Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Ocak 2011 Pazar

Hüseyin Çelik


Çok özel bir resmi görevi: AKP Genel Başkan Yardımcısı, Tanıtım ve Medya Başkanı, Parti Sözcüsü.
Hımmm... Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde iktidar ve ana muhalefet partilerinin tüzük ve yapısına baktım. Görebildiklerimin hiç birinde, genel başkan yardımcısı statüsünde böyle tanımlanmış bir görev yok. Basın merkezleri var vs.
Çelik’in web sitesine girdim ve siteye konmuş açıklamalarına baktım. Her konuda konuşuyor. Sadece parti ile ilgili değil, hükümete, Erdoğan’a, olaylara, hatta diğer bakanlara ve icraatlerine yönelik muhalefetin tüm laf atmalarına, suçlamalarına bir yanıtı var. Tabi, gazetelerdeki demeçleri daha zengin.
Bazen “Parti” bazen bir “bakan” oluyor, bazen de “Erdoğan”.. Hükümet sözcücü gibi de! O kadar “yetkili” ki, öğretmenlerin sorunları da, polislerin istekleri de, neredeyse hemen herşey ondan sorulabiliyor! Kayseri Belediyesindeki yolsuzluk atağına göğsünü geriyor, Elazığ belediyesindeki yolsuzlukta da, izin vermeyen Bakanını koruyor.
Hüseyin Çelik, esas olarak bir kaleci..
Hükümet kalesine yollanan her “topu” tutmak, Parti ve hükümet “oyuncularına” kanat germek onun ana görevi. Aynı zamanda bir “şütor” de, yani rakip kalelere durmadan saldırı halinde.
Bütün bu icraatı sırasında, ahlaki olsun olmasın, uysun uymasın, haklı veya haksız, doğru veya yanlış, bütün “araçları” kullanır
Bir demagog? Evet, fazlasıyla! Önemli olan, bir dizi laf kalabalığı içinde, su üzerinde kayığını yüzdürebilmek!
Bu açıdan başarılı bir propagandist!
Günde beş kez de olsa konuşur; bu alanda Başbakan’la yarış halindedir! Erdoğan onu boşuna “propagandadan görevli başkan yardımcısı” yapmadı!
***
“Hakkaniyet”li, “demokratik” görünmeye çalışır. Ama konuşmaları çelişki içindedir: Örneğin, Süheyl Batum’un, Silivri tutuklularını milletvekili gösterme önerisine şöyle çatar: “Ergenekonu halkımız çok iyi biliyor.. henüz yargılama sürdüğü için insanları suçlu olarak damgalamayız.. CHP her zaman zaten karanlık güçlerin... millet iradesine karşı çıkanların yanında olmuştur. Darbelerin arkasındaki güç, şakşakçısı ve zaman zaman hazırlayıcı güç olmuştur.” (25 Ocak; CHP, hakaret davası açtı mı, yoksa yedi yuttu mu bilemem)
Bir yandan yargılananlar için “masuniyet karinesi” der, ama onları darbeciler diye mahkum eder ve CHP’ye saldırır!
8 yıldır iktidardasınız, Türkiye neden dünya demokrasi endeksinde, ‘a) demokratik, b) eksik ve hataları olan ama demokratik, c) melez, d) otoriter’ rejimler sıralamasında, üçüncü kategoride (melez) rejimler arasında yer alıyor”, diye sorarsınız.. (Şirin Payzın’ın programı, 28 Ocak)
Bunları duymaz, kendisi bir kategori uydurur hemen “Türkiye bürokratik cumhuriyet rejimiydi, şimdi demokratik cumhuriyete geçiyor” der! “İnsan hak ve ihlalleri, işkence, kötü muameleyi araştıran evrensel raporlarda neden hala ön sıralarda”, “neden AİHM’de en çok davalı ilk üç ülke arasındayız” diye sorarsınız...
Verdiği yanıta bakar mısınız: “8 yıl ülkelerin hayatında nedir ki?” Demokrasiyi yerleştirmek için anlaşılan bir otuz kırk yıla daha ihtiyaçları var! Oysa, AKP’nin “demokrasi” yolunda attığı her adım, ülkeyi “demokrasi endeksi”ndeki en alt kategoriye, diktatörlük-otoriter rejimlere yaklaştırmaktadır!
Silivri tutuklularını ne zaman bırakacaksınız” diye sorarsınız.
- Biz mahkeme değiliz. Bu mahkemenin işi.. Gönül ister ki tutuksuz yargılansınlar.
- Şunu diyebilir miyiz: “Çelik, Silivri’de yargılamalar tutuksuz yapılmalıdır, düşüncesinde”
- Yo böyle demiyorum, yargıçlar bunu bilir, belki delilleri karartma durumu vardır. Bunun için yeni hukuk reformu yapmamız gerekir
-Sayın Çelik, bütün deliller toplanmış, sorguları yapılmış, 3 yılı aşkın süredir içerideler... Hangi delillerden bahsediyorsunuz! Kamu vicdanı sızlıyor, Silivri’de tahliye kararı veren bütün yargıçları görevden aldınız... “mahkeme bilir” diyorsunuz..
***
Çelik engelsiz propaganda yapmayı sever. 8 yıllık iktidar ve siyaset hayatı, bir kitaba konu olacak zenginliktedir. O aynı zamanda “iktidarın tarihçesi”dir de. Van Üniversitesi operasyonu, başarı hanesinde mümtaz bir yere sahiptir...
Üstlendiği görevi yerine getirmede çok başarılıdır! Bu hakkını verdim, Çelik de teşekkür etti.. Erdoğan Cumhurbaşkanlığına geçince, Parti liderliğini hakkedecek bir çalışma temposu içindedir!
Yine de aklıma, hiç bir demokratik Avrup ülkesinde olmayan “AKP Genel Başkan Yardımcısı, Tanıtım ve Medya Başkanı, Parti Sözcüsü” sıfatı ve bu doğrultudaki hayatı geliyor..
Yaşlandım galiba, belleğimde tarihten, buna benzer izler var, ama onları bulup çıkartamıyorum, neydiler acaba!..
---

29 Ocak 2011 Cumartesi

Balyoz Davası ile Tübitak’ın İlişkisi Ne? TÜBİTAK Başkanına İki Mektup


TÜBİTAK bir uzman kurum! Dolayısıyla uzmanlığından yararlanmak Türkiye’nin ve bu arada mahkemelerin de hakkı. Nitekim “Balyoz” davası savcısı Bilal Bayraktar da öyle yapıyor. Dava ile ilgili CD’lerin gerçekliğinin araştırılması için TÜBİTAK’a başvuruyor.. Ama TÜBİTAK’ta bu CD’leri kimlerin incelenmesini istediğine ilişkin isim de vererek: “Bunları Hayrettin Bahşi incelesin!”. O da yanına Erdem Alparslan ve Tahsin Türköz’ü alıyor ve savcıya raporu gönderiyorlar.. Bu rapor kamuya açıklanmıyor, ama çoğu iktidar medyası “TÜBİTAK, CD’lerin gerçek olduğunu açıkladı” manşetlerini çekiyor ve ardından büyük tutuklama dalgası başlıyor! Uluslararası saygın bilim insanı Dani Rodrik ile eşi Pınar Doğan’ın (Harvard Üni.), TÜBİTAK başkanı Nüket Yetiş’e yazdıkları ve bir kopyasını da eşi Önder Yetiş’e (MAM Başkanı) gönderdikleri mektup aynen şöyle:
***
Bu mektubu size iki bilim insanı sıfatıyla yazıyoruz. Başkanı olduğunuz kuruma bağlı Ulusal Elektronik ve Kriptoloji  Araştırma Enstitüsü’nün üç teknik bilişkişi tarafından 19 Şubat 2010 tarihinde “Balyoz” CD’leri hakkında hazırlanmış olan bilişkişi raporunu, üzerinde bulunan erişim kısıtının kalkmasıyla birlikte okuma, daha da önemlisi, hakkında, bilgisayar adli tıp tetkikleri yürüten uzman kişilerden görüş alma fırsatını bulduk.
Kurumunuz bünyesinde hazırlanan raporun bilimsel bir tarafsızlıkla hazırlanmadığını büyük bir kaygıyla görüyoruz. ABD’de bilgisayar suçları soruşturmaları ve bilgisayar dili tıp tetkikleri alanında başvurduğumuz iki farklı uzman kuruluş (Cyber Diligence, Inc. ve Computer Investigative Associates), CD’lere kayıtlı kimi dökümanlar üzerinde yapılan herhangi bir araştırmanın, dökümanların yazıldığı bilgisayar sistemleri üzerinde bir adli tıp incelemesi yapılmaksızın, dökümanların hangi tarihlerde ve hangi kullanıcılar tarafından oluşturulduğu ve hangi tarihlerde CD’lere kaydedildiklerine dair kesinlik içeren bir hükme bilimsel olarak varılamayacağını bildiren görüş raporlarını sundular.
Bu uzmanlardan kurumunuzun hazırladığı bilişkişi raporunu ekleriyle birlikte inceleyen sayın Yalkın Demirkaya’nın (Cyber Diligence) Sonuç bölümünde, TÜBİTAK raporu hakkında yaptığı değerlendirmeyi içeren metni aynen aktarıyoruz. (Altını çizdiğimiz kısımlara ayrıca dikkatinizi çekmek istiyoruz.)
“2. Erdem Alpaslan, Tahsin Türköz ve Dr. Hayrettin Bahşi tarafından hazırlanmış bir raporda ise kanımca hatalı bir yaklaşım izlendi. Söz konusu rapor kişilerin hürriyetleriyle itibarlarının mevzubahis olduğu bu denli bir dava için sorumsuz eksiklikler sergilemektedir.
2a. Bu raporda, Sayın Fildiş’in (Y.N.: Askeri bilirkişi raporunu hazırlayan uzman) bilirkişi raporunda da dikkati çektiği ve belgelerde sahteciliğe işaret eden bulgular tamamen gözardı edilmiştir.
2b. Kaldı ki, söz konusu CD’lerde sahteciliğe işaret eden bu bulgular yer olmasaydı dahi, sadece METADATA üzerinden yapılan bir inceleme ile bu CD’lerdeki belgelerin gerçek olduğu sonucuna varmak mümkün olmazdı.
3. Eldeki delillerin kaynağı ve teknik yöntem, soruşturma ve usul açısından- tüm çarpıklıklar gözönünde bulundurulduğunda, bu belgelerin sahte olması muhtemeldir ve herhangi bir yargı sürecinde kullanılmaları son derece sakıncalıdır.”
Böyle olduğu halde kurumunuza bağlı ilgili Enstitüsünde sadece CD’ler üzerinde yapılan bir inceleme ile “dosyaların 2003 yılı ve öncesinde oluşturulduğu ve kaydedildiği tespit edilmiş” gibi bir sonuca bilimsel olarak varılmayacağını (elbette) bilen teknik uzmanlarınız, raporda bu ifadeyi kullanmamış olmakla birlikte, buna benzeyen ve okuyanda, yapılan incelemenin bu konuda kesin sonuca vardığı izlenimini yaratan bir ifade kullanmışlardır. Sözkonusu raporun sonuç bölümünde ilk madde olarak beliren “dosyaların oluşturma ve son kaydolma tarihlerinin 2003 yılına ait olduğu tespit edilmiştir” ifadesi, özenle seçilmiş ve yanıltıcı bir ifadedir. Bu da hem soruşturmayı yürüten savcılarda hem de kamuoyunda “Tübitak, belgelerin orijinal olduğunu saptadı” şeklinde yorumlandı.
Ayrıca raporu hazırlayan uzmanlar sadece METADATA üzerinden yaptıkları inceleme ile, belgelerin gerçek yazılış ve kaydeliş tarihlerini tespit edemeyecekleri gerçeğini belirtmeyerek, eksik ve aynıltıcı bir rapor sunmuşlardır. Daha da vahimi, belgelerde sahteciliğe işaret eden konuları tamamen gözardı ederek, raporlarına hiç konu etmemişlerdir.
Özet olarak, kurumunuzun çatısında hazırlanan bu rapor, herhangi bir “tarafsız bilim kuruluşunun” bünyesinde hazırlanmış olduğu kabul edilemeyecek bir vasıftadır. Sebebiyet verdiği ağır sonuçlar da gözönüne alındığında mazur görünmesi düşünülemez. Bir kurumun yönetiminden sorumlu bir bilim insanı olarak, bu durumu en azından kaygı ile karşılıyor olduğunuzu düşünmek isteriz.
Hayatını bilime vakfetmiş insanların görevi, bilim etiği ve prensiplerini, başka tür bir değerin önünde tutmak, meslek ahlakının hiç bir şartta çiğnenmesine izin vermemektir. Ülkemizin saygın bir kurumunun saygınlığını muhafaza etmeniz için gerekli çabayı göstermeniz umuduyla..”
(Kaynak: Balyoz- Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekler, kitabı)
***
Evet mektup bu kadar! Şimdi bizim Sayın Nüket Yetiş ve Önder Yetiş’e sorularımız geliyor:
1)        TÜBİTAK’ta bu yanıltıcı ilk raporu vererek, kitlesel tutuklama dalgası yaratan ve insanları özgürlüklerinden eden, söz konusu uzmanlar hakkında bir soruşturma açtınız mı, açma gereğini duydunuz mu,  onlar hâlâ kurumunuzda çalışıyor mu?
2)        Bu ilk raporun, TÜBİTAK’ın bilimselliğine, tarafsızlığına, güvenirliğine, bilimsellik ahlakına gölge düşürdüğünü düşünüyor musunuz?
3)        Böyle bir raporunuza dayanılarak insanların özgürlüklerinden olması, sizlerde ayrıca derin bir vicdan azabı yaratmış mıdır?
4)        Bu kişilerin Kurumunuzu kendi ideolojik amaçlarına ve sahip oldukları siyasi bağlantılara alet ve kurban ettiğini düşünüyor musunuz?
5)        Savcılıkça bir ismin bizzat telaffuz edilmesi, kurumunuz için doğal mıdır; bu kişi vey kişilerin “Balyoz Darbe Planı”nda giderek ortaya çıkan sahtekarlığın sürdürülmesine ve Ordu’nun töhmet altında bırakılmasına  ve bir ve bir kaç kuşak subayın subaylık kariyerlerinin bitirilmesine yönelik komplolara hizmet ettiklerini düşünüyor musunuz?
Yanıtlamanız dileğiyle..
-----
CBT Sayı 1245, 28 Ocak 2011, Gündem, Orhan Bursalı

28 Ocak 2011 Cuma

15 Ölüm ve Kaderci Siyaseti Değiştirmek


Siyaset iyi hoş da, bugün önem verdiğim toplumsal bir sorunu, önerilerle birlikte gündeme getireceğim. Daha önceki bir yazımda bu konuya değinmiş ve “alkol mu ülkemizin önemli sorunu yoksa trafik kazalarından ölüm mü” diye sormuştum...
Bu konuya geri dönüyorum: Dün en az 15 kişi trafik kazalarında öldü! Minibüs TIR’a bindirdi 11 Mardinli işçi öldü, Adana’da yine akıl almaz bir kaza ile durakta bekleyen yayalar öldü.. Durakta beklerken ölenlerde tırmanış var!
Direksiyon başında oturanlar birer gözükara cinayet sürücüleri rolünü üstlenmiş durumda! Ha ellerinde satır veya testere ile adam kesmişler veya tabanca/tüfekle insan öldürmüşler, ha arabayla.. Doğan Kuban’ın belirttiği gibi, arabalar birer cinayet aracına dönüşmüş durumda!
Hükümet, insanların daha çok sayıda ölmesine durmadan davetiye çıkartan kararlar alıyor; insanımızın davranış biçimini/kültürünü/bilgililiğini bilmiyormuş gibi, yollarda hız limitlerini yükseltiyor, silahlanmayı teşvik ediyor!
***
Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de yayımladığımız bir yazıya göre (sayı 1126), Türkiye 100 bin araca düşen ölüm sayısı bakımından, Avrupa ülkeleri arasında birinci: 38... 2006 yılı sonucu: (polis-jandarma kaza yeri tutanaklarına göre), trafik kaza sayısı 728.775; ölü 4633; yaralı 169.080. Yazıda, hastahaneye kaldırılan ve daha sonra ölen yaralılarıın eklenmesiyle, gerçek ölümlerin yüzde 30 artışla en az 6 bin ölüm olarak hesaplanması gerektiği belirtiliyor. 
Özetle, Türkiye trafik güvenliği bakımından en tehlikeli ülkelerden biri... Çalışmalar yapılmıyor mu, yapılıyor. Raporlar hazırlanıyor, güvenlik önlemleri alınıyor ama Türkiye’den insanların daha güvenli bir trafik içinde yaşamaları sağlanamıyor.
Şüphesiz, kazalarda bir nolu sorumlu insan, yani sürücüler! Yüksek hız (kazalarda yüzde 13 sorumlu), hatalı sollama, dikkatsizlik, yorgunluk, uyku... Aşırı kendine güven, telefon kullanma, alkol, emniyet kemeri kullanmama... Tabii, en önemli bir nokta da kaderci insan yapımız!
Şüphesiz insanın suçluluğunun yanısıra, karayollarında ve kavşak yerlerinde de kazaları teşvik eden önemli mühendislik hataları da sıralanıyor.
Nedenler ne olursa olsun, ortadaki sonuç ve olgu, Türkiye’nin bir trafik ölüm makinesi içinde olduğudur.. Yılda 6 bin kişi ölüyorsa, geçen 10 yıl içinde 60 bin, 30 yılda 180 bin (en az 150 bin) kişi trafik kazasında ölüyor demektir!
Anlar ağlamasın diye kampanyalar yapılıyor! Oysa trafikte ağlayan anaların arasına her yıl 5 bin ana katılıyor! Sakat kalanlar ve büyük mal kayıpları bunların içinde değil...
Özetle trafik bir meydan savaşı alanı, bir kişi öldürülünce kıyamet kopartan bir toplum, yılda 5 bin kişinin ölümü karşısında kayıtsız ve seyirci...
***
Diyorum ki: Trafik güvenliği sorunu, tıpkı pek çok “piyasa düzenleyici kurum” gibi ele alınmalı. Bir konudaki olağanüstülük, alışıldık düzenle normalize edilemiyorsa, yöntem değiştireceksiniz.. Trafik alanındaki sorumluluk, pek çok bakanlık ve yerel yönetim arasında bin parça. Tüm sorumluluklar bir “Trafik Düzenleyici Kurum”a verilmeli. Trafik polisi de karayolları da belediyeler de bu kurumun düzenleyici yasalarına tabi olmalı. Kurum, herşeyi, trafik güvenliği açısından, kaza ve ölümleri azaltma perspektifi ile yeniden düzenlemeli. Alkol ve sigara konusundakı sıkılığın ve direncin yarısı trafik güvenliği konusunda gösterilse, kazaları her yıl aşağılara çekmek mümkün. Ama trafik kaza ve ölümlerinin “dinsel bir yanı” yok ki!
Burada en önemli nokta, a) trafik konusunu, trafik güvenliği yönetme bilincini ve b) sürücü bilincini bir “Bilgi Toplumu İnsanı ve Yönetimi” düzeyine yükseltebilmektir!
Trafik canavarı olma” kampanyalarının sonucu, tam bir sıfırdır!
 O halde başka yöntemlere ve uygulmalara geçilmeli. Partilerin bu konudaki vurdumduymazlıkları çok ilginçtir! CHP dahil hepsi kaderci karakterde gibidir!
Oysa “analar”, bu kaderin değiştirilmesini bekliyor!
---
27 Ocak 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

26 Ocak 2011 Çarşamba

Balyoz’un Çöküşü - Bİr Kitap Üzerine

Tam “Balyoz” darbe belgelerinin 2009 yılında imal edilmiş uyduruk belgeler olduğu ortaya çıkmışken ve bu belgeleri yayınlayan Taraf adındaki güdülü yayın bile yan çizmeye başlamışken....

Bommm!
Gölcük’te komutanlıkta bir odanın zemin taşları altına saklanmış “yeni belgeler bulundu” operasyonu ve haberi servise kondu! Ve balyoz planının yaratıcıları ile destekçileri hemen canlandılar, süngüsü iyice düşmüş tüfeklerinin namlularını yeniden doğrultup ateş etmeye başladılar: İşte gördünüz mü, herşey burada! Fazlası var eksiği yok! Islak imzası da var, kurusu da! Hatta belgeler arasında ”darbe planlaması”na katılan askerlerin oturma planları bile varmış!
Yaaaa! Önceki Balyoz darbe planı sahtekarlıklarını nokta nokta ortaya çıkartan, Pınar Doğan ve Dani Rodrik “Gölcük Belgeleri” konusunda ne diyor? Çünkü bu konuda bir numaralı uzman onlar! Belgeleri ve Balyoz senaryosunu, bu işi tasarlayan, tezgahlayan, yazan ve yayanlardan çok daha iyi biliyor! Senaryo ismarlayanları, aslında “yanlış” ve beceriksiz kişileri “istihdam” etmişler! “Mükemmel”, “kusursuz” bir sahte darbe senryosu nasıl yapılırın siparişini, artık çok deneyim kazanmış dizi senaristerimize verselerdi bile daha başarılı olurlardı!
Böylece ne Alper Görmüş ne Yasemin Çongar ne Ahmet Altan... Ne bu senaryonun medya piyonları (Ali Bayramoğlu, Hasan Cemal, Oral Çalışlar, Mehmet Altan vb)... Daha bir dizi köşe yazarı... Ve Star, Sabah vb gibi gazeteler... TV’ler.. Bu kadar zor durumda kalmazlardı! (Şüphesiz, umurlarında mı, diyebilirsiniz!..)
Hepsi, kötü yazılmış, sağından solundan bütün sahteliği pırtlayan bir senaryonun kurbanı durumundalar.. Zaman-maman gibi basılı malzemelere bir şey demiyorum. Çünkü onlar zaten olayın merkezinde! Haaa, bir de yüzkarası bir kararla gazetecilik ödülü verilen maşaları bir kenara bırakalım...
***
Bence ülkemizde en iyi darbe senaryosunu yazacak olanlar Pınar Doğan ve Dani Rodrik çiftidir! Önce İnternet siteleri cdogangercekler.wordpress.com’da bu yeteneklerini kanıtladılar; şimdi de yeni çıkardıkları “Balyoz – Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekler” kitabıyla, darbe senaryosuna son darbeyi indirdiler! Eğer bu medya arasında bir yarışma olsaydı, hiç kuşkusuz büyük paralarla rakip medyadan transfer teklifi alırlardı!
Kitabı yazanlar Pınar Doğan ve Dani Rodrik, daha önce de bu köşede “Bir Şeyi Yanlışsa, Tümü Çöptür” başlıklı yazıda belirttiğim gibi, Balyoz davasının bir nolu sanığı, emekli orgeneral Çetin Doğan’ın kızı ve damadı. Her ikisi de Harvard Üniversitesinde bilim insanları; hele Rodrik, çok ünlü bir uluslararası iktisatçı. Her ikisi çok iyi bilim insanı olmanın, çok iyi araştırmacı olmanın hasletleriyle, darbe senaryosunu kitaplarında lime lime ediyorlar.
Balyoz davasına konu olan iddianamenin dayandığı belgeleri, hallaç pamuğu gibi atıyor, sıradan bir askeri plan seminerini, bir darbe semineri gibi gösteren belgelerin sahteliğini ortaya koyuyor.
Balyoz planlarının nasıl ortaya atıldığını, hangi gazetecilerin, hangi gazetelerin nasıl yalan yayın yaptıklarını, bilgileri nasıl çarpıttıklarını, savcılığın ve emniyetin rollerini ve davranışlarını, medya ile senaryoyu hazırlayanların işbirliklerini, Balyoz davasının açılma süresinde kamuyunu dahası mahkemeleri yanlış bilgilerle aldatmalarını, TÜBİTAK’ın ilk raporundaki bilinçli suskunluğun ve yanlış anlamaya fırsat verecek ifadelerin nasıl tutuklama dalgasını başlattığını...
Hepsi, tekmili birden bu kitapta!
Benim yüzüm kızardı okurken! Utandım! Ülkem adına! Bu masala alet olanların yarın hangi yüzle ortada dolaşacakları adına.. Darbe Oyunu zaten yazıp çizdiğimiz gibi, büyük oyunun bir parçası.. “Askerin darbeciliği” üzerinden oynanan büyük bir oyun! Sadece şuna dayanıyor: Asker darbecidir, onu-bunu yapan, Seminer adı altında darbe planı da yapar!
Hepsi bu kadar! Ama ortada “Balyoz Darbe Planı” diye hiç bir şey yok.. Sadece Ağustos 2009 yılında hazırlanmış, ama 2003’te yazılmış süsü verilen ve normal bir askeri senaryoya monte edilen 11 Nolu bir CD var..
TV ve gazete köşelerinde Balyoz Senaryosunun doğruluğuna ilişkin hâlâ “ciddi şeyler” yazılabildiğine ve konuşulabildiğine şaşıyorum!
Ve utanmazlığın nasıl bu kadar şaha kalkabildiğine, kaldırılabildiğine!
----
25 Ocak 2011 / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet– obursali@cumhuriyet.com.tr

25 Ocak 2011 Salı

Karanlıklar Çağı, Şehitler, Mumcu, Katliamlar

18 yıl önce bugün, 1993’te, Türkiye’nin en seçkin bir kalemi, Uğur Mumcu, arabasına konan bomba ile havaya uçuruldu..  Türkiye’nin demokratik güçleri, bu büyük trajik olayı yıllardır Demokrasi Şehitleri Haftası’na dönüştürdü..
Sadece Uğur Mumcu değil, ondan önceki ve ondan sonraki, öldürülen toplum lideri niteliğindeki güzide insanlarımızın da en azından bir kısmının adını anmak, özellikle bugün boynumuzun borcudur:
Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Uçok, Ahmet Taner Kışlalı, Onat Kutlar, Çetin Emeç, Metin Göktepe, Turan Dursun, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Yaşar Doğanay, Necip Hablemitoğlu, Kemal Türker, Bedrettin Cömert, Doğan Öz, Abdi İpekçi, Hrant Dink
Birbirinden değerli, güzel ve aydınlık gazetecilerimiz, aydınlarımız, bilim insanlarımız... Düşünürlerimiz...
Veee gençlerimiz..
Evet gençlerimiz: Darağacında Üç Fidan’dan başlıyor! Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan.. Daha öncesinde şüphesiz ki Turan Emeksiz var!
Karanlık Tablo’da daha binlerce insanımız var, büyük katliamlar var..
* 12 Eylül öncesi yüzlerce genç var, solcusu ve sağcısı ile!
* Kanlı 1 Mayıs var, 36 insanımızın öldürüldüğü..
* Bahçelievler gibi katliamlar var..
* İnsanlarımızın birbirine kırdırıldığı Kahramanmaraş var, Çorum var...
Başka ne var diyeceksiniz: Soykırım savları ve diplomatlamızın öldürülmeleri de var... Kürt-Türk kırımı var, 40 binden fazla kişinin öldüğü/ öldürüldüğü...
Sivas katliamında dinci politikacıların kışkırttığı katil sürülerince yakılarak öldürülen 36 aydınımız var!
Tabii büyük siyasi cinayet girişimleri de var: Ecevit’e ve Özal’a suikast girişimleri! Dahası: Papa’ya bile!
***
Bu cinayetlerin, bu büyük kırımın zamandizimine bakarsanız, irili ufaklı bütün bu olayların çok farklı zaman aralıklarında raslantısal olarak bir araya gelmesinden oluşmadığını görürsünüz..
Bu Karanlık Tablo aslında büyük bir Karanlık Çağı kapsıyor!
İster 60 yılı, ister 50 yılı deyin...
Ne var başka bu Karanlık Çağ’da: NATO var, ABD ve Batı var; İşbirlikçilik, Dincilik, Askeri darbeler ve Ordunun geçmişte ABD’nin uzantısı olması var; ABD ve Batı’nın Irak ve Kürdistan politikası var, Ortadoğu bataklığı var... Tabii ki, Türkiye ekonomisinin 19 kez batırılması/batması da var!
Rüzgarların tersine esmesiyle çuval var çuval!
Bunlar bir zincir fotoğraflardan oluşan bir film! Fotoğraflara bakıp tek tek olayları anlayamazsınız, sırlarını çözemezsiniz... Zinciri görmelisiniz!
***
Bugün Demokrasi Şehitleri veya Adalet ve Demokrasi Haftası.
Basının, demokrasi, hukuk, adalet kılıcı; arştırmacı, laik, demokrat yiğit arkadaşımız Uğur Mumcu’nun alçakça öldürülmesinin 18. Yıldönümü!
Mumcu, Karanlık Dönemi resmetmek için tasarlanan ve uygulamaya konan alçakça planlardan birinin kurbanı oldu. Katili belli değil, birileri katil gibi gösteriliyor, ama katil bu Karanlık Çağ’ın iç ve dış yaratıcıları...
Hrant Dink de!
Hepsi, devrim ve/veya daha çok demokrasi, daha çok hukuk, daha çok sosyal adalet, daha çok insanca yaşam, daha laik, bağımsız ve özgür bir Türkiye'ye yüreklerini koymuşlardı.
***
Bu Karanlık Çağ bitmedi! Zincir kopmadı, sürüyor!
Sadece yeni kodlar eklendi büyük fotoğrafa: Silivri, Ergenekon, Yüksek Yargıyı ele geçirme, Adaleti gütme, büyük bir iktidar polis gücü, özgür medyanın yerine yandaş satılmış bir medya oluşturma, üniversiteleri ele geçirme, eğitimi dinsel güdüleme, laikliği dışlama, kadınları ve bebeleri türbanlama, kendi işadamlarını yaratma…
Ve demokratik ve laik bir ulus yerine…
Cemaatlerden, mezheplerden, etnik gruplardan oluşan bir topluluklar birlikteliği!
Laik demokratik bir ulus, çağımızın olgusu ve gerçeğidir… Bu olgu, çağımız dünyasında varoluşun ve ayakta kalışın en büyük garantisidir… Hepsi yasal ve varoluş gücünü Kuruluş’tan alır..
İkincisi ise, parçalanmanın, dağılmanın…
Birincisi bizim programımızdır, Türkiye’nin, bu milletin ve özbeöz evlatlarının..
İkincisi ise kimin programıdır!?...
***
Silivri Toplama kampı, uydurma davalar ve korku imparatorluğu, Karanlık Çağ’ın gerçekten en karanlık dönemlerinden birine sokulmak istendiğimizin planlarını açığa vuruyor!
Türkiye’nin demokratik öz varlıkları, bu zinciri kopartacak ve bu karanlık tabloyu parçalayacak güçtedir!
--
 24 Ocak 2011 / Bilim ve Siyaset- Cumhuriyet

24 Ocak 2011 Pazartesi

Şu, “Hayat Tarzı” Konusu

Özellikle “içki yasağı” tartışmalarında yine sökün etti ve savunma reflekslerinin merkezine gelip oturuverdi o sık kullandığımız “karşı çıkış” gerekçesi: “Kimse hayat tarzımıza karışamaz!”  
Şüphesiz!
Giyim kuşam gibi içki konusu da insanların “hayat tarzları” ile ilgilidir! Hele siyasi iktidarların hayat tarzına müdahalesi, laik ve demokratik toplumlarda faşizan girişim olarak görülülür. Laik ve demokratik toplumlarda, siyasal iktidarlar, dinsel temelli kuralları veya yaşam biçimlerini, topluma “örnek”, olunması, olması, yapılması, uyulması, yaygınlaşması gerekenler olarak dayatamazlar!
Anadolu’da bütün kentlerde belediyeler aracılığıyla içki içilen tek lokanta bile bırakmıyorsanız, kent merkezleri dışında bir kaç göstermelik içkili lokanta açılmasına izin veriyorsanız, Türkiye’nin her yerinde kır düğünleri veya toplantılarında içkiyi yasaklıyorsanız, jandarma bölgelerinde bile içki konusunu mülki yetkililerin (doğrudan hükümete bağlı!) evet veya hayırına bırakıyorsanız, insanların yaşam tarzlarına ve özgür iradeleri ile hareket etmelerine kayıt şart koyuyorsunuz demektir..
Yaşam tarzına müdahale” itirazları bu bakımdan tamamen haklıdır. Bu kıskacın, ilerideki zamanlarda, iktidarca veya hempalarınca bir ava dönüşme tehlikesi var demektir (içki polisi gibi).
***
Tamam da, bundan çok daha önemli, acil, içinde yaşadığımız bir tehlike var: Düşünme Tarzına Müdahale!
Yaşam tarzına müdahale”, aslında sadece bir sonuçtur!
Düşünme Tarzına Müdahale”nin bir sonucu veya ürünü!
Biz, yaşam tarzı diye muhalefet ederken, aslında düşünce özgürlüğümüzün, özgür düşünmenin zemini, insan temel haklarının bu en önemli öğesi kayıyor elimizden...
 Düşüncelerimiz biçimlendiriliyor. Nasıl düşünmemiz gerektiği konusunda, iktidarın, bizzat Erdoğanca örneklerini yaşıyoruz.
Bertaraf olursunuz”, bu düşünce biçimlendirmesinin doruktaki örneğidir. (*) Ergenekon da, artık bütün topluma “benim gibi düşünmelisin” dayatmasının hukuki davasına dönüşmüş durumdadır!
İktidarın hukukçuları, bu ülkeyi suskunlar toplululuğuna dönüştürmenin araçları olmaktadır! Sevgili Balbay, Özkan, Haberal ile Perinçek ve arkadaşları artık resmen faşizmin esirlerine dönüşmektedir!
Balyoz davasının nasıl sahte uydurulmuş belgelerle  hazırlandığına ilişkin bütün kanıtlar ortaya çıkmasına rağmen, medyada bunu haykıracak cesur sesler iki-üç tanedir!
Bir yürekli hakim veya savcıyı ara ki bulasın! İktidarın Referandumla oluşturduğu yargı kurumları, Silivri’de hoşlarına gitmeyecek bütün yargıçları ayıklamakta ve sadece mostralık olarak, tek oy olarak, bir mahkeme başkanını bırakmaktadır!
***
Tehlikede olan, yarım yamalak demokrasimizdir! Bugüne kadar asla gerçek demokratik bir niteliğe kavuşmamış olan, evet, askerlerin güdümünde siyasetçilerin harala gürele yönettikleri, gerektiğinde kesip biçtikleri, öldürüp astıkları, bazı Amerikan kuklası generallerin yaşını büyütüp çocukları astıkları bir Türkiye’nin siyasal rejimi, şimdi daha otoriter bir niteliğe bürünmektedir! Bunun ucu, dinsel faşist bir yönetime kadar açıktır!
Bana sorarsanız, oraya kadar gidemezler, fakat bırakırsanız giderler!
Evet, b ı r a k ı r s a n ı z!
Ama Türkiye bırakmaz! Bunu, yaşayarak öğreneceklerdir! Öğrenmektedirler de!
Özetlersek: Hayat tarzına (**) karışmaya karşı çıkmak iyi hoş da, mesele çok daha ciddi ve siyasal boyutlu!
Siyasal özgürlükler elden gidiyor!
--
(*) Erdoğan, TÜSİAD’ın onur konuğu olarak zuhur etti! Bertaraf etmeye kararlı olduğu iş adamlarına, kimin hayat tarzına karıştık dedi, Danıştay’a saldırdı! Yine de, Bayan Boyner endişelerini dile getirmekten çekinmedi! Seçime beş var! Bir yandan da gülücükler dağıtmasının temel nedeni! “Muhafazakar demokrat” olduklarını vurgulayarak “korkmanıza gerek yok” güvencesine sığındı! Aklıma, TÜSİAD’da bir kırmızı şapkalı kız öyküsü geldi! Anlatayım mı!? J)
(**) İktidarın adamları da konunun “hayat tarzı” olarak dile getirilmesinden son derece mutlu! Geçenlerde telefonla katıldığım bir TV programında, karşıma çıkartılan bir iktidar profu da, mal bulmuş mağribi gibi, “kimin hayat tarzına karıştık” diyordu! Türkiye neden uluslarararası kuruluşlar tarafından demokratik olmayan melez rejim olarak sınıflandırılıyor sorusuna da, öküz gibi bakıyordu!
---

23 Ocak 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet


23 Ocak 2011 Pazar

Yaşam Biçimi ve Laiklik Neyin Sorunu


Bu yazıyı, bugün gazetede yayımlanan ve yarın da bu köşede yayımlanacak olan “Şu, “Hayat Tarzı” Konusu” yazıya hazırlık amacıyla aldım. Gazetede ilk yayın tarihi 24 Haziran 08; bugün çok gündeme gelen yaşam tarzına müdahale tartışmalarına çok daha temelden, laiklik ve kapitalizmin geleceği açısından yaklaşma denemesi niteliği taşıyor..

Emre Kongar, 23 Haziran tarihli yazısında, laikliğin, kapitalist “üretim ilişkileri” temelinde yükselen “toplumsal yapı”nın “yaşam biçimi” olduğunu yazdı. Ayrıca, “Kapitalist endüstriyel üretim biçimi, zaman içinde, laiklik, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti çizgisinde gelişmiştir” dedi. Kongar, bu saptamada, toplumsal yapının “egemen ilişki”si olarak laikliğin tarihsel yerini vurguluyor.
Laiklik tartışmalarını, kılık kıyafet- içki gibi, tamamen yüzeysel ve laikliğin özüne dokunmayan tartışmalardan da kurtarmak ve nesnel temeline oturtmak gerekir.. Hoca, epey bir süredir el atamadığım, laikliğin aslında toplumsal düşünme ile ilişkisi üzerine bir yazıya fırsat yarattı. 
***
Laikliğin biçimsel görüntülerine boşverelim: Laiklik, toplumun özgür düşünme yetisi, kapasitesi, insanın yaratıcılığı ve bunların gelişimi ile birebir ilişki içinde bir kavram.
Bu kavram, “ileri” ülkelerdeki siyasal düzenlerin “üst yapı şemsiyesi”dir. AB ülkeleri bu kavramı, siyasal, hukuksal ve demokrasi ilişkisi içinde öyle içselleştirdiler ki, ılımlısı mı, serti mi, yumuşağı mı, yaşam biçimi mi vb tartışmaz bile.
Laiklik, düşünce, kavrayış ve uygulama olarak, “a priori”, bir “yönetim doğması” “biçimi”dir, adeta!
Bizde dinciler, ve AKP’ye (ve türbanın bütün okullarda serbestliğine) destek veren solcu eskileri ve bazı liberal takımın “türlü çeşitli laiklik ve uygulamaları var” şeklindeki yazıları, sadece suyu bulandırma çabasıdır.
“Yönetim katında” “üst yapısal norm” olarak siyasal ve hukuki bir tartışma yok AB ülkelerinde. Hiç bir AB ülkesinde akıllardan, yönetime “kiliseyi ortak etme”, yönetimi “dinsel referanslaştırma” geçmez.
Dini bütündür, katoliktir ve bizim tarikattandır” diye kimse adam seçmez! Siyasette liyakat, referans olarak büyük ölçüde yerleştirmiştir! Zaten teknolojik toplumlarda, özellikle yeni liberalizmin vahşi rekabeti dünyaya kabul ettirmesi ile, rasyonalleşme de doruklardadır!
Liyakat sistemi, yani işleri toplum içinde mümkün olduğu kadar “en iyiye” yaptırma ve “en iyi sonuçları alma” düşüncesi de, bu azgın rekabet ortamında ayakta kalmanın ön koşulu olarak gelişiyor.
***
Laiklik, “kapitalist üretim sisteminin” gelecek garantisidir!
Kapitalist üretim ilişkilerin bir ürünü olarak ortaya çıkması ve fil ayaklardan biri olarak sisteme “entegre” edilmesi, boşuna değildir!
Çünkü laik sistem, kafaları, düşünceyi, insan aklını, bu sistemin daha iyi gelişmesi için özgür bırakır, dinsel düşünme ekseninden özgürleştirir!
Laiklik bu açıdan bir “yaratıcılığın” şemsiyesidir. Sisteme, yeni özgür alanlar, çıkışlar, yollar yaratır!
Kapitalist sistem, hele hele ileri teknoloji-bilgi toplumları, neredeyse tamamen “dünyevi”dir. Neredeyse kilise bile!
Gabriel Garcia Marquez’in öyküsünden uyarlanan o müthiş filmi anımsar mısınız? Hani, kasabada mezarlık taşınacaktır ve belediye herkesden cenazelerini almasını ister. Bir baba yıllar önce önce ölmüş kızını mezardan çıkardığında, hiç çürümediğini görür. Gömüldüğü gibidir! Şüphesiz kız derhal evliya ilan edilir! Baba kızının evliyalığını kabul ettirmek ve din tarihine geçirmek için, cenazeyle taaa Vatikan’a bile gider! Müthiş bir kara komedi!
Orada kardinaller, papazlar, cenazeyi asla görmek bile istemezler; babayı, tamamen bilimsel bir dille, böyle bir şeyin imkansız olduğuna, bedenin öldükten saniyeler sonra çürümeye başladığına, gömüldükten şu kadar yıl sonra çürümemiş organ kalmadığına, bunların bilimsel olarak kanıtlandığına, inandırmaya çalışır! Papazlar, üstelik bedeni çürümemiş bir “evliya” olamayacağına, toplumdan / halktan daha çok inanmaktadırlar ve bu konuda tam bir “bilimsellik” içindedirler!
***
Laiklik, kapitalist üretim sisteminde nesnel düşünmenin de yapısal şemsiyesidir.
İnsan etkinliklerinin bütün alanlarda gelişmesi, sistemin işine gelir, dahası sistem bunu teşvik eder. (Bu anlamda laiklik, demokrasi tanımı ile de eşleşir!)..
Ve kapitalist sistem, insanın bütün bu yaratıcı faaliyetlerinden, işine yarayanları alır kullanır; işine gelmeyen nicelik ve nitelikteki “ürünleri” de, sistemi tehdit edici boyutlara ulaştırmadan, bir şekilde elimine eder! (Gerektiğinde yok ederek, zayıflatarak, düşman ilan ederek vb) Ama gerektiğinde, iktidar mücadelesinde, halk içinde yaşayan bağnazlıkları, törelliği de sonuna kdar kullanır!
Toplumun en üst yapısal-yönetsel, siyasal öğeleri arasından laikliği çıkarıp, yerine bugün AKP’cilerin ve Fetocuların yapmaya çalıştığı gibi, dinsel düşünme biçimini koyarsanız...
Hem kapitalizm, geleceği ile de büyük tehlike altına girer..
Hem de demokrasiniz!
Üstelik bunu henüz ileri teknoloji ülkelerinin pazar-piyasa ve düşünce tahakkümü altındaki “müslüman” ülkede yaparsanız, ilelebet “köleliği” ilan edersiniz! (Bakınız 1,4 milyon nüfusa sahnip 57 islam ülkesinin yüzde 90’ına!)
Yani laiklik, kılık kıyafetin değil, kapitalizmin de varlık sorunudur, toplumların geleceğinin de! (24 Haziran 08)
--
obursali@cumhuriyet.com.tr

22 Ocak 2011 Cumartesi

Destekçiler Yan Çiziyor ve Hrant Dink


Başbakanın delikanlılığı üzerine yapılandırılmış bence sığ mı sığ ve içeriksiz bir yazıya, Başbakan’dan 50 bin liralık sert bir tazminat davası yanıtı!..
Evet, iktidara kayıtsız şartsız neredeyse 8 yıldır süren yandaş aydın/liberal aydın/ AB’ci ve ABD’ci, Kürtçü-Türk aydın desteği yer yer kesintiye uğradı.
Görünüşteki neden, Erdoğan’ın milliyetçiliğe kaydığı..
Türk vurgusu artıyormuş, milliyetçi söylemi güç kazanıyormuş, MHP’lileşiyormuş... Eskiden demokratikmiş de şimdi muhafazakarlığı ön plana çıkmış.. Demokratik reformları, yeni Anayasayı rafa kaldırmış... AB’ye kulaklarını tıkamış, reformları yapmıyormuş, Askeri tam zaptürapta almaktan vazgeçmiş, Sayıştay askeri bütçeyi açıklamıyormuş (En önemli itirazlarından! Kih kih!)...
Herhalde bunlara katılacak başka şeyler de vardır: İnsanlık Anıtı heykelini aşağılama, bir liberal –uyduruktan sol- ekonomici ben rakımı içiyorum, bir tehlike görmüyorum demesine rağmen, içki kullanımına adım adım getirilen sınırlamalar..
Bence dile gelmeyen bir iki nokta daha var: Doğrudan AB’ci ve ABD’ci olanların, AKP’nin Ortadoğu’da kendine “serbest hareket” alanı yaratma çabasından duydukları endişe.. Tabii ki, efendileri adına!
***
Ne oldu? AKP mi değişti? Yoksa AKP artık açık ve net kendisi mi olmaya karar verdi?
AKP politika olarak silkinince, sırtına binmiş/yapışmış olanlar da patır patır yere mi düşüyorlar?
Düşerken de tabii canhıraç feryatlar mı duyduklarımız Yoksa?!
***
AKP’nin bunları son kullanım tarihi Referandum oldu! Referandum ile yargıyı yukarıdan ve aşağıdan tamamen yeniden biçimlendirme olanağını ele geçirince ve gereklerini de yapınca, işleri bitmişti...
Yandaşlar şimdi ellerine bakıyor: ben şimdi bu yetmez ama eveti ne yapayım!
Aslında yeni bir durum yok, “muhafazakar demokrat”lığın AKP dilinde anlamı “dinci otoriter rejim”di, taa başından beri!
AKP “mıntıka temizliği”ni yaptı: Kendi vesayetini kurdu. Hukuk, adalet ve yargıyı, emir komutasına çekti. Üniversitelerin yönetimini tamamen devraldı... Kadınları türbanlama işini çözdü, ilkokulda türbanlama işlemi başladı.. Heykele saldırı işaret fişeği atıldı. Anadolu’da bütün kentler resmen içkisiz alanlara dönüştürüldü, şimdi de büyük kentler kırsal bölgelerden sarılmaya başlandı (Köylerden kentleri kuşatan gerilla savaşı gibi!)...
Tabii en önemlisi medya hızaya getirildi... Oktay Ekşi’den sonra, Doğan Medya’da sıra kimde?! Başbakana yağ çekme dönemi başladı orada da.. haber yapacaklar, “Başbakanın emriyle” ibaresi manşetin önüne yerleşti!
***
Bizim yandaşlar, bunların hiç birini görmediler.. Yok yok, gördüler de aldırış etmediler. Hatta iktidarın bu “hayır işleri”ni iyi yapması için gerekli tutuşları da yaptılar!
Dank etti ki, bunlar yarın bize de “bir hayır” edecek!
AKP, daha büyük bir çoğunlukla iktidara gelmek için MHP’yi bitirme planını devreye sokunca, korktular.
Eğer bu plan gerçekleşirse, üçüncü AKP döneminde, varolan demokratik hak ve özgürlüklere bile rahmet okunacak! Ve bu enkazın altında da en başta kendileri kalacak!
Seçimlere şurada beş ay kalmışken, yan çizmenin tam zamanıdır! Hazır AKP silkiniyor, sırtından düşmenin de!
Düşerken, delikanlıca davranmak gerekir! En üst perdeden haykırmalı ve büyük bir sertlikte düşmeli ki, yara bere içinde kalsınlar ve dost düşman herkes duysun!
Yetmez ama evet dedikleri yargı değişikliklerinin okları, şimdi onları bekliyor.. Bakalım nereleri acıyacak.. Yok yok, tazminat davasını kastetmiyorum.. Hele şu seçimleri bir geçelim..

Hrant Dink

Dink’in, dört yıldır kanı yerde.. Hâlâ orada, Agos’un önünde yatıyor kanlar içinde!
Dört yıldır kepaze bir iktidar oyunu! Yok derin devletmiş yok bilmem ne..  Destekçi liboşlar, bir yandan Hrant Dink’e sahip çıkar görünürken, karşılarında iktidarın sahnelediği oyunu görmemeyi tercih ettiler! Destek verdikleri, Silivri’de öpüp başlarına koydukları iktidar yargısını ve hukuku, adalet sürecinin bir tıpkıbasımını, Dink’in sürecinde görmediler!
Gördüler de, sadece iki yüzlü ve utanmazca davrandılar!
Artık ne diyeyim!
--
20 Ocak 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

19 Ocak 2011 Çarşamba

Arena’da Millet İradesi

Protesto’ya alışmalı siyasetçiler, alışacaklar, alışacaklar.. İstemeseler de alışacaklar! Çünkü halkın elinde en önemli siyasi güçlerden biri protestodur! Seyirci, “demokratik hak”kını kullanıyor.. Başbakan ise iktidar gücüyle yanıt veriyor ve Galatasaray ile seyircisine aba altında sopa gösteriyor... henüz stadı devir anlaşmalarının yapılmadığını belirtiyor...
Bu tavır, demokrasi sıralamasında Türkiye’nin “melez rejim” kategorisindeki uluslararası yerini, bir kez daha perçinliyor.
Başbakan çok sık olarak, neden bir “demokratik lider” olmadığının ve olamayacağının örneklerini sıralıyor peş peşe! Arkasında çok uzuuun bir liste birikti!
Siyasetçiler protestoyu beğenmeyebilirler; dahası protestoyu haksız da bulabilirler.. Yapacak bir şey yoktur! Halkın iradesine saygı lütfen!!!
Ne o, bu tür bir iradeyi beğenmiyor musunuz yoksa? Hep övgü? Hep alkış? Hep poh poh?
O halde, bu protestoyu ve yergiyi, haksız yere övülmelerinize ve desteklenmelerinize sayabilirsiniz! Hani durmadan siyasi kazanç olarak cebe attıklarınız var ya! Böylece ruhsal sağlıklarınızı dengelemiş ve korumuş olursunuz!
İsterdim ki, bu millet, örneğin Deniz Feneri davası ile iktidar arasındaki bağların yıllardır örtbas edilmesini protesto için meydanları doldursun! Bir milyon işsiz sokaklara dökülsün ve iktidarı protesto etsin! Eti sütü beş para etmeyen üreticiler neredeler?
***
Arena’daki protesto örgütlü mü? Hiç sanmıyorum! Toplumda (hadi bir kesiminde diyelim!) Erdoğan’a ve iktidarına karşı biriken tepkinin, Galatasaray’ın yeni stadı Türk Telekom Arena’da dışa vurumu olarak görün! En ucuzundan bir tepki bu!
Demek ki, bu tepkiyi göstermenin şimdilik en uygun ortamı ve koşulu orada oluştu!
Böyle kabul ederseniz, siyasi anlamda, iyi yaparsınız!
Sizler ki her yaptığınız işin, her icraatınızın doğru ve iyi olduğunu kabul edersiniz..
Heykeeeel, dediğinizde, alkış kopsun istiyorsunuz!
İçkiyi yasaklayacaksınız, alkış istiyorsunuz!
Filmleri, dizileri yasaklayacaksınız, alkış isteyeceksiniz
18 yaşında gençleri içki konusunda çocuk, silah kullanmada yetişkin sayacak ve milleti silahlandırcaksınız ve alkış isteyeceksiniz!
Bu ükede yılda 5-6 bin kadın cinayete kurban gidiyor..  
5-6 bin kişi trafikten ölüyor.. Bunlara da mı alkış!!
***
Başbakan diyor ki “310 bin TL stadın yapımı için ödedik, Galasataray’ın kasasından tek kuruş çıkmadı.. bu protestoyu hakketmedik..”
Sanki kendi kasasından harcama yapıyor! Bu halkın parasıdır ve 15 milyon Galatasaraylı bunu çoktan hakketmiştir! Annelerinin ak sütü gibi helal olsun onlara!
Galatasaraylı millet değil mi!
Ayrıca, bu stat için Hazineden kırk kuruş çıkmamıştır! Hatta, Hazine bu alış verişten büyük bir kârla çıkmıştır!
Galasataray’ın terkettiği Ali Sami Yen arsasının satışından, Arena’ya harcanandan daha fazlasını cebe indirmiştir TOKİ! Stata 310 milyon TL ödemiş, Ali Sami Yen arsasının satışından 475 milyon TL kazanmıştır! Başbakan diyor ki yeni stada yol metro yaptık! Bu sizin göreviniz! Yeni bir mahalle kurulduğunda, örneğin milyarderlerin Beykoz konaklarına vs oto yol falan döşüyorsunuz!
TOKİ bu işten kârlı mı değil mi! Ona bakacaksınız!
Laga luga yok, ortada hesap kitap var!
Durum bile böyleyken, size stat yaptım ver şimdi desteğini, demek bir politikacı oyunudur!
Dahası, stada karşılık halkın protestosunu ve hoşnutsuzluğunu satın almaya kalkışmak da politikacı beklentisidir..
Bu beklentinin de yanlış olduğu görülmüştür!
Millet orada, stadın yapımını kolaylaştırıcı rolünüzü protesto etmedi! Türkiye’yi soktuğunuz yolu protesto etti!
***
Galatasaray, şüphesiz ki taraftarlarıyla birlikte vardır. Taraftarı çekin, ortada ne kulüp kalır ne Galatasaray yönetimi..
Galasataray kulübünün Başkanı, bunu bilmiyor mu?
Yok kameralarla saptamışlar protestocuları da, onları Arena’ya  sokmayacaklarmış da...
Umarız bu sadece burnundan soluyan iktidarın öfkesini yatıştırmaya yöneliktir! Galatasaray’ı bu öfke ve nefretten korumak içindir!
 İktidarın, bütün bu protestolardan çıkartılacak hiç bir dersi yoksa, bunu da “millet iradesinin bir başka türlü tecellisi” olarak görmüyorlarsa..
Yandı gülüm keten helva!!
--
18 Ocak 2011 – Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet