Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

29 Mayıs 2020 Cuma

Erken seçim olur mu? İktidar olmak algoritma gerektirir!

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 28 Mayıs Perşembe, 2020


Çok konuşulan bir konuda bir kaç noktaya değineceğim.
1)           Yani ne zaman erken derken? Gelecek yıl?!
2)           Ekonomi berbat iken iktidar buradan nasıl sağ salim çıkar? Siyasetin ve iktidar mücadelesinin ruhuna aykırı bir öneri. Gelecek yıl mucize mi olacak, birden insanlar işlerine gelirlerine mi kavuşacak, sürünmekten mi kurtulacak, iktidar hepsini maaşa mı bağlayacak, ne olacak...
3)           Yaygın bir görüş, yeni koronavirüse karşı mücadelede iktidar başarı kazandı, bunu seçimde oya dönüştürecek, bak durmadan yeni hastaneler açtı, diyor.
4)           Yani “ekonomik olarak berbat durumdayız, eve ekmek götüremiyoruz, boş ver yaşasın hastaneler,” mi diyecek seçmen?! İktidarın ekonomi politikalarından, ihalelerinden nemalanan ve geliri tıkırında, ideolojik olarak kafası bağlanmış önemli bir seçmen kitlesi dışında kalan seçmenin böyle düşünmesi zor.
5)           Sağlık politikası, hastaneler, üniversiteleri açması, seçmene sağlığı kolaylaştırıcı politikalar, 5- 10 yıl öncesinin etkili oy getirisiydi. O zamanlar bu politikalar, müthiş bir tüketim pompalanması ve ucuz paraya ulaşma ile birlikte yürüdü ve etkisi katmerli oldu. İktidar, hala hastaneler politikası ile ekonomik çöküntüyü ve yoksulluğu örtbas etme, yaldızlama peşinde. Eğer hastaneler ve virüsle mücadele bize iktidar yolunu açar sanrısı içindelerse, bilemem.

Bahçeli saf dışı mı

Tartışılan bir konu, seçimleri tek dereceli yapmak. Yani yüzde 50 oy barajını kaldırarak Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyanlardan kim en çok oyu alırsa kazanmasını sağlamak. Bu AKP’nin MHP’ye de ihtiyacını bitirecek ve Bahçeli’yi safdışı bırakacak bir öneri.. Ayrıca, Anayasa değişikliği, yani referandum gerek. Bunu hiç birinin göze alacağını sanmıyorum. RTE’nin kazanma şansını garanti kim görüyor? Bence boş bir tartışma..
Diğer konu, AKP içinden çıkan iki partinin Meclis’e girmelerini önlemeye yönelik yasa değişiklikleri. Bahçeli önce davrandı ve etik etik diye tutturdu. Akşener benzeri durumların şimdi bu iki parti için de yaratılması olasılığına karşı parti değiştirmenin yasaklanmasını gündeme getirdi. Genel seçim sistemiyle de ilgili önerileri var.
Bu konuda bir ilkesel tavır almak zor. Tek gerçek, iktidar ve ortağının sadece kendi lehine sonuç verecek bir takım yasal düzenlemelere gideceği, gitmek isteyeceğidir. Muhalefet gözü kör davranırsa yanlış yapar.

Geçmişe değil geleceğe bakalım

Kılıçdaroğlu’nun ittifaklar politikasını, AKP’nin iki etkin politikacısının yeni kurdukları iki partiyi de içerecek bir şekilde genişletmesini izliyoruz. Öncelikle iktidar ortağının bu partilere karşı şimdiden önlem alma önerilerine “oyunu, kumpası bozacağız” açıklamasıyla yanıt verdi.
Kimisi, “partini tek başına iktidara taşımanın yollarını arayacağına, AKP’nin bugünlere gelmesinde etkili iki insana sahip çıkmayı bırak” havasına girdi. Hesap sorulmasını istiyorlar bu iki partiden.
Muhasebesini yaparsınız, Davutoğlu’nun Suriye açmazındaki rolünü açıklarsınız.. Babacan’a, Türkiye’ye akın akın para akarken, neden ülkeyi kendi ayakları üzerine durduracak, makinelerin dönmesi için sürekli dış sermayeye, hammaddeye yüksek teknolojiye muhtaç olmaktan çıkartacak politikalara yönelmediniz... diye sorarsınız. Bugünkü çöküntünün temelleri sizin zamanınıza uzanıyor dersiniz.
Hatta basın özgürlüğü adım adım çiğnenirken, tek bir karşı çıkışınız, açıklamanız var mı, diye sorarsınız.

İktidar, algoritma gerektirir

Tamam da, bu gelecek için bir politika geliştirmenize engel değil. Ancak katı ideolojiler veya saplantılar buna engel olabilir.
Geçmişi esas olarak sürekli önünüze koyarsanız, iktidara alternatif bir gelecek programı kurgulayamazsınız. Kendiniz dışında kimseyle birlik ittifak kuramazsınız.. Sadece gelecek perspektifi ile birleşebilirsiniz ve güç biriktirirsiniz...
Yoksa, kendi dükkanını bekleyen insan olursunuz.
Bunun siyasetle zerre ilgisi yoktur.
İktidar gelmek, bir olasılıklar konusudur, bu da bir algoritmayı gerektirir!

21 Mayıs 2020 Perşembe

“İnsanların adalete güvenmediği bir toplumda huzur düzeni sağlanamaz”

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 19 Mayıs Salı, 2020

Arada sırada Cumhurbaşkanının bizlerle aynı şeyleri söylediği sözleri, yazının başlığına çıkarılmasını hakkediyor. AKP’li Cumhurbaşkanı “23. Dönem Adli Yargı Hakim ve Cumhuriyet Savcıları Kura Töreni”ne video ile bağlantıda bunu söylemiş. Zaten salgın karşısında dünyanın en sıkı korunan lideri sıfatını hak ediyor.
Söz iyi de, asıl düşünce ve niyet toplumu ilgilendiriyor.
İnsanın dile getirdikleriyle asıl düşünce ve eylemi farklıysa, dahası birbirine 180 derece aykırıysa, söylediği ile yaptığı farklı bir politikacı insan tipi ile birlikte yaşıyoruz.
Erdoğan’a acaba bu sözü söyleten nedir diye düşünmez misiniz? Normal olarak 17 yıldır ülkeyi yöneten bir liderin böyle bir törende şunu söylemesi gerekmez mi:
Hakim ve savcılarımız, yıllardır adaletsizlikler çukuruna bakmış yargıyı bu bataktan çıkıp kurtardık, ülke en büyük derecede adil yargılama, adalet dağıtma sürecini yaşıyor. Dünya adalet göstergeleri de bunu teyit ediyor ve ülkemizin ulaştığı hukukun üstünlüğü düzeyi tüm dünyaya örnek gösteriliyor.. Yargıyı siyasetin tasallutundan tamamen kurtardık, savcı ve hakimler bağımsız ve tarafsız karar veren bir sistemin vicdanları haline getirdik. Kimseden emir almıyorlar, yasalar ve vicdanlarına göre karar veriyorlar... Hepinizin de bu ulaştığımız düzeyi daha ileri taşımanızı bekliyorum. En büyük desteğiniz benim...”


Böyle bir konuşma yapmadı
Yapamadı, çünkü çok komik kaçardı. Bunun yerine adalete güvenilmediği toplumda huzur kalmaz dedi, aslında tam da toplumsal gerçeğe işaret etti.
Şunu da söyledi: “Sizlerden vicdanınızı ve imzanızı Allah korkusu ve uygulamakla yükümlü olduğunuz kanunlar dışında hiçbir gücün emrine vermemenizi istiyorum. Adil bir vicdana sahip olmayan hakimlerin elinde en iyi kanun bile bir zulüm aracına dönüşebilir... Evlatlarınıza bırakacağınız en büyük miras tüm ömrünü adalete adamış tertemiz bir isim olacaktır...”
Bu sözler Erdoğan’ın vitrini ile ilgilidir. Uygulamalarıyla değil.
Anayasa Mahkemesi dahil yüksek yargının hoşlanmadığı kararlarına karşı çıkan kendisidir.
Barış kardeşlerimin, Murat Ağırel ve diğer meslektaşlarımın infaz yasasından yararlanmaması için yasayı eğip büken Meclis’teki kendi grubudur. Bizzat hepsinin ne hukuk ne yasa tanıyan uygulamalarla özgürlüklerinin ellerinden alınmasına, Mars’taki Güneş Sistemi Adalet Yönetimi Konfederasyonu karar vermedi. Barış Pehlivan’a, “sana vuran devlettir” diyen zalim gardiyan da, yönettiğiniz devletin elemanıdır.

Haksızlıklarla sakat bir yönetim
İktidarın devleti yönetmesi haksızlıklarla maluldür. Devlet, yönetim ve anlayışı neyse, AKP iktidarı da odur. Partili bir devleti yaşıyor ülke. Valisinden tutun kaymakamına ve tüm idari sisteme kadar, her şeyiyle karşımızda bir partili devlet anlayışı vardır. Zaten Erdoğan yıllar önce bürokrasinin kendi vücut dilinden anlaması gereğinden söz etmişti. Bu adım adım gerçekleşti.
Şuna bakın: Yüreğir CHP Gençlik Başkanı ile iktidarın Vefa yardım destek grubu ve aralarındaki Kaymakam arasında geçen olayda, ifade alan Savcı Eren Yıldırım’ı serbest bırakırken, devleti yöneten partili Cumhurbaşkanı tepeden olaya karışıyor, CHP’yi suçlayan bir açıklama yapıyor ve Yıldırım bu kez tutuklanarak içeri atılıyor.
Erdoğan ne demişti: “Sizlerden vicdanınızı ve imzanızı... kanunlar dışında hiçbir gücün emrine vermemenizi istiyorum.”
 O zaman cümlede eksik olan bir sözcük mü var: “... kanunlar (ve benim) dışımda hiçbir gücün emrine vermemenizi istiyorum.”
AKP’li Cumhurbaşkanının konuşmasından sonra Yıldırım’ın derhal tutuklanması karşısında, kim evlatlarına Cumhurbaşkanının kastettiği mirası bırakabilir?

Durmadan gerileyen Adalet
İnsanların adalete güvenmediği bir toplumda huzur kalmaz” diyen Erdoğan, gerçeği dile getiriyor.
AHİM kararına rağmen, Osman Kavala’yı serbest bırakmayan yargının acaba arka planda korkusu, sakın başlarına gelebilecek siyasi atama vb’ gibi yaptırımlar olmasın?
Toplumda yargıya güven aşağılarda seyrediyor, neden? Yargıya güvenenler yüzde 41,9! Güven sırlamasında sondan ikinci, neden acaba?
Dünya Adalet Projesi’nin “Hukukun üstünlüğü Endeksi”nde Türkiye yıldan yıla gerileyerek, 2019’da 8 sıra daha gerileyerek 109’uncu olmasın bkcak olursak, toplumdaki “huzur düzeni”nin sağlanamamasında, acaba siz sorumlu olmayasınız?
Sözler kuru gürültüdür, yel alır götürür, kalıcı olan uygulamalardır.
Söz öz ile bir olmalıdır

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Hepimiz 19 Mayıs’ın çocuklarıyız! Sadece Ata başarabilirdi!

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 19 Mayıs Salı, 2020
  
Hepimiz, Atatürk ile birlikte İstanbul’da 6 ay yoğun çalışmalarla geçirdik; hepimiz Dolmabahçe açıklarında düşman gemilerini görünce geldikleri gibi giderler dedik; hepimiz İstanbul’da Anadolu direnişi için örgütlenen yurtseverlerle kurtuluşçularla birlikteydik; hepimiz Bandırma gemisine binmek için oradaydık; hepimiz gemi ile birlikte Samsun’a çıktık. O gün bugündü, yani 19 Mayıs.
Sonra Kurtuluş ilmek ilmek örüldü. Samsun’dan itibaren Anadolu’nun ayağa kalkışının ve savaşın bütün cephelerinin neferleriydik.
Atatürk, yani Mustafa Kemal, yani Gazi, yani Gazi Mustafa Kemal Paşa Selanik’ten itibaren kendisini Kurtuluş’a hazırlayan adamdı.
Çok sayıda insan Kurtuluş diyordu, ama hepsi bir yere savruldu, yanlış yollara saptı, insanlarımızı kırdılar – kırıldılar, ülkenin uzaklarında top toprak oldular. Ayakları Anadolu’ya basmayanlar Anadolu milletinin bunu başaracağına inanmayanlar, silinip gittiler.
Kimisinin cesareti yetmedi; kimisinin bilinci, kimisinin yüreği, kimisinin bilgisi, kimisinin inancı yetmedi...
Kimisi Padişahım çok yaşaya takıldı kaldı; kimi halifeliğe, kimisi Sarayın beslemeliğine...
Kimi İngilizci kimi Amerikancı oldu. Fransa’cılar da çıkmıştır, İtalya’cılar da.. Ama Yunanistancılar kesin çıktı. Kurtuluşu oralarda aradı. İngiliz ve Amerikan beslemeciliğine sığındılar; Anadolu’ya yeni kölelik zincirlerinin gönüllüleri oldular.
Hepsi o günlerine, o anlarına sarıldı, gözleri asla yarını görmedi. Sırtlarına çöken imparatorluk ve padişahlık ile, bir gelecek olmayan sığıntılar olarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar.

Kurtarıcılarını biliyorlardı

İstanbul’da yurtseverler ise Anadolu’ya uğurlayacakları adamı biliyorlardı, tanıyorlardı, tek o başarabilirdi. Ordu Müfettişi belgelerini hazırlarken Mustafa Kemal’ın, bildikleri halde, “Bir şey mi yapacaksın Kemal” diye sormadan edemediler.  Aldıkları kısa ve öz yanıtı kalplerinin üzerine mühürlediler.
Cevat Paşa ile Konak’ta yemekten çıkmışlar, kol kola Nişantaşı’ndan Teşvikiye’ye doğru yürümekteler.
Bir şey mi yapacaksın Kemal.
- Evet Paşam bir şey yapacağım.
Allah muvaffak etsin!
- Mutlaka muvaffak olacağız.
***
 Bu yolu yürürken, her zaman 101 yıl önce bir akşam üzeri gerçekleşen bu diyaloğu anımsayın ve tekrar edin lütfen... Evet bir şey yapacağız!
***
Benzer diyalog Kazım İnanç Paşa ile aralarında geçecekti. Ordu Müfettişi olarak görevlendirilme belgesi hazırlanırken, İnanç Paşa’ya “yetki belgesine onların istediğini yaz, fakat şu iki maddeyi de ekle”, diyecekti.
İnanç Paşa gülerek soracaktı:
Bir şey mi yapacaksın..
- Kulağını bana uzat, evet bir şey yapacağım, bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım.
Vazifemizdir, çalışacağız..
***
Atatürk kendisini bugünlere hazırlamıştı... Adım adım. Her bir görev, her bir başarı kendisini bu başarıya götürüyordu. Çanakkale’de savaşırken, sizlere ölmeyi emrediyorum derken, Bulgaristan’da bulunurken, Libya’da çatışırken, Suriye’de çarpışırken... Bütün bu süreçler Atatürk’ü Kurtuluşu örgütlemeye ve başarmaya bir adım daha yükseltiyordu.
Hiç birinden yenilgiyle çıkmadı.

Büyük liderler büyük fikirlerle yürür

Samsun’a çıkmakla başlamadı Kurtuluş.
Yıllar önce Mustafa Kemal’in inancında yer etti. Samsun bunun hayata geçirilmesiydi.
Büyük liderlikler, ancak büyük koşullarla birleşerek büyük lider olurlar.
Büyük liderlik büyük fikirler demektir. Bu olmayınca liderlik de olmaz, sadece başarılı bir asker olur.
Anadolu sadece Kurtuluş’un değil, büyük bir devrimin adıdır. Büyük bir fikir hareketinin adıdır.
Kurtuluş ve Devrim bir adamda ve ona inananlarda cisimleşince, Türkiye kaçınılmaz olarak doğacaktı.
Atatürk, doğru zamanda doğru hareketin adıdır.
Büyük bir askerin, komutanın, büyük bir siyasi liderin- devlet adamının adıdır.
Atatürk, büyük Ahlakın adıdır.
Atatürk, bilimin adıdır. Aklın adıdır. Geleceği kurmanın adıdır. Yurtseverliğin, halk sevgisinin ve birlikte hareket etmenin adıdır.
Adam gibi Adamın adıdır. Bugünle kıyaslamaya kalkışmak bile, geçmişe en büyük hakaret olur... Bu nedenle, bugün susun!
***
Hepimiz, on milyonlar, bugün Ata ile birlikte Samsun’a çıktık. Anadolu’ya yayıldık, tüm cephelerde savaştık ve önce Kurtuluş’un sonra büyük Kuruluş’un neferleri olduk.
Bu neferliği hiç kimse unutmasın. Geleceğe, kuşaktan kuşağa durmadan aktaracağımız, taşıyacağımız tarihin büyük serüvenidir bu.
Bu serüveni unuttuğumuzda, Türkiye unuttuğunda, işte her şeyin bittiği an olacaktır.

19 Mayıs 2020 Salı

COVIT-19 öldürücülüğü, gribin 20 katı; ve 2. bir bela daha

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 18 Mayıs Pazartesi, 2020

Mart ve Nisan aylarında yeni koronavirüsün öldürücülüğünün ve yaratılan endişenin abartıldığı, normal olarak gripten ölenlerin daha fazla olduğu konusunda alternatif paylaşımlar yapılıyordu. Öyle ki, ciddi ve tanınmış bilim insanları ResearchGate gibi sitelerde bu yolda görüşler belirtiyordu.
Şüphesiz ki bunlar ciddiye alınmadı ve bulaşmaya karşı önlemler hızla devreye sokuldu.
Şimdi bir nesnel araştırma, normal grip / COVIT-19 karşılaştırmasının ve ileri sürülen savların yanlışlığını ortaya koyuyor ve COVIT-19’un 20 kat daha çok öldürücü olduğunu söylüyor. Yani bu meret “biraz daha kötü bir grip” değil. ABD’de grip salgınının en kötü haftasında ölenlerle COVIT-19’dan ölenleri karşılaştırdı, hastane kayıtlarından... Araştırmayı da Harvard Medical School ile Emory üniversitesi uzmanları yaptı (Lancet).
Karşılaştırma özet sonucu: 2013-2020 yılları arasında grip salgınının en yüksek olduğu haftada gripten ölümler ortalama 752. COVID-19 ise, 21 Nisan ile biten haftada (haftalık en yüksek ölüm) 15,455 can almış.
Diyeceğim, artık virüs bulaşması kararı esas olarak halkın kendi elinde. Sıkı önlemlere uymayanlar, ne yazık ki artık virüsün doğal ayıklanmasına daha çok maruz kalacak. Tabii çalışmaya başlayanlar için de işyerlerinde gerekli tam önlemleri almayan ve çalışanlarını korumayan işyerleri sahipleri de hastalığın ve ölümlerin nedeni olacaklar.
Sağlık Bakanlığının açıkladı sayıları günlük izleyen ve bulaşmayı her gün hesap eden bir dostum, şöyle yazdı: “Hastalanıp iyileşen oranı sabit dururken, test yapılanlar arasında yeni vak’a oranı %5’te çakılmış kalmışsa, ölüm sayılarının azalması mümkün değil. Ya iyileşme oranının artması gerek, ya da yeni vak’a sayısının azalması. Demek ki, daha fazla ölü yakını, cenaze COVİD mezarlığına gömülmesin diye ölüm nedeni olarak “bulaşıcı hastalık” yazdırıp cenazesini teslim alıyor.” Veya hâlâ ölüm nedeni olarak kayıtlara düşülenler, eskisi gibi.

İkinci bela daha korkunç
Başka bir bela daha geliyor yeryüzünün üzerine: Bu yüzyılın sonuna doğru gerçekleşeceği hesaplanan aşırı sıcaklıklar, dünyanın çeşitli bölgelerinde hızla ortaya çıkmaya başladı. Sıradan bir olaydan bahsetmiyoruz, insanoğlunun kaldırabileceği sıcaklık değil bunlar. Aşırı sıcaklık ve nem yoğunlukları, 40 yıl önceye göre, iki kat arttı.
Yeni bir sıcaklık olayı söz konusu. Normalde sıcaklardan terleriz, fakat havada nem arttıkça, bu terleme yavaşlıyor ve duruyor. Bu durma noktası için “ıslak termometre ölçümü” söz konusu: 35 santigrat. Bu aşırı nemli ısının dünyanın  çeşitli bölgelerindeki öldürücü etkisinin iki kat arttığı hesaplandı. İnsanın dayanıklığının sınırı.
Bunun ne denli önemli olduğunu anlamak için şunu belirtiyor araştırmacılar: 2003 yılındaki on binlerce insanı öldüren aşırı sıcak dalgalarında ıslak termometre göstergeleri hiç bir zaman 28 dereceyi aşmamıştı, ki şimdi sözü edilen 35 derece.
Bunu niçin yazdım:
1)       İklim değişimi beklenenden çok daha önceden, 80 yıl önceden öldürücü etkilerini göstermeye başladı.
2)       İnsanları buna karşı korumak için, hükümetler toplumu korumak için yeni önlemler planlamak, mesela kent yaşamlarında yeni tasarımlar düzenlemelere gitmek zorundalar.

Umurunda mı dünya, şarkı sözünü hatırladım, ülkemizi yönetenleri düşününce.
Not: Herkese Bilim Teknoloji’nin Salı- Çarşamba sayısında ayrıntılı bilgi bulacksınız bu konuda.

18 Mayıs 2020 Pazartesi

COVIT-19 üzerine bilimsel araştırma ve yayınları “devlet” yapacak!!!

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 17 Mayıs Pazar, 2020

Evet, hangi araştırmaların yapılacağına “devlet” karar verecek. Abartmıyorum.. Ama önce konuya bir giriş yapayım.
Sars-2 virüsü ve yol açtığı CIVIT-19 salgın hastalığı üzerine dünyanın hemen her ülkesinden binlerce ciddi bilimsel araştırma yayımlanıyor. Tüm dünya hem virüsün kimliği - niteliği hem de hastalık üzerine bilgileri, bu araştırmalardan öğreniyor ve buna göre önlemler alıyor veya uygulamalara gidiyor. Aklınıza virüsle ilgili ne geliyorsa, ne okuyorsanız, çevreye bilgi olarak ne söylüyor ve satıyorsanız! Kimi sonradan yanlış çıksa veya daha doğrusu yayınlansa bile!
Gayri resmi verilere göre, dünyada çeşitli dillerde yerel bilim dergilerinde ve internet arşivlerinde yayınlanan yaygın makalelerin sayısı 80 binler civarında...

Yağmur gibi yağıyor
Daha ciddi bilim arşivlerinde ve dergilerinde ise 7 bini aşkın yayından bahsediliyor. Araştırma makaleleri bir yağmur gibi yağıyor ve bir uzmanın mesela kendi alanında diyelim mi virüsün virolojisi üzerine yazılan araştırma makalelerini izlemesi neredeyse imkansız durumda.
Bunu uydurmuyorum, dünyanın sayılı bilim insanları itiraf ediyor! Bu amaçla araştırma makalelerini değerlendirmek için yeni algoritmalar geliştiriliyor ki, makale okyanusunda kaybolmayasınız ve aradığınızı hızla bulasınız. Çok acil hızla yayınlandıkları ve hakem denetiminden geçmedikleri için tartışmalar sürse de, bilim dünyasında hoşgörü var, çünkü çok acil bir durum. Bu makalelerin pek çoğu sonra çöp olacağı da kesin.
Türkiye’de Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu üyeleri dahil, ekranlarda gördüğünüz ve bu konularda konuşan hemen herkesin kaynağı, bu makalelerdeki “bilgiler” veya “veriler”. Herkese Bilim Teknoloji dergisi aylardır yeni korona virüs ve hastalığı üzerine yayın yapıyor. Bilgi- veri derliyor can alıcı konularda ve yayınlıyor. Bunu büyük bir sorumluluk içinde gerçekleştiriyor. Şüphesiz bizim bilim insanlarımızın yazıları da var, fakat burada üretilmiş bilgi çok az. Bazı genel araştırma makalelerini HBT portalında açılan yeni bir sayfada okuyoruz.

Türkiye: 155 makale
Şimdi sorabilirsiniz: Peki Türkiye’den Sars-2 virüsü ve hastalığı üzerine bu uluslararası havuzda kaç makale var? Prof. Özlem Kayım Yıldız yardımcı oldu, PubMed’de kayıtlı sonuçları bildirdi: 155 adet. Doğrusu epey bir makale sayısı ile karşılaştım, beklemiyordum. Çoğu Türkiye’den yapılan yayınlar, aralarında çok uluslu yazarlı makaleler de var. Yıldız, PubMad'de kayıtlı olmayanlar, yazılmış ama ama henüz yayınlanmamış olanlar da da vardır, diye ekliyor.
Fakat şimdi Bakanlık “benim onayım olmadan araştırm yapamazsınız” diyor. Düne kadar araştırmalara “Bakanlık onayı” yoktu, ama bugün var! Türkiye’de bir ilk yaşandı ve Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesinde “COVID-19 Bilimsel Araştırma Değerlendirme Komisyonu” kuruldu ve Türkiye’de yapılacak COVIT-19 ile ilgili tüm araştırmalar, klinik dahil, etik kurul başvurusundan önce bu komisyona bildirilme zorunluluğu getirildi.
Bilim Akademisi (www.bilimakademisi.org) ve yapılacak araştırmaların Bakanlığın onayına- bildirimine tabii kılınmasının sakıncalarını açıklayan bir bildiri yayımladı.

Her şey meçhul
Şu işe bakın: Başvuru sahibi, başvuru kabulü sonrası tüm taahhütleri imzalayacağı hususunda ayrıca bir taahhütte bulunmaya zorlanıyor. Ancak başvuru kabulü sonrasında nasıl bir ek taahhütte bulunulacağı meçhuldür.
Akademi soruyor: Bu değerlendirme komisyon kimdir, yetkileri nedir, neye göre değerlendirme yapacaktır, neden ret edecek veya kabul edecektir belli değil.
Böylece bakanlık komisyonu, ülkemizdeki tüm bilimsel kuruluşların onaylarının vb önüne geçmiş oldu. TÜBİTAK, üniversite etik kurulları vb, ne varsa. Üç veya beş bürokrat ve devletin atadığı insanların iki dudağı arasına sıkıştırıldı, bilimsel araştırmalar: Hayır bu olmaz, ama şu olur, fakat şu şartlarımıza uyacaksın...
O şartlar nedir? Ülkenin ve siyasetin yüksek menfaatlerini gözetmek mi? Dünyada böyle bir şey yok. Bilimin yapıldığı hiç bir ülkede!
Bakanlık, zaten hastalıkla ilgili tüm verilerin üzerine oturdu, verileri araştırma dünyamıza açmıyor.
Şöyle mi diyor: Tüm veriler bana ait, siz de ancak araştırmaları benim istediğim şekilde yapabilirsiniz!
Bilimsel özgürlüğün üzerine çöken bir kararı iptal edin lütfen. Araştırmaların önüne set çektiniz!
155 makaleyi görünce mi Bakanlık mi “benim bilgim dışında nasıl oluyor” mu dedi?

17 Mayıs 2020 Pazar

Genlerimiz sosyal mesafe için uygun değil

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 14 Mayıs Perşembe, 2020

Tüm yaşam alışkanlıklarının 180 derece değişimi, çok çok zor

İnsanlar birlikte yaşar. İç içe... deyim yerindeyse kucak kucağa. Aileler, arkadaşlar, yakınlar... Temas çok önemlidir. Toplanırlar, sıra sıra dizilirler... Sanır mısınız ki sinemalarda tiyatrolarda stadyumlarda meydanlarda düğünlerde kutlamalarda barlarda kahvehanelerde lokantalarda vb. modern zamanların alışkanlıklarıdır.
İnsanoğlu varoluşundan bu yana topluluk halinde yaşar; insan bu anlamda topluluk demektir, topluluğun bir parçasıdır, ancak topluluk olarak var olur; toplumun bir parçası değilse olamadıysa olamıyorsa bunalıma girer, yaşamı – var oluşu kısıtlanır. Agoralar, çarşılar, alanlar eğlenceler ve bütün sosyal ilişkiler insanın varoluş biçimlerdir. Çoğalmasının yoludur da bütün bu saydıklarımız ve saymadıklarımız.
Ezelden beri!
Genlerimizde kayıtlı bir davranış biçiminden bahsediyoruz.
Ve bu yaşam biçimi, Homo sapiens’in 50 yıllık serüveni içinde, doğal olarak gelişmiş ve kökleşmiştir.

Gen kayıtlarını değiştiremeyiz
Şimdi bir virüs, diyelim 300 bin yıl kadar eskiye giden varoluş biçimini parçalamaya yerle bir etmeye girişti. Bizi birbirimizden ayrılmaya itiyor. Bizim için çok zor!
Homo sapiens olarak baktığımızda 50 bin yıllık yaşam biçimimizi “sosyal mesafe – maske – yalnızlık – tecrit” gibi önlemlerle kökten değiştirmeye çalışıyoruz. Oysa biz fabrikaları, çalışma koşullarını, kentlerimizi, bütün sosyal ilişkilerimizi genlerimizde kayıtlı davranış alışkanlıklarımız çerçevesinde düzenledik.
Bunu değiştirmemiz mümkün değil, genlerimizden silemeyiz bu kayıtları.
Bu nedenle bütün dünyada yetkili otoriteler “sosyal mesafe- maske, el yıkama, evde kal” diye 5 aydır durmadan bağırıyor ve bazen para etmiyor. Bazen derken, önemli bir çoğunluğa etkisi sıfır.. Baktığınızda aslında insan olana bir kez söylemek yeterli olabilecekken...
Genlerimiz sosyal mesafe kavramına pek uygun değil. Sorun burada. Bu nedenle, hapis, para cezası, eve kapatma, polis, asker gibi, sopalar devreye sokuluyor. Bunların bile para etmediği kimseler oluyor.
Dahası genlerimiz buna isyan ediyor bile denebilir.

Tüm insanlarda ortak
Sanmayın ki bu salt bizim topluma özgü. Genellikle “bizim toplum adam olmaz, kültürel birikimi eksik, eğitimi uygun değil” gibi gerekçelerle toplumdaki sosyal mesafeye uymamayı açıklamaya çalışıyoruz.
Yok öyle bir şey, tüm toplumlarda bu ortak davranış biçimi.
Ama çeşitli toplumlardaki birikimler, gelenekler, görenekler, alışkanlıklar, geçmişten aldıkları ve sürdürdükleri farklı.
Bizdeki üç eksik bir fazla vb.. Bir kadın bir günde 14 evi dolaşıyor. Sonra virüslü olduğu anlaşılıyor ve 50’yi aşkın kişi kontrol altına alınıyor! Dünyanın neresinde bu görülür! Van’da, taziye evinde bir kişi 103 kişiye bulaştırıyor! Oysa taziye evi yasak. İnsanlar yasını ertelemiyor...
Bu ve benzeri durumlar mesela bize özgün vakalar. Başka ülkelerde farklı olgular var. ABD’de anneler gününde seyrettiğimiz alış veriş merkezlerinde maskeli kimse yoktu ve herkes popo popoya dolaşıyordu! Mesela bunu Amerikalıların derin cehaletine ve umursamazlığına bağlayabilirsiniz. Biz çok daha iyiyiz.

Bilim Kurulu tek otorite oldu
Bizde Bilim Kurulu’nun devreye girmesi, halkın uyarılara ve yasaklara uymasında büyük başarı etkisi yapmıştır. Birden siyasi kurum devre dışı bırakılmış ve insanlar bu konuda dünyada tek otoriteye kulak vermeye başlamıştır. Bilim Kurulu bu anlamda önemli bir görev yerine getirdi. Ayrıca bu konularda tek otoritenin de bilim olduğu halkın bilincine kazındı.  Umut ve Kurtuluş beklentisi!
Şimdi, virüs bizim üzerimizden yaşam alanı bulamayıncaya kadar, (ki bu epey uzun sürecektir, çünkü genlerimizin direnci de var) bütün hayatı, çalışma, sosyal ve kültürel ilişkileri, toplu ulaşım ve kent yaşamını yeniden programlamalıyız.
Sosyal mesafeye ve bulaşmama standartlarına uygun olarak.
Virüs bizimle epey yaşayacak, ilaç ve aşıyı bir kenara bırakacak olursak, ya o bizimle ya biz onunla barış içinde yaşamaya alışıncaya kadar.
Unutmayalım: Virüsü yenecek olan tıp değil, bizim davranışlarımız olacaktır.

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Dünya korona sonrası daha iyi olacaksa, bu silah yarışı neden? 2 trilyon Dolar

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 12 Mayıs Salı, 2020

Yeni korona virüsünün yakın gelecek için yol açtığı umut/umutsuz ikileminde, değişecek çok şeyin olacağı kesin de, ana fotoğrafta ne değişecek, merak etmemiz gereken bu.
Mesela askeri harcamalar, yani silahlanma, savunma/savaş harcamaları.
Şüphesiz başı çeken dünya üzerinde hegemonya yarışı içinde olan ülkeler. Hegemonya, emperyalist emel demek. Bu emeli ayakta tutmak, gerçekleştirmek ancak büyük askeri güçle mümkün. Bu değişmeyen bir emperyalist karakterdir. Askeri gücünüzün büyüklüğü ile dünyada borunuzu öttürebilirsiniz, milletlerin emeği üzerinden daha çok kazanç elde edebilir ve istekleriniz için bastırabilirsiniz.
SIPRI (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) silahlanmanın en doğru gelişmelerinin hesaplarını tutan ve analizlerini yapan kurumdur.

Çin yükseliyor
Yeni yayınladığı 2019 küresel askeri harcamalar raporu hiç de olumlu işaretler içermiyor. Askeri harcamalar yüzde 3,6 artmış ve 1,9 trilyon dolara yükselmiş. 1988’den bu yana en yüksek düzeye ulaşmış. En son bu konuda yazdığım sırada, 1,7 trilyon dolardı toplam harcamalar.
1988’e gitmeye gerek yok, 2010 yılına göre artış yüzde 7,2.
Tabii ki ABD 5,3 artışla 732 milyar dolar harcamaya ulaşmış. Bu toplam harcamaların yüzde 38’ine denk geliyor. SIPRI’den diğer bilgileri özetliyorum..
En çok harcama yapan 5 ülke ABD, Çin, Hindistan, Rusya ve Suudi Arabistan. Bunların harcamalarının toplamı, tüm askeri harcamaların  yüzde 62’sini oluşturuyor.
Çin: Yüzde 5,1 artış, 261 milyar dolar
Hindistan, 6,8 artış, 71,1 milyar

Rusya 4. Sırada

Rusya yüzde 4,5 artırmış,  65,1 milyar dolara yükselmiş. (Dünyanın 4.cüsü ve GSYİH'sının yüzde 3,9'una askeri harcamalara ayırmış.)  
Japonya 47,6 milyar; Güney Kore 43,9 milyar
Küresel mali krizin yaşandığı 2008 ve izleyen 4-5 yıl boyunca düşen harcamlar, kriz derinliğini kaybedince yeniden yükselme eğilimine girdi.
Toplam askeri harcamalar Dünya Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının yüzde 2,2 sine denk geliyor ve kişi başı harcama 249 dolar!
Almanya, 49,3 milyar dolarla, Avrupa’daki silahlanmada başı çekiyor.
NATO’ya üye olduktan sonra örneğin Bulgaristan harcamalarını yüzde 127 oranında (yeni savaş uçakları) ve Romanya yüzde 17 oranında artırdı. NATO üyesi 29 ülkenin toplam harcamaları 1,035 trilyon dolar.
Suudi Arabistan 61,9 milyar dolarla harcamada düşüş yaşadı ama GSYİH'sının yüzde 8'ini ayırıyor.

Savaş dünyası doludizgin 
Daha tekin bir dünyaya değil, daha savaşçı bir dünyaya doğru gidiş var. SIPRI analizcileri, doğru bir şekilde “büyük güçler arasındaki rekabete” geri dönüldüğü yorumunu yapıyor. Hindistan’ın Çin ve Pakistan ile büyük çekişmesi, bölgede ayrıca silahlanmayı körükleyen çok önemli bir etken.
Yani dünya cephesinde değişen bir şey yok:
Rekabet, en büyük güce ulaşmak, askeri güçle boyun eğdirmek..
ABD’nin öncelikle Çin ile giriştiği büyük rekabet, Çin’in bir şekilde ABD egemenliğine son vereceği endişesi var. Dünyanın dört bir yanında filoları dolaşan ve üsleri olan en büyük ülke ABD.
Dolayısıyla silahlanma yarışını körükleyen de o. Zaten en iyi bildiği konudur, Amerikan emperyalistlerinin. Dünya bilgi toplumuna geçiyor falan diyoruz, ama dünyayı savaş sanayi güdülüyor, bu sanayinin iktidarlardaki gücü, hegemonyayı körüklüyor. Bu ticarette üstünlüğü ve doların egemenliğini dayatıyor.
Dünyanın geleceğini Korona falan değil, Çin- ABD rekabeti çizecek.
***
Peki Türkiye? İki yıldır 16. sırada yer alıyorduk, yüzde % 5,8’lik artış oranıyla toplamda 20.4 milyar $’lık askeri harcama yapmışız. Bu harcamanın GSYİH’sindeki payı ise % 2,7.

Kentler tüm yaşam ilişkileri korona virüsle birlikte yaşam için yeniden düzenlenmeli

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 11 Mayıs Pazartesi, 2020

Aşı bulunmazsa... Bu ciddi bir olasılıktır. Evet, dünyanın dört bir yanında aşı geliştirmek için büyük çalışmalar sürüyor. Çok azı için “klinik deney” izni verildi. Safhaları var, 1,2,3.. Binlerce insanda testi yapılacak, etkinliği ve güvenirliği kanıtlanacak. Çinli bilimciler virüs aktivasyona azaltılmış klasik aşı üretiminde ilerliyor, hayvan deneylerinde aşı ile bağışıklık sağladıklarını açıkladılar, klinik aşamaya geçecekler...
Korona virüs ailesi için şimdiye kadar bir aşı geliştirilemedi.
Geçmişte aşı geliştirme sürelerine baktığınızda, hazırlanan bir zaman çizelgesi bize kötü haber veriyor: En erken 2029, en geç 2036. Eğer ciddi bir aşı adayı geliştirilebilirse. En az 4 yıl!
100’ü aşkın aşı çalışması, işlerinden 1-3 tanesinin başarıya ulaşacağı umudunu şüphesiz ki veriyor. Umarım sayıları 200’e çıkar! Çünkü çok farklı mekanizmalara sahip, farklı yöntemlerle geliştirilmiş aşıların elde olmasını önemli görüyor bilimciler.

Aşılar kime gider
Tartışılan bir konudur. Diyelim ABD’de bulundu veya Çin’de, Avrupa’da.. Milyarlarca insana aşı üretmek ve yetiştirmek başlı başına bir sorundur, adeta olanaksız gibi gözükür. Küresel dünya ilişkileri, bulunursa, aşının herkesin ulaşabileceği bir ucuzlukta olmasını gerektiriyor. Hatta bedava!
Bulan ülkenin tabii ki kendi öncelikleri olur.
En önemlisi, aşıda patent hakkının olmaması.
Bu, dünyanın dört bir yanında aşıların aynı anda hızla üretilmesini sağlayacaktır.
Daha şimdiden Türkiye de, “aşı üretme fabrikalarını” tasarlayıp hazırlığına başlasa iyi olur. Aşı yok, ama ABD’de bu girişimler başladı bile!

İyimserlik mi kötümserlik mi

Durum bize kısa süre için karamsar bir tablo sunuyor.
İyimserliği mi satın almalıyız, bekleyişlere girmeliyiz, kötümserliği mi.
İyimserlik bizi bekleyişte bırakır. Kötümserlik, yakın gelecek için şimdiden harekete geçmemiz gerektiğini söyler.
Yani hayatı, virüsle uzun yıllar yaşayabileceğimiz olasılığı üzerine yeniden düzenlemeliyiz.
Tüm dünya için virüsü yok etmenin tek yolu toptan karantinadır diyelim, bunun olamayacağı belli. Bazı ülkeler kendi sınırları içinde virüsü yok etseler bile, en çok ilişki içinde olduğunuz ülkeler bunu gerçekleştiremezlerse, kendi sınırlarınız içinde kapalı kalırsınız. Şöyle durumlar mı ortaya çıkacak: “Temiz” ülkeler arasında işbirlikleri!

Hayatı eve tıkayamazsınız.
Ama hayatı dışarıda mümkün olduğu kadar karantina göre düzenleyebilirsiniz, ayarlayabilirsiniz.
Maaş çekmek için PTT vb ATM’lerinin önünde kuyrukları en aza indirmek için önlemler alınabilir. Tüm ATM’lerden para çekmeyi, vey insanların hesabın yatırmayı veya evlerine göndermeyi düşünebilirsiniz. Kuyrukları, zorunlu yasallaşmış mesafelere ayarlanmış yeni fiziksel tasarımlar gündeme gelebilir.
Otobüsler, metrobüsler, metrolar hepsi koronalı yaşamın zorunlu koşullarına uydurulabilir.
Evet yepyeni bir kent düzenlemesi, çalışma hayatı düzenlemeleri, ekonomik ve kültürel hayatı canlandırabilir, “yeni normal” yaşam ortaya çıkar.
Şüphesiz akla hayale gelmeyecek, eskiye göre realite dışı- ötesi (sürreal), ama yeniye göre gerçekçi bir hayat tarzından bahsediyorum.
Şüphesiz, test yoğunluğunun son derece artırıldığı, normal hayatımızın bir parçası haline getirildiği, koronalı hastalarımızla birlikte yaşayacağımız, yer yer evlerde tecritlerin de süreceği bir yaşam..

Ekonomik paylaşımlar değişir

Beğenmediniz mi?
Belki koronaya karşı bağışıklığı hızla algılayacak yeni hassas testler gelir ve işi kolaylaştırır..
Hoş değil, alışması zor.
Böyle bir yaşam, ekonomik – kültürel ilişkilerin de yeniden düzenlenmesini zorunlu kılacaktır. Servet dağılımı değişecek, daha dayanışmacı, “daha mütevazi, alçakgönüllü” bir yaşam tarzı ve ilişkiler kendini dayatacaktır.
Bir türlü başaramadığımızı, korona mı başaracak?

11 Mayıs 2020 Pazartesi

“Sosyal mesafe” kavramına Türkiye’den katkı, Nedim Karayakalı

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 10 Mayıs Pazar, 2020

“Sosyal mesafe” kavramı, yılın sözcüğü olabilir diye düşünürken karşıma bu sosyolojik kavrama Türkiye’den katkı yapan bir bilimcimiz çıktı. Yılın sözcüğü bir süredir ünlü Oxford sözlüğü tarafından seçiliyor ve açıklanıyor. Bunlar arasında çok ünlü kavram PostTruth idi, (gerçek / hakikat ötesi.. yalanı gerçek yerine yutturmak). 2018 sözcüğü Toxic / Toksik- Zehirli oldu. Bunlar o yılın en çok kullanılan ve gerçekten de anlamlar bakımından çok tartışılacak kavramlarda. Geçen yılın sözcüğü “İklim Krizi” oldu. 2017’de  “Youthquake”, Gençlik Depremi diyebileceğimiz sözcük tartışıldı.
Bu yıl beklentim “sosyal mesafe”. Türkiye’de sosyal ve literatüründe var ile yok arasında bir sözcük. Kim kullandı geçen yıla kadar? Oysa kavram batı arştırma literatürüne çoktan girmişti, üstelik modernitenin asli davranış modellerinden biri olarak.
İngilizce Wikipedi’da sözcük açıklamasında, referanslar arasında Nedim Karayakalı adı geçiyor. Bir önemli Sözlük de, Karayakalı’dan alıntı yapmış.

Utanç verici tarih
Karayakalı, Bilkent’de. Yazıştık ve Herkese Bilim Teknoloji dergisinin şimdi piyasada olan sayısında geniş bir röportaj gerçekleştirdik. Bugün burada bu bilim insanımız üzerine kısaca yazacağım. Röportajı okumanızı öneririm.
Kavramın kullanılması yüzyıl kadar önceye bile gidiyor ve farklı etnik gruplar arasında dışlama- kabullenme ilişkileri inceleniyor. Dünya politik ve toplumsal tarihi, birbirini dışlayan kötüleyen, aşağılayan ve hatta yok eden etnisite kavgaları ile dolu. Irkçılık da başlıcalarından. Aynı kentte mahalleler bile birbirinden ayrıdır hala, “fiziksel uzaklaşma” bir norm olarak kabul görmüştür.

İki önemli katkı
Nedim Karayakalı’nın bu alana iki yönden katkısı olmuş. Bu kavramı “bir tarihsellik içinde anlamaya” çalışmış: “Burada bana en önemli gelen noktalarda biri, sosyal mesafenin günümüz toplumlarında giderek bütün ilişkileri içine almaya başlayacak biçimde yaygınlaşmaya başlaması ve ‘diğer’ insanlara karşı ‘mesafeli’ durmanın giderek bir norm haline gelmeye başladığı gözlemi.”
Koronavirüs salgını ile yaşadıklarımız aslında yukarıdaki anlatımın “uç noktaya taşınmış hali.”
Karayakalı’nın ikinci önemli katkısı, bu kavramın “en az dört değişik boyutu olduğunu göstermek. Örneğin, bir grup veya kişiye duygusal açıdan kendimizi yakın/uzak hissedebiliriz; toplumumuzdaki normlar açışından onun bize yakın veya uzak olduğunu (‘bizden’ – ‘bizden değil’) düşünebiliriz; veya – ki bu günlerde en önemlisi bu herhalde – bir kişiyle fiziksel olarak yakınlık içeren alış-verişte bulunabilir veya bulunmayabiliriz.”
Karayakalı, salgın döneminde bu kavramı yenden gözden geçirme uğraşısında şimdi.

Türkiye için geçerli mi?
Sorum üzerine diyor ki, “aslında modern toplumlarda yaşayan bireyler, giderek birbirlerine “mesafeli” davranmaya başlıyor, bütün insan ilişkileri giderek yabancılar arasındaki ilişkilere dönüşme eğiliminde; formel, araçsal ve “kontrata” dayalı ilişkiler giderek yaygınlaşıyor.”
 Bu Türkiye için ne kadar geçerli tartışmalı!
Korona öncesiyle ilgili olarak: “Bir yandan, bireyin diğerlerine karşı 'mesafeli' olması prensibi, giderek bütün ilişkilerimize nüfus eden bir norm haline gelmeye başladıkça, bizler sosyal mesafeyi, birbirimize yabancılaşmayla özdeşleştiriyoruz. Fakat, bir yandan da modern bireyler için, istedikleri zaman başkalarına olan mesafelerini koruyabilmek, özgürlükle eş anlamlı bir değer..”
Bugün için diyor ki, insana bir bilim kurgu filminde veya Edgar Allen Poe hikayesinde yaşıyormuş hissini verdirecek kadar garip bir şey. Ve, belki de, bazılarımıza, “ya böyle bir yaşam biçimi de olabilirmiş; böyle bir toplumsallık biçimi de bir yere kadar mümkünmüş”, dedirtmiş olabilir bu.
***
Daha uzun süre, yıllarda bu bilim kurgu türünde yaşayacağımızı düşünmez misiniz?
Oxford’un yılın sözcüğü adayım...