Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Eylül 2013 Pazartesi

Laiklikte Büyük Kırılma


Hayır öyle az buz değil, bayağı bir kırılma söz konusu.. 
11 yıldır tartışma nasıl başladı, hangi aşamalardan geçti anımsayan var mı? Sizi kastetmiyorum, tabi ki unutmadınız! Yani laiklik üzerine tartışmaları.. Yeni rejimin, yeni liderin hayranı ayran para pul unvan ekran köşe budalası yarım okumuş takım, laikliği önemseyenlere koro halinde “laikçiler” diye saldırıyordu...
Tabii burada kilit nokta, kim saldırttı ve ne adına hangi amaçla.. Bunu da biliyorsunuz..
Neymiş, önemli olan liberalizm, liberal demokrasi, birey hakları imiş.. Laikliği toplum ülke yönetiminin, rejimin merkezine oturtursanız, demokarsi, liberalizm, birey ve hakları ortadan kalkar ve önemsenmezmiş. Katı laik tutum, yani laikçilik diktatörlükmüş.. Laikçilik esas kemalist diktatörlüğün de temeliymiş.. Laikçilik de kemalist ideoloji de yıkılıp giderse demokrasi gelirmiş..
Şüphesiz bu “rejim tartışması” türban üzerinden başarıyla yapıldı ve bugün geldiğimiz nokta, yelkenlerini durmadan bir din devleti, ülkesi ve rejimi için dolduran bir iktidar yapılanmasıdır.. Siyasal İslami yönetim, artık böyle bir ülke için, ilköğretimden itibaren insan yetiştiriyor. Laikliği fiii uygulamada devlet ve yönetim dışı bırakıyor.
***
Cumhuriyet’in dünkü manşeti, Diyanet’ten 5 bine yakın din görevlisinin devlete öğretmenliğe yatay geçişini anlatıyordu.. Son öğretmen atamalarında da, temel bilimsel alanlarda o kadar öğretmen açığı varken ve hepsi atama beklerken, 3 bin kadar kadronun neredeyse tamamı din öğretmenliği için kullanıldı.. Dozu ve şiddeti neredeyse her gün arttırıyor..
Başbakan durmadan tekrarlıyor: İslami bir gençlik yetiştireceğiz.. Eğitimde yapılan neredeyse tüm değişikliklerin amacı bu. Yurttaşların çocuklarını nasıl yetiştireceği meselesini hakkını hukukunu iradesini devralan ve buna karar veren bir devlet, ne laik bir devlet ve hükümet olabilir; ne de seküler bir toplum istemektedir..
Yaklaşık tanımı veya özü, dinin devlet ve siyaset işlerinden ayrılması demek olan laiklik, bu iktidarın parça parça yokettiği bir ilke olmuştur. Başbakanlık makamında oturan bir yetkilinin, hem okul yönetimini hem aileleri seçmeli derslerde din derslerini seçmeleri konusunda uyarmaya zerre kadar hakkı yoktur ve bu tutumuyla anayasayı çiğnemektedir. Öyle ki din derslerini aktif olarak öğrencilere tavsiye etmedikleri gerekçesiyle öğretmenler hakkında soruşturma bile açılabilmekte. Bu kadar ayan beyan ve bu kadar utanmazca bir uygulama!
Laiklikte devlet okullarında sadece bilimsel bilgilere dayalı bir eğitim verebilir.. Ama iktidar 4x4x4 eğitim yasasıyla, dini ölçek ve boyutuyla islamileşmeyi yurttaşlara dayatıyor..
İktidar, dahası yerel yönetimler marifetiyle de, toplumda seküler hayatın mezarını kazıyor, örneğin ramazanda Anadolu’da yemek yiyemeyen ve sürekli toplumsal dini bir baskı altında yaşadığını hisseden bir yurttaş, nasıl bir toplumda yaşıyor? Birarada yaşama hoşgörüsünün temelleri dinamitleniyor. Özellikle Alevilere yapılan budur ve tam anlamıyla bir sünni diktası hüküm sürüyor, ülke hem dinsel hem de mezhepsel parçalanıyor.... İktidar Diyanet’i de fiilen toplumu islamileştirmenin aracı olarak kullanıyor.
Bu iktidar, eğitim ve yönetim konusunda attığı her adımda “dini, islami bir ölçü, ölçek, ilke, temel” ve kendine parasal bir fayda gözetiyor..
Toplumun çok farklı parçalarını bir arada tutan ve tutacak olan seküler toplum ve laik yönetim, büyük ölçüde sakatlanmıştır ve Türkiye’yi bir arada tutan bağlar baltalarla kesilmektedir..
***
Laikçilik diye bir şey yok. Laiklik ya vardır ya yoktur; laiklik kılık kıyafet tartışması değildir; ne yazık ki koskoca bir düşünce sistemi, demokrasi, kılık kıyafete indirgenmiş, ve sonuçta bir tek adamın islami diktatörlük sistemi inşa edilmiştir.
Laikçi diye sisteme saldıranların hepsi, islamı bir güç ve yönetim aracı olarak bol bol kullanan bir diktatörlüğün temellerini inşa için kullanılan basit birer tuğlalardır..


Gizli Tanıdık

Sevgili İlhan Taşçı, tam da yukarıda anlattığım sistemin hukuk ve yargı aracıyla nasıl kurulduğunu ve işlediğini anlatan kitabı yazdı: Gizli Tanıdık! İlhan, kim bu gizli tanıklar ne anlatıyorlar, diye soruyor ve yanıtını veriyor. İlhan’ın sergiledikleri bir hukuk ve yargı faciasıdır. Ancak keyfi bir yönetimde, bir diktatörlükte görülebilecek nitelikte olaylardır. Savcıların ve polisin kullandığı ve normal koşullarda hiç birinin mahkeme olarak kabul edilemeyeceği “mahkeme”lerin de mahkumiyet kararlarını dayandırdıkları “gizli tanıklar” yargının nasıl katledildiğinin yaşayan delilleridir!
İlhan’ın anlattıkları, bir diktatörlüğün, hukuku yargıyı insanları mahkum etmek için sadece bir bahane olarak kullandığının resmi geçitidir..
O kadar yani..
İktidar, islami ve tek adam diktatörlüğünü, önemli ölçüde de yasalarla meşru temelde yargı eliyle yürütüyor. Yargı, iktidarın bir numaralı dönüştürme aracıdır. Silivride Ergenekon ve Balyoz davalarından mahkum olan bütün masumlar da bu aracın kurbanları..
“Gizli Tanıdık” için İlhan’a koskoca bir teşekkür.. Kitap sizleri bekliyor..
--29 Eylül 2013 Pazar / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet


29 Eylül 2013 Pazar

Rakamlarla ODTÜ: İktidarın Beğenisine Sunarız!


Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 27 Eylül 2013, Sayı 1384

ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar bu akademik yıl açılış konuşmasında, uluslararası düzeyi çeşitli uluslararası kurumların verdiği derecelerle belgelenen ODTÜ ile ilgili bir dizi rakam açıkladı.. Bu rakamların, sayıların, verilerin sadece bir kısmını, Rektörün konuşmasından alarak, özellikle ODTÜ’ye durmadan saldıran bu iktidarın “beğenisine” sunmak istedim.. Onların beğenileri şüphesiz ki farklı kıstaslar içeriyor: akademik özgür olmamak, boyun eğmek, siyasi olarak dayatılanları kabul etmek, dinci olmak, üniversitenin devrimci ruhunu boğmak, kesip atmak gibi.. Tabii, iktidarın beğenisi lafın gelişi, aşağıdaki bilgiler, halkımızın beğenisine sunulmuştur..
Bana gelince, hiç te tatmin edici bulmadım! Neden ODTÜ dünyanın ilk 20 üniversitesi arasında değil diye soruyorum ODTÜ’lülere! Herhalde bir yanıtları vardır...
***

*58. eğitim-öğretim yılı
*Geçen yıl 7.816’sı lisansüstü olmak üzere 27.061 öğrenci eğitim – öğretim gördü.
*Derece veren programlara kayıtlı yabancı öğrencilerin sayısı son yıl içinde %10 oranında artarak 1.981’e ulaştı.
*Bu akademik yıl içinde 256’sı doktora olmak üzere toplam 3.864 ODTÜ diploması aldı.
*Öğretim Üyesi Yetiştirme Programınrdan (ÖYP) mezun ettiğimiz doktora öğrencisi 402’ye ulaştı. Halen, 500 ÖYP araştırma görevlisi de öğrenimde.
*Doktora Sonrası Araştırma Programı (DOSAP) kapsamında 2004’ten bugüne 147 doktoralı araştırmacı çalışmalarını tamamlayarak kurumlarına döndü. Eylül 2013 itibarıyla 50 doktoralı konuk araştırmacı üniversitede araştırmalarını sürdürüyor.
* Akademisyenlerin 2012 yılında Web of Science’da taranan bilimsel makalelerinin sayısı bir yıl öncesine göre %14 artışla 1.306’ya ulaştı. * Öğretim üyesi ve öğretim görevlisi başına düşen yurt dışı bilimsel dergi ve kitaplardaki makale sayısı son yıl içinde 1,58’den 1,73’e yükseldi.
* Üniversitede yürütülen TÜBİTAK ve San-Tez destekli projelerin sayısı son yıl içinde %10 artışla 339’a ve toplam proje bütçesi %16 artışla 218 milyon TL’ye ulaştı.
* ODTÜ uluslararası araştırma fonlarından en çok yararlanan üniversite.. bugüne kadar ülkemizde kullanılan 7. Çerçeve Programı fonlarının %11’ini ülkemize getirdi. Üniversitede yürütülen uluslararası projelerin sayısı son bir yılda % 25 artışla 71’e erişti. Toplam bütçe büyüklüğü ise %10 artışla 11,5 milyon Avro oldu.
* ODTÜ Teknokent’te 300’den fazla ARGE kuruluşunun başarısında çok önemli katkızı var. Teknokent firmaları ile akademik birimler ve merkezler arasındaki işbirliği de yaygınlaşmakta.
* Son bir yıl içinde Üniversite ile Teknokent firmaları işbirliğinde 97 ortak araştırma projesi başladı. Teknokent firmalarının desteklediği San-Tez projelerinin sayısı 52’yi buldu. Teknokent Teknoloji Transfer Ofisi (TTO) tarafından akademisyenlerimiz adına yürütülen uluslararası patent başvurularının sayısı 100’e, alınan patent sayısı ise 30’a ulaştı.         
* Geçen yıl, ODTÜ KKM’de 130 ulusal ve uluslararası konser, sergi, tiyatro, konferans ve benzeri etkinliğe ev sahipliği yaptı. Akademik birimlerimizin ve öğrenci topluluklarımızın yerleşkenin diğer mekanlarında 1.000’e yakın benzer etkinlikler gerçekleştirdi..

ULUSLARARASI SIRALAMA
* ODTÜ’nün eğitim ve araştırma alanlarındaki başarısı, son yıl içinde birçok ulusal ve uluslararası sıralamanın sonuçlarına da yansıdı. ODTÜ, bu yıl içinde Webometrics, Times Higher Education, Leiden, QS, URAP gibi kurumlar tarafından ilan edilen tüm uluslararası sıralamalarda konumunu yükseltti ve Türkiye’yi yurt dışında en iyi şekilde temsil eden üniversite olmayı sürdürdü.
* Bu yıl uluslararası sıralamalarda aldığımız sonuçlar: Üniversite bu yıl Mart ayında ilan edilen Times Higher Education (THE) “World Reputation Rankings 2013” sıralamasında en saygın 100 dünya üniversitesi arasındaki yerini 40 basamak yükselterek 51 – 60 bandına girdi. Dünyanın yaklaşık 150 ülkesinden 17.000 tanınmış akademisyenin görüşüne dayanan bu sonuç, ODTÜ’nün yurt dışında artan saygınlığın göstergesidir.
* QS firmasının bu yıl Mayıs ve Eylül aylarında ilan ettiği sonuçlarda da, dünya sıralamasındaki konumu yükseldi.
* Üniversite bu yıl 12 bilim alanında dünyanın en başarılı üniversiteleri arasına girdi. İnşaat Mühendisliği Bölümü, Türkiye’den kendi alanında dünyada ilk 100’e giren tek bölüm olmayı sürdürdü. QS sıralamasında ODTÜ, eğitim ve araştırma faaliyeti yürüttüğü tüm alanlarda, mühendislik ve teknoloji, temel bilimler, beşeri bilimler ve sosyal bilimler alanlarında – diğer bir deyişle tıp dışındaki tüm alanlarda – Türkiye’deki en başarılı üniversite oldu.
* TÜBİTAK ve ilgili kuruluşların katılımıyla hazırlanan ve bu yıl Temmuz ayında ilan edilen Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi”nde ODTÜ, değerlendirmeye alınan 136 üniversite arasında en girişimci ve yenilikçi üniversite olarak belirlendi.
* Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından bu yıl ilk kez oluşturulan “teknoloji geliştirme bölgeleri performans endeksi” sonuçlarıyla ODTÜ Teknokent, ülkemizdeki 32 teknokent arasında en başarılı teknoloji geliştirme bölgesi olarak ilan edildi.
 * “ODTÜ Stratejik Planı 2011-2016” belgesinde yer alan “Eğitim Stratejik Programı” kapsamında, lisans eğitiminde kalite güvencesi sağlanmasına yönelik olarak “ODTÜ Eğitim Planlama Komisyonu”nun hazırladığı yol haritası uygulamaya girdi.  
* “Merkezler için İşbirliği Geliştirme Programı (MİGEP)” ODTÜ’nün insiyatifi kapsamında, elektrik-elektronik-bilişim, biyomedikal, enerji ve otomotiv sektörlerine yönelik faaliyet gösteren 6 araştırma merkeziyle (BİLTİR, BIOMATEN, GÜNAM, MEMS, MODSİMMER, RÜZGEM) bağlantılı lisansüstü öğrencilerin araştırmalarını desteklemek üzere Kalkınma Bakanlığı’ndan toplam 1 milyon TL ödenek sağlandı. Sanayide çalışan veya sanayiden burs alan 25 lisansüstü öğrenci, merkezlerin altyapısını kullanarak tez çalışmalarını yürütmeye başladı.
* Üniversitelerde Teknoloji Transfer Ofislerinin (TTO) desteklenmesi amacıyla TÜBİTAK tarafından ilk kez 2013 yılı için çıkılan çağrıya, ODTÜ ve ODTÜ Teknokent, 1513 proje desteği alan 10 üniversiteden birisi oldu...
***
Gelecek Cuma yeniden burada ve birilkte olacağız, sevgi ve dostlukla..

İslami Yönetime Yaklaşmayın! Gül: İslamın Ortacağı


Önceki gün Başbakan TOBB’nde konuşuyordu.. Anlamaya çalıştım, ne toplantısı diye, üstelik Başbakanın konuşması sanki tamamen Necip Fazıl Kısakürek üzerineydi.. Sanki diyorum çünkü dinediğim 20 dakikalık bölümünde Başbakan yepyeni bir Necip Fazıl portresi çiziyordu, bilmediğimiz bir dizi yönünü böylece öğrenmiş oluyorduk(!).. Acaba diye düşündüm, TOBB Necip Fazıl’a ödül mü vermişti de Başbakan bu konuyu ele almıştı.. Yok yok hiç merak etmiyorum toplantı nedenini, zahmet etmeyin açıklama yapmaya!.. Önemli olan konuşmaydı!
Başbakan döndü dolaştı hep şunu vurguladı özetle: Necip Fazıl hep dik durdu, eğilip bükülmedi, inandığından hiç şaşmadı ve taviz vermedi, bugün böyle yarın şöyle konuşmadı, allah dedi peygamber dedi...
Tabii böyle bir kimseye de bütün şeref ve şan dağıtılır. Erdoğan da bunun gereğini yerine getirdi camlardan başarıyla okuduğu konuşmasında.. Tabii,  RTE adamını, olmadığı bulunmadığı yükseklere çıkartması gerekirdi.. Necip Fazıl’ın başı dönmüştür orada!
***
RTE, Necip Fazıl’ı yeniden yazarak aslında bize bir şeyler anlatmak istiyor, hadi çıkarsama yapalım:
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.. Dün neye inanıyorsam bugün de ona inanırum.. Dün ne dedimse bugün de arkasındayım.. Dün ne yaptımsa bugün de yarın da çizgimi izleyeceğim.. Belkemiğim dik ve sağlam, ne eğilir ne bükülür..  Görüşlerimde bir değişiklik olmaz, neye inanıyorsam ona.. Siyasete atıldığım andan beri (1990 başları), sözde bazı politik dönüşler falan yapmış gibi görünüyor olabilirim, ama inanın ki bu sadece iktidara yürümek iktidarda kalmak için yaptığım ertelemelerdir... Dikkat ederseniz aynı hatta yürüyorum..
Kapi?!
***
Evet anladık, fazlasıyla üstelik.. Türkiye’yi İslami mühendislikle dönüştürmeye devam.. Germeye devam.. Muhalefeti yokedinceye kadar ezip ufalamaya devam.. devam  devam devam.. Türkiye içte ve dışta cehenneme dönebilir, önemli olan RTE’nin iktidarda kalmasıdır...
RTE- Davutoğlu Türkiye ‘yi bir cenderenin içine soktular. Türkiye’yi İslam dünyasından ayıran, insani ve çağdaş uygarlıkta alınan mesafa ve elde edilen kazanımlar varsa, hepsi tehlikededir..
Çağımızın en önemli gerçeği şudur: İslami yönetim altındaki veya İslami yönetimi kurmak için savaşılan İslam ülkelerinin neredeyse hepsi, derin savaşlar, mezhep kırımları, diktatörlükler, askeri yönetimler, siyasi katliamlar içindedir. Yoksulluk diz boyudur, bunun temel bir nedeni din savaşları ve iktidarlarıdır. Ve bunun sonucu olarak da Batı’nın egemenilği ve itip kakmasıdır..
Buna bir itirazı olan veya hayır öyle değil diyen var mı..
***
Çok şükür meseleyi görenler seslerini yükseltiyor, Cumhurbaşkanı Gül, New York gezisinde gazetecilere Avrupa’nın ortaçağda yaşadığını İslam dünyası şimdi yaşıyor. Sünni bir lider, diktatör olacak, ses çıkarmayacaksın. Hak-hukuk bilen Şii ile mezhebi yüzünden savaşacaksın. Ya da bir Şii her türlü gaddarlığı yapacak, sadece Şiilik adına onu tutacaksın. Bunlar ilkelliğin göstergesi”.. dedi.
Taha Akyol da, önceki gün Hürriyet’te “Ortaçağ” başlığı ile Gül’e destek verdi. Dahası, Gül’ün 2003’te İslam Konferansı’nda şunları söylediğini nakletti: “Gül kadın-erkek eşitliği, iktisadi rasyonalizm, demokrasi, insan hakları’ kavramlarını vurgulayarak şunları söylemişti:
’İslam dünyasının artık çağdaş normları benimsemesinin zamanı geldi... Manevi değerlerimizden güç alırken, bizi yönlendiren akılcılık olmalı..’ Kendi deyişiyle “kör söylemler içermeyen bir vizyon”.
***
Evet. Akılcılık.. .. İktidar ve ülke siyasal dincileştirildiği sürece, bu akıl, Türkiye’den uzaklaşır, İslam ülkelerini darmadağın eden akıl gelir, ona yatak döşek serilir.. Halk bölünür. Türkiye’ye en büyük ihanetin yolu iyice açılır..
İslam Dünyasının içinde bulunduğu durum, iktidar sahiplerine hiç mi bir şey anlatmıyor, anlamakta zorlanıyor insan… Laikliğin bütün Türkiye’yi bir arada tutacak ana eksen olduğu görülmüyor mu.. Sadece çağdaş bilgi ile, bilim ile teknoloji üretmeyle düşünce ile ilişki kurarak, insan gücümüzü çağdaşlığın bu cihazlarını en yetkin kullanmaya yönelterek ve bu amaçla eğiterek, bekleyen felaketlerden uzak durabiliriz, bunu gören yok mu?
Başbakanın ağzından İslami gençllik yetiştireceğiz söylemi düşmüyor..
Türkiye, bu söylemle sadece kul köle olur ve derin çatışmaların içine düşer..
İstenen bu mu?
---26 Eylül 2013 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet 

25 Eylül 2013 Çarşamba

Ana Görev Muhalefeti Yoketmek ve Yine Barış Sorunu


Önce bir iki söz edelim, sonra seri makalenin dördüncüsüne geçelim... Cumartesi Pazar Antalya Konyaaltı Belediyesinin dört yıl içinde çadırdan Cam Piramit altına başarıyla yükselttiği kitap fuarında okurlarla buluştuk. Sohbet ettik, birbirimize gönül, güven ve umut verdik, başarı ve şans diledik.. şüphesiz ki herkesin öncelikli derdi ülkesi! Hepsi çok güzel insanlar, bir kez daha bu ülkenin geleceğine ilişkin güvenim tazelendi.. Teşekkür ederim!
Hayır, bu ülkenin geleceğini, düşünen, seven, gözleri pırıl, özgür, barışçı, daha güzeli daha iyiyi daha ahlaklıyı isteyen insanlar belirleyecektir.. Vizyonu din ile sınırlı iktidarlar onların emirleri ve güttükleri kitleler değil..

Sopalı İktidar
İkinci notum, Sopalı İktidar’a: iktidarın politikalarını belirleyen beyin, demokratik bir anlayışla zerre kadar ilişkisinin olmadığını her olayda kanıtlıyor.. bunun ötesinde guruplaşmayı taraflaşmayı o derece keskinleştiriyor ki, silahla sopayla milleti birbirine kırdıracak, sokaklarda ve alanlarda..
Dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde, bir iktidar, kendisine karşı düzenlenen veya gerçekleştirilen protestoları engelleyici önlem almaz, almayı düşünmez, polisini savcısını seferber etmez... hele hele kendi yandaşlarından sivil görünümlü yarı askeri vurucu güçler oluşturamaz.. Bu sadece ve tamamen faşist, diktatoryal askeri-sivil iktidarların kafa yapısından çıkar...
Düşünün: Stadyumların, protestocuları saptamak amaçlı, hem kimlikli bilet hem yüzlerce kamera hem çok sayıda savcı polis vb ile gözetim altına alınması, hangi bir demokratik ülkede söz konusudur? Bir örnek lütfen...
Üstüne üstlük, Çarşı gibi, siyasi protestoları da ön plana çıkan bir gruba karşı, karyıt siyasi holigan grupları oluşturmak, normal, sivil, demokratik bir iktidarın işi olabilir mi?
Bunca yıldır yönetimde olan bir iktidar, muhalefetin İTİRAZ HAKKI’nı, devletin her türlü aracını, savcılıkları, emniyeti, mahkemeleri kullanarak bastırma, korkutma ve yok etme yoluna gidiyorsa.... Demokrasinin D’si yoktur ülkede.. Üstelik kalkmış “paket” açıklayacakmış.. Bunlar yetmiyor ve paramiliter güçlerini örgütlüyorsa bir de.. tam anlamıyla, bir diktatörlükten bahsedebiliriz..
Böyle kafaların, iktidardan düşmemek için gayri meşru her yolu denemesi, seçimleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmesi, bastırması, her türlü sahtekarlığı yapması söz konusudur.. Bir iktidar, meşru yollardan “iktidardan düşmemek” için hazırlanıyorsa, tamamen gayrimeşruluğa saptanır..
Siyasi olarak böyle bir düzleme girdiysek, bakın önümüzdeki bir yıl içinde daha neler yaşayacağız..

Büyük Barış Bölgeleri
Gelelim Yurtta Barış Dünyada Barış’ın evrensel değerine.. Ve, iktidarın bu ilke ile zerre kadar ilgisi olmadığını vurgulayarak konuya girelim..
Vereceğim bir “barış bölgesi” örneği Avrupa Birliği’dir. İki dünya savaşının çıktığı bu bölgede, eksik bir “Yurtta Barış Dünyada Barış” uygulanıyor. Ama kıta içinde barış temelli yeni bir yapılanmanın gerçekleştirilmeye çalışılmasını, gelecek için çok önemli bulurum. Orada bir laboratuvar denemesi var... AB örneğinin eksik halkası ise, “Dünyada Barış” politikasıdır. Bu birlik, dışarıya karşı sorun çözücü  olmaktan çok, emperyalist ve sömürgen davranıyor.. Lider ülkelerin kapitalist emperyalist geçmişlerinden kopmaları mümkün olmadığı sürece de, bu hegemonist politikalardan vazgeçmesi mümkün değil..
Örneğin Fransa’nın “sosyalist” Başkanı Hollande, Le Monde’da yayımlanan demecinde, Fransa’nın dünyada eski gücüne kavuşmasını öncelikli politikası ilan ediyor, ama bunun için de “öncelikle iç barışı sağlamalıyız” diyor! Hollande’ın Suriye’yi bombalamaya hazır olduğunu açıklamasından, güçlü ülkeden ne kastettiğini anlıyorsunuz zaten!
Ama AB’nin barış bölgesi yaratmaya soyunması ve kıtadan savaşı dışlama politikası dünkü yazımda belirttiğim gibi şunu gösteriyor: Barışı ancak büyük birliktelikler ve büyük yapılar oluşturmayı hedef alacak politikalar mümkün kılar.
Orta Doğu’da, bölge ülkeleri büyük düşünmedikleri ve davranmadıkları sürece, parçalanmaları, kanamaları, birbirlerini boğazlamaları sürecektir.. Türkiye, Suriye, İran, Irak! Birleşin!
---24 Eylül 2013 Pazartesi / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

24 Eylül 2013 Salı

Kimin Çözümü, Bizim mi Onların mı? - 3


Önce okura anımsatmak isterim, bu yazının dünkü “Bu Söz Bir Evrensel Değerdir–2” ile birlikte bir anlamı var.. Bu yazıda ütopik kalacağım, ama düşlerdir bazen bizleri besleyen veya oralarda bir çıkış yolu sunan..
Görünüşe bakın: Paramparça, neredeyse bütün unsurları birbiriyle savaşan bir Orta Doğu! Ana nedeni çok.. Bölge üzerinde “dışarının” hegemenyası.. Siyasal İslamın çeşitli unsurlarının iktidar mücadelesi.. Laikliğin, dolayısıyla demokrasi ve özgürlüklerin yerleşememesi.. Doğal bir sonuç olarak diktatörlükler, etnik ve mezhepsel çatışmalar.. Petrolünü refahı, demokrasi, halkın mutluluğu için kullanamamış yönetimler. Tabii, bu yazının konusu da olan Kürt meselesi!.. Bu sorunların hepsini az veya daha çok Türkiye de yaşıyor..
Buraya kadar “reel durum”.. Peki bir ütopya çıkar mı bu “reel” durumdan?
***
Orta Doğu, “Kürt meselesi” çözülürse durulur mu? Hepten değil, çünkü İslami ve mezhebi iktidar savaşları da var.. Bu savaşların önemli bir kısmı da parçalanmışlıktan ileri geliyorsa...
Birleşmek, sorunları çözer mi? Emperyalist müdahale bir şekilde dışlanırsa, Orta Doğu kendi yazgısını ele alırsa? Büyük birliktelikler kurulursa?
Belirli ilkeler çerçevesinde, örneğin Türkiye- İran- Irak ve Suriye, Kürtlerin dağıldığı dört ülke, özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını koruyarak bir çatıda birleşebilirler mi? Savaş değil barış, ulusal çıkarların belirli ilkelere tabi olduğu bir birlik için.. Böyle bir birlik altında Kürtlere de ciddi bir özerk alanda büyüme ve gelişme koşulları yaratarak... Epey bir zamandır Kürt uluslaşması gerçeğini yaşıyor Orta Doğu! Büyük devletlerin eli ayağı Orta Doğu’nun, bölge ülkelerinin içinde olduğu sürece, onyıllar sürecek, ağırlaşacak, sadece emperyalistlerin yararlanacağı bir süreç yaşayacağız..
Bu süreci Orta Doğu nasıl tersine çevirir?
Bölgede tamamen barış temelli, dayanışan, hakça bölüşen, yardımlaşan, ciddi sorunları aşan, çağdaş özerk coğrafi bir bölge yaratmak mümkün mü?
***
Temel soru şu: Emperyalistlerin dayattığı çözümler mi? Yoksa bölge ülkelerinin, milletlerinin kendi iradeleriyle kendi yararlarına sorunları çözmeye yönelmeleri mi?
Orta Doğu’da sorunlar o kadar büyük ki, bunlar ancak büyük birliktelikler, büyük irade ve yeni bir yapılaşma ile çözülebilir...
Bölgeyi emperyalist çıkarlardan arındırmanın da yolu, yeni yapısal bilikteliklerden geçiyor..
Dünyanın yeni bir nefese gereksinimi var.. yeni bir sese.. yeni bir barışa.. yeni bir siyasete...  ve bugünün belalarını aşan yeni bir yapılanma örneklerine..
Barış, aktif bir düşünce. Bekleyerek ve durarak gelecek bir şey değil. Savaşarak da sağlanacak bir şey değil.. Barış bugünü aşan yeni düşünceler üzerinde inşa edilebilir..
Bu nasıl olacak, yeni bir dünyayı, en azından çevremizle birlikte  nasıl yaratacağız...
Yurtta Barış Dünyada Barış’ı, genişleyen ve büyüyen bir evrensel değere gerçeğe nasıl dönüştürebiliriz..
Düşünmeyelim mi, düş kurmayalım mı...
---23 Eylül 2013 Pazart / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

22 Eylül 2013 Pazar

Bu Söz Bir Evrensel Değerdir - 2


Evet en evrensel değerdir Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış” sözü.. Belki de herkesin söylediği bir söz, ama geniş açıyla ve bir ülke politikası olarak içeriği bilinmiyor.. Konu üzerine bu ikinci yazıda, bu söz nasıl kullanılsaydı ne gibi büyük bir değer yaratabilirdi ve bir dünya devleti olurdu Türkiye, bunun üzerine bir fikir antremanı yapacağız. (Zaten işimiz bu değil mi!?)
***
Türkiye Atatürk’ün bu evrensel ilkesine uygun bir politika izlemedi. “Neredeyse hiç bir zaman”, diyeceğim!
Türkiye dış politikasını kendisi geliştirerek kendisi için ve komşuları için uygulamadı! “Neredeyse hiç bir zaman”, diyeceğim yine!
Bizim dış politikamız bir savaş politikası oldu 1950’lerden bu güne!
Bütün kuzey düşmanla çevriliydi: Karadeniz’in kuzeyi ve batısı! O zamanki SSCB, Bulgaristan, Romanya.. Yunanistan’ı da katarsak, ülkenin batısı da düşmandı.. Doğu’da yukarıda Ermenistan.. İran bir öyle bir böyle.. Suriye de düşman! Irak? Tabii ki Kıbrıs diye bir sorun var hep..
Özetle barış içinde sarmaşdolaş olabileceğimiz durmadan öpüşüp koklaşabileceğimiz tek bir komşumuz, dost ülkemiz yoktu.. Sözde “dostlar” ise hep uzaktaydı! Türkiye ordusuyla milletiyle devletiyle hükümetleriyle sürekli dört sınırda, karada havada denizde nöbetteydi!
Böyle bir şey olabilir mi? Bu millet bu duruma onyıllardır nasıl katlanabilir? Bir ömür boyu silah omuzda nöbette hangi ülke var dünyada?
***
Peki bütün bu düşmanları biz mi yaratmıştık?
Tabii ki hayır. NATO’ya girince, ileri karakol olunca, otomatik olarak bir dizi düşmanınız oluyor.. Size kim dostunuz kim düşmanınız söyleniyor, öğretiliyor; kendi iradenizle bunları saptamıyorsunuz.. Kendi iradenizle kimseyle dost olamıyorsunuz!
Böylece Türkiye’den bir savaş ülkesi/savaş cephesi yaratıldı. Normal koşullarda, komşularla arasındaki geçmişten gelen bazı sorunları da çözemedi bu ülke. Çünkü savaşa odaklıydınız.. Yunanistan’la sorunları çözebilirdiniz belki, ama arkasında Batı ve NATO olunca bu da mümkün olmadı...
Kimsenin aklına, yahu dünyada dört bir yanını düşman bellemiş başka bir kimse var mı, biz neden böyleyiz, sorusunu sormadı.. Böyle yaşamaya mecburuz, gibi..
***
Şimdi bunları bir kenara bırakılım. Esas derdim, Yurtta ve Cihanda Barış’ın evrensel değeri.. Şöyle düşünelim: Türkiye Atatürk’ün bu ilkesini hayata geçirmeyi şaşmaz temel politikası yapsaydı ne olurdu? Öncelikle tabii ki bir savaş kamplaşması içine girmezdi.. Yani NATO Batının uç beyi olmak falan.. İkincisi, şaşmaz temel ilkesi nedeniyle bütün ülkelerle sorunlarını çözecek bir yaklaşım içinde olurdu. Çözülemeyen sorunları zamanı bırakırdınız, ama komşularla bütün ilişkilere her türlü önceliği verirdiniz. Bu sadece tek yanlı yarar sağlamak değil, gerçekten her tarafı geliştirecek, karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma ile kendi ayakları üzerine durmasına hizmet edecek bir işbirliği ve dostluk.. Silahı, savaşı, tehdidi dışlayan..
Türkiye öyle bir coğrafyadaa bulunuyor ki, merkezde kendisi, kuzeyi doğusu ve güneyi ile; Karadeniz, Orta Doğu ve Akdeniz havzasında yepyeni, birbiriyle dayanışma içinde, düşenin yardımına koşulan bir dünyanın yaratıcı olabilirdi.. Ama temel şart: Ülkede ve dünyada asla taviz vermeyen şaşmaz barış politikası.. Ve böyle politikanın çevresinde örülen bir ülkeler ağı..
Şöyle diyeyim: Beni kimse Yunanistan’la, Irak’la, Suriye ile, Ermenistan, Rusya, Bulgaristan, Romanya vb ile düşman edemez...
İtirazlarda bulunsanız da edemezsiniz, boşuna uğraşmayın!
İşte, Ülkede Barış Dünyada Barış’ı düşüncenizin politikanızın şaşmak ekseni yaparsanız, evrensel bir değer yaratmış olursunuz! Bu değeri yaratınca da, herkes ondan beslenir, umutlanır, büyür, zenginleşir.. Burada temel bir düşüncenin ve doğru bir ilkenin gücünü düşlüyorum..
Bana göre, Atatürk’ün ilkesinin anlamı budur. Bu içeriği kavrayamazsanız, önemsemezseniz, üzerine düşünmezseniz... herşeyi anlamsızlaştırırsınız..
Şimdi bazılarımızın seslerini duyar gibiyim: Ama efendim reeel politika, dünyanın gerçekleri falan filan..
Onlara sadece şunu derim: Reel politikayı da gerçekleri de siz yaratırsınız.. bahsettiğiniz “reel politika” gökten zembille inmedi.. Onları da ülkeler insanlar politikalar yarattı..
O halde, nasıl bir gerçeklik yaratacağınız esas olarak sizin elinizdedir..
***
Yurtta Barış Dünyada Barış, o muhteşem insanın bize bıraktığı en büyük miraslardan biridir. Sadece bize değil, dünyaya da.. Ama bu mirastan büyük bir değer yaratamadık..
Bu miras Türkiye’yi dünyanın gerçekten yılıdızı, çok önemli saygın bir ülkesi yapabilirdi, ama bunu görebilecek bir politik birikimimiz hiç olmadı..
Tam tersine, içinde bulunduğumuz şu hale bakın.. Komşusunun mezarını kazan ve bizzat kendi halkının da mezarını kazmayı düşünen bir anlayış ülkeyi yönetiyor..
Hayır bin kez hayır, Türkiye eninde sonunda o büyük insanın mirasına sahip çıkacaktır..
Çünkü ülkenin ve dünyanın en çok ihtiyacı olan bir ilkeden sözden bahsediyoruz: Barış!
--22 Eylül 2013 Pazar / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

21 Eylül 2013 Cumartesi

YÖK’ün İlahiyat’tan Felsefeyi çıkartması Üzerine Bir Daha


Gündem CBT, Sayı 1383, 20 Eylül 2013
  
Geçen haftaki yazıya yankılar geldi.. Bu hafta Gündem’de bunları değerlendireceğim.. İlki eski YÖK üyesi Bülent Serim’den.. Şöyle diyor:
“13 Eylül günlü Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi'nde, "Askeri Merkeziyetçi Bir YÖK ve Felsefe Kararı" başlığı altında, "YÖK demek, Gökhan Çetinsaya demektir; yani Başkan. Başkan demek, Cumhurbaşkanı ve hükümet demektir" diyor ve YÖK'ün katı merkeziyetçi bir yapıda olduğunu belirtiyorsunuz.
1) AKP iktidarı çok eleştirmesine karşın, 11. Cumhurbaşkanı'nın göreve başlamasından ve yeni rektörler sayesinde Üniversitelerarası Kurul'un ele geçirilmesinden sonra YÖK'ü yere göğe sığdıramamış ve onu, merkeziyetçi yapısından yararlanarak üniversiteleri dönüştürmede kullanmıştır.
2) Doğrudur, şimdi YÖK demek Başkan; Başkan demek de siyasal iktidar demektir.
Ben kısa süre Prof. Dr. Erdoğan Teziç, uzunca süre de Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan dönemlerinde YÖK üyesi olarak görev yaptım.
Prof. Özcan Aralık 2007'de Başkan'lığa getirildi. Mart 2008'de siyasal iktidar yanlılarının çoğunluğu ele geçirmesine kadar YÖK Genel Kurulu'nu toplamadı. Sonrasında ise, tek başına Başkan'ın değil, aynı zamanda bir grup YÖK üyesinin egemenliği vardı. Bu grubun dışarıda aldığı kararlara, yasa gereği Genel Kurul'a getirilip resmiyet kazandırılıyordu.
Ben ve 4 YÖK üyesi arkadaşım, yükseköğretimin dönüştürülmesine ve niteliksizleştirilmesine ilişkin kararlara karşı durmaya çalışıp, bunu azınlık görüşü olarak kararlara geçirttik. Türban, katsayı, üniversitelerin siyasal iktidar isterlerine uygun biçimde yaygınlaştırılması, aynı amaçla öğrenci kontenjanlarının artırılması, yeterince araştırılmadan vakıf üniversitelerinin sayısının artırılması, vakıf üniversitelerinde her türlü fakülte açılmasına izin verilmesi, yükseköğretim kurumlarına kişi adı verilmesi, eğitim fakültelerinin kapatılması, ilahiyat fakültelerinin yaygınlaştırılıp öğrenci kontenjanlarının artırılması, rektör ve dekan seçimi gibi konular, muhalefet ettiğimiz konulardan kimilerini oluşturmaktadır.
Ergenekon soruşturması nedeniyle üniversite rektörleri ile öğretim üyelerinin tutuklanması üzerine, konunun YÖK Genel Kurulu'nda tartışılmasını sağladık; ne yazık ki bir bildiri ile kınama istemimiz, YÖK'ün o günkü yapısına uygun olarak engellendi. Bunun üzerine 5 YÖK üyesi bir bildiri ile yapılanlara tepkimizi ortaya koyduk. Ama YÖK giderek siyasal iktidar yanlısı bir organa dönüştürülünce muhalefetin bir anlamı kalmadığını görüp, yapılanlara daha fazla ortak olmamak için Temmuz 2009'da istifa edip ayrıldım.
Yazınız beni yeniden o günlere götürdü ve kısa bir kesiti bilginize sunmak istedim.
”       
***
İkincisi, YÖK eski Başkanı ve tutuksuz yargılanmak üzere bırakılan Prof. Kemal Gürüz aradı.. Böylece merhabalaştık.. YÖK’te ilahiyat fakülteleri için ne yaptıklarını anlattı. YÖK’ün ilahiyet öğreniminden felsefeyi kaldırmasının, ilahiyatçı değil tamamen dinci bir karar olduğunu söyledi.. Özetle şöyle:
İlahiyat uzmanlarından bir komisyon kurduk YÖK’te.. Çünkü ilahiyatla ilgili aklımızın ermediği sıkıntılar vardı, mesela yurt dışından alınan diplomaların denklikleri nedir bilmiyorduk... Bize bir rapor verdiler, şu şu üniversiteler bize denk değil, olsa olsa iki yıllık ön lisans eğitimi olabilir, diye.. Mısır’da El Ezher üniversitesinin denkliği, bu rapor üzerine kaldırıldı mesela. Fakültelerin ders programlarına hiç müdahale etmedik.. Ele aldığımız diğer bir konu da şuydu: Liselerde ortaokullarda din bilgisi ve ahlak dersi var ama öğretmeni yoktu. Biz ilahiyat fakültelerinde din kültürü ve ahlak öğretmenliği diye bir program açtık. Böylece Din Bilgii ve Ahlak öğretmenleri yetiştirildi. Prof. Mualla Selçuk ve Beyza Bilgin gibi ilahiyatta yetkkin kişiler düzenledi bu programı.. Benden sonra bu programlar kapandı ve eğitim fakültelerine verildi..
“İkincisi, radikal bir program yapıldı, Diyanet İşleri Başkanlığında imam hatip mezunu insanlar vardı, bunlara yönelik Anadolu Ünversitesi ile birlikte iki yıllık ön lisans program kuruldu ve hepsi bu programa sınavsız alırdı.. O zaman Diyanet’in başında Sait Yazıcıoğlu vardı.. Çok değerli ilahiyatçılarla çalıştık, Mehmet Aydın gibi felsefe uzmanlığı olan insanlar vardı.. şimdi ise hiç biri yok ortada.. Çok iyi ilahiyatçılar var ülkemizde ama kenara itilmiş durumdalar..  Şimdi bunlar aldıkları kararlarla İlahiyat eğitimini Osmanlıdan da geriye, 11- 12 yy Gazali zamanına döndürüyorlar..”
***
Üçüncüsü Bozkurt Güvenç’ten:
Ruhban sınıfından İmam-Hatipler ve Papazlar Için sosyoloji ve felsefe gerekli görülmeyebilir. Ama İilahiyatı, dinbilim (Teo-loji) karşılığı kullanıyorsak, Dinler Tarihi ve Felsefesi zorunludur. Cambridge Üniversitesi Theology Profesörü, kendisine sitem eden ABD‘li (Hiristiyan) Hanıma şu yanıtı vermişti: “Tanrı-bilimin farklı görüşlerini sundum. Sarsılan inançlarınızı en yakın kilisede hemen onarabilirsiniz..
Sorun ve çözüm inanç ile bilimi ayıran sınırda. Son  Ramazan ve İftar sohbetlerinde Tanrı-bilim (Teo-loji) yapan bazı aydınları ve akademisyenleri tanıdım; oysa, siyasi iktidar ülkemizde ilahiyat (bilim) fakültesi değil medrese istiyor. (TÜBA neden kapatıldı?)"
***
YÖK zor durumda, YÖK üyeleri arasında da karara şiddetli tepki gösterenler var. Sanırım kararı geri alacaklar. Ayrıca ilahiyat cenahından pek çok kişi de ilahiyat eğitiminden felsefenin çıkartılmasının çok yanlı olduğunu gazetelerde ve televizyonlarda söylüyorlar..
YÖK’ün bu kararı ilahiyatçı yerine (köktendinci) yüksek eğitim almış imamlar/ insanlar yetiştirir ancak..
Şimdi merak ediyoruz: Bu kararı YÖK Başkanına kimler dayattı? Onları bilirsek niyetleri ve örgütsel yapıları daha iyi anlaşılır.... Yoksa bir bilen?
Gelecek Cuma’ya kadar, hoşçakalın..

NOT: YÖK'ün, aldığı kararı yeniden görüşmek üzere geri çektiği açıklandı! Eh kenda cemaatlerinden de bu kadar tepki gelince! Öğrenmek istediğimiz temel bir mesele var: Bu kararı kim tepeden YÖK'e getirdi, dayattı ve karar olarak çıkarttı? Yooo ne önemi var demeyin.. Çok önemli.. Hükümetse bilelim, gelecek planlarını daya iyi öğrenelim.. Veya cemaatlerden biri mi dayattı?

19 Eylül 2013 Perşembe

Sınırlarımız Genişlemiş Haberimiz Yok-1


Suriye helikopterini vurdurdu ya iktidar.. savaş çıkar korkusu sardı ortalığı.. Çıkmaz! Bu sadece bir bozulan görüntüye yama yapma amaçlı, bir de Esad’dan iki yılın intikamını alma operasyonudur.. son dakikada.. Orta Doğu üzerinde iki güç karar veriyor; ABD pek de istemeyerek aldığı bombalama kararını, Finlandiya’nın kotardığı ve Rusya ile ABD’nin üzerinde anlaştığı kararla iptal ediyor. Rusya’da yapılan G-20 zirvesinde işi bitirmişler, ama “dünya lideri” RTE’ye çıtlatmıyorlar bile! 
RTE, helikopteri düşürür, kendisine görev verilmediği sürece kılını kıpırdatamaz.. Şunu da belirtelim: Kimyasal gaz anlaşması olsa bile Suriye meselesi bitmiş değil; kazan kaynayacak, RTE ve Davutoğlu da oradan ekmek bekleyecekler! Kimbilir belki ABD Rusya ve Esad, tedricen parlamenter demokrasiye geçme sürecine de karar verirler, ama ÖSO ve El Nusra garabetinin halkımızın başını daha çok ağırtacağını söyleyebiliriz..
Aslında konum bunlar değil.. Bugünden itibaren üç günlük bir yazıya başlamak istiyorum.. Bugünkü ilki.. Hepimizin bildiği, ama değeri, içeriği, kullanımı, hayata geçirilişi hakkında tam anlamıyla sınıfta kaldığımız bir büyük vecize: Yurtta Barış Cihanda Barış... Gelin bunun üzerine yeni bir denemeye başlayalım..
***
Atatürk bize çok önemli bir evrensel miras bıraktı.. Gelecek için.. Bu sözlerini çeşitli açıklamalarla da destekledi. Savaşın ne olduğunu, anlamını, yeni bir ülke kurmanın veya yıkmanın anahtarını çok iyi bir bilen bir kuşak.. Düşünün ki, Atatürk ve arkadaşlarının bütün hayatı cephelerde koşuşturmakla geçti! İnönü İkinci Düna Savaşı’na bulaşmamayı temel politika yaptı, ülke çok eziyet ve yokluk çekti ve bunun da  (barışın!) bedelini CHP hala ödüyor! Bugünkü iktidardakilerin ağababaları, bu savaşsızlık politikası için “milletin erkekliğini öldürdüler” diyorlardı!
Şimdiki izleyicileri de aynı teraneyi, fiili savaş politikası ile hayata geçirmenin peşinde! Onların hepsini aşarak! Söylerim size Türkiye tarihi bu ikili kadar savaşçı bir ekip gördü mü?
Erdoğan, Atatürk’ün bu altın değerinde politikasını sık sık kendisine anımsatanlara hem 22 Eylül, hem 5 ve 26 Kasım 2012 hem de yakın zamanda hep şöyle dedi: "Adam sana saldırıyorsa Yurtta Sulh Cihanda Sulh diyemezsin".
26 Kasım’da çok netti:
"Gazi Mustafa Kemal, 'yurtta sulh cihanda sulh' derken herhalde Çanakkale'de gelen düşmanlara da sulh demedi. Birilerinin yanlış anladığı gibi 'yurtta sulh cihanda sulh' ilkesini pasiflik, tavırsızlık, tepkisizlik olarak yorumlayamayız. 'Sizin Gazze'de ne işiniz var? Suriye ile neden ilgileniyorsunuz?" diyorlar. Hiç kusura bakmasınlar biz 7 milyarlık bu dünyanın içinde yaşıyoruz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, ilgileniriz…
5 Kasımda “Bizim candamarınıza bastıkları zaman orada biz de sulhu konuşamayız.. ( www.youtube.com/watch?v=q7OijkrcgOk )
***
Çözümleme yapmak gerekir mi? Hadi iki noktaya işaret edelim sadece:
1)   Lafa bakın: “Çanakkale’ye gelen düşmanlara sulh demedi”.. Türkiye işgale mi saldırıya mı uğradı da haberimiz yok, Güneydoğu mu işgal edildi? (Evet El Nusra’cıların ve ÖSO’cuların işgali var, RTE’nin koruması altında!) Penguen gazeteciliği mi devrede yoksa, Başbakan halktan gizlenen bir sırrı ağzından mı kaçırıyor?!
2)   Başbakan’ın candamarına mı basıldı? Esad mı bastı? Nasıl bastı? İç savaş ve Esad’ın hala iktidar olması mı Başbakan’ın candamarı? Ne bileyim soruyoruz işte! Bilmek istemek ayıp değil!
3)   Biz yanlış anlıyormuşuz Atatürkün ilkesini! Meğer Filistin, Suriye konusu, bize, bizim topraklarımıza karşı bir saldırı imiş ve buna karşı yapmak zorundaymıyız! İşte kilit sözcük burada: Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, ilgileniriz…
4)   Yani, Türkiye’nin sınırlarını bütün eski Osmanlı topraklarına kadar genişletmişler de haberimiz yok!
Osmanlı toprakları RTE ve Davutoğlu’ndan soruluyor, anlıyorsunuz değil mi.. Oraları yeniden fethetmek, işte Yeni Osmanlılık denen şey…
***
Yani, Erdoğan (tabii ki Davutoğlu), Yurtta Barış Dünyada Barış sözünü pısırık, pasif, tepkisiz buluyor. Bu nedenle de kaldırıp çöpe atıyor..
Onun yerine savaşçı müdahaleci politikayı devreye sokuyor..
Bunu da bize Atatürk’ün politikası diye yutturacak..
Hadi canım diyelim ve biz gelin Pazar günkü yazımıza bakalım: “Yurtta Barış Dünyada Barış’ın ne büyük bir evrensel değer olduğuna, Türkiye bunu uygulayabilseydi gerçekten bir dünya devlet olabilirdi”ye bakalım..
----19 Eylül 2013 Perşembe / Bilim ve Siyaset - Cumhuriyet