Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

DUVAR YAZILARI ARŞİVİ





SORUN, HÜKÜMETLERDE DEĞİL, HALKTA
Televizyonda deprem haberleri. Spiker, Erciş’ten haber veriyor; ciddi, heyecanlı; yalnız sözleri kocaman başlayıp küçük bitiyor. Halk sızlanıyor, ama acısını anlatmaktan aciz. Ne sorarsan ona yanıt veriyor. Sormasalar derdi yok sanırsın. Adamcağız yedi katlı bir yapı sandviçinin yanında gece gündüz bekliyor. Aileden 5-6 kişi o yıkıntının altında; ‘Allah büyüktür!’ bakarsın sağ çıkarlar. İlk yirmi beş saniyede 28 daireli apartman sandviç; üç gün sonra yapı dışında bekleyen vatandaş Allah’ın lütfunu bekliyor. O zaman kurtarma ekibinin ne işi var? Haberci heyecanlı. Binlerce kurtarma çalışanı Van’da. Ben yedi katlı sandviçin üç gündür değiştiğini görmedim. (Doğan Kuban, CBT Sayı 1293)

HAKTAN YANA
Hopa davasından sonunda tahliye olan mücadeleci öğrencilerden birinin annesinin, televizyonda gülerek söyledikleri, yüreğimden tonlarca yükü kaldırdı ve gelecek için umut verdi: “Haktan ve halktan yana bir oğlum olduğu için sevinçliyim..” Bu söz beni 70’li yıllara götürdü.. Ben de tutuklanınca, anneciğim, kendini hiç tanımadığı ve üstüne üstlük hiç de anlamadığı bambaşka bir dünyada bulmuş, Ankara’da serbest bırakılmamız için kurulan anneler çadırında yerini almıştı! Ankara’da mahkeme önündeki gösteride taşınan pankartlardan birinde yazılan “Adliye sarayları büyüdükçe, küçülen adalet”, durumu özetliyor. Baskı ters tepecektir!

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK, YALAN OLABİLİR
19. yüzyılda termodinamiğin ikinci yasası olan entropi kavramı kanıtlanana kadar, insanların sonsuz gelişmeye inançları tamdı. Bugün dünyanın sonunun geleceğini biliyoruz. Fakat yaşamın sürdürülebilir olması koşullarını fazla bilmiyoruz. Politikacıların ağzında ve Medyada dile getirilen ekonomik gelişmeler Türkiye’nin geleceğini garantilemiyor. Çünkü dünyanın geleceği ticarete ya da iyi taşeronluk yapmaya değil, enerji üretimine, tarımsal üretime, iklimsel değişmelere karşı hazırlanan alt yapıya bağlı.
Fukuşima felaketinden sonra Almanya’nın, 2023 yılına kadar atom santrallerini kapatma kararı anıtsal bir politik karardır. Türkiye’nin geri kalmışlığı hala alternatif doğal enerji kullanımı için hiçbir atılım yapmamasından bellidir. (Doğan Kuban, CBT 1275’teki yazısından)


YARGI ASOSYAL BİR CEMAAT?
Yargıç Faruk Özsu: “yargı, taşranın kültürel kodlarına hapsolmuş, güce tapan, toplum ve birey düşmanı, antientelektüel, ahlakçı, asosyal bir cemaattir. Yargının asıl problemi, ilkel bir yargı kültürüne sahip olmasıdır” (Radikal2, 25.9.2011).

“DİRENEN ÜNİVERSİTE!”
 “Bu mottoyla 2012 yılı rektör aday adayları seçiminde adaylığımı duyuruyorum. 2012’de otuza yakın kamu üniversitesinde rektör aday adayları seçilecek... Direnen üniversite’nin adayları:
* Çoğunluk oyunu almazlarsa, verilecek görevi kabul etmeyecek. Üniversitede Hukuk Devleti, hukukun üstünlüğü ve Demokrasi ilkelerinin tüm gereklerini ödünsüz talep edecekler ve yerine getirecekler.
* Bilimin “Hakikat” değerini ve “Üniversite Onuru”nu her şeyin üstünde tutacak. Üniversiteleri her gün yeniden özgür doğacak!
* “Tüm insanlar özgür, haklarda ve onurda eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler. Birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdır” ilkesi onların amentüsü olacak. “İnsana onur, ulusa egemenlik!” gereğince sevgili Atatürk’ün gerçek öğrencisi olacaklar.
Direnmek, insanın olduğu gibi üniversitenin de en temel hakkıdır. Bu hakkı tanımadan, hiçbir hakkı tanıyamazsınız. Bu hakkı savunmadan, hiçbir hakkınızı savunamazsınız. Düşünmektir ilk önce, direnmek. Üniversite’ye “düşünen üniversite” de diyebiliriz bu yüzden. Üniversitede “İnsan” olmak ve “insan”ca bir üniversite olmak için, direnin karanlığa düşüncenizle, eyleminizle!” (Hukuk Prof. Hayrettin Ökçesiz, Akdeniz Üniversitesi, CBT sayı 1282’deki yazısından)

MUTLULUK ÖLÇEĞİ PARA OLUNCA
Çağdaş dünyada paranın insanların başını döndüren sosyal statüsü sayısız yanlış kavramları ve olanaksız amaçları içeriyor. Mutluluk yerine zenginliği ve zenginliğe bağlı olan gücü koyduğu için, çoğunluğun zengin olmadığı ve olamayacağı bir dünyada, umutsuz, amacına ulaşamamış, aç gözlü bir insanlık yaşıyor.
Gerçekten acınacak kadar dengesiz ve tehlike dolu bir dünyada yaşadığımızı anlamak için her sabah gazeteler bakmak yeter. Bütün ülkelerin insanları kanlı, acımasız, kaypak bir kavga meydanında yaşıyorlar. Kavga söz olarak da var, eylem olarak da var. Bu acıklı kargaşanın etrafındaki yalan dumanı ise boğucu. İnsanlık tarihindeki hiçbir saygıdeğer felsefi ve dini öğreti zengin insanlardan oluşan bir toplumdan iyi diye söz etmiyor. Yani bu dünyaya sözle ve sopa ile nizam veren patron ülkelerin kapitalist söylemi.
İnsanlık tarihinin zengin zorbaların idaresinde fakir, kul-köle, emekçi, esir insanlarla dolu, acılı, tanrıları ve azizleri çarmıha gerilmiş bir geçmişi var. Başkalarını öldürmenin kahramanlık, şövalyelik, Alplik olduğunu öğrettiler. Büyük hükümdarlar Hıristiyan, Müslüman, Çinli hepsi şanlı komutanlar. Hep çok öldürenler sınıfında... (Doğan Kuban’ın yazısından, CBT 1280)

DÜŞÜNSEL SIÇRAMA İHTİYACI!
Her sorunun karmaşıklık düzeyi, o düzeyle uyumlu düşünme araçlarını gerektirir. Şifresi unutulmuş bir çantayı açma sorunu için kullanılabilecek araçlarla, şifresi unutulmuş bir bilgisayarı açma araçlarının sofistikasyon düzeyi aynı olmayacaktır. (Tınaz Titiz, CBT Sayı 1275’deki yazısından)

CURCUNA
Hiç ağzını açıp bir şey tartışmadığı için eleştirinin ne olduğunu hiç öğrenmemiş, ya da unutmuş olanlar var. Hiçbir eleştiri kabul etmediği için her yaptığı yanlış olanlar var. Kuşkusuz her yaptığı yanlış olduğu için eleştiri kabul etmeyenler de var. Türk toplumunun temel sorunu, eleştiri yapmamaktan öte, özeleştiri yapmamak. Kendi düşündüğünü, söylediğini ve yaptığını, beğenilen ve başarılan bir iş bile olsa, bir zaman sonra, yeniden ele alıp ‘acaba başka türlü yapsaydım, daha iyi olur muydu?’ diyen insanlar yaşıyor mu içimizde? (Doğan Kuban, CBT sayı 1273, Curcuna yazısından)

Gençler “En Çok şeyi” ana-babadan Öğreniyor!!!
İstanbul Kültür Üniversitesi’nin 15-30 yaş arası gençler arasında bilimsel yöntemlerle gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre, gençlerin “Hayata atılırken en çok şeyi nereden öğrendiniz?” sorusuna verdiği yanıtlar ilginç ve tartışma yaratacak nitelikte: Yüzde 67,8’i ailesinden öğrenmiş. Gençler ana bilgileri ailelerinden alıyorlarsa eğer ve öğretmenin payı en altlardaysa, çocukları geleceğe hazırlamakta Türkiye’nin büyük sorunları var demektir. Ana-babadan temel bilgileri alsa bile, bunların önemli bir kısmının geçmişe yönelik olduğu, epey tutucu nitelik taşıdığını ve geleceği kurmaktan yetersiz kalacağı gerçeğini unutmamalıyız. Burada iyimser bir yaklaşım, deneklerin “öğrendikleri şeyler” kavramından algıladıklarının çok farklı olmasıdır.. (CBT Sayı 1276, 2 Eylül 2011)

Cahil ve İşsiz Kadınlar Karanlık Bir Ülke Geleceğinin Habercileridir
Bugünün dünyasında geri kalmış toplumlarda kadın sorunu toplumsal açlık, cahillik ve dünyaya köle olma sorununun bileşenleridir.... Eğer aslan, ayı ve maymun toplumları dişilerini evlerine hapsedip onların geçimlerini erkeklerin yaptıkları avlarla sağlamaya çalışsalardı, yaşayamazlardı. Türkiye’de milyonlarca aile sadece erkeklerin kazandıkları para ile yaşamaya çalışsa aç kalır. Kaldı ki kadının evde bir şeyler üreteceği öngörülse bile bugün evde üretilenin, kültürel değeri önemli bile olsa, ekonomik değeri önemsizdir. (Doğan Kuban, CBT, 1270’deki yazısından)

Bireyin kişiliğinin korunmasında insan hakları ve toplum düzeni
“Kadınların ve çocukların yaşam ve sağlıklarına önlenemeyen saldırılar”; “işsizlik ve yoksulluk”; “toplumda giderek yaygınlaşan bireysel ve sosyal korkunun yarattığı suskunluk”, “hakkını alamayan ya da neye alamadığını anlamayanların açık ve örtülü çığlıkları”; “düşünceleri açıklayanların, düzeni eleştirenlerin göz atlana alınmaları ve tutuklanmaları”; “ucu açık yargılamalar”; “siyasetin güdümüne girdiği görünümü veren bağımsız ve yansız yargı söylemleri” yeterli çarpıcı birkaç örnek değil mi? (Çetin Aşçıoğlu, Yargıtay Onursal Üyesi, CBT sayı 1259’daki yazısından)

BOZKURT GÜVENÇ POLİGAMİ VE MONOGAMİ TARTIŞMASINDA
Poligami ve monogami, evlilik ve aile türleri olarak, doğal değil, geniş ve çekirdek tipleri bulunan sosyal-kültürel olgular ve kurumlardır. Ana-baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile tipinin zaman-mekândaki yaygınlığı ve sürekliliği, toplu hayata ve kültüre en iyi uyum sağlayan aile biçimi olarak yorumlanmıştır (Murduck ve Gough 1960’lar). Aile kurumunun temel işlevleri: cinsel doyum, üreme/çoğalma, bebek eğitimi, cinsel işbölümü ve psikolojik (grup) dayanışmasıdır. Birbirinden bağımsız olmayan bu işlevlerden yalnız cinsel ilişkiyi çok ve tekeşlilik açısından inceleyip eleştirmek mümkündür, ama yeterli midir? Aynı yaklaşımla homo sapiens (insan) türünün cinsel davranış, eğilim veya tercihlerini kendisine en yakın şempanzelerle karşılaştırmak da kuşkusuz mümkündür, ama acaba ne kadar gerekli ya da doğrudur? Canlıların ortak özelliği çoğalmak ve türünü sürdürmek güdüsüdür. Zayıflar elenecek, güçlüler kalacak; tekler ölecek, türler yaşayacaktır. Hayvanlar âleminde bunu sağlayan cinsel ilişki güdüsüdür. Doğa’nın ahlaki bir sınırlaması ya da kısıtlaması görünmüyor. Ahlaki sınır ve kısıtlar, insanın evrim tarihinin (filojenisinin) yarattığı kültür varlığı ile başlıyor. Neden / nasıl? sorularının yanıtını arayanlar, insan türünü öteki primatlardan ayıran şu özgünlükleri buldular.. (Bozkurt Güvenç, CBT sayı 1268, 7 Temmuz 2011)

GERÇEĞİ GÖRMEKTE NEDEN ZORLANIYORUZ?
Acaba günde ortalama beş saat televizyon seyreden Türk halkı, resim yapmanın 1000 yıldan bu yana İslam dünyasında şer’an caiz olmadığını, en azından kuşkulu bir uğraş olduğunu biliyor mu?... Biz Osmanlı sultanlarını, eşlerini, sadrazamlarını ne fizyonomileriyle ne biyografileriyle tanıyoruz. Neden Osmanlılar biyografi yazmamışlardı? Belki kulu oldukları sultana ilişkin bir değerlendirmede bulunmak ya da değerlendirmede bulundukları intibaı vermeğe cesaret edemiyorlardı. Bu nedenle biz yüzyıllarca imparatorluğu idare edenlerin, değil psikolojik kişilikleri konusunda, davranışları hatta fizyonomileri üzerinde de doğru dürüst bir bilgi sahibi olmadık... Biyografi yazmağa Mustafa Kemal döneminde başladık.. (Doğan Kuban, CBT Sayı 1259’daki yazısından)

10 BİN YILLIK HOMO CİVİCUS SÜRECİ
Bedenimiz uygarlaşma süreci boyunca tepeden tırnağa değişti.. Günümüzün batılı yaşam biçemi yalnızca bel çevremizi değiştirmekle kalmayıp, boy, kaslar, kemikler, kan damarları ve hormonlarda da değişimlere neden oluyor. Bu değişimlerin bir bölümü genetik kökenli olsa da, ötekilerin yaşamlarımız boyunca biçimlendirilen ve bir Taş Devri ortamına dönülmesi durumunda yok olup gidecek geçici değişimler oldukları düşünülüyor. Bu farklılıkların en bilineni, batılıların bol kalorili yiyecekler ve daha hareketsiz bir yaşam nedeniyle giderek şişmanladıklarıdır. Kassızlaşma ve kemiklerin direncinde ortalama %15’lik bir düşüş.. Kökenleri çok daha gizemli başka fiziksel değişimler de var. Görünüşe bakılırsa, zaman içinde kollarımıza orta atardamar eklendi. Parmak izimiz bile zaman içinde değişime uğradı. (CBT 1257, New Scientist, 19 Mart 2011)

VE BRUNO’YU YAKTILAR
İktidarların aydınlardan hep korktuğunu ve onları daima kontrol altında tutulması gerekli tehlikeli maddeler gibi gördüklerini biliyoruz. Ama doğrusu hayatım boyunca aydınlara, gazetecilere, Üniversitelere yapılanların bu günkü kadar normal sayıldığını, tutuklamaların böylesine kolayca yapılabildiğini 80 yıllık ömrümde görmedim... Gazeteciler tutuklanırken başka gazeteciler ortaya çıkıyor ve tutuklamaları haklı gösterebiliyor.. “Polis Devletine” gidiyoruz.   (Prof. Ayhan Ulubelen’in “Ve Bruno’yu yaktılar” yazısından,  CBT sayı 1257)

PORNO SİTELERİ VE SAYISIZ FAYDALARI HAKKINDA
Her gün televizyonda gördüğümüz vurdulu kırdılı, şiddeti öven filmler porno filmlerinden çok, ama çok daha zararlıdırlar ve bu filmlerin, içinde yaşadığımız terör yüzyılının şekillenmesinde büyük rolü vardır. Pornonun mesajı barışçıldır ve nihayet sevişmeyi ve çiftleşmeyi, yani ekseri insanın er veya geç yaptığı ve mutlu sonuçları olan bir hareketi resmeder. Pornoyu yasaklamaya kalkan ilkel kafa, şiddet içeren filmleri tezgâhlamakla kalmıyor, bütün dünyada muhtelif isimler altında şiddeti körüklüyor. Geçenlerde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Beyefendi demişler ki, TÜSİAD ve Boyner iktidara gelseler pornoyu bile serbest bırakırlar. Muhakkak doğrudur, zira TÜSİAD mensuplarının ekserisi, ve küçüklüğümden beri yakından tanıdığım Boyner ailesi uygarlıktan nasibini almış kişilerden oluşur. Ailelerinde adam boğazlayan kimse yoktur. Bülent Bey de bir-iki porno filmine gitse de konuştuğu konuda önce bir fikir sahibi oluverse. (Celal Şengör’ün yazısından, CBT sayı 1264)

İKİSİ DE AYNI GEZEGENİN İNSANLARI!
Bilim artık kadınların Venüs’ten erkeklerin Mars’tan gelmiş olduğu iddiasını reddediyor. Cinsiyetler arasındaki biyolojik ve zihinsel farklılıklar konusundaki son bulgulara göre, kadın ve erkek arasındaki farklılıkların düşünüldüğü kadar belirgin değil. Dişiliğe hazırlayan” ve “erkekliğe hazırlayan” genler var ve cinsel farklılıklar bu genler arasındaki hassas dengeye bağlı olarak belirleniyor. Cinsiyetin tayini sanılıdğı gibi doğumda tamamlanmıyor. Kadın ve erkek arasındaki farklılıkların şekillenmesinde genler, çevre ile birlikte önemli roller üstleniyorlar. Bunun da izleri en çok beyinde görülüyor. Beynin biçimlenmesi yaşam boyu devam eden bir süreç. Şimdi pek çok insan, çocuk beyninin cinsel açıdan şekillenmesinde çok kritik dönemlerin yaşandığının farkında. Hangi insan davranışlarının cinsiyet farklılıklarını daha iyi yansıttığını gösteren tabloda özelliklerin sıralanmasında şu kuralın geçerli: Doğrudan üreme ile ilgili davranışlardan uzaklaştıkça, cinsiyet farklılığı önemini yitiriyor...Kadın ve erkek arasındaki farklılıkların boy farkının yarısı olduğu alanların başında, saldırganlık, empati, iddiacılık ve algılama yetenekleri geliyor. Listenin iyice alt kısımlarında yer alan sözel akıcılık ve matematiksel kavramlarda, cinsler arasındaki farklılık sanılandan çok küçük; hatta hiç fark yok bile denilebilir. Listenin dibindeki, eskiden genellikle cinsiyet ile ilişkilendirilen özelliklerde –, bilgisayar kullanımı, sözel yetenek ve liderlik potansiyeli vb.- ise uygulamada kadın ve erkek arasında en ufak bir fark görülmüyor. (CBT Sayı 1254’ten)

BIRI YER BIRI BAKAR, KIYAMET BUNDAN KOPAR Mı ?
Benim için ise, borsaların, borçlanmanın, enflasyonun gelecek aylarda ne olacağından çok, ekonominin uzun sürede nereye doğru gittiği daha önemli. Türkiye, uzun sürede, ülke olarak nasıl olsa zenginleşecek, fakat yoksulluğu azaltabilen, mutlu hukuk düzeni ve sosyal adalet içinde yaşıyan bir yer olabilecek mi? Yani adam olabilecek miyiz? Demokrasi kelimesinin artık bir çok ülke için anlamını tamamiyle yitirmiş bir kavram olduğunu düşünüyorum. Dört yılda bir seçim olması ve ülkeyi yönetenlerin değiştirilme olanağı elbette ki ülkelerin başında çöreklenmiş krallıklardan, şeyhliklerden, diktatörlüklerden iyi, fakat gerçek anlamlı demokrasi için bu yeterli değil. Ama bu gün egemen olan Vahşi Kapitalist Demokrasi sistemini, mümkün olduğu kadar torpüleyerek, toplumsal güvenceler koyarak, Sosyal Demokrasiye döndürmek, yani paranın siyasi kararlar üzerindeki etkisini azaltmak. (Oktay Yenal’ın yazısından, CBT 1257)

SADAKAT VE YARDIMLAŞMA ÜZERİNE
“Bilirsiniz günlük yaşamda eşler sadakat ister, aslında istenen kendine değil Japonya’da olduğu gibi insana sadakattir, insana sadakati gelişmemiş bir vahşinin yanında kırk yıl uyunmaz çünkü.... İki yüz bin yıl önce insan üç beş yüz kişiyle güney Afrika’nın doğusundaki mağaralara sıkışmış ve her yer buz kesmişken içten bir sadakat ve olağanüstü yardımlaşmayla ayakta kalmıştı; o günler denizden gelen balığı yemeyip topluluğuyla paylaşan genç adam, binlerce yıl sonra milyarlarca çocuğun doğmasına neden olmuştu.
Bugün de öyle, Japonya’da paylaşılmış bir tas çorba, esirgenmeyen sıcak bir gülüş, milyonlarca insana sadakatle santral soğutmak için radyasyonun göbeğine inmek, bugünkü darboğazı aşıp binlerce yıl sonra evrenin derinliğindeki kolonilerde yüzen milyarlarca insanın doğuşuna neden olabilir. En dibe indiğinizde geride sadece yardımlaşma kalır, o oldukça hangi vahşilikten ne süreyle geçerse geçsin soy tükenmiyor, insan eti ağır, kolay yok olmuyor.” (T.Ceylan, Sendai’den Mektup Var’dan, CBT Sayı 1254)

İNSAN BEYNİ, İNCE AYRINTILARLA ÖĞRENİYOR
Soru: Uzmanlar daha fazla bilgi mi toplayıp, işliyor, yoksa bilgileri daha iyi mi işliyorlar? Yanıt: Bir alanda uzmanlaşma daha fazla bilgiyle değil, ayrıntıları ayırt edebilme yetisiyle elde ediliyor. (Berlin Charité Üniversitesi, Magdeburg Otto-von-Guericke Üniversitesi) Şarap uzmanları ilk yudumda bir üzümün özelliklerini nasıl tanıyor? Sanatçılar en ufak renk farkını bile nasıl görüyor? Ve görme engelliler belli belirsiz yüzey yapılarını nasıl hissedebiliyor? Uzun bir süre belli başlı insanların akıllarında daha fazla bilgi tutabildiklerini sanıyorduk, ama artık biliyoruz ki önemli olan bilgiyi işleme, diyor Johannes Faber. (CBT, 1261’den..)

BIRAZ SERVET DÜŞMANI OLSAK MI?
Biri zenginlerin lüks harcamalarından söz edince, cevabımız hazır: “Sen galiba servet düşmanısın!” Ve hemen ekliyoruz: “Sen komunist misin yoksa?’ Bir yanda aç çocuklar ölürken, yoksul nüfusun bile televizyon ekranlarını süsliyen zengin kimselerin, pahalı kürkler içindeki yaşamlarını, bjr milyarderin oğlunun düğününü yoksul kitlelerin seyretmelerinin ne anlama geldiğini hiç aklınıza getirdiniz mi? En ilerici dinlerin bile esasda feodal ya da kapitalist düşüncelerin eseri olduğunu, acaba milyoner ve milyarderler servetlerinin ne kadarını yoksulların yaşam koşullarını iyileştirmeğe harcadıkların niç düşündünüz mü? Batı’nın üç yüz yıl sürmüş olan üstünlüğü sona ermek üzere iken, bunu fırsat bilerek bir şeyler yapılamaz mi? Bizim gibi az gelişmiş ülkelerde, kapitalizmi bir az daha törpüleyip, gelir dağılımındaki aşırı uçları biraz kısamaz mıyız? 
Diyelim ki Türkiye gibi bir ülkede iki parti seçime giriyor. Biri dese ki: Zenginliğe sınır koyulacak; Eğitim tümüyle bedava olacak; Sağlık hizmetleri tümüyle bedava olarak temin edilecek; Her aileye açlık üstünde asgari geçim düzeyi sağlanacak.. Şüphem şu: Hepimiz o kadar kapitalist sistem koşullarına şartlanmış bulunuyoruz ki bu bilinç durumumuz, kendi çıkarımıza aykırı bir düzene oy vermemize dahi neden olabilir. Öyleyse halkımızın bu konularda bilinçlenmesi gerek.
Bütün halk oyu kurumlarının bu konuda seferber olması gerekiyor. Medyanın ve siyasi partilerin aç ölen çocukları ve lüks yaşam imajlarını devamlı karşılaştırması ve bunun vergi ve harcama siyasalarına yansıması, bu yönde yol alınmasına faydalı olabilir. Galiba demek istiyorum ki herbirimiz, bir parçacık büyük servet düşmanı olsak fena mı olur? (Oktay Yenal, CBT 1253’deki yazısından)

ARAPLAR NE İSTİYORLAR?
Batılı toplumlar Rönesans’ı, Fransız aydınlanmasını, sanayi devrimini yaratmış oldukları için sanat ve edebiyat, felsefe ve bilimin Batı kökenli gelişmesine inanıyorlar. Kendilerini uygarlığın temsilcisi olarak görüyorlar. Bugün için haksız sayılmazlar. 15. yüzyıldan bu yana kitap basıyorlar. Biz Çanakkale’nin nerede olduğunu bilmeyen ortaokul öğrencileri ve Libya’nın nerede olduğunu bilmeyen adamlarla hangi uygarlığın temsilcisiyiz? Kırkiki yıldır iktidarda oturan, petrol ihracatçısı Albay Muammer Kaddafi zamanında siz Libya’da bilim, sanat, felsefe alanında bir şey üretildiğini işittiniz mi? Peki Mısır’da ne olmuş? General Mübarek zamanında Mısır toplumu uygar düşünceler mi üretmiş? Dünya Mısır’ı bir piramitleriyle biliyor, bir de İsrail yenilgisi ile. Peki Suudi Arabistan toplumu hangi entelektüel yaratıları ile tanınıyor?
Pakistan, Endonezya, Yemen, Arap yarımadasının petrol şeyhleri, Sudan, Fas, Cezayir, Tunus hatta atom bombası yapıp İsrail’i bombalayacağını söyleyen İran’ı dünya kamuoyu ne zaman işitiyor? Bu ülkelerin adını ya yurtdışında yaşayan vatandaşlarının başarıları, ya da kendilerine muhalif olanların başlarına gelen belalarla, demokrasi düşmanlığı, en sonda da ülkelerinin başına gelen doğal ve insani felaketleriyle anımsıyoruz. İran atom bombası yapacak ama, El Harezmi ya da İbn-i Sina’yı artık yetiştirmiyor. Acaba o dehaların genleri hangi cehalet çukurunda birikmiş? YA TÜRKİYE? (Doğan Kuban, CBT sayı 1253’deki yazısından)
GELİŞMEMİŞLİKTEN KİM SORUMLU?
Nasıl oluyor da demiryolculuğa aşağı yukarı aynı tarihlerde başladığımız İspanya, bize yüksek hız treni ve teknolojisini satabiliyor? Havacılık sanayiine bizden sonra giren Brezilya, havacılık sanayii ve teknolojisinde niçin bizden çok ileride? Gerçekten, biz bu iki alandaki yarıştan niye çekildik? Terk ettiğimiz yarışların bu ikisiyle sınırlı değil... Biz 1956’da Atom Enerjisi Komisyonu Genel Sekreterliği’ni (TAEK) kurup nükleer bilim ve teknoloji alanlarında çalışmalar yapmak üzere 1962’de Çekmece Nükleer Araştırma Reaktörünü faaliyete geçirmemiş miydik?.. Demek ki, bu kritik bilim ve teknoloji alanlarına hâkim olmaya tam yarım asır önce karar verip harekete de geçmişiz. Bugün neyin peşindeyiz? Türkiye’de bir nükleer santral kurdurmanın... Bir yıl önce.. biz bu santrali ‘anahtar teslimi’ G. Kore’den alacaktık, olmadı... G. Koreliler nükleer alana ne zaman girdiler? 1959’da... Kore Atom Enerjisi Araştırma Enstitüsü’nü (KAERI) kurarak... Ama onlar kurmakla kalmadılar; bu enstitüyü niçin kurduklarını hiç unutmadan yollarına devam ettiler. 1995’te kendi teknolojilerine dayanarak ilk araştırma reaktörlerini (HANARO) tasarlayıp kurdular. 1996’da yine kendi teknolojilerine dayanarak geliştirdikleri, standart nükleer enerji santrali tasarımını ortaya koydular. 1997’de başladıkları 330 Megawatt’lık gelişmiş reaktör projesinde, kavramsal tasarımı 2002’de tamamladılar.. (Aykut Göker, CBT 1252’deki makalesinden..)

ÖZGÜRLÜK AŞKı BIR ZINDAN ÇIÇEĞIDIR
“Hurafeyi, iç ve dış kulluğu, köleliği, korkuyu, korkutmayı artık bir kenara bırakalım. Bunlarla bize hükmetmeye çalışanlara karşı içimizdeki özgürlüğün gücüyle bilgiyi işleyelim, eyleme dönüştürelim. Gücü bilgiyle kuralım, yalnız ve ancak böyle bir güçle yaşamın gereksinimlerini anlamaya, karşılamaya çalışalım. Gücün hizmetine bilgiyi değil, bilginin hizmetine gücü sokalım. Bunları söylerken Filozof Vehbi Hacıkadiroğlu’nu ne denli ansam azdır. Bilgiyle insan ve özgür olunacağını az mı söylemişti! Özgürlük aşkı bilgece bir aşktır. Zindanlarımızın çiçeğidir.” (Hayrettin Ökçesiz'in yazısından, CBT sayı 1253)

SÖZLER
Güvercinlerin ve taksi şoförlerinin hipokampüsleri büyük olur, birisi yiyeceğin, diğeri şehrin haritasını çizer beynine çünkü * Sıkıntı ergenliği erkene alır * Bir yazarın edebi gücü, bebekliğindeki fantastik materyali hafızaya kaydetme ve ileride geri çağırma yeteneğinden gelir * Bir insan kendini izlemezse asosyal kalır, kendini izlemeyi öğrenmek de bebekken anne tarafından izlenmekle başlar * İnsan alacakaranlık canlısıdır, şüpheci, fırsatçı, avcı... * Eksikliğini fark eden ayrı biri olmaya başlar * Toplum dağılırsa kelimelerin arkadaki anlamlarla bağı kalmıyor, "kötüyüm" diyene "ben de kötüyüm" diye cevap veriliyor, "neden kötüsün" denilmiyor * Kalp her attığında ölür, sonra bir daha canlanır; ölüm milyonlarca defa canlanmış kalbin bir kez daha canlanmamasıdır * Huzur sabitlikte, heyecan değişimde, mutluluk küçüklükte, büyüklük aşkta vardır * Suçluluk kişinin, yaptığı davranışların, etrafındaki olayların akışına ters olduğunu anlamasından, saldırganlıksa olayların akışını kendi davranışları istikametine çekme çabasından kaynaklanır * Yalanların çoğu değer kaybetmemek içindir * Yapıcı olmak için yansızlaşmak gerekir * Aşk, birinin ruhunun diğerinin yüreğine doğru hızlı metastazı ve hasta bedenin içe doğru yavaş infilakıdır. (Tahir M. Ceylan, CBT 1252’den)

TÜRKLERİN SİMBİYOTİK TARİHİ
Türkiye’de bugün Osmanlı hoşgörüsü yoktur. Fakat Osmanlı cehaleti yaşıyor. Bu da simbiyotik tarihin garip bir sonucudur. Osmanlı sisteminin mutlak sultan kulluğu ve devşirme sistemi, iki olumsuz davranışı, Türk toplumuna miras bırakmıştı. Birincisi iktidara geçenin halka kul gibi bakmasıdır; ikincisi devşirme kulun temel davranışının mümkün olduğu kadar çabuk zengin olmak, ve gününü gün etmek felsefesidir. Bu, fırsatçı ve epiküryen (olumsuz anlamda) bir tu. Avrupalıların kan içicilikleri Helenistik ve Roma çağlarından miras kalmış olmalı. Tacitus’un imparatorluk Roma’sının Yıllıkları adlı tarihinde sözü edilen Tiberius’un katliamları yanında bugünkü polis terörü zemzemle yıkanmış gibi kalır. Avrupalıların insan haklarına bugün, soyut da olsa, verdikleri değer, bu eski vahşetlere bir tepki olarak gelişmiş olmalı. (Doğan Kuban, CBT Sayı 1252’den)

KARŞI CİNSİN İLGİSİNİ NASIL ÇEKERSİNİZ?
Son yapılan araştırmalar, karşı cinsin ilgisini çekme konusunda bilimsel bulguları ortaya çıkartıyor: Kadın ve erkek farklı stratejiler benimsemeli, kadınlarda kırmızı giysi (tutkunluk, cazibe ve doğurganlık) ilgi çekiyor; Kırmızının  erkeği de arzulanır kıldığı ve statü göstergesi havası verdiği ileri sürülüyor; erkeğin başka kadınlarla ilişkileri olduğu izlenimini uyandırmaları, kadınlara rakibini alt etme heyecanını yaşatıyormuş.. (Kadın deneklerin %59’u bekâr olduğu söylenen erkeği, %90’ı, evli olduğunu düşündükleri erkeği seçmiş)
Erkek atalarımız, diğer erkeklerin ilgisini daha önce çekmiş olan kadınlardan uzak durmaya gayret ederlerdi: o kadınların başka erkeklerden hamile kalmış olma ve başkasının çocuğuna babalık etmek olasılığı... Araştırmada, flört etme “stillleri” de sıralanmış!.. Merak: her kesimde –sınıfsal,eğitsel durum– bu saptamaların geçerli olup olmadığı belirtilmemiş.. Ancak, bunların hepsinin ortalamaları ölçtüğünü de bilmekte yarar var.. New Scientist, 12 Şubat 2011’den derleme, CBT sayı 1250

KADıNLARıMıZı NIÇIN KORUYAMıYORUZ?
 “Son 7 yılda kadın cinayetleri % 1400 arttı. Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre Türkiye’de günde ortalama 5 kadın öldürülüyor.” 11.2.2011, Cumhuriyet. Son yıllarda ülkemizde dini eğilimler ve kadını daha çok kontrol etme eğilimleri devlet politikası haline geldi. Bu eğilimler, özdeşim düzeneği ile hemen halkın davranışına da yansıyor. Şiddet, insana ait özelliklerden biridir. Açık tehdit ve güç kullanımı ile birliktedir. Çevreyi kontrol etme ve hükmetme amacı taşır. Başta öldürme olmak üzere çevreye ve kendisine zararlı her türlü davranış bu gruba konulabilir. Ataerkil toplum ve erkek egemenliği, kadını kontrol etmeyi temel amaç olarak görmektedir. Tarih boyu süregelen eğitim ve çocuk yetiştirme biçimlerimiz kadınları ve kız çocuklarını sıkı biçimde denetleme ve kontrol etmeyi erdem sayıyor.. Önemli siyasi çalkantılar yaşayan ülkemizde baş örtüsü de bir özgürlük gibi sunulmakta. İnançları gereği baş örtüsü kullanma adı altında, kadınlar erkekler tarafından denetlenmekte, din adına kadın kontrol edilmeye çalışılmakta. Kadın cinsel nesne ise erkek de öyledir. Neden kadın örtünür de erkek örtünmez? Bunu kimse sormuyor.  (CBT 1250,Prof. Dr. Nevzat Yüksel’in yazısından)

NASIL BİR DEVLET?
Devlet’in Hobbes’ça sözü “protego, ergo obligo” (koruyorum, öyleyse yükümlü kılarım)”dır. Haraççılar da çarşıda pazarda esnafı korurlar kendilerince. Mafya filmlerinden de biliriz bu korumayı. Siyasal sistemde devlet ve din birbirlerini korur. Kime karşı? Önce başka devletlere ve dinlere, sonra da sırtına bindikleri mükelleflere karşı… Kendisini kendi başına koruyamayan halka birileri bu kurumların içerisinde tebelleş olur. Koro halinde söyledikleri söz budur: Protego, ergo obligo! İnsanların korkularından beslenirler. Önce yaratırlar bu korkuları. Korkmayandan korkarlar da, milleti korkutmak için yapmadıkları şeyi bırakmazlar. İşkence ve atom bombası bunun içindir. Cehennem bunun içindir. Tanrılar bile korkutsun isterler. Bırakmıyorsa, nasıl olmalı devlet? Tabii ki, hukuk devleti… (Hayrettin Ökçesiz’in yazısından, CBT sayı 1249)

OSMANLININ DÜNYA İMGESİ
Uygarlığın yaygın kanıtı, davranışlarda insan varlığına saygıysa, fiziksel çevrede estetik duyarlık, ve sanat yapıtı üretimidir. Bu ikisi pratikte paralel olmayabilir. Fakat estetik duyarlığı gelişmemiş bir toplum, vur, kır dışında hiçbir şeyi iyi yapamaz. Bernard Berenson: “Hiçbir insan yapıtı, eğer bizi insan olmaya daha çok yaklaştırmıyorsa ‘bir sanat’ yapıtı değildir.” der... Böyle bir dünyayı Osmanlı ile karşılaştırmak zordur. Çünkü Rönesans’ın görsel üretimi olağanüstü zengindir. Biz Rönesans’ı sadece ürettikleri düşünce ve mimaride değil, insanlarının fizyonomileri, kimlikleri, giysileri ve yarattıkları çevrenin bütün öğelerinin resimleriyle tanıyoruz.
Bunun ne kadar temel bir fark olduğunu bugüne kadar bu toplumun düşünürlerinin çoğunluğu anlayamadı. Bunların dinle ilgisi yok. Dini ideoloji aracı olarak kullanılmaları acıdır. Rönesans’ın en vurucu gösterisi resimdir. Yazıyla tanımlananla resimle tanımlanan dünyalar farklı boyutlardadır. Rönesans’ın insanlarını portreleriyle tanımak ne kadar heyecan verici bir şey. O resimlerde asıl insan gerçeği var. Michelangelo ya da Leonardo’nun portrelerini yazılı bir betimleme ile yapmak olanaksızdır. Biz tarihimizin büyüklerini fizyonomileriyle tanımayız. Biz Sinan’ı hiç tanımayacağız. Eğer İtalyan ressamlar olmasaydı Fatih’i de tanımayacaktık. Bu portreler tarihi kişilikleri dünyalarına yerleştirmek için akıl almaz araçlardır. Ne yazık ki Avrupa – Osmanlı karşılaştırması böyle bir görsel dengesizlikle başlar. (Doğan Kuban’ın yazısından, CBT 1248)

GEZEGENIMIZI KURTARMANıN ÜÇ ŞARTı
1-     Hala yüksekliği övünme konusu ve planlama hedefi yapılan büyüme ekonomisine derhal son verilmelidir. Hava, su ve toprak kirliliğini tehlikeli boyutlara ulaştırmadan büyümenin artık sonuna gelinmiştir.
2-     Ancak, dünyadaki nüfus artışı durdurulmadan, büyüme ekonomisine son verilemez. Çünkü aksi takdirde açlık, yoksulluk, hastalıklar ve cehalet bugünkünden daha da yüksek düzeylere çıkar. Bu nedenle yapılması gereken şey, dünya ölçeğinde, her çiftin en çok iki çocuk yapabilmesi kuralını getirmektir. Her çift en fazla iki çocuk sahibi olduğunda, dünya nüfusu artışını durduracak ve sonra da giderek küçük bir oranda azalmaya başlayacaktır.
3-     Silah üretimine ve lüks eşya üretimine derhal son verilmelidir. Bu alanlardaki üretimlere ayrılan kaynaklar, eğitim, sağlık, yoksulluğu azaltma ve çevre iyileştirme çalışmalarına ek fon olarak aktarılmalıdır. (Osman Bahadir’ın yazısından, CBT 1247)

ÜNİVERSİTELER KİMİN?
Öğrencilerin mi? Hocaların mı? Her ikisinin de mi? Devletin mi? Yatırımcıların mı? Ulusal/uluslararası şirketlerin mi? Siyasal iktidarların mı? Bağış ekonomisinin, sivil toplum kuruluşlarının öznelerinin mi? Değişim ekonomisinin, serbest piyasanın aktörlerinin mi? Toplumun mu? Kamunun mu? Aklını toplumsal ahlakın ilkelerine göre kullananların mı; yoksa aklını bilgiye dayalı olarak, kamusal bir biçimde kullananların mı?
Toplumsal ahlakın hemen her şeyin belirleyicisi olduğu, toplumla kamu arasındaki farkın ileri boyutta kendini gösterdiği, bireylerin/kişilerin gereksinim/çıkar, değer/erdem gerilimini çokça gereksinimlerinden, hatta onun da ötesinde çıkarlarından yana çözdüğü ortamlarda üniversiteler, toplumun-kamunun en sorunlu bölgeleri/kurumları olarak ortaya çıkıyor. Üniversitelerimizde gerilimli, çatışmalı durumlar sürmekte; kamuyu taşıması gereken “aklın bilgiye dayalı kullanımı” (Kant) bir türlü niyetin ve eylemsel olanın, kalkış noktası olamıyor. Eylemlerimizin arkaplanında yer alan zihinsel duruşumuzun sağlamlığı, bunalım ya da kriz ortamlarında sınanır.
İşte üniversitede yüz yüze geldiğimiz bunalımları, çoğu zaman bilgiyle değil, toplumsal ahlakın belirleyiciliğinde, duygusal bir çerçevede, keyfilik içinde ve hatta “şiddet”le çözmeye çalışıyoruz. Theoria’sı olmayanın praxis’inin de olamayacağı hâlâ anlaşılmış değil yeterince. Elbette anlayamayız: Üniversite bizim icadımız değil ki, bu kurumların, theoria-praxis bütünlüğüyle öğrenci ve hoca birlikteliğinin sonucu olduğunu anlayabilelim! (Prof. Dr. Betül Çotuksöken’in yazısından, CBT Sayı 1246)

“DEĞIŞEN DOĞA -DEĞIŞEN  BILIMLER”:
* Eğitim hayatidir. Dünya sorunlarının karmaşıklığını kavramada sosyal –beşeri bilimler büyük bir rol üstlendiği için, bilim eğitimi, ilköğretimden yüksek ve halk  eğitimine değin bütün düzeylere nüfuz etmelidir  (girmelidir).
* Çevresel değişim, sosyal eşitsizlik, ekonomik kriz, yoksulluk ve çatışma (terör) sorunlarının çözülmesi için yerel düzeydeki demokratik temsil (yönetim) ile  küresel sorunlar arasında daha iyi bir denge (iletişim) kurulmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
* Bu çetin sınavları aşmak ve gelişme (çözüm) modellerine erişmek için, yeni felsefi ve bilimsel görüşlere (paradigmalara) gerek vardır. (Uluslararası Sosyal Bilimler Konseyi (International Social Science Council - ISSC) ile International Council for Philosophy and Humanistic Studies) Aralık 2010 tarihleri arasında Nagoya’da (Japonya) “Değişen Doğa-Değişen Bilimler” konulu ortak sempozyumu sonuç bildirisinden.  Tam Metin: CBT sayı 1246 ve TÜBA Sitesi) 

BATI EGEMENLİĞİ VE İSLAM
Bir toplumda insanların küçük bir bölümü bile geleceğinden şüphe duyuyorsa, orada uygarlık olduğu söylenemez. Dünya da öyle. Silahı bir tehdit aracı olarak kullanan devletler oldukça, dünya uygar olmayacak... Eğer bir İslam ülkesinin bütün düşünürleri ve iyi niyetli insanları bu olguların nedenlerine yanıt aramıyorlarsa, geleceklerini planlayacaklarına neden inanılsın. Müslümanlar toplumsal birikimlerinin ve emperyalist dayatıların doğasını anlamak ve gelecek bağlamında bu çıkmazlara çözüm bulmak zorundalar... İslam dünyasının bir başka sorunu, fakir Müslüman toplumların önünde zengin ve gelişmiş bir Hıristiyan dünyası olmasıdır. Biz Türkler İslam dünyasının evrensel konjonktür içindeki yerini ilk anlayan Müslümanlarız. Bunu üç yüz yılda anlamak sadece bir imparatorluğa mal olmadı. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ve ülkenin geleceğini tehlikeye atan zihin kargaşasının da nedenidir. Bugün gelişmiş dünya bizi kullanmak için hangi yalanı söylerse söylesin, ve iktidarları hangi yöntemlerle okşarsa okşasın, gelişmişliğin ‘bilim ve teknolojiye’ dayandığını anlamayan herkes budaladır. Batıda ‘ılımlı Hıristiyan’ sloganı var mı? Çin’de ılımlı Budist, ılımlı Konfüçyüsçu sloganı var mı? Neden Batılı kapitalistlerin yayın ordusu Türkiye ile uğraşıyor? Çünkü sömürmek için savaştıkları İslam dünyasında sürü dışında kalmış tek ülke Türkiye’dir... Sorun bir Hıristiyan-Müslüman kavgası değil, kapitalist hegemonyanın ölüm kalım kavgasıdır. (Doğan Kuban, CBT sayı 1246’daki yazısından)

ŞÜNCELER
                  En çok hayat gibi bir dengesi olan adamları ve ahiret gibi karanlığı ve aydınlığı birarada tutan kadınları severim.
                  Çok fazla bilgi verenden bilgi alınmaz.
                  Bir sarmaşığın bile yarım metre ülkesi vardır.
                  Süt veren annelerin takıntıları kaybolur, süt verileni beslediği kadar vereni de iyileştirir çünkü.
                  Aşağılık duyguma uygun konum aldığımda, üstünlük duygusu olanların arasında yaşamım pürüzsüz akıyordu; duyguma ters konum aldığımdaysa bu sefer de aşağılık duygusu olanların arasında sorunsuz yaşıyordum; her iki durumda tersini yaptığımda ise felaketlerin kıyısından dönüyordum.
                  Açık deniz yolculuklarında içme suyu kurtlanınca, denizciler yanına su yerine alkol almıştı, gemicilerin çoğu o nedenle alkoliktir; bazı şeylerin nedeni sandığımızdan basit olabilir.
                  İnsanı bazen yetersizlikleri üstün yapar, Paganini mesela Ehler Danlos sendromu denen ve keman çalmak için insanın elini kolunu "kırık" hale getiren bir hastalığa sahipti.
                  Kişilik serbest kaldıkça bozukluğu ortaya çıkar  (Tahir M. Ceylan, CBT 1246’daki yazısından)

TOPLUMUN PSİKOLOJİK DİRENCİ ZAYIF MI?
Toplumda her şey Lao Tzu’nun Tao öğretisinde vurgulandığı gibi, karşıt olguların varlığı ile belirleniyor. Çok korkanlar var, çok cesurlar (fütursuz) ya da her riski göze alan gözü pekler var. Bunların varlığı korkanları büsbütün kaygılandırıyor. Düşünen ve ihtiyatlı bir insanı kaygılandıran her şey var bu ülkede.... Türk insanı kişisel yaşamında tahammülsüz gibi dursa da, toplumsal yaşamında akıl almaz bir tahammül gösterilebilir. Kuşkusuz bunda yüzyıllarca sürmüş sultan kulluğu, son yılların eşraf ve ağa zorbalığı, topraksızlığın ezikliği ve her zaman devlet otoritesinin dokunulmazlığına inanılmış olma hala etkili psikolojik temellerdir. Bu kökleşmişşünsel ve davranışlar eleştirisiz, sesi çıkmaz bir toplum psikolojisi yaratmıştır. Toplumsal dayanışma bilincinin gelişmemiş olması da bunun sonucu olarak görülebilir. Kişinin yalnız kalmaktan korkmasına karşın, toplumsal dayanışmaya güvenci yoktur. Lao Tzu’nun mantığına dönersek Yin Yang karşıtlıkları içinde mutsuzluk – mutluluk, açlık – tokluk, kötülük – iyilik, savaş – barış olgu çiftleri içinde kefede ağır basanlar mutsuzluk, açlık, kötülük ve savaştır. 20. yüzyıl tarihini bilen herkes bunu az çok biliyor. Dünya basını korku ve endişe üzerine ‘rating’ yapar. Savaşlar, açlık, deprem, yangın, cinayet dünyada en bol olan olaylardır. İşkencede her zaman dünyanın bir köşesinde vardır. ABD’de korkunun sistematik olarak beslendiğini ünlü dilci Chomsky söyler. .. Toplum gelecekten umudunu yitirmişse geleceği karşılamak, kendini savunmak için bir şey yapmaz. O zaman çürümüş bir orman gibi mantarlar, yosunlar, sarmaşıklar, otlar geleceğin yolunu tıkarlar. Cennet umudu dinlerin en büyük gücüdür. Umudun rasyonel olup olmaması önemli değildir. Umudun varlığı önemlidir. (Doğan Kuban, CBT sayı 1245’teki yazısından).

SİBORGLAŞTIK MI?
Sibernetik Organizma (Cybernetic Organism) kelimesinden türetilmiş olan siborg (cyborg) yarı organik yarı teknolojik canlı organizmalara verilen isim. Peki birisi “Artık hepimiz birer siborg olduk” dese buna inanır mısınız? Siborg Antropoloğu olan Amber Case’in TED.com sitesindeki video klibini izleyene dek ben de aynı düşüncedeydim. Ancak Case’e göre siborglaşma süreci fiziksel evreden zihinsel evreye geçmiş durumda. Yani bir canlı organizmanın (örneğin insan) siborg olması için illa ki fiziksel yapısında teknolojik bir ekleme yapmak gerekli değil. Eğer internete giriyorsanız, cep telefonu kullanıyorsanız, eposta gönderiyorsanız... siz de siborglaşıyorsunuz demektir. Zihinsel düzeydeki yaşamınıza dijital teknolojinin kablosuz sinyalleri nüfuz etmiş demektir.
Telepati ile olmadı dijitalleşme ile oluyor! İnsanlar ağızlarını açmadan, yerlerinden kalkmadan dünyanın öteki ucuyla iletişim kurabilir hale geldiler. Böylece fiziksel bireyin sanal muadili de ortaya çıktı. Popüler ismiyle buna “avatar” deniyor. Örneğin şu an bir siborg olarak ben bu yazıyı yazarken, siber kısmım olan dijital avatarımın twitter bölümüne takip ettiğim diğer siborgların gönderiği mesajlar gelmekte, Facebook’taki kısmımın duvarına arkadaşlarım yeni içerikler eklemekte, eposta kısmım yeni mesajlar almakta, blog bölümüm ise eski makalelerimi okuyanlara hizmet vermekte.Yoksa bu durum insanı giderek makineleştiriyor mu? Amber Case’e göre cevap hayır. İnsan aslında böylece daha çok insan oluyor. (Tanol Türkoğlu’nun yazısından, CBT 1245)

“...TENHALIK YERLERDE UFAK TEFEK ÇATIŞMALAR” MI?
Aykut Göker, “Başbakanın Kars’a hâkim bir noktaya dikilen heykele (‘put’a) ve ardından içkiye (‘haram’a) karşı açtığı savaşı tırmandırdığı günlerde” Güney Gönenç’in 1984’de yayımlanan bir yazısını okumaktadır; orada Gönenç, Isaac Asimov’un bir yazısını alıntılamaktadır. Asimov, taa Darwin zamanında Evrim teorisi konusundaki tartışmalarda bilimin doğma karşısında kesin zaferini ilan ettiğini söylemekte ve ‘Tarihte pek az tartışma böylesine ezici bir sonla noktalanmıştır. Boş inançların bilime karşı bu son saldırısı orada ve o anda yenilgiye mahkûm edilmişti... Şimdi tenhalık yerlerde ufak tefek çatışmalar oluyorsa da esas savaş bitmiştir.”demektedir. Göker’in yazısı şöyle sürüyor:
Güney Hoca bunları anlattıktan sonra, yaradılışçıların, ABD’de hâlâ sürüp giden, evrim kuramı karşıtı hareketlerine değinir ve Türkiye’de sürdürülen, aynı doğrultudaki çabalardan da örnekler verir. Ve yazısını şu sözlerle noktalar: “Akla ister istemez Asimov’un ‘tenhalık yerler’ hakkında söyledikleri geliyor.” Güney Hoca bu yazıyı yazdığında yıl 1984’tür. Aradan 26 yıl geçti. Hatırlayacaksınız, TÜBİTAK Bilim ve Teknik dergisinin 2009 Mart sayısında, 200’üncü doğum yıldönümü dolayısıyla Darwin’in kapak konusu yapılması ve evrim kuramını işleyen bir dosyaya yer verilmesi TÜBİTAK üst yönetimince engellenmişti. Bunun duyulması üzerine yükselen tepkiler karşısında, herhâlde işe yanlış zamanda, yanlış yerden başlandığı kanısına varılmış olmalı ki, TÜBİTAK’a geri adım attırılmıştı. Ama şimdi Başbakan, gerçekleştirmek istediklerine, kendi îtikadınca doğru zamanda, doğru yerden başladı: ‘Putları kırarak’, ‘haramın kökünü kurutarak’, imamı aile imamı yapıp her aileyi ‘îmâna getirerek’...  Başarırsa, gerisi zâten teferruat...
Güney Hoca tereddüdünde haklıymış. Bu “tenhalık yerlerde” durum, pek de “ufak tefek çatışmalarla” geçiştirilebilecekmiş gibi gözükmüyor. Bilimin işi buralarda zor... Daha da ürkütücü olan, üniversitelerin üzerine çöken sessizlik... Tıpkı Almanya’da Nazizm’in yükselişe geçtiği dönemde Alman üniversitelerinin üzerine çöken sessizlik gibi... (CBT Sayı 1245, Aykut Göker)

FİAT IUSTİTİA ET PEREAT MUNDUS
 “Adalet yerini bulsun da, isterse Dünya yıkılsın!” diyen bir kimsenin her şeyi göze alan bu arayışını uygar bir hukuk topluluğunun paylaşması elbette olanaklı değildir.
Ama bu çeviriyi doğru saymamız istenirse, bu sözü “fiat iustitia ne pereat mundus” (adalet yerini bulsun da Dünya yıkılmasın) biçiminde düzeltmek gerekecektir. Dünyayı yıkan bir “adalet”in hiç adil olmadığını insanlar daha büyük acılarla öğrenmek zorunda kalmıyor mu? Bu yanlış anlamaya Martin Luther’in çevirisinin yol açtığını Liebs iki önceki yazımda andığım yapıtında belirtiyor. Liebs’in “fiat iustitia et perat mundus” çevirisi: “Adalet yerini bulsun ve kibir yıkılsın” biçimindedir... Bugün her ülkede her şeye rağmen insanların stadyumlarda, internette, sokaklarda, caddelerde yıkılası bir kibre, adalet ve özgürlük talep ederek meydan okuması, çıkarları uğruna “isterse Dünya yıkılsın” demeye getiren sömürgenlere karşı yeni bir dönemin ön habercisidir. Adalet yerini bulsun, Dünya yıkılmasın! (CBT Sayı 1245, Hayrettin Ökçesiz’in yazısından)

 KENDİ DİLİMİZLE DÜŞÜNCE ÜRETEMEZSEK?
“Varlık bilinci sisli, bir toplum nasıl yaratılır? Vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğunda öğretim dili İngilizce. Yarım yüzyıl öğretim üyeliği yapmış ve Türkçe yazdığım kitapların bir çoğu İngilizceye çevrilmiş bir yazar olarak bunun entelektüel kölelik hazırlayıcısı olduğunu düşünüyorum. .. Türkçenin, İngilizceden daha eski, kanımca mantıklı ve kesinlikle güzel bir dil olduğuna inanan biri olarak, bu uygulama bir kültür sömürgesi olma süreci başlangıcıdır ve  Türk aydınlarının beynine ne tür bir bağımlılık duygusu ifadesi olarak yerleşmiştir... 20. yüzyıl son çeyreğinde, ulusal kültür düşünceleri zayıflayıp, küreselleşme olgusu tek tanrı olarak tahta çıkarıldıktan sonra dilin yozlaşması emperyalist bir araç olarak bacaları saran bir yangın oldu. Okuma yazmasız köylüler ‘bye, bye’ demeye başladı. Bugün milliyetçilikle, Kurtuluş Savaşı ile, Atatürk’le kavga eden pek çok zavallı sözde entelektüelin hangi iğreti ve yapma kültürün hayalleriyle yaşadığını anlamıyorum. Söylem olarak boyunlarına geçirilmiş iplerin kimler tarafından çekildiğinin farkında oldukları konusunda da kuşkuluyum.
Bu olguyu sadece politik yalakalık olarak tanımlamak doğru değil. Kanımca bu kendi toplumundan ve kültüründen nefret eden aydınlar, bir psikiyatrın söylediği gibi ‘manik depresiv’ bir ruh halinin temsilcileri olabilir... Bazı gerçekleri yadsıyamayız... Batı mitolojisine göre Avrupalılar dünyaya uygarlığı, Amerikalılar da demokrasiyi getirdiler... Ne var ki demokrasi Batı uyarlığının olduğu kadar Batı emperyalizminin de kilit sözlerinden biridir. Soyut olarak demokrasi eğer özgürlükle eşdeş olursa insanlığın yarattığı en güzel, en uygar kavramdır... Bizde kimi aydınların kullandıkları demokrasi sözcüğü.. Batı ülkelerinde geçerli değildir. Çünkü çarşaf, okuma yazma bilmemek, birkaç kadınla evlenmek, kadınları meclise almamak, kuralsız zorbalık, ırk ve inanç bağnazlığı Batı demokrasisinin öğeleri değildir. Kuşkusuz orada da var. Ama ciddi bir aydına bu tavrı kabul ettiremezsiniz. (Doğan Kuban, CBT sayı 1244’teki yazısından)

ERDOĞAN’IN KOPYA BEYİNLERİ
Birden yandaş basının ne demek olduğunun yeni bir tarifini buldum. Bu Ahmet Hakan’ın dünkü programında oldu.. Aaaa, ekranda, yanımda küçük Erdoğan’lar var diye söylendim kendi kendime.. bu konuda bir makale yazacagım, ama kalır Pazara-Pazartesiye, önceden burada anonsunu yapayım dedim! Başbakan açıkça Başkanlık Rejimi üzerinde durmaya ve tartışılsın istiyorum demeye başladı ya bir haftadır! Hemen medyadaki “kopya beyincikleri” tartışmaya ve Başkanlık rejiminin diktatörlük olmadığını, demokrasiye aykırı olmadığını yazıp çizmeye söylemeye başladılar! Daha önce gündemlerinde ele almadıkları bir konu! Ama Başkanlık rejiminin faziletlerini anlatmaya başladılar! Böylece Başbakan’ın neden medyada durmadan kendini “klonladığını” daha net gördüm! Ancak “klonlar” biyolojik gerçek klonlar olmadığı için, özgün fikirsiz beşinci derecede silik mi silik notları olarak gözüküyor hepsi! (3 Şubat 2011)

ARINÇ, CİNSELLİK VE İÇKİ
Bülent Arınç ilginç bir konuşma daha yaptı: "Hayat içkiden ibaret değil. Hayat seksten ibaret değil. Bir kısım çağdaşşünceye sahip olduğunu söyleyenler sadece içki ve seksle olaylara bakıyor." Arınç parlak bir demagogtur. Çağdaş insanlar arasında çağdaşğı içkide arayan bir kişi gösteremez tabii ki.. Ama Arınç’ın çağdaşğı nerede aradığına ilişkin çok şey söylenebilir. Bugüne kadar uygarlığımızın yüzakı nitelikleri ile hemhal olmuş bir yönünü gören de olmadı! Ben başka bir nokta üzerinde duracağım: Cinsellik!
Doğanın kendisine bakarsanız, canlıların temel varoluş özünün, neslini sürdürmekten başka bir şey olmadığını görürsünüz. En temel varoluş dürtüsü de hayatta kalmaktır. Beslenme ve cinsellik (üreme), varoluşun birbirinden kopmaz iki temel bileşeni. Bu, insanlar ve (Arınç) için de geçerli. Ama insanlar, “düş kurucu, sonsuz tasarlayıcı aklı” ile, diğer canlılardan koptu. “Varoluşu için gerekmeyen” bir dizi üretime girişerek, çevresini, doğayı, olayları kavrayarak ve betimleyerek, bir uygarlık yarattı! Yukarıda, varoluşu için gerekmeyen cümlesini paranteze aldım. Çünkü, gerçekten gerekmiyor mu, sorusu vardır. Temel bilimsel, düşünsel, sanatsal etkinliklerimize bakacak olursak, geleceğe yönelik bütün kurgulamalarımız, insan neslini sanki ebedi olarak sürdürmek güdüsünden kaynaklanıyor… Ama “ilk”e geri dönersek, cinsellik insanoğlunun temel aktivitesidir, (Arınç’ın da!), bugünkü uygarlığın arkasında çalışan temel mekanizma da odur. Buna çağımızdaki görünüşüyle, isterseniz şunu ekleyebilirsiniz: Cinsellik, yarattığı uygarlığı geliştirmek ve sürdürebilmek için de temel aktivitedir! Zaten Arınç da sonraki konuşmasında kendine bakmış, herhalde “cinsel Arınç”ı görmüş ve konuşmasından bu kavramı çıkartarak, söylemini içkiye indirgemiş.. Hadi söyleyelim: İçki, insanın sonsuz fantezisinden biridir.. Arınç bunu anlayabilir mi, bilmiyorum (ob, 30 Ocak 2011)

 “GELENEKSEL AHLAK, DİNİN DEĞİL BİLİMİN ALANINA GİRMELİ..”
Sinirbilim uzmanı Sam Harris, “Törel Görünüm: İnsana Özgü Değerlerin Bilim Yoluyla Belirlenmesi” adlı kitabında, bilimin törelliği, geleneksel ahlakı kavrayacağımızı, gerçekte neyin doğru neyin yanlış olduğuna da ışık tutabildiğini öne sürüyor. “Doğru ile yanlış, iyi ile kötü gibi kavramlar insanlarla hayvanların sağlık ve esenliğiyle ilgili kavramlardır. Bu görüşü kabul ettiğimiz anda bilimin, söz konusu sorulara yanıt getirebileceğinin ayırdına varmaya başlarız. Dinsel inanç konusunda duyduğumuz en yaygın savunma, Tanrı’nın var olduğu yönündeki kanıtlardan çok, dinin evrensel boyutta törelliğin tek dayanağı olarak sunulmasıdır.
Törelliğin bilimsel açıdan araştırılmasına yeterince ağırlık verilmesiyle, dinin göksel ilgi alanlarından tümden çıkartabilir. Bu durumda dünya dinleri kendilerini astroloji, büyücülük gibi alanlarda bulur. Katolik kilisesini düşünün. Bu kilise papaz olmak isteyen kadınları aforoz ederken, çocuklara cinsel tacizde bulunan papazları aforoz etmeye yanaşmayan bir kurum. Bu kurum soykırımın önüne geçilmesinden çok, doğum kontrolünün engellenmesiyle ilgileniyor. Katolik kilisesinde eşcinsel evlilikler, nükleer silahların yayılmasından çok daha büyük bir kaygı uyandırıyor. Bu kurum törellik konusunda alternatif bir yapı önermediği gibi, yanlış bir yapı da sunuyor. (CBT Sayı 1244)

DOĞRU İLE YANLIŞIN KÖKENLERİ
Törel (ahlaki, geleneksel) değerler nereden geliyor? Eflatun’un cennetinden, ya da başka herhangi bir yerden değil. Aristo, Konfüçyüs ve Darwin, değerlendirme edimini genelde biyolojik yaratıkların temel işlevlerinden biri olarak, törel değerleri de insan gibi yüksek düzeyde toplumsal ve akıllı canlılara özgü temel bir işlev olarak ele aldılar. Çevre ile etkileşim içinde olan gen ağlarından oluşan beynin, nasıl olup da törelliği sağladığı bilinmiyordu. Törellik, görünüşe bakılırsa, beynin iç içe kenetlenmiş dört süreciyle biçimleniyor:
a) yavruların yetiştirilmesi ve onlara duyulan bağlılıktan kaynaklanan ilgi; b) başkalarının içinde bulundukları ruhsal durumun tanınması sonucunda onların davranışlarını kestirebilmekten sağlanan yarar; c) kıt kaynakların dağıtılması ya da kitlelerin savunulması türündeki toplumsal bağlamda sorunlara çözüm getirme; d) bir de, olumlu ya da olumsuz destek, öykünme, koşullandırma ve örnekseme gibi yollarla toplumsal öğrenme... Tüm bu unsurların sonucunda belirlenen örnek durumlar karşısında toplumsal düzeyde kabul gören bir dizi tepki ortaya çıkar ki, buna da vicdan, ya da törel bilinç adı verilir. (CBT 1243’deki yazıdan.. Patricia Churchland, Kaliforniya Üniversitesi ve Sulk Enstitüsü felsefe ve sinirbilim uzmanı. New Scientist, 16 Ekim 2010)

O ADAM NE DİYOR?
Ahmet Hakan'ın “Tarafsız Bölgesi”nde Hrant Dink gündemde. Ankara'dan da Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu tartışmaya katılıyor. Oral Çalışlar da konuklar arasında! Bu “iktidar yandaşı”, tabii, olayı sürekli olarak Ergenekon ile iliştirme çabasında! Eminağaoğlu, eskiden, Hrant'a bir yazısından dolayı açılan Türklüğe hakaret soruşturmasında beraat istiyor, suç unsuru görmüyor... Eminağaoğlu, bu kararının, şimdiki Adalet Bakanlığı tarafından kendisi hakkında Hrant cinayetinde nasıl dava konusu yapıldığını bir belge ile açıklamaya çalışıyor. Ve iktidarın cinayet konusundaki tutumuna somut bir örnek belge gösteriyor. Ve bir de Hrant cinayetinin uluslararası niteliğine dikkat çekmeye çalışıyor. Oral, Eminağaoğlu'na müdahalede bulunarak “konuyu saptırmakla” suçluyo, neredeyse Ahmet Hakan'a “susturun şunu” diyecek! Oral Çalışlar görmeyeli epey kabalaşş! Acaba bu cesaretini, programda Ahmet Hakan'ın kendisine “abi” demesinden mi aldı, diye de düşünmedim değil! Ama arkasındaki “iktidar gücü” hepsinden daha önemli, tabii ki!

YAKINLAR VE DÜŞMANLAR
İnsan beyni doğal seçilim yoluyla kendi genlerini taşıyanları ve kendisiyle sürekli etkileşim içinde olanları gözetmek üzere evrilmiş. Bebekler tanıdıkları şeylere yakınlık duyuyor: yabancı bir dili işitmek yerine, kendi anadillerini yeğliyorlar; beyazların çoğunlukta olduğu bir yerde yetişen bebekler beyaz yüzler gördüklerinde, siyahların çoğunlukta olduğu bir yerde yetişenler de siyah yüzleri gördüklerinde kendilerini daha rahat hissediyor. Bu tür tercihler zamanla önyargı ve davranışlara dönüşüyor. Yaklaşık 9 aylıkken bebekler yabancılara karşı daha kaygılı davranıyor ve zaman geçtikçe kendilerini gruplara ayırıp, dünyaya bizlere karşı ötekiler gözüyle bakmaya ve uzaktakilerle pek ilgilenmemeye başlıyorlar. Törellik duygusunun gelişip güçlenerek yabancılara uzanması kültürümüzün, zeka ve düş gücümüzün ürünüdür. Yabancılara karşı en doğal tepkinin en iyi koşullarda kayıtsızlık, çok daha sıklıkla da korku ve nefret olması tümden öngörülebilir bir durum. (CBT, sayı 1243 “O sıcacık duygu”dan)

KAPİTALİZM’İN SONU MU?
Son yıllarda yaşanan iktisadi bunalım, düşünürler arasında acaba yüzlerce yıldır süren kapitalizm’in sonu mu geldi, tartışmasını da beraberinde getiriyor. Birinci Dünya Savaşı İngiltere’nin dünya hakimiyetine son vermişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra perçinlenen ABD hakimiyeti ise sona ermek üzere. Fakat belki daha önemlisi nereye doğru gidileceği hakkında düşünceler billurlaşş değil ve garip şeyler oluyor. Örneğin, bu gün bile hala seçimleri, zenginlerin vergilerini azaltmak istiyenlerin partisi kazanıyor, hala CEO’lar çok büyük para alıyorlar. Gerçi aynı çapta olmasa bile, Türkiye'de Cumhurbaşkanı’nın davetine Jaguar otomobili ile giden talebe liderleri var.
Bu tür kapitalizmin herhalde sonu gelmek üzeredir. Gelişen ülkelerin çoğu zenginleşecekler, fakat uygarlık sorunlarını çözebilecekler mi? Her ülkede kapitalist sistemde büyüyen işsizlik sorununa nasıl çare bulunacak? Bu gün Hindistan’ın bir lokma bir hırka felsefesiyle yüzyıllarca sürünmüş halkı, 50 yıl sonra bu tevekküle razı olacak mı? Nasıl olacağını bilmiyoruz, fakat bir gerçek var ki 50 yıl sonra dünya çok değişik bir dünya olacak. (Oktay Yenal'ın yazısından, CBT sayı 1243)

2011’DE BİZLERİ NELER BEKLİYOR?
Temeli geçmiş yıllarda atılmış pek çok bilimsel çalışma meyvelerini 2011 yılında verecek. Şimdi bilim insanları büyük bir heyecan ile bu çalışmalardan alınacak sonuçları bekliyor:
-Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ndaki, LHCb dedektörü
-Uyumu artıran pek çok genin keşfini kolaylaştıracak yeni teknikler
-Ulusal Ateşleme Tesisi’nde denenmekte olan füzyon  
-Nötürleşleştirici antikorlar
-Fişe takılıp şarj olabilen aküler ile çalışan melez otomobiller
-Sıtma aşısının III.Faz denemelerinin sonuçları
-Robotların üstleneceği yükler
-Özel uzay uçuşları
-İnsan embriyonik kök hücreleri üzerindeki nihai deneyler
-Dünya’ya benzer Güneş Sistemi dışındaki gezegen keşifleri

SANATÇı VE TAKLITÇILIK
Bir sanatçıya yapılacak en kötü hakaret, bir taklitçi oluşudur. Bu yakalandığı zaman başarısız olan kopyacı öğrencinin durumudur. Kuşkusuz gelenekler sürüp gider. Toplumlar yapılarını, teknoloji değişmedikçe, bilinen şemalar içinde yaparlar. Fakat her yapılan kendinden öncekine bir şey ekler.
Her insan, ne kadar yeteneksiz olursa olsun, yeni bir şey kurgulamaya çalışır. Homo Faber, ne kadar yeteneksiz olsa bile, akılla donatılan bir yaratıktır. Bu insanı hayvanlardan ayıran özelliktir. Akıl, her durumda, yeniden düşünen ve değişiklik getiren bir araçtır. Bu değiştirme eğilimi, kuşkusuz, hataların ortaya çıkmasını da birlikte getirir. Ne var ki insan yaşamında her şey deneyle değişir ve gelişir. Sanat da bu insani eğiliminin dışında kalmaz. (Doğan Kuban, CBT sayı 1242, Genç Mimarlara Tavsiyeler, başlıklı yazısından)

FAREYE ŞARKI SÖYLETTIRDILER
Japon bilim insanlarının genetik değişimden geçirdikleri fare, kuş gibi şakıyor. Aslında dış görünüşü değişmiş fareler beklediğini söyleyen proje yönetmeni Arikuni Uchimura (Osaka Üniversitesi), yeni doğmuş yavrular arasında şakıyan bir fare fark etmiş. Bir rastlantı sonucu oluşan bu özellik nesilden nesle aktarılmaya devam edildi ve şu anda diğer araştırmalarda kullanılmak üzere yüzden fazla şakıyan fare var laboratuarımızda, diyor. Diğer ülkelerde ötücü kuşlarla yapılan araştırmalarla, kuşların sözcükler gibi bir araya getirilen farklı ses elementlerinden yararlandıkları görülmüştü. Kuşlar bu elementlerden daha sonra dil kurallarına uygun şarkılar üretiyorlar. Ancak, beyin yapıları insana daha çok benzediği için farelerle araştırmak daha iyi, diyen bilim insanları, farelerle elde edilen bilgilerin insan dilinin kökenini araştırmada yararlı olabileceğini düşünüyorlar.

İSTİFASI GÜNDEMDE Mİ
“Heykele ucube dedim” diyerek Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ı yalanlayan ve tersleyen Başbakan Erdoğan’ın bu sözleri için dün bu köşede “Kültür Bakanı’nın istifası bekleniyor veya istifaya çağrıldı” demiştik.  Nitekim Bülent Arınç da, 32. Gün programında "Bakan arkadaşımız kendisi açısından doğru olduğunu düşündüğü bir şey yaptı ama, Allah bizi o duruma düşürmesin" diye konuştu.. Başbakan, artık “sosyal demokratlardan devşirme desteğe” ihtiyaç mı görmüyor? “Yahu bizim çekirdek kadroda kültürden anlyacak kimse mi yok..” anlayışına gelmiş olabilir. RTF, kendine güvende tavana vurmuş durumda, seçimlere giderken muhafazakarlığına da tavan yaptıracak, öyle gözüküyor. Hedef MHP oyları! (14 Ocak, 8:15)

ERDOĞAN, KÜLTÜR BAKANINI İSTİFAYA ÇAĞIRDI
Başbakan, Kars'taki İnsanlık Anıtı heykeli üzerine yaptığı yeni açıklamada, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ı yalanladı ve “Evet, ucube diyerek o heykeli kastettim” dedi. Kültür Baknı ise "başbakan heykeli kastetmedi, çevresindeki gecekonduları kastetti” demişti.. Erdoğan bu yeni açıklamasıyla şunu demek istedi “ben heykelden anlarım, ne dediğimi bilmeyecek ve heykeli değerlendiremeyecek adam mıyım da beni düzeltiyorsun...” Bu açıkça Günay için bir istifa çağrısıdır, en azından güçlü bir kendini bil, uyarısıdır.. Bakalım Günay ne yapacak... 13 ocak 11, 13.00

SOSYAL DAVRANIŞ
Nasıl her bir hücre, organizmanın iç dengesini sağlamak üzere davranıyor, gerektiğinde kendini büyütüyor, gerektiğinde bölünüyor, gerektiğinde ölüyor ve biz buna organizmik homeostasiz diyorsak, aynı şekilde insanlar da ve diğer sosyal canlılar da, büyük ve tek canlı (ortak canlı)’nın (sosyal) homeostasizini sağlamak için onun lehine davranır, onun canlılığının sürekli olması için kendi canlılığını feda eder, ortak ve tek canlının yaşamını yetkin biçimde sürdürmesini sağlamaya çaba gösterir. Tahir M. Ceylan'ın yazısından, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 1241

GELECEĞİNİ UNUTAN 2/10 TOPLUMU
Bu toplum neden geleceğine karşı duyarsızdır? Sınava giren 1.350.000 lise mezunundan (sıfır çeken) 30.000’i nasıl bir öğretimin ürünüdür? Eğer sınavda soruların yarısını yaparsanız, yani on üzerinden beş yaparsanız sıralamada 675.000 öğrenciyi geçiyorsunuz. Bütün bu irkiltici, hatta dehşet verici eğitimsizlik haberleri toplumun daha büyük bir hastalığının işaretidir.  %20, üniversite giriş sınavlarının ortalama başarı yüzdesi. Bu Türkiye’nin dünya ortalamasında eğitim, ulusal gelir, sanayi, sağlık, tarım ve cehalet yüzdelerine de paralel. Fen bilimlerinden 704.712, matematikten 251.324 öğrenci tek bir soru çözememiş. Türkçe ve sosyal bilimlerden de pek çok öğrenci hiç soru çözememiş. Bunlara diploma veren bir orta öğretim sistemi, öğreticiler var. Bu sonuçlarla eteklerimize teneke bağlayarak dolaşmak gerekir.
Üniversiteye 2/10 başarı notu ile öğrenci alırsak, Türkiye bilgi toplumu olacak diye yüzyıllarca bekleyebiliriz. Bu teknisyenler 2/10 grubunda yetişenler arasından mı çıkacak?..Bir kasabaya üniversite açmanın mı yoksa bir bioyakıt enstitüsü kurmanın mı doğru olduğunu düşünmek gerekmiyor mu?.. Eğitim çıkmazı, ekonomik çıkmaz, kentleşme çıkmazı, enerji çıkmazı, tarım çıkmazı, sağlık çıkmazı, bilgisizlik çıkmazı, politika-cehalet işbirliğinin ürünleridir. Doğan Kuban'ın yazısından, CBT, sayı 1241

YEMEĞIN DÜŞÜNCESI BILE DOYURUYOR
Bir paket çikolatayı hayal etmek hem şişmanlatmıyor, hem de doyuruyor. Amerikalı bilim insanlarının son bir araştırmasına göre ayrıntılı bir şekilde yemek düşünenlerin iştahı açılmak yerine kapanıyor. (Carnegie-Mellon Üniversitesi, bilim insanları, Science dergisi) Oysa bugüne kadar hepimiz güzel bir yemeği düşününce iştahımızın açıldığını düşünürdük. Hatta bilim insanlarının çoğu da bir yiyeceğin düşünülmesi halinde de yemeği yeme, koklama ya da görme sırasında işleyen nöronsal süreçlerin devreye girdiğini kabul ediyordu.
Şimdi durumun çok daha karmaşık anlaşıldı: bir yiyecek hakkında üstünkörü düşünmek iştahı açıyor ama o yiyecek hakkında ne kadar ayrıntılı düşünülürse, iştah da o denli kapanıyor. 

KENDİNİ ARARKEN..
“Kendimizi ararken bazen labirentlerde kaybolur gideriz. Bir yol, bir iz bulmak isteğiyle aşmaya çalıştığımız yolların, sorunların altında eziliriz. Oysa yollar aşmak için, sorunlar çözülmek için vardır. İşte o zaman bir şair, kaybolduğumuz çölde bize yol gösterir. Zaten çoğu zaman şairler, kendilerini acı çeken insanların yerine koymaz mı? Onlar, adeta bütün bu çile çeken insanların kardeşi, arkadaşı, dostu değil midir?  Yaşamak sevdiğimiz bir şey.. yaşamak tek kolu, bacağı kalsa da insanın inadına direndiği, kaybetmemek için mücadele verdiği bir büyük savaş. Bizde bir biz var ki bizden içeri. Bunu anladığımızda bizden birçok biz yaparak sıkışık kaldığımız odalardan dışarıya, insanların içine karışabiliriz.
“Beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri”
Yunus’taki biziz aslında. Hani o kaybettiğimiz biz. Biz önce bizi inceleyeceğiz, en büyük ilmin kendini bilmek olduğunu bileceğiz, ondan sonra “sen bende, ben sende” diyebileceğiz yani bir başkasının haliyle hemhâl olacağız. (Yard. Doç. Dr. Hacer Gülşen, CBT, sayı 1240, Yunus’u Kaybettim Ruhumun Çöllerinde, yazısından)

BEYINLERIMIZ İLETI HALINDE OLMAYı SEVIYOR:
Beyin.. içinde taşıdığı bir milimetre küpünde üç kilometre uzunluğunda sinir lifi, yüz milyar hücre, yüz trilyon bağlantı, bir saniyede bitirilen katrilyonlarca işlem, tek bir bedene herhalde fazla gelir. Nitekim kendi bedenimizi unutup başkalarını algıladığımızda.. başkalarına yardımda bulunduğumuzda içimizi sıra dışı bir huzur kaplar. Ama kendi bedenimize dönüp, onunla uğraşmaya başladığımızda.. sonu hep mutsuzlukla biter bu uğraşının.
Beyin, anlamak ve yaratmak için vardır; birçok bedeni anlamak, onlar için organize olmak, onlar için yaratıcı olmak ve ancak o zaman anlamlı kalınabileceğini anlamak, beynin gerçek işidir.
Dikkat ederseniz beyinlerimiz sürekli birbirleriyle bağlantıda kalmayı seviyor, telefon, internet, posta, yollar, zamanında telgraf, duman, güvercin sayısız haberleşme yöntemi olarak var(dı)..“interconnekte” beyinler sistemi var yeryüzünde, bedenlerine değil, birbirlerine ihtiyaç duyan, giderek daha da öyle kurulan bir sistem... (Tahir Ceylan, CBT sayı 1241'den)

KÜTLE KÜLTÜRÜ- SÜRÜ KÜLTÜRÜ:
Umberto Eco’nun sistemle bütünleşenler (Gli integrati) dedikleri insanlara, biz koyun diyoruz. Yani kütle kültürü, sürü kültürüne tekabül ediyor... Gerçeğin boşalması, yeteri kadar tekrarlanmadığı zaman dış dünyadan gelen uyarılara tekabül edecek imgelerin beyinde tam teşekkül edemediğini anlatıyor. Buna cahil toplum sendromu diyebiliriz.. (Doğan Kuban, Kütleler nasıl eğitilecek, başlıklı yazısından, CBT sayı 1240)

SOSYOLOJI BÖLÜMLERI NE YAPıYOR? 
Türkiye “en çok chat yapıyor”, “Facebook kullanımında dünya dördüncüsü” diyorlar; biz de bu verilerden yola çıkarak toplumumuz hakkında bilgi üretmeye çalışıyoruz. Bu konuda asıl söz sahibi olan sosyoloji bölümlerimiz ne diyor; duyamıyoruz!
Peşinen “Hiçbir şey yapmıyorlar, yapıyor olsalardı duyardık, bilirdik” demek yerine oturup internetten biraz araştırdım. Ülkemizdeki belli başlı üniversitelerimizin sosyoloji bölümlerinin web sitelerine baktım. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu siteler, sundukları içerik açısından içler acısı bir durumdalar. (Tanol Türkoğlu, CBT 1239)

EGEMENLIK VE MEŞRULUK
Bu siyasal çalkantıda şu yalın sözleri hatırdan çıkarmamalıdır: Egemenliğin sahibi Ulus, meşruluğunun çerçevesi “İnsan Hakları”dır. Buna göre günümüzün “Örfi Hukuk”unun kaynağı demokratik yasama, bağımsız ve yansız yargıdır. Tüm içeriksel hukuk ancak “İnsan Hakları”yla vücut bulacaktır. Bunların yerine başka yöntemler, kaynaklar ve içerikler önermek katıksız bir gericiliktir. (Hayrettin Ökçesiz, CBT 1239)

ARTıK ŞEMSIYE İLE DOLAŞACAKLAR:  
Ne yalan söyleyeyim çok güldüm. Artik AKP yöneticileri şemsiye ile dolaşıyorlar:)) Fakat bu AKP liler zamaninda Ergenekon için kafasından tutulup arabaya bindirilen, sabaha karşı evi aranırken pijamayla çıkanlar için gülümsemeyle karışık ifadele veriyorlardı. Türkiye 68 lerin gençlik hareketlerine benzer bir sürece girer umarım. Zira tepkisiz, sessiz, sadece derse giren universiteli profili Avrupa ve batı toplumlarına ters birşey. (Melis Sezer)

BAŞBAKAN'ıN REKTÖRLERLE TOPLANTıSı ÜZERINE 
Sayın Rektörler, 1. Türkiye Cumhuriyeti'nin Başkenti Ankara'dır. Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı resmi işerini Ankara'da yürütür. Üniversite rektörleriyle toplantı yapacağı zaman, bilime saygı gereği, onları ayağına çağırmaz. Toplantı ya Ankara'daki üniversitelerden birinde (tercihen en eskisinde), ya da YÖK'de yapılır, Sayın Başbakan oraya teşrif buyurur. Sayın Rektörler, sizin İstanbul'da, Dolmabahçe sarayında ne işiniz var? Sizler Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinin rektörleri misiniz, yoksa Osmanlı medreselerinin eminleri mi?
2. Dışarıda öğrencileriniz, yani Türk halkının size emanet ettiği çocukları cop, tekme, gaz bombası vd. yöntemlerle öldüresiye dövülür, dahası cinsel tacize maruz kalırken, sizler içeride bu olayların baş sorumlusuyla birlikte olmaktan hicap duymadınız mı? Ben sizlerden hicap duydum ve sizleri kınıyorum. (Prof. Dr. Süleyman Çelik, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun Akademik Elemanlar Derneği Yön. Kur. Başkanı) 

HER HAFTA BIR BAŞBAKAN SUIKASTI  
Dün (6 Aralık 10) Habertürk TV'de akşam programında Prof.Nevzat Tarhan, iktidarın ve emniyet güçlerinin protestocu öğrencilere karşı vahşi şiddeti gerekçelendirdi ve şiddeti mazur gösterecek bir palavra ortaya attı: “Her hafta Başbakana bir suikast tezgahlanıyor ve emniyet güçleri de bunu engelliyor!” Programda yüzüne baktım, palavra attığının farkında burada atıyor dedim. Onlarca, yüzlerce gazeteci bu önemil haberi atlamışlar. Biz gazeteciler neden haberimiz yok bundan diye sordum, araştırırsanız öğrenirsiniz demez mi! Vay canına! Neler atlıyormuşuz.. Ama şaşmadım, iktidar yaltakçısı o kadar çok "akademik titr” ortada dolaşıyor ki, sayamazsınız! Sonra anladım ki adam, “emniyet” ve “iktidar psikiyatristi”! Onlara hizmet sunuyor! Her böyle olaydan sonra psikolojik/ psikiyatrik tedavilerini yapıyor olabilir! Böylesini görmemiştim, ama bu “üstün hizmetinin” karşılığını mutlaka görmektedir veya görecektir.

İKI KÖTÜ EĞILIM
Türk toplumunda ülkenin geleceğini karartan iki eğilim var. Birincisini profesör Canan Erzen’den öğrendim: Amerikan Kız Kolejinde öğrenciler arasındaki bir konuşmayı dinlemiş. Bir tıp fakültesi öğrencisi, lise mezunu olacaklara, Türkiye’de üniversite öğretiminin işe yaramaz olduğunu ve Amerika’ya gitmelerini tavsiye ediyormuş. İkincisi, kadını eve sokmak isteyenler. Otuz beş milyon kadın evinde oturursa yetmiş beş milyon Türk nasıl yaşayacak? Bunu bu önerenlere sormalı.
Tarlada bile kadınlarını çalıştıran erkeklerin ürettikleriyle bütün Türkiye’yi besleyeceklerini ve dünya toplumlarıyla boy ölçüşeceğimizi düşünen bu cüce herkülleri kim yetiştiriyor acaba? Türkiye’nin aç kalması bunları ilgilendirmez mi? Bunlar yollarda zikzaklar yaparak her arabayı tehlikeye sokan çılgın sürücüler türünden insanlar olabilir. (Doğan Kuban, Toplumun Ak Alınlı Kadınları'ndan, CBT 1237)

HARF DEVRIMI, EN BÜYÜK DEMOKRATIK DEVRIM 
1928 Harf Devrimi, demokrasiyi kuracak, yaşatacak ve geliştirecek bilinçli yurttaşların yaratılabilimesi amacıyla gerçekleştirildi. Yüksek demokratik içeriği de onun bu özelliğinden ileri geliyor. Atatürk: "Yeni Türk Harflerini çabuk öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz.”
Ülkemizde uzun süredir harf devrimni karalayan bir kampanya sürdürülmekte. Bu kampanyayı sürdürenler erken cumhuriyet döneminde hiç bir demokratik girişimin bulunmadığını da ileri sürüyor.Oysa insanları eşit yurttaşlar statüsüne yükselten, kadınlarla erkekler arasında hukuki eşitliği bütün yönleriyle sağlayan 1926 tarihli medeni kanun devrimi ile.. Harf Devrimi yeni Cumhuriyetin demokrasyi yükseltmede ne kadar bilinçli ve kararlı olduğunu gösterir..” Osman Bahadır, CBT, sayı 1236

CINAYET ARABALARı  
Bayramda kazalarda 150 kişi ölmüş. Aynı günlerde bıçaklanarak ya da kurşunlanarak öldürülen 150 kişi olmadığına göre, en büyük cinayet aracı otomobil demektir. Bunu sadece insanların dikkatsizliğine bağlamak yanlıştır. Çünkü biz insanlara balta, kazma, bıçak da veriyoruz, toprağı kazsınlar, odun kessinler, ekmek doğrasınlar diye. Silahlarla ordular donatıyoruz, her gün insan öldürsünler diye değil. Otomobiller geliştirdik, evlerine kolay ulaşsınlar diye. Eğer bu temel işlevlerin yanında insanlar da sürekli ölüyorsa, otomobil kavramında insan ve toplumla karşıtlaşan bir temel çelişki var. Bir ilaç yan etkileriyle insanları öldürüyorsa o ilaç piyasadan kaldırılıyor. Otomobil ise giderek daha çok üretiliyor. Sayıları arttıkça cinayet potansiyelleri de artar. Başlangıçta uygarlık aracı olarak takdim edilen pek çok sanayi ürünü sonunda insanın yok edilme aracı oluyor. bazı önyargıların terk edilmesi gerek. Herhangi bir aracın uygarlık ürünü olmasıkullanımının insanın sağlığı ve mutluluğu ile pozitif bir ilişki içinde olmasını gerektirir. Silahbulundurmak izinle oluyorsa, her an bir ölüm ajanı olarak dolaşan otomobilin cinayet yapmasını kontrol eden kurallar nelerdir? (Doğan Kuban, CBT 1236)

 BIZ: 
Bundan yüz elli-iki yüz bin yıl önce Afrika’da güç şartlardaki az sayıdaki insan dar bir boğazı geçmişti, o gün sorun yiyecek kıtlığı ve nüfus azlığıydı. Dar boğaz dayanışma, ortaklık ve yaratıcılıkla aşılmıştı. Bugün yine bir dar boğazdayız. Bugünkü sorunlarımız, özellikle bazı bölgelerde yine yiyecek kıtlığı, açlık ve şiddet. İnsan bugünkü sorunlarını da yine onbinlerce yıl önce yaptığı gibi ortaklık ve yaratıcılıkla aşacaktır. Onun en kuvvetli olduğu iki alan bunlardır çünkü, özellikle ortaklık milyarlarca ve milyarlarca insanın toplam birikimi olarak içinde her türlü gücü barındırmaktadır. İnsan her sıkıştığı devrede bu alana geri dönmüş ve ihtiyacı olan enerjiyi oradan almıştır, yine alacaktır.
Gelişim psikolojisine göre, benlik gelişimi bir yönüyle insanlara doğru, bir yönüyle de insanlardan doğrudur.İnsan tek başına benlik geliştirememekte ya da ancak güdük bir benlik geliştirmekte. Başkalarının duygusu yoksa bizim de duygumuz yoktur, başkalarının düşüncesi yoksa bizim de düşüncemiz yoktur ve nihayet başkasının bilinci yoksa bizim de bilincimiz yoktur. Yani başkalarının yaşadığı, doğrudan bizim yaşamımızdır. Bu açıdan yaşam tümüyle ortaklık üzerinden yürümekte. En anlamlı özne “biz”dir, biz olmadıkça ne “ben”, ne de “sen”vardır. Karşılıklılık, kendini yapmanın temel biçimidir. (Tahir Ceylan'ın yazısından, CBT sayı 1236)

KATIL KRALIÇE ARı
*Dünya üzerinde 16,000 arı türünün büyük çoğunluğunu tek başına yaşayan arılar oluşturuyor, toplu halde yaşayan arıları yalnızca %5 kadarıdır.
* Kraliçe arılar 70 milyonu aşkın spermi toplayıncaya dek farklı erkeklerle çiftleşmeyi sürdürür. Görünüşe bakılırsa, erkek arılar çok da zeki değil.
* “Balayı” sözcüğünün kökenleri eski bir kuzey Avrupa geleneğine uzanıyor. Bu geleneğe göre, yeni evli çiftler bir ay boyunca her gün mayalanmış baldan üretilen bir içecek içiyorlardı.
* Bal, sıradışı bir etkiye maruz kalmadıkça, asla bozulmaz.
* Yaklaşmakta olan arının kulağa gelen vızıltısı, arının dakikada 11,400 kez çırptığı dört kanadından çıkan sestir.
* Yeni doğan bir kraliçe arının ilk işi kendi kovanındaki doğmuş ve doğacak öteki kraliçe arıların tümünü öldürmektir.
* Kocakarı inanışına göre, eve arı girmesi bir konuğun eve geliyor olmasının habercisidir. O arıyı öldürmüş olmanız ise, gelecek olan konuğun pek de hoşa gitmeyen biri olduğuna işaret eder. İyisi mi, beklenmedik bir anda sizi ziyaret eden arıyı en güzel biçimde ağırlayın! Kaynak: CBT, sayı 1235

KANıTLAR SAYıLMAZ, TARTıLıR
“Argumenta non sunt numeranda sed ponderanda – Numerantur sententiae, non ponderantur. (Plinius d. J) Yani: Kanıtlar sayılmaz, tartılır – Oylar tartılmaz, sayılır. İlkinde doğruluk, ikincisinde geçerlilik aranmaktadır.
Kanıtların bilge ve hafif sesini kitlelerin gürültüsünde yahut diktatörlerin hırçın hezeyanlarında duyulmaz kılarsanız, bunun vebali başka hiç bir ağır cürümde yoktur.
Çoğunluk oylarıyla ancak bir geçerlilik elde edilebilir. Doğruluk, geçerli olana doğrudan gelen bir şey değildir. Doğru olan ise, doğru olmak için çoğunluk oyuna gerek duymaz.” Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 1235, H. Ökçesiz'in yazısından)

“AĞRı ALGıSıNDA TÜRK VE ALMAN FARKı
“Bir Türkün iyileşmesi için ayrıntılı açıklamalar ve teselli gerekirken, bir Alman için reçete ve kesin tanı yeterli olmakta”. İnsanların en fazla ağrı çektikleri bölge Doğu Anadolu, oranı %84.6. Güneydoğu Anadolu %78 En az ağrı çekenler Marmara ve Karadenizde.
“Ağrı ve zevk, beyinde aynı yerde üretiliyor! İçki içmek gibi keyifli deneyimlerde ve cinsel ilişki sırasında benzer beyin bölgeleri etkinleşiyor”
“Ağrı, tedavi edildiği, baskılandığı için evrimsel uyarı işlevini yitirmekte. (Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 1225)

ZEKÂ YENIDEN TANIMLANıYOR; ZEKÂ 12 BILEŞENDEN OLUŞUYOR!
1.Görsel-uzamsal kısa süreli bellek; 2.Uzamsal kısa süreli bellek; 3.Odaklanmış dikkat; 4.Zihinsel evirip çevirme; 5.Görsel-uzamsal kısa süreli bellek+strateji; 6.Birleştirerek, bağ kurarak öğrenme; 7.Tümdengelimli muhakeme; 8.Görsel-uzamsal işleme; 9. Görsel dikkat; 10. Sözel muhakeme; 11. Sözel kısa süreli bellek; 12.Planlama (CBT, Sayı 1224)
Eh artık, bu sınıflandırmalardan birine herkes girecek demektir; giremeyenler için de bilimciler yeni çalışmalar yapmak zorundalar!

ATEISTLER :
Sanırdık ki, ateistler daha çok aydın kesimden çıkar. Dünya Değerleri Araştırması: (2005) Yüksek öğrenimli kişilerde tanrı yoksunluğu % 14.8! Orta öğrenimlilerdi %17.2! Ayrıca ortaokul mezunu bile olmayanların yalnızca %29.6’sı telepatiye inanırken, eğitim düzeyleri yüksek kişilerde bu oran %51.8!! 2008 araştırmasında %43 gibi ciddi bir kesim kendilerini “dinsiz”olarak tanımlamış! Kaynak: New Scientist, 6 Mart 2010; Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 1224. (15 Kasım 2010)