı 150'ye çıkabilir.
Bir de "asosye”, yani asli üye olmaya aday yetenekli genç bilim adamlarından oluşan üyeler var. Bunların sayısı asli üye sayısının en çok üç katı kadar olabilecek. Aslı üye 100 ise, onlar 300 olabilecek..Şeref üyelerin sayısına ise bir sınır konmuyor.
***
Akademi üyeliği, bilim adamlarına Akademi çatısı altında herhangi bir "iş yapma”, bilim üretme zorunluluğu getirmiyor; ama çok çok çok iyi bir maaş getiriyor..
Tasarıya göre, Akademi asli üyeleri, en yüksek  devlet memurunun her türlü ödemeleri dahil aylığı kadar maaş alacaklar. Asosye üyeler ise bunun yarısı kadar. Şeref üyelerine ödeme yok. Üyelerin esas çalıştıkları kurumlarındaki maaş ve öteki bütün hakları ise aynen sürer. Asli üyelik 70 yaşından sonra şeref üyeliğine dönüşüyor. İlk taslakta asli üyelik ömür boyu idi ve aylık maaş da kıdemli profesörün maşının üç katıydı (11x3=33 milyon).
***
Görüldüğü gibi, iş hayatında iyi bir gelir getirecek meslekleri üniversite  tercihlerinin başına koyan yetenekli ve zeki liseli gençlerin önüne, bilim de kendi yüksek maaşlı kurumlarını çıkartıyor!
Ama bilim üretimi ile normali aşan yüksek gelir ve kazanç, birbiriyle ne derece uyumludur, ne derece çelişir bir tartışma konusudur.
Akademi bu özelliğiyle bir tür Devlet bilim adamı statüsü yaratıyor. Devlet sanatçısı varsa, bilim adamı da niçin olmasın denebilir. Araştırdık: Devlet sanatçıları (sayıları 65), bakanlık kadrosundalarsa, maaşlarına ek olarak 2,5 milyon lira "titr” parası alıyorlar. O da yeni oldu. Değillerse sadece havaalanlarında VIP (çok önemli kişi) oluyorlar. Pasaportlarında yazan Devlet sanatçısı onuru ile yetiniyorlar.
Araştırdık: İngiltere'de Fransa'da ABD'de ve çoğu Avrupa ülkesinde de bilim akademileri var, bilim dünyasının en saygın akademileri. Bu akademilere üye olan bilim adamlarına bir "üyelik maaşı” ödenmiyor..Bu bir onurdur, herşeyden önce..
Ama Sovyet bilimler Akademisi üyelerine devlet maşı ödeniyordu ve hala da ödeniyor. Ülkemizde sayıları giderek artan Rus bilim adamlarıyla dirsek temasından mı etkilendik acaba?
Bazı bilim adamlarımız Akademi üyeliğinin bilimsel onurunun ve saygınlığının parayla gölgeleneceğini belirtiyorlar haklı olarak..
***
Hayat tatlıdır. Yaşamın  çıkartılacak o kadar çok keyfi var ki! Fabrika müdürleri gibi aylıkların bilim üretkenliğini arttırmayı değil düşüreceği görüşünü paylaşanların sayısı da oldukça çok.
Üyeliği paradan arındırarak, Akademiyi insanlığa, ülkeye, bilime katkıları ile saygınlık kazanmış seçkin bilimcilerin kurumu olarak görmek en iyisi değil mi?
İnsanlarımıza ihtiyacı olan gerekli para ise bir araştırma yaptırarak ödemek, bilime en çok yakışanıdır doğrusu!

Deprem ve O Anı Yaşayan Evrim Yaratıkları


Van’da taş-beton-demir yığınlarının altından yükselen çığlıkları duyuyor musunuz? Bir deneyin. Önce tek çığlığı yakalamaya çalışın... Sonra ikisini-üçünü ve hepsini.
Yine mi başaramadınız; kendinizi o enkazların altında hissedin, kenetlediğiniz ellerinizle başınızı dizlerinize doğru bastırın, öyle ki kurtuluşunuzun olanaksız olduğu bir durum yaratın ve sonra çığlık atın. Sesinizi duyan yok mu, birileri duyuncaya kadar bağırın, bağırın, bağırın... Yalnızlığınız aksın damarlarınızda.. Acınız, yaralarınız, hayatınız, önem verdiğiniz her şeyiniz, eğer kurtulursam diye milisaniyeler içinde kendinize verdiğiniz sözleriniz. Sonra yine çığlık atın ve hayatınızın damarlarınızdan ölüme akıp gittiğini duyumsayın..
Hoşunuza gitmedi mi? Ama, karşı karşı kalma olasılığınızın hayli yüksek olduğu böyle bir durumu, o an değil, bu an yaşamanın bedeli, unutmayalım ki sıfır... Kaybedeceğimiz bir şey yok. Ama belki birilerimizin hayatını köklü değiştiren deneyim olabilir bu. Hem kendimiz hem enkaz altındakiler için..
***
Özenle dayayıp döşediğiniz, iyi güzel kötü günlerimizin akıp gittiği evlerimizin, ani bir sarsıntı ile birer ölüm kapanına dönüşebileceğini düşünmeyiz.
Çünkü biz, Evrimin, o anı yaşayan yaratıklarıyız.
Kısa vadeli, o anın sunduğu çıkarları yakalamaya, tüketmeye, hazzını çıkarmaya, ele geçirmeye, biriktirmeye, o ana sahip olmaya çalışan yaratıklar...
Hayatta kalmak ve yaşamak, esas o an ile ilgilidir.
İçgüdülerimiz bizi o anı yaşamaya zorlar.. Çünkü Evrim o andan bir çıkar umar, bekler..
“O an” nedir?
O an, bireyin kendi biyolojik-psikolojik-toplumsal varlığına katmaya karar verdiği noktadır.. O an, belki gerçekten o an’dır. O dakika, o saat yaşanması, yapılması gereken.
Belki biraz daha uzundur; mesela, o an, evlerin ancak bir deprem zamanında yıkılacağını bilen yapsatçının bilerek çalma çırpma zamanıdır.. Ona onay veren yetkilinin cebine attığı kısacık zamandır. Dükkânın kolonlarını kesen ev sahibinin kararıdır; mekânı bilerek kiralayan veya satın alanın ve çok yaygın olarak insanların deprem olacak daaa dediğimiz andır...
O an, kaçamak bir aşktır veya o kısa cinayet anıdır; o an bir intihar da olabilir, her şeyi yakıp yıkma da. Köklü ani değişiklik de o andır..
O an, büyük risk kararıdır; her şeyi kaybettiğin veya kazandığın zaman dilimidir..
O an, mutlaka kendi varlığına kattığın bir “değer”dir, ekstradır, fazlalıktır, evrimsel bir seçimdir.
***
Biz “o an”ı, “Carpe diem” diyerek mutlaklaştıran, üzerine şiirler yazan varlıklarız.
O an, kâr anıdır!.. O an, ekonomidir, o an herkesin yararlanacağı varsayılan zamandır..
Ölümle kalım arasındaki bireyin raslantısal hayatının seçimidir, o an.
Çünkü birey (için yarın - o ant dışında) hem yoktur hem vardır.
***
Tamam birey böyledir, o anın insanıdır..
Toplum, büyük organizma, büyük sistem, sürekliliği sağlayan bütün kurumsal yapılar, “o an” için kurulmamışlardır.
Hayat sürekli bir ekonomidir, her türlü biyolojik psikolojik toplumsal mal ve hazzın alınıp satıldığı ve tüketildiği büyük markettir.
Birey orada o anı yaşarken sistem, geniş ve gelecek düşünen bir beyindir.
Ama hayır, bizde politika, politik sistem de “o an”ın tüketicisidir, sunucusudur, onaylayıcısıdır...
O anı yaşayan iktidarlar, belediye başkanları, yönetimler..
Bireye de o anı yaşatırlar.
Böylece, o an, enkaz altında başını uzatarak hayata bakan ve yolda ölen Yunus olur...
Enkazdan yükselen, çığlıklarını duyamadığımız insancıklara dönüşür o an.
Başınızı dizlerinize kapaklayın, o anı düşünün, alabildiğinize bağırın..
O anı, bir de böyle duyumsamaya çalışın...
Merak etmeyin bir şey olmaz size, yaptığınız da Evrim’in koruyucu mekanizmasıdır, farkında olmadığımız..

27 Ekim 2011 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

26 Ekim 2011 Çarşamba

Bu Davaları Bitirin, Rapor Olayı Çökertti


Ulusal Medya 2010” kıytırıktan “belge”sini okursanız, hukuki ve siyasi olarak çivisi çıkan Ergenekon ve Balyoz davalarını canlandırmak amacını taşıdığını görürsünüz. Sadece siyasal olarak aptallar ve tezgahçı aletleri bu raporun gerçek olduğuna inanırdı! Bu konuda aylar önce yazdığım iki yazıma blogumda bakılabilir!
Ulusal Medya 2010 uyduruğu, Silivri davalarında tutuklulukları sürdürmek, ama daha önemlisi, Balyoz ile mümkünse bütün subayları içeri tıkmak amacıyla tezgahlandı! Bu raporla, “Ergenekon”cular (üstelik terör örgütü!!!) dışarıda hala etkinliklerini sürdürüyor ve medya yoluyla örgütü canlı tutmaya çalışıyor görüntüsünü vermek istediler!
OdaTV ve diğer gazeteci arkadaşlarımızın tutuklanmalarının ardında yatan gerçek tamamen buydu! Hanefi Avcı da bu arada yazdığı cesur kitapla cemaat tarafından gümbürtüye getirildi! Yılların sağcı polisi, birden aşırı solcu örgüt üyesi yapıldı...
Bu dünyanın en komik olaylarından biridir! Geçmişteki askeri mahkemelerin hiç biri bu kadar ciddiyetsiz ve uyduruk bir tutuklama yapmamıştı! Askeri mahkemeleri bugünkülerle kıyaslıyorum da, diyecek söz bulamıyorum!
***
OdaTV tutuklamalarını sağlayan belgenin uydurukluğunu, bilgisayar uzmanı ODTÜ akademisyenleri (Prof. Dr. Göktürk Üçoluk ve Araştırma Görevlisi Gökdeniz Karadağ) raporlarıyla belgelediler.
Zaten, ön soruşturmayı sürdürenlerin, bilgisayarların kopyalanma sürecinde zerre kadar hukuki davranmamaları, amaçlarının gerçeği bulmak ve aramak değil, kendi yarattıkları ve arzuladıkları gerçeği topluma sunmak olduğunu gösteriyordu..
Akademisyenler diyor ki: Bilgisayarların imajı alınırken kullanılan cihazın, “imaj alma işlemi öncesi veya sırasında, almakta olduğu imaja dosya eklemesi yapması mümkündür. Böylece imajın MD5 değeri alındığında imaja aslında çoktan dosya eklenmiş olması sağlanabilir. Bunun yanında, imaj alınırken orijinal kaynağın da uygun biçimde değiştirilmesi mümkündür."
Başka ne diyorlar: Dosyalar uzman kişiler tarafından değiştirilmiş..  Çünkü yaratılan dosyanın (uyduruk belgenin) ileri sürülen tarih kayıtlarına sahip olmadığı görülmüş.
İnsanları içeri attıran “Ulusal Medya 2010.doc" belgesi, aslen 4 Ekim 2010’da oluşturulmuş. Dosyanın değiştirme tarihi ise, OdaTV baskını tarihine denk geliyor: 14 Şubat 2011. Yine tutuklamalara “belge” olarak gösterilen "SY.doc", "Hanefi.doc" ve "Yalçın Hoca.doc" yazılarının da, ya baskın sırasında ya da bilgisayarları kopyalama tarihlerinde değiştirildiği belgelendi!
Yani: Kullanıcının bilgisi ve haberi olmadan bilgisayarlarına “suç kanıtı (!)” dosyalar yüklenmiş!
“..bu dosyaların normal bilgisayar kullanımı dışında (kullanıcının bilgisi ve haberi olmadan) kalan bir süreç aracılığıyla imajı incelenen diske yerleştirildiğini ve tarihlerinin sonradan değiştirildiğini göstermektedir.. Normal bir bilgisayar kullanıcı bu tür değişiklikleri yapacak bilgisel donanıma sahip olamaz. Bu tip değişiklikleri yapabilmek için uzman seviyesinde bilgisayar ve işletme sistemi bilgisine sahip olmak gerekir."
Teknoloji, sivil darbeciler elinde, olmayan suç yaratmak için kullanılıyor! Ve bütün Türkiye buna alet ediliyor!
***
OdaTV ve izleyen tutuklamalar şüphesiz ki tamamen haksız, ama Balyoz ve Ergenekon’un sürdürülmesi için tezgahı kuranlara gerekliydi!
Hele Balyoz!
Kanıtlanabilecek tek bir hukuki belgenin bulunmadığı, “suç belgesi” CD’lerin 2003’ten çok sonra hazırlandığı, içindeki bilgilerden onlarcasının 2003’ten sonraki tarihlere ait olduğu, hatta 2008 yılına kadar olan süreci kapsadığı açık saçık ortaya kondu!
Hangi hukuk, hangi yargılama, hangi vicdan, bu davayı çökertmez, bilemiyorum…
Veya biliyorum: Yalnızca, zerre kadar demokrasi ile ilgisi olmayan ve ele geçirdiği hukuku istemediği herkesin defterini dürmek için kullanan, diktatoryal bir siyasal yönetim ve anlayış, bu davaları ayakta tutmak için elinden gelen herşeyi yapabilir!
Ama, Türkiye’de bu demokrasi ve hukuk var oyunu sürerse biraz daha, bu davalar yüzde 99 çökecektir.
Sonra sıra, bu uyduruk belgeleri kimlerin hazırladığı soruşturmasına gelecektir… Bunu hangi hukuk sistemi yapar, yapabilir, bilemiyoruz…
Ama elde, onlarca yıl da olsa, yüzlerce yıl da olsa sürecek olan, Türkiye’nin yüzkarası bir hukuk davası bulunuyor..
--25 Ekim 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

24 Ekim 2011 Pazartesi

Pardon Irak Çinde mi? Bir U Dönüşü Öyküsü


“Kürt uzmanı” bazı gazeteci-yazarlar, PKK saldırısının “arkasında” İran ve Suriye olduğunu ilan etti! Bunu da Başbakan Erdoğan’a dayandırıyorlar; Başbakan ilk açıklamasında “bazı ülkelerin maşası” sözünü etmişti. Bizim Kürt uzmanları bu sözlerle, Suriye ve İran’ı işaret ettiğini söylüyor!
Bir Amerikancının, ABD’nin yeni hedefleri İran ve Suriye’ye gündemine alması uygundur. Peki, Başbakan da İran ve Suriye’yi kastetmiş olamaz mı? Olabilir! Çünkü, Türkiye kendi “sıfır sorun” ve “dostluk ve işbirliği” politikasını ABD’ye ezdirdi ve ABD’nin Orta Doğu politikasını izlemeye başladı.
PKK saldırısının ardında, Suriye ve İran’ın olup olmadığı hiç önemli değil. AKP iktidara geleli, 950’den fazla asker ve subay şehit edildi... Geçen yıl bu zamanlar, aramızdaki ilişkiler güllük gülistanlık iken de, PKK Orduya saldırıyordu. Kimse kalkıp da PKK’nın arkasında Suriye ve İran var demiyordu!
Nedeni, başlarına “Amerikan taşı” düşmesidir! Zaten TRT, İran’ı hemen gündeme getirdi, Tahran Karayılan’ı yakalamış da serbest bırakmış.. Tahran, bunun yalan olduğunu açıkladı.. TRT şimdi, kimlerin ketenperesine geldiğini soruşturmalı!
TRT, hangi karanlık güçler bu haberi yayınlamamızı istiyor, Türkiye kamuoyuna İran’ı düşman olarak hedef gösteriyor, diye sormalıydı.. İşte o zaman iyi bir gazetecilik yapmış olurdu! Anlaşılan TRT, önümüzdeki sıcak günlerde epey önemli görevler üstlenecek!
***
Ankara’nın “sıfır sorun”dan keskin bir U dönüşü yapması yakın zamanda oldu! Henüz Libya bombalanmaya başlamamıştı!
Libya’ya NATO müdahalesini duyduğunda, Erdoğan’ın yaptığı açıklamayı yeniden okudum. Altına imzayı siz atmazsanız ben atarım! Anadolu Ajansı, tarih 28 Şubat 2011, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ınNATO’nun Libya’da ne işi var? dediğini duyuruyor:
NATO Libya'ya müdahale etmeli mi? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO'nun ne işi var Libya'da? NATO, mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya'ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez’ dedi. 'Türkiye, son derece ilkeli, tutarlı ve cesur şekilde, demokrasi ve insan haklarından yana tavır alırken, üzülerek ifade etmeliyim ki, Avrupa'dan bu noktada güçlü ve tek ses duyulmadı.. Libya'daki olaylar karşısında müdahale ya da yaptırımların gündeme alınmasını Libya halkı adına, Libya'daki yabancılar adına kaygı verici buluyoruz. Yönetimlerin yanlışlarının faturası, halklara ödetilmemeli.
“Libya halkının cezalandırılması anlamına gelecek her türlü yaptırım ve müdahale büyük ve kabul edilemez sıkıntılara sebep olabilir… Şunu bilmeliyiz; biz Tunus'u Tunus halkının görüyoruz. Mısır Mısırlılarındır, Bahreyn Bahreynlilerindir, Yemen Yemenlilerindir, Libya Libyalılarındır, Fas Faslılarındır.. Kendi mukadderatlarını o ülkelerin halkları belirlemelidir. Kimse değil. Kimse kalkıp da o ülkelerdeki petrol kuyularının hesabını yapmasın.. Biz meselelere çıkar odaklı bakamayız. Bizim bakış açımız insan odaklı, adalet, hak, hukuk odaklı olmalı…”
***
Kısa sürede, bu doğru görüşler çöpe atıldı ve Türkiye Pentagon’un savaş rayına girdi. Baktılar ki, Libya bombalanacak, Kaddafi gidecek, “reel- çıkar pholitikası”na döndüler! Amerikalı dostları kulaklarına fısıldadı:
Hey ne yapıyorsunuz! ABD ve Batı desteklerini çekerlerse zor durumda kalırsınız.. Zaten içeride yargıyı gütme sorunlarınız var; muhaliflerinizi, Ordu’yu sahte belgelerle yargılıyorsunuz, adalet yok... Basın özgürlüğünü çiğniyorsunuz.. Orta Doğu’da bizim ana politikalarımızı zayıflatacak bir politika izleyemezsiniz..”
Amerikalılar şüphesiz bunu hissetttirdi. İktidar yukarıdaki mesajı rahatça alabilecek yüksek zekâya sahiptir..
Libya’dan U dönüşü, Suriye’den U dönüşü izledi! Çünkü ABD, Suriye’nin de tarumar edilmesinde kararlıydı.. Ankara hemen pozisyonunu aldı! İran’la tam U dönüşü henüz gerçekleşmedi! Ona zaman var, hele şu Suriye’nin işi bitirilsin!
Pardon, PKK’nın yerleştiği yer, ABD denetimindeki Irak değil de, Çin-maçin de miydi? Yoksa Irak aslında bir İran ve Suriye’midir? Fırdöndülükten insanın aklı karışıyor!
--
24 Ekim 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Deniz Feneri ve Libya’ya Demokrasi!

Deniz Feneri İyi Oldu! Almanya ayağı çökertilen emek, merhamet, iyi niyet ve dayanışma soyguncularının Türkiye’deki uzantıları olmakla suçlananlar, allem-kallem serbest bırakıldı. Zaten davayı sürdüren savcılar üzerinde Bakanlığın siyasi baskıları öteden beri vardı. Savcılar Almanya’ya soruşturma amacıyla gitmek istiyorlar, “kendi paranızla gidin”den tutun, binbir katakulli ile karşılaştı. Ayrıca, ne amaçla olduğu bence açık, davaya gizlilik yasağı  koyduruldu.
Bu dava, arkasındaki siyasilerin, hadi inandıklarını ileri sürdükleri dille örnekleyelim, Cennet ile Cehennem arasındaki tercihi konusuydu. 
Haktan, doğrudan, hukuktan yana mısın, yoksa düzenbazdan, ahlaksızdan, hukuku şeyetmekten yana mı!?
 Bu kadar açık. Yapacağın tek şey, sorunu çözmeleri için namuslu savcı ve yargıçları tamamen özgür bırakmaktan ibaretti! Yargının özgürlüğü, davanın en dokunacağı varsayılan kişi veya kişilerin da aklanması anlamına gelecekti!
Ama hayır, öyle olmadı!
Savcıların boyunlarına bir ip geçirmedikleri kaldı!
Sonunda, mahkeme, hepsini serbest bıraktı..
***
Hayır, sanmayın ki berbest bırakılmalarına karşıyım! Yasa neyse o! Deliller toplanmış, adamlar yargılanıyor.. İyi ki serbest bırakıldılar!
İki ayrı uygulama, siyasetin iki ayrı tavrı böylece ortaya çıktı
Silivri, Hasdal ve benzeri cezaevlerinde yargılanan uyduruktan “terör örgütü, çete ve darbe” sanıklarına, ama işin aslında iktidar muhaliflerine karşı, sadece siyasi ahlaksızlık diyebileceğim bir “tutuklu tutma” uygulaması ile...
..Siyasi kader ortaklığı yaptıkları tepeden tırnağı belgeli olan (RTÜK üyeliğinden yandaş TV’ye kadar..) “kendi mezhebinden” kişilere karşı yasanın hak gördüğü uygulama..
İyi ki serbest bırakıldılar! Silivriye, Hasdal’a, tutuklu öğrencilere ve herkese... sonuna kadar özgürlük isteyen ses ayyuka çıkmalıdır!
CHP, öncelikle Balbay ve Haberal, için ve bütün haksızlıklar için, bütün Silivri ve Hasdal için nöbete kalkmalı!
Muktedir’in insafsızlığından, saldırmalarından hiç korkmadan!
Almanya Deniz Feneri, topluma karşı kurulan en ahlaksız çetedir! Devlete ve siyasete muhaliflikten milyon kez daha kötü ve beter!
Bu dava, işçilerimizin alın terinin gaspıdır... Olayın diğer yönü şudur: Almanya’daki işçilere karşı kurulan din iman tezgahının ana amacını ortaya çıkartmıştır:
Din ve iman yolundan gidip gönül ve inançlarını fethet, sonra yoksullara ve insanlığa yardım yapacağız diye paralarını topla ve iç et!
Burada gaspedilen sadece paralar değildir..
İnsanlığın gönlünde varolan, yardımseverliktir, toplumsal dayanışma inancıdır... Bunlar toplumsal varoluşun ve birlikte yaşamanın temellerini oluşturur.. Bu en yüce değerler üzerinden, gemilerini yüzdür, şirketlerini kur, siyasi partilerin kasalarını doldur, çoluk çocuğunu geçindir, üstüne üstlük kumarhanelerde para ye...
Ve iktidar olarak bütün bunları örtbas etmeye kalkış!
Söylenecek tek söz bile kalmıyor!

Libya’ya Demokrasi geldi !

Kaddafi ile oğlunu ve yanındakileri yakalayıp linç ettiler. Libya’ya demokrasi getirdi NATO ve müttefikleri ve Türkiye! Buna inanan kimse var mı? Varsa, aynada şöyle bir yüzüne baksın!
Hayır, burada Kaddafi “diktatörlüğü” üzerine tek kelime yazmayacağım. Bugün böyle bir şey yazmak insanlık ayıbıdır, ayıbın da ayıbıdır..
Biliyoruz ki, ABD ve AB (Türkiye’yi de her zamanki gibi kullanarak), Libya’yı tarumar etmek için fırsat arıyordu, yıllardır!
Nasıl ki Irak’ı yerle bir ettiler!
Aslında bütün İslam ülkelerini yerlerde süründürmeye hazırlar..
Bu geçmişte tarihsel-dinsel olarak böyleydi..
Bugün de, geçmiş tarihin rolü ve katkısı olmakla beraber, esas olarak, İslam ülkeleri üzerinde piyasa-ekonomik egemenliklerini sürdürmek için böyledir... Şüphesiz ki, petrol ve doğal gaz için de...
Libya’nın değerli petrollerini paylaşma savaşı, Libya ülkesini bombalamayla birlikte başlamıştı..
Onlar için ha Kaddafi orada ha ne idüğü belirsiz başka bir caniler çetesi..
“Yandaşları” olsun da...
---23 Ekim 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

20 Ekim 2011 Perşembe

Bir Mektup


İki gün içinde 30’u aşkın asker, polis ve sivil insanımız ölünce, hükümet ayağa kalktı, millet öfkeden köpürüyor.
Dün sabah temas ettiğim halktan kişiler, çanta ve ayakkabı tamircisi, gazeteci, bakkal, taksici, tartışmaya katılan sokaktaki insan, internet sorununu gidermek için gelen ve musluk tesisatçısı (abartı yok, sabah bu işler yapıldı!), hepsi ateş püskürüyordu: Kendi insanını koruyamayan ama Filistin meselesini hayatının odağına oturtan Başbakan’a ve iktidara verip veriştirdi! Aynen öyle!
Biz böyleyiz... birer-ikişer, üçer-beşer ölmeyi kanıksamışızdır; ama ne zaman ki PKK cinayetleri bir vuruşta 10’u, 20’i, 30’u aşar, o zaman ayaklanırız! Hele, ne zamanki beş noktada birden Orduyu vururlar, Genel Kurmay sahaya iner!
Manzara şudur: İki hafta içinde 50 insanımız ölebilir.. Ama iki gün içinde 30 kişi ölemez! Parça parça ölüme evet, toplu ölüme hayır!
İktidarın, Kürt Meselesi’ndeki çaresizliğinin sonucudur bu tablo. Bir çıkmazdalar! Bugün birlik çağrısı yapıyor, ama ulusu parçalayan kendisi...
***
Kürt Hareketi, düdüğü ötmeyen küçük bir gurup dışında, büyük oynamakta. KCK, Ortadoğu Kürtleri ortak hareketidir! Tüzükleri öyle yazıyor! Bölgedeki bütün Kürtleri kapsama savındadır. Irak dahil. PKK Büyük Kürdistan’ın kurucu kuvveti rolündedir. Türkiye’de özerk Kürdistan’a doğru bir adım atılmadıkça, silahları susturmaz; silah indirmeyi, geçmişte sık görüldüğü gibi, ancak gücü kırılınca kabul eder.
Özerklik, temel istekleridir. Özerk bölge, kesin bölünme demektir. Çünkü Orta Doğu’daki Kürt dinamizminin gereğidir bu. İspanya’nın Bask bölgesi ile, Türkiye’nin Kürt bölgesi arasında zerre kadar bir benzerlik yoktur.
Bunu bilip de saklayanlar siyasal riyakârlardır! Bu gerçeği içermeyen ve gizleyen bütün raporlardan ve kitaplardan da sahtekârlık akar!
***
Epey biri süredir, bir okurun gönderdiği mektubu yayınlasam mı diye düşünüyorum. Belki bugün hiç zamanı değil. Ama belki de zamanı, bilemiyorum. Mektup biraz kısaltılmış haliyle şöyle:
Orhan bey, Kürt meselesi üzerine yazdıklarınızı yakından izleyen bir okurunuzum. Birlikte yaşamak zorunda mıyız, sorusunu ortaya attığınızdan beri, ben de sakin düşünmeye çalışıyorum, gerçekçi olursak, gördüğüm kadar, Türkiye’de Kürt terörist hareketi bitmeyecek. Onlar belli bir eşiği aştı. Savaşan, silahlı ve siyasi kuvvetleri, Türkiye ve Türklerle bağlarını koparmış durumda. Bizim ordu Irak’a girse de, PKK güçlerini zayıflatsa da, ülke içinde terörleri sürecek...
“Bir fikrimi paylaşmak istiyorum: Birlikte yaşamanın koşulları ortadan kalkabilir, daha büyük tehlike Türklerle Kürtler arasında gerilimin kıyıma dönüşmesidir. Federasyon veya özerk bölge istiyorlar. Ben bir adım daha öteye gidiyorum, ayrı yaşayalım. Kürtler belki oylama ile belirlenecek bir süreç sonunda, kendi bölgelerinde bağımsız olsunlar. Ama bu şüphesiz bölünme demektir..
“Bölünme oluyorsa, Türkleri tatmin edecek bir çözümün de ortaya konması gerek. Kürt bölgesi dışındaki Kürtleri, orada kurulacak Kürt yapısının yurttaşı saymak, bir çözüm olabilir. Onları doğuya zorla gönderemezsiniz. Bunu yapamazsınız. Ama ceplerine aynı zamanda birer “Kürt pasaportu” koyarsınız ve ayrıcalıklı yurttaşlar olarak burada yaşamalarına izin verirsiniz....”
***
Okur’un mektubunu, Türkler arasındaki umutsuzluğun yaygınlaşmakta olduğunu göstermesi açısından buraya aldım, bütününü paylaştığım için değil. Belki pasaport noktası dışında, PKK’nın epey mesafe aldığını gösteriyor! Türkiye’nin bölünmesi anlamına gelecek yeni bir siyasi yapının uygulayıcısı olabilecek bir parti ve siyasi liderin ortaya çıkması imkansız gibidir. Bunun siyasal bedeli büyüktür.
Şüphesiz bu kurucu tarihe ihanettir de. Zaten iktidar başından beri, Cumhuriyet tarihini bütün kazanımlarıyla birlikte yıkıp silmek için bir sahtekar-inkarcı aydın güruhunu besleyip büyüttü! Bu güruhun halk içinde etkileri sıfır olsa bile! Aslında, Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiyede el birliğiyle epey yol aldılar...
Şimdi Anayasa ile Kürt Meselesine bir –ayrılıkçı– çözüm bulabilir miyiz arayışı içindeler! Başbakan laiklikten, Arınç Atatürk’ün büyüklüğünden bahseder oldu! AKP, Kürt Meselesi’nde daha ileri adım atamayacağını anladığı noktada. Bundan sonra atılacak adıma ya muhalefeti de ortak etmeyi, ya da 1990’lara benzer Kürt politikasına sarılmayı düşünüyor. Kervanı, her zamanki gibi yolda düzecekler...
Acıların ülkesidir Türkiye! Her sağcı iktidarın irili ufaklı darbeleriyle, bu noktaya gelmiştir!
--20 Ekim 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

18 Ekim 2011 Salı

Daha Kötüye Doğru, Savaş Olur mu? Dünya ve Türkiye


Avrupa Birliği’nin “Gerileme Raporu” ile, Türkiye AB ve ABD ilişkileri nasıl bir seyir izleyebilir? Yakın geleceği görmek için bu önemli. İktidar, tepeden tırnağa yeniden kurduğu kendi hukuk sistemi ile muhalefeti biçiyor ve kendi tek parti-tek devlet iktidarını inşa ediyor.
Bu gidiş, kesinlikle demokrasiye doğru değil. Basın özgürlüğü ve siyasal yargılamalar konusunda yaşadıklarımızın ve AB raporunda dikkat çekilen “kötü uygulamalar”ın sonunun geleceği konusunda hiç bir ipucu yok.
Tersine bir durum söz konusu.
Milletvekillerini bile hapisten çıkarmayan, adeta yeminli bir siyasi ideoloji ile karşı karşıyayız. Milletvekilleri, daha Haziran ayında yazdığım gibi, şimdilik Anayasa Rehineleri konumlarını sürdürüyor!
Davalar için yalan belge sızdırma maşası olarak kullanılan Fethullahçıdan öğreniyoruz ki, “temizlik merdiveni”nin henüz alt basamaklarındayız! 60.basamaklara kadar toplumun çeşitli kesimlerinde “temizlik sürecek”, 70.basamaklarda ise dirençle karşılanacak, çünkü orada temizlenmesi planlanan “büyük para babaları” oturmakta! Onların kafalarını uçurmada zorlanacaklarını düşünüyorlar,
Bu “merdiven planı” cemaatçilerin midir, iktidarın mı, yoksa her ikisinin mi, bilemeyiz. Satın alınmış veya saf değiştirmiş medya köşelerindeki utanmazlar, koro halinde, bu “kanlı” gidişi, demokrasiye doğru uçuş olarak nitelendiriyor!
Ele geçirdikleri hukuk kılıcını, kendilerinden olmayan bütün toplum kesimlerinin boğazına dayamak istediklerinin manifestosudur yazdıkları.
Yani: Demokrasi ve hukuk konusunda yaşanacaklar, yaşadıklarımızın teminatı gibi gözüküyor..
***
Peki AB raporunun, Türkiye – AB ilişkilerinin gelecek yıllarda bir anlamı olabilir mi?
AB ve ABD’de ekonomik krizlerin derinleşme olasılıklarının büyük olması, dünyada demokratik hak ve özgürlükleri de zora sokabilir.
Dünyada yükselen protesto hareketi güçlenmezse, kazanılan hak ve özgürlükler budanabilir.
Orta ve alt sınıfın bugünkü savaşçıları olan gençliğin, öğrencilerin ve eylemci aydın kesiminin ayağa kalkışı; Avrupa ülkelerindeki geniş halk kesimlerinin protesto gösterilerinin örgütlü devamlılık kazanması, özgürlüklerin biricik teminatı gibi gözüküyor.
***
Türkiye, şüphesiz bütün bunlardan etkilenecek. İktidar, protestolara karşı kullanacağı polis gücünü, hem sayı hem silahlı güç olarak neredeyse katlamıştır.
Muhalefet, özellikle sokak muhalefeti, belki de son 60 yılda görülmedik bir şiddetle ezilmeye çalışılabilir.
İşte, daha önce sözünü ettiğim “Türkiye Baharı”nın koşulları oluşabilir.
Türkiye’yi zor günler bekliyor.
Bu zor günleri doğuracak olan beş temel konu:
Suriye’ye müdahale hazırlığı..
Dünya ekonomik krizi..
Türkiye’nin hızla kaydığı ekonomik bunalım.
İktidarın, muhalefeti ve kendinden olmayanları “değiştirme”, “yoketme” kararlığı.
Ve tabii ki Kürt Meselesi..
***
Ayrıca, dünya da bir ikilem içinde, savaş mı yoksa barış mı yol ayrımına doğru gidiyor. ABD’nin dünya ekonomik üstünlüğünü devretme süreci içinde bulunmamız, daha uzun sürede, dünya siyasi liderliğini devrini de beraberinde getiriyor..
AB’nin küresel rekabette kayıplara uğraması kaçınılmaz.
AB ve ABD, çıktıkları refah düzeyinden aşağı doğru inmekteler.. Bu, “kapitalizmin eşit olmayan gelişmesi” yasasınca, kaçınılmazdır. Doğu, Batı’yı dengeleyecek ve sonunda geçecektir..
Yaşadığımız krizin bir nedeni de budur.
Öte yandan, ABD, 2000-2010 arası saavaş / savunma harcamalarını, 300 milyar dolardan (2001:304), kesintisiz arttırarak 800 milyar dolara yakınlaştırdı. 2011 bütçesi 730 milyar dolardır. ABD ayrıca, “savaş”ını da özelleştirmekte ve şirketlere devretmektedir! ABD ekonomisi savaş sanayinin boyunduruğu altındadır. Obama. muhafazakların esiri olmuştur. Şimdi iktidarını tamamen onlara devretme hazırlığı içinde!
ABD krizi bir savaşla mı çözecek tartışmaları yapılıyor.
Demek istediğim, Türkiye, çok yönlü zorlukların içine yuvarlanıyor...
***
Biz, demokrasi, insan hak ve özgürlüklerini mi tartışıyorduk?
--18 Ekim 2011 / Bilim ve Siyaset –Cumhuriyet

17 Ekim 2011 Pazartesi

Çıkmayan Can.. Akademi Meselesi


İbni Sina der ki:Bilim ve sanat, takdir edilmediği yerden göç eder.” Bu sözü, Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastahanesi önündeki heykelinde de yazılıdır.
Konu, Türkiye Bilimler Akademisi’nin kapatılması ve yerine iktidarın denetiminde ve atamasında yeni bir akademi’nin kurulması. Bu konu üzerinde titriyorum, çünkü, Akademi ve bilim, bu ülke ve geleceği ile ilgili.
İktidar, Akademi’nin yasasını Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirdi; üyelerinin üçte ikisini hükümetin ve emrindeki YÖK’ün atamasını kararlaştırdı. Pratikte, Akademi hükümete bağımlı bir akademiye dönüştürüldü.
Eğer 4 Kasıma kadar hükümet Kanun Hükmünde Kararname’de bir değişiklik yapmazsa, değişiklik yasalaşıyor.. O zaman hükümet de YÖK de Akademi’yi bitirmek için bütün hazırlıklarını yaptılar ve atamaları gerçekleştiriyorlar demektir.
Akademi’den bir heyet Cumhurbaşkanı Gül ile görüştü. Cumhurbaşkanı, durumu yeniden görüşelim anlamına gelecek net olmayan tebessümlü yanıtlar vermiş anladığım kadar. İlgili Bakan Nihat Ergün ve Başbakan Erdoğan ile konuyu görüştü mü bilmiyoruz.
Ama süre doluyor.
***
Akademi yönetimi, durum netleşinceye kadar istifayı dondurdu. TÜBA Başkanı, ünlü beyin cerrahı Yücel Kanpolat, “biz doktorlar için, çıkmayan candan umut kesilmez..” cümlesiyle, durumlarını anlattı.
Peki yasa değişmezse?
Önemli bir çoğunluk kesin istifa edecek. Yeni ve özgür bir Bilimler Akademisi’nin kurulması için çalışmaların sürdürüldüğünü biliyorum.
150 kadar üye arasında 20 kadar üye istifa etmez, kalır, diyor, bir Akademi üyesi dostum. Onları “tuzu kurular” olarak nitelendiriyor, “akademi siyasi iktidarın emrine girmiş, girmemiş umurlarında olmayabilir. Belki kendilerine yönetim mevkileri de açılır, beklentisinde olabilirler...”
Akademi’nin hükümetle bir uzlaşı arayışı var. Akademi’nin yasa taslağında bazı değişiklikler yapılarak, hükümetin açıkladığı KHK’yi yürürlükten kaldırması ve yeni bir yasa üzerinde uzlaşma yapması beklentisi var.
Uzlaşı taslağını görmedim, belki bir bilim insanı gönderir de öğreniriz; ama bugünkü yönetimin üzerinde en fazla titrediği konu, üye seçme iradesinin sadece ve sadece Akademi yönetiminde olması.
Umarım, uzlaşı taslağında, bu iradeyi bile anlamsız kılacak öneriler yoktur!
***
Cumhurbaşkanı, Bakan ve Başbakan, Akademi’yi kendi doğası içinde bırakmanın ve desteklemenin önemini görmeliler. Akademi, tamamen kendi bilimsel ölçütleriyle hareket etmelidir.
Şüphesiz Akademi’ye öneriler yapılabilir, örneğin ben eleştiriyorum: Akademi üyelerinin ortalama başarımından çok daha sayısal ve niteliksel başarıya ulaşmış bilim insanları varsa, onları dışarıya bırakmamalısınız! Adalet duygusu yara alır ve siz de eleştiri alırsınız.. Burası Türkiye kardeşim!
Biliyorsunuz, dünya akademileri de ayağı kalktı. Açıklamalar, protestolar.. yanlıştan dönülmesi çağrıları.. Akademilerin dünyada 400 yılı aşan bir tarihi vardır. Geleneksel olarak iktidardan bağımsız, özerk yapılara sahiptirler. Dünyanın sayılı bilim akademileri ve Science ve Nature gibi bilim dergileri, Türkiye’deki olaya bu nedenle de büyük bir ciddiyetle eğildiler.
***
Türkiye’de bizim bilim insanları da bir sınav arefesinde.
Bazı istifa etmeyecekler diyor ki “kardeşim devletten para gelmezse Akademi yürümez.. Durumu kabullenelim!”
Yürür! Yürümeli! O zaman şapkanı al git kardeşim!
150 kadar üyeden en az 100 kişi istifa edip yeni Akademi için 5000’er lira koysalar, 500 bin lira eder! Hepsi bu özveriyi gösterebilir ve tarihsel bir sürece imza atan kahramanlar olurlar... Bir kaç ay içinde alacakları destekle bir kaç milyon liraya ulaşırlar.
Hiç kuşkunuz olmasın, birisi de çıkar evini bağışlar size!
Ama ilk taşı sizler koyacaksınız, millet görecek, bunlar ne kadar ciddi! 
Öyle armut piş ağzıma düş, yok...
Hükümetin kucağında ölü bir akademi bırakacaksınız: Siyasetin resmi uyduruk akademisi! Dünya akademileri ile sizler ilişki kuracaksınız! Bir dizi projenize Akademilerden destek bulacaksınız.
Gelişmeyi büyük bir merakla ve ilgiyle izliyoruz!
--17 Ekim 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

16 Ekim 2011 Pazar

Şu Türk Medyası ve İran-Karayılan; Bakan, Sanki Ergenekon Sanığı!


Şu Türk medyası ve bazı yazarları varya..  Ne desem bilemiyorum.. Hem Suriye ile hem İran’la savaş çıkartmak için tam bir sıçrama tahtası.. Şimdi gündeme Karayılan ve İran’ı oturttular...
Vaayyy, İran Karayılan’ı yakalamış da serbest bırakmış.. nasıl serbest bırakırmış..
Bu haberi ilk veren TRT! Müdürü, “riskli bir haberdi, verdik, ama yavaş yavaş doğru çıkıyor..” demiş.
Haber doğru mu yanlış bilemem, En son gördüğüm “belge” şu: Efendim Karayılan 14 gün ortada hiç görülmemiş, yakalanma olayı da işte bu arada olmuş..
Nasıl beğendeniz mi “belge”yi! Şimdi, iktidarın bu ekibinden İran için de olaya ilişkin bir belge damgalayıp medyaya sızdırmalarını bekliyorum. Uzun zamandır “belge” yayınlamamış maşalar boşta duruyor!
***
Demek istediğim şu: Yahu, Karayılan nerede? Kandil ve çevresinde.. Kandil nerede? Irak Kürdistan’ında.. Irak Kürdistan’ı nerede? Barzani’lerin ve Karayılan’ların kontrolünde. Başka kimin kontrolünde? ABD’nin... Kandil ile İran’ın bir ilşkisi var mı? Doğrudan yok, Dağın İran tarafına bakan yanı var.
Bizimkilerin senaryosu şu: “İran Irak’taki Kandil dağına girdi.. Karayılan ve arkadaşlarını yakaladı..” Eeee.. “sonra bize teslim etmedi ve serbest bıraktı, ki Türkiye’nin başına bela olsun diye..”
Elin eliyle gerdeğe girmeye alışmış tepedekiler.. ABD Öcalan’ı yakalayıp verdi ya.. İran da Karayılan’ı yakalayıp vermeli!..
İrak ve Kürdistan kim? Türkiye’nin dostu, büyük işbirliği içinde. Ekonomik yatırımlar, siyasi işbirlikleri gırla.. Kuzey Irak’ı kontrol eden ABD da bir numaralı müttefik, Orta Doğu’da işbirliği yaptığın, durmadan koynuna girdiği devlet..
Kandil ve hepsi orada.. Ve sen de buradasın! Koskoca ordun var, her türlü iş çevirme yeteneğinde MİT’in ve polis içinde örgütlü güçlerin..
Üstelik İran’ı düşman kabul etmişsin, Füze Kalkan’ın ile İran’ı hedef almış!!!
Yedi düvel halindesin ve Karayılan ve PKK’ya dokunamıyorsun.. İran yakalayıp size verecek!
Arzuların ve siyasetin utanmaz bataklığı varsa, işte budur..
Hayır, maksat başka.. Amerikan istihbaratı –bizimkilerle işbirliği halinde– yayıyor haberi. Doğru olup olmaması önemli değil. Önemli olan, böyle bir fırsatla Türkiye kamuoyunu İran’a düşman etmek!
Bunu yapanlar da üstelik, bizim İslamcılar! Düne kadar İran diyerek yatıp kalkanlar.. Türkiye tam İslam Alemina karşı, batılı emperyalistlerin koç başısı, içlerine soktuğu Truva atı rolünde!
Acaba bu yüzkızartıcı durumdan rahatsız olacak bir gram vicdanları da mı kalmadı!
***
Olayın başka bir cephesi de şu: Diyelim ki Karayılan’ın yakaladın.. İktidar ve hempaları sanıyor ki, böylece PKK’yı ve Kürt ayrılıkçılığını bitirecek..
Öcalan’ı teslim aldınız.. Neyi bitirdiniz? Üstelik, Öcalan İmralı’dayken, Kürt hareketi daha derlenip toparlandı, dal budak saldı ve Kürt bölgesinde özerk yönetimi bence fiilen hayata geçirmeye başladı!
Prof. Köni, SkyTürk programında dedi ki, artık Kürt hareketi, başka liderlerini hemen oluşturacak bir düzeye geldi. Karayılan yakalansa, hiç bir şey olmaz.. Katılıyorum.

Atalay, Yoksa Ergenekon Sanığı mı?

Deniz Feneri baskınının sanıklara makamından ihbar verildiği ortaya çıkan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay dedi ki:
Masum insanları suçlu ilan etmek, onur ve haysiyetleri ile oynamak hem suçtur hem ahlak yoksunluğudur. Gizli olan soruşturma dosyasindan bilgiler aktarmak, sızdırılan bilgileri henüz doğruluğu bilinmeden ve avukatlarin dahi bilgisi olmadan kamuoyuyla paylaşmak hukuk ihlalidir. Bu hassasiyetleri gözetmek hukuka saygılı, vicdan taşiyan herkesin görevidir.
Yoksa Atalay Ergenekon sanığı olmuş da haberimiz mi yok? Malum Ergenekon, Balyoz, Odatv’de yargılanan bütün sanıkların yıllardır dile getirdikleri budur.
Atalay’ın bu davalar ve kişiler üzerine yıllardır yaşanan hukuk rezillikleri konusunda tek laf ettiğini duymadık ta!
Şimdi onlar için bir empati sözü bekliyoruz, kendilerinden..
--16 Ekim 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet