Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

31 Aralık 2012 Pazartesi

Karamsarlık Ölümün Adı / Kamil'in Güldüren Kitabı


Yılın son gününde o kadar işiniz gücünüz ve dostlarla bir arada olma hazırlıkları arasında sizleri yormadan bir kaç söz edeceğim sadece.. Umuda ve geleceği ilişkin olsun bunlar.. Yıllardır günlerin peşinden önünden büyük koşuşturmalarımızı, bu yıl belki de daha büyük bir hızla gelecek yıla devredeceğiz..
Neden hızla? Biz bu ülkede yaşayanlar adeta buna mahkum edilmiş durumdayız... Ben yarına umudu devrediyorum.
Umut, bizi heyecanlandıran temel unsurdur. Umut, hep iyi bir şeylerin olacağının gizli işaretini nüvesini içinde taşır. Umut, hayattır, yaşamı yarına taşıyıcıdır. Umut, yaratıcıdır. Mutluluğun adıdır çoğunlukla..
Umut, doğanın bir “yaratığı” değildir. Doğa bir ırmaksa geçmişten geleceğe akan, bir umuda yönelmez, bu akışın bir umuda ihtiyacı yoktur.
Umut daha çok insan yaratığıdır. Umut kendi başına bir eylem veya eylemci değildir. İnsanla varolur, belki de insanı diğer yaratıklardan ayırır. Bu açıdan umut, kendisini gerçekleştireceklerle varolur, gelişir, büyür... Umut yoksa insan da küçülür, sıradanlaşır. Umut bir arayıştır. Bazen yarına bakışımızı aydınlatan ve bizi peşinden koşturan iki satır şiirdir. Umut, bir romandır, yazılacak ve yazılmayı bekleyen. Bir hayal bir kurgu da olabilir.
Yazarın bir umudu yoksa yazamaz, pardon yazar da yazısı tad vermeyebilir. Umud bir analizdir, geleceğe bakıştır, geleceği anlamaya çalışmaktır. Umut, geçmişi yeniden ve daha güzel ve daha doğruya yakın yeniden keşfetmek ve kurgulamaktır.
Umut, bazen bir pırıltıdır, zamanın içinde yüzünüze parlayan ve sizi peşinden sürükleyen..
Umut mücadele azmi, gerçekleştirme iradesidir.
***
Umut üzerine düşündüren ve bu kadar lafı ettiren de önceki ğün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin E-5 üzerindeki Carrefour’da düzenlediği etkinlikte (iki hafta daha sürecek, 1. Giriş’te, destek lütfen) ve kitap imza sırasında yaşadığım bir olay oldu. Okur, izleyici ve meraklılarla kısa sohbetler yaparız imza sırasında. Bir kaç cümle yeterlidir hepimiz için! Çağdaş Yaşam’den bir kitap ve hediyelik bir şeyler almak ve ücretini ödemek de bir umuda destektir örneğin. Bir bayan geldi ve özetle “sizi izliyorum ama artık herşey boşuna” dedi ve eliyle de boşunalığın işaretini yaptı. Kitap karıştırmadı, almardı, üç kuruşluk bir harcama da yapmadı, aslında bunları daha önce gerçekleştiren bir yüz ifade vardı.
Umudu yitiren, bir beklentisi olmayan ve üzerine gelen herşeyi olduğu gibi kabul eden bir insan vardı karşımda. Derin etkilendim! Kendisini nehrin akışına bırakmıştı ve sürüklendiğim yere kadar giderim, diyordu.. Büyük çoğunluğun yaşamı.. Birden farkettim ki,  toplumun öncüleri, aslında en büyük umudu taşıyanlardı. Umut onlar aracılığıyla dikey ve yatay dalgalarla yayılırdı.
***
“Herşey bitti, mahvoldu” düşüncesi, ölümü taşır. Karamsarlıkla ölüm akrabadır. Durum veya olgu saptaması ve bunlara yönelik analizler ve öngörüler ve ortaya çıkan olgular, sadece umudu nasıl varedebileceğimiz konusunda bize ışık tutar.
Karamsarlık ile iyimserlik, bir açıdan yaşam ile ölüm gibidir. Hiç bir şey siyah beyaz değildir. Siyah beyaz olan yaşam ile ölümdür. Ama hayat bu ikisi arasındaki büyük aralıkta sürer. Bu açıdan binbir rengi taşır, birbir olasılığı içinde barındırır. Hayat, büyük bir dinamizm demektir. Bu nedenle de tek tanımı yoktur. Biz bu hayat-süreç içinde neleri seçeceğiz? Seçimlerimiz, süreci etkileyen, etkilecek olan ana dinamizmleri oluşturur!
Tarih tekrar gibi görünür, ama kesinlikle değildir. Sadece benzerlikler vardır. Geçmişteki berzerlikler, bize, seçimlerimiz konusunda yol gösterir. Bir anlamda, geçmişte iyi ve kötüyü görebiliriz. Gelecek bir mutlaktır taşımaz. Mutlak olan hiç bir şey yoktur. Zamanın oku vardır, sanki ileriye doğru akar gibidir. Ama ilerisi nedir, tam bilemeyiz.
İlerisinin niteliğini ancak biz belirleyebiliriz.
Bu gücü elimizde tutuyoruz ve umudu hep koruyoruz...
Hepimize mutlu bir yıl diliyorum..

Kamil in kitabı: Kültür hadiseleri


Kamil Masaracı’nın Kültür sayfalarımızdaki karikatürlerini çok beğenerek izlerim. Müthiş bir toplumsal eleştiri taşırlar. Bu karikatürlere benzer düşüncelerini de sosyal medya twitter’de izleyicilerle paylaşarak bizi gülümsetir, düşündürür.
Kamil üç karelik kültür bantlarını, “Kültür Hadiseleri” ismiyle kitaplaştırdı!.. Harika ve keskin gözlemler ve eleştiriler. Çok güldüm ve zeka pırıltılarına kapılarak aktım gittim... 
“Dört kişilik bir ailenin bir aylık sanatsal faaliyetinin olmadığı açıklandı..”.. 
“Ünlü politikacı bu cuma, hakaretlerini imzalayacak”. 
“Perdesi kısa olan tiyatarolar kapatılacak”. 
“Üç demokrat daha sahte oldukları gerekçesiyle piyasadan toplatıldı..”. 
“Amerikalı bilim adamları kitap okuyan canlılar da olabileceğini kanıtladı..”
Adam kara mizahçı... Caretta yayınlarından çıktı, yeni yıla başlangıç için iyi bir yatırım!

--31 Aralık 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

30 Aralık 2012 Pazar

Üniversiteler Siyaset ve YÖK Kıskacında


CBT gündem, sayı 1345, 28 Aralık 2012

YÖK’ün yeni üniversiteler tasarısı kıyasıya eleştiriliyor. Anayasa’da bile aykırı bir tasarıyı hazırlayarak tartışmaya açma cüreti gösterdikleri için, YÖK’çüleri cesaretlerinden dolayı tebrik mi etmek gerekir? Tasarı kıyasıya eleştiriliyor. Gençler de üniversitelerde, konunun asli taraflarından biri olarak, aydınlatma ve protesto eylemleri hazırlanıyor. Türkiye Gençlik Birliği, göktaşından esinlenerek“Yök’taşı” adını verdiği taslağın geri çekilmesini istiyor. Üniversitelerde öğretim üyeleri dernekleri toplantılar düzenliyorlar..
Aslında, olaya bakarsak, “Yök’taşı”nın bir parça ODTÜ’ye düştüğünü söylemek mümkün. Başbakan öğrenci protestoları ve polisi baskınları sonrası esip gürledi, fırtınalar estirdi ülkemizin güzide üniversitesi ODTÜ üzerinde. Arkasından, YÖK’ün ODTÜ olayları hakkında soruşturma açtığı duyuruldu. Derken, iktidarın Gül ile birlikte tercih ettiği pek çok rektörden, kendilerinden beklenen görevi yerine getirerek, ODTÜ’ye cephe aldığına tanık olduk. Tabii beklenen başka bir olay daha gerçekleşti: Üniversitelerde öğretim üyeleri imza toplayarak ODTÜ’ye sahip çıktılar ve polis baskısını kınadılar. Bu eğilim yaygınlaşırsa, rektör beylerin nasıl açığa düşeceklerini düşlemek zor olmaz...
Başbakan’ın söylemi acımasız: öğretim üyelerine veryansın ediyor, ne biçim öğrenci yetiştiriyorsunuz diyor. Ama, 3500 polis gücüyle üniversiteye nasıl baskın yapar, sorusu açıklamaya muhtaçtır. Ancak diktatörler böyle bir ordu ie dolaşırlar. Öğrenci protestosunu, ülkedeki büyük gerici- Erdoğancı dönüşümün bir sonucu olarak görseler iyi olur. Ne yani, iktidarınız altında büyük sahte davalarla insanları zindanlara tıkacaksınız, üniversitelerin başlarına adamlarınızı getireceksiniz, eğitimi din eksenine kaydırmak için herşeyi yapacaksınız, üniversitelere tüccar ve küresel deli gömleği giydirmeye kalkışacaksınız.. Orduyu neredeyse dağıtacaksınız, ülkede kendinize doğrudan bağlamadığınız tek kurum kalmayacak, başkanlık sistemini dayatacaksınız, basını büyük baskı altına alacaksınız, ileri demokrasi adı altında faşizmin sepetinde ne varsa alıp kullanmaya girişeceksiniz, 1000’e yakın genci parasız eğitim istiyoruz benzeri taleplerinden dolayı içeri tıkacaksınız...
Ama size karşı hiç bir protesto olmayacak. Herkes susacak. Boyun eğecek. Kafasını size uzatacak kesmeniz için..
Başbakanın ODTÜ’ye esip gürlemesi ile YÖK tasarısını arasında bağlantıyı görelim. YÖK tasarısı, tam da, Başbakanın istediği ve büyük sessizlik diye nitelendirebileceğimiz bir üniversite durumu yaratmayı öngörüyor. Üniversitenin asli unsurları şüphesiz ki buna direnecektir. YÖk tasarısı üniversiteyi tamamen siyasi komuta altına almayı ve ayrıca tüccarlaştırmayı öngörüyor.
YÖK, üniversiteden bilimi dışlıyor. Bilim olmadan teknoloji üretilebileceğini sanan bir düşünce.. Bunu ayrıca yazacağım.
Ama YÖK ve iktidarın arzuladıkları bir üniversiteyi ülkemizde kabul ettirmeleri öyle kolay olmayacak.
YÖK, Çetinsaya işbaşına geldikten sonra, Göktürk-2 uydusunu gerçekleştiren ekibin büyük çoğunluğunu neden tasfiye etti? 500’e yakın insan ayrılmak durumunda bırakıldı. Yerlerine kimleri doldurduklarına karşı şeffaf bir açıklama var mı ortalıkta? Bir eski görevli, TÜBİTAK Uzay 10 yıl geriye gitti, bilgi birikimine sahip uzmanları attılar diyor. Ayrımcılık, kayrımcılık neden ve nereye kadar? Bu ülkede çalışmak için senin cemaatinden veya anlayışından mı olmak zorunda bu ülkenin güzide beyinleri?
Konu üzerinde durmaya devam edeceğiz..

KARAMSARLIK MI İYİMSERLİK Mİ
Yeni yıla girerken kötü şeylere bakıp karamsar mı olalım yoksa bu işin böyle gitmeyeceğini düşünüp iyimser mi?
Bir çok kimse kötümser; herşey bitti mahvoldu düşüncesinde.. Bu tutumu okurlarla iletişimde, kitap imzalarında veya toplantılarda sürdürdüğümüz kısa söyleşilerde de görüyorum. Gazetedeki yazılarımda iktidara vea uygulamalarına kıyasıya eleştirilerime rağmen, ilerisi için umudumu her zaman koruduğumu belirttiğim yazılarıma inanan ve bunları gelecek için umut kabul eden var, hayal gördüğümü ileri süren de.
Şunu düşünürüm her zaman: Geçmiş bize çok şey söyler. Orada, yaşadığımız olayların, kişilerin benzerleri hep vardır, geçmiş öğreticidir..
Ama geleceği de düşünürüm. Geleceğe yön veren dinamiklerin, herşeye izin vermeyen yapısını. Toplumların tarih içinde akış yönünü. Bir mutlaklık taşımamasına rağmen, tarihin ve toplumların okunun ileri yönelişini. Ama ilerisi nedir, sorusunun içinin de öyle basitçe doldurulamayacağını bilerek..
Yeni yıla iyimser başlayacağız şüphesiz ki..
Mutlu yıllar diliyorum hepinize.. Sevgi ve saygı..
--

“Böcek” Üzerinden İstihbarat Savaşları


Başbakan’ın ofisinde “böcek” bulunması, çok önemli bir olaydır. Ancak 2011’in Ekiminde yerleştirildiği ve bu yılın Şubat ayında bulundukları açıklanan “böcek”lerin, neden 10 ay sonra şimdi gündeme getirildiği açıklamaya muhtaçtır..
Evet neden şimdi? Ve neden konu bugüne kadar gizlendi, neden ciddi bir soruyturdma açılıp olay üzerine dava açılma yoluna gidilmedi..  Burada tek akla gelen, “böcek” ile, iktidar tarafından bir “siyasi hesaplaşma” için zamanının geldiğinin düşünülmesidir!
ODTÜ protestosunun hızla yayılmasına karşı, gündemi biraz değiştirmek, yumuşatmak ve Başbakan için halkta “yumuşak duygular” yaratmak amacını taşımıyorsa...
***
Ama bir “siyasi hesaplaşma” niyeti daha ağır basıyor sanki.. Ortalık karışıktır.. Zaman ilerledikçe, Erdoğan /AKP ile Gülen ve Cemaati arasında iktidar hesaplaşmasının arttığını görüyoruz. İktidar ortakları arasında ciddi bir çözülme ve dağılma süreci yaşanıyor..
Böcek olayının afişe edilmesinden hemen sonra, Cemaatin yazarları ile AKP yazarları arasında giderek sertleşen ve birbirlerini teşhir eden yazıların artması ve dozunun şiddetlenmesi, ciddi bir hesaplaşmanın işaretlerini taşıyor.
Hayır, bu hesaplaşma sanki salt teşhirle sınırlı kalacak gibi gözükmüyor. “Böcek” olayı ile birleştirildiğinde, iş mahkemeye bile varabilir!
Başbakan, TV’deki söyleşisinde bir soru üzerine, böcek olayının arkasında Cemaatin bulunup bulunmadığı sorusunu yumuşak geçirmiştir. Parti içinde arkadaşlarının buna inanmaya başladığını, ama böceklerin ancak kendilerine en yakın halka içinde bulunanlarca yerleştirilebileceğini belirtmekle yetinmiştir.
Başbakan, oy hesabı yapan insandır. Doğrudan Cemaati hiç bir zaman hedef almamıştır. Hep dolaylı davranmayı tercih etmiştir. Ama Cemaatin bütün girişimlerine karşı hep kararlı davranmıştır. Gülen’i Türkiye’ye çağırırken bile.. Şimdi böcek üzerine ilgili açıklama yaparken bile, kendisini geri planda tutmakta, ama Cemaatin asla yakın çevresinde bulunmadığını da dolaylı dile getirmektedir. Doğrudur, Cemaate yakın bir danışman bile yoktur çevresinde..
***
Ama savaş, özellikle “askerler silahşörlerce” çeşitli cephelerde sürdürülüyor!
Mesela Ergun Babahan’ın kendi sitesinde Cemaati, yazarlarını hedef alan yazılarına bakın.. Uslu’yu Amerikan Neocon’ların vakfındaki çalışmalarını teşhir ediyor.. Cemaatin polisten devşirme yazarı Emre Uslu da kendi sitesinde ağır sözlerle yanıt veriyor.. Babahan’ın yayın yönetmenliği döneminde yaptıklarını teşhir ederken, onun ne kadar kullanışlı bir insan olduğunu ve şimdi de Cemaate karşı kullanıldığını yazıyor.. (http://euslu.com/2012/12/29/ergun-babahan-ve-istihbarat-operasyonu/)
Yazılar tam bir “istihbarat savaşları” biçiminde seyrediyor...
“Kuzeyin Sesi” (www.kuzeyinsesi.com) isimli internet sitesinde, örneğin Cevdet Akbay’ın Emre Uslu’yu neredeyese “parçalayan” yazısı ve tvitleri (@cevdet_akbay), olayın boyutlarını tahminlerimiz de ötesine taşımakta. Uslu’nun Amerikan Neoconlara ait olan Jamestown Vakfı'yla ilişkileri gündeme taşınmakta ve Uslu'yu gizli kapaklı bile diyemeyeceğim bir açıklıkla, neredeyse Amerikan ajanlığı ile suçlamadıkları kalmış gözüküyor.
***
Hüseyin Gülerce, Zaman ve Cemaatin ağır top yazarı, Başbakan’a, her iki kurumun geleceği için bir yandan ateşkes önerirken, öte yandan da bu kavganın sürmesinin iyi olmayacağını ima etmektedir..
Gülerce ki, zivanadan çıkmış bir şekilde, ODTÜ olaylarının Ergenekon’un eylemi olduğunu söylemekle aslında tam bir düşünce sapması veya saçmalaması içine gömülmektedir. Durum kendisi için epey zavallı bir konum arzediyor efendim! Başbakanı “Bak Ergenekon tepende, sizi yoksa kurtarmayız” zırvalığıyla oyalıyor ve Erdoğan’ın aklıyla adeta alay ediyor!
***
Durum zor. Böcek olayının bir “CİA” işi mi, Cemaat işi mi, yoksa her ikisinin karışımı bir iş mi, AKP’nin mağduru oynaması mı.. her neyse..
İş mahkemede defter dürmeye gelir mi..
Neden olmasın..
--30 Aralık 2012 / Siyaset ve Bilim – Cumhuriyet

28 Aralık 2012 Cuma

“Sizin Gibi Düşünmeyeceğiz”


Abdullah Öcalan, PKK ve destekçilerine “bölücü” derler ya! Şimdi soracağım: Bölücülüğün tek çeşidi mi var? Kimisi sorabilir bile, hangi bölücülük en tehlikelisi diye ve tartışılabilir bulurum!.. Milleti bölmek, üniversiteleri bölmek, öğrencileri bölmek.. halkı bölerek Alevileri dışlamak, laiklerin canına okumak, Atatürkçüleri içeri tıkmak.. Bu ülkenin tarihini silip-kesip atmak!..
Bunun da çok ötesinde bir durum var: Bölücülüğün en dik âlâsı nedir biliyor musunuz: Benim gibi düşünecek, benim gibi davranacak, benim dediğimi yapacaksınız.. Yoksa hepinizi silerim..
İşe bakın: üniversiteler birbirine düştü. Rektörler birbirine düştü, rektörler ile öğretim üyeleri birbirine düştü.. Öğrenciler ile rektörler birbirine düştü.. Erdoğancılar da, saldırmak için ellerine yeni bir taş aldılar..
***
Bir ülke liderinin ODTÜ’ye ve akademisyenlere bindirmeyi sürdürmesi, yeni bir şey mi? Ne üniversite üzerine kopartılan gürültü bir ilk, ne ülke ile kurumlarını germe ve çatışma yaratma bir ilk, öyle görülüyor ki ne de sonuncu olacak. Saptama yapalım: Lider, düşünce ve siyasi rant konusunda, bu çatışmacı ve gerilimci kültürden besleniyor... Milleti ayırdıkça ve çatıştırdıkça, oyları mı artıyor?
Ama şunu söyleyebilirim: Ülke içinde ve üzerinde yüksek bir gerilim birikiyor yıllardır. Gerilim ise enerji demektir: Yüksek enerji ülke üzerine karabulutları, gök gürültülerini, şimşekleri, yıldırımları çağırır.. Bu millet birbirini keser bile kardeşim! Zaten kesip durmalar büyük boyutlara ulaşmadı değil, bu “erkeksi siyasi enerji” özellikle kadınlar üzerinde patlıyor! Toplu kesimlere mi gideceğiz!
***
Dedik ki en kötü bölücülük, “benim gibi düşüneceksin” dayatmasıdır!
Hayır, bin kez hayır ki sizin gibi düşünmeyeceğim, milyonlarca insan hep farklı düşünecek, düşünmeyi sürdürecek.. Bu düşünce farklılığı, giderek hemen her konuyu kapsamaya başladı artık! İnsanlar diyor ki, sen oraya ben buraya! Ne yapacaksınız?
Sizden farklı düşünenlere bu ülkede, özellikle devlet ve birimlerinde bütün kapıları kapatıyorsunz! Bu bölücülüğün babasıdır. Ekmeğiyle oynuyorsunuz bu milletin! TÜBİTAK’ın yeni yönetimi, 500 kişiyi kapının önüne koyuyor! Göktürk-2’yi gerçekleştirenlerin çoğu ortak orada değil!
Ama millet yine de farklı düşünecek.. ODTÜ ve öğrenciler konusunda asla sizler gibi düşünmeyeceğiz..
Bir üniversiteye gideceksiniz diye, 3 bin polisinin bütün üniversiteyi işgal etmesi nerede görülmüştür? Önce bunu açıklamalılar!
Yanıtım şu: ODTÜ düşman bir yer, beni sevmezler. Zaten rektörü de benim adamım değil. Öğrencisi de cevval.. Şu binlerce polisimi göndereyim de, devletin ve iktidarımın gücünü görsünler, sözle uslanmayanın hakkı kötek!
Oraya Göktürk-2’nin fırlatılış törenine mi gidiyorsunuz, yoksa üniversiteyi polis gücüyle dize getirmeye mi?! Böyle bir silahlı ordu ile üniversiteye girmeyi, hangi siyasi ve düşünce etiği ilkesi ile açıklıyorsunuz!? Bütün yerleşkeyi, çocuk yuvası dahil, biber gazına boğan bir polis gücü ve başkomutanı adeta..
İkinci nokta: Gençleri kışkırtıp duruyor iktidar. Pankart mı açtı, parasız eğitim mi istedi, doğru içeriye! Vur copu, sık biber ve kimyasal gazı... Sanıyorlar ki, bu yöntemle ortalığı sütliman ederiz.. Gerici ve şiddet yanlısı iktidarların hepsi böyle davranmıştır ve hiç biri de geçmişten ders alamamıştır. İktidar gençlere hoşgörülü davransaydı bugüne kadar, ODTÜ olayları gerçekleşir miydi.. (*)
ODTÜ’yü işgal, böyle bir çatışmaya adeta çağrıydı! Planlı programlı sanki!
Bu çatışmacı ortamın yaratılmasıyla, YÖK’ün üniversiteleri içine sokmaya çalıştığı, anayasaya bile aykırı yasa taslağı bozuntusu arasında, gel de bire bir eşleşme yapma! “Yök’taşı” ODTÜ’ye düştü!
İktidarbaşı, parmağıyla ODTÜ’yü gösteriyor! Sorayım: ODTÜ’yü özel yasayla kendine bağlamaya kalkışır mı?! Acaba ODTÜ ihaleye çıkartılsa, kaç para eder?!?
***
Başbakan gibi düşünmek zorunda hiç kimse değil. Laik ve özgür ülkenin yetişkin çocukları, biad kültürüne yabancıdır. Üniversitelerin tepelerine atadığınız rektörler de, üniversitelerinde biad kültürü yaratamaz. Üniversite kavramı buna yabancıdır. Üniversiteler geleceğin kurucularıdır ve onlar üniversitelerin asli unsurlarıdır, yani akademisyenler ve öğrenciler! Rektörlerin ise burada esamesi okunmaz.. Hele hele iktidarın uzantılarıysalar.. Haydi onlara koca bir güle güle!
ODTÜ’ye bindirenler daha bugünden tarihin sillesini yemiş durumdalar..
---
 (*) Gençler polis- ajan provokasyonlarına dikkat etmeli. MİT- Polis KCK tepelerine bile adamlarını soktu; Kadıköy Bahariye’de Noel gündüzü bir gurup hristiyan Türk yürüyüş için toplanmıştı. Aralarında eşofmanlı bir genç kadın/kız, telefonu ile konuşurken “ben izlemek zorundayım, polisim” diyordu! MİT-Polisin, hemen her hareketin içine girdiklerini peşinen kabul etmeli.. 
--27 Aralık 2012/ Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

26 Aralık 2012 Çarşamba

Göktürk-2 Bizim mi?


“Yüzde yüz yerli malı, yazılımın %100’ü, donanımın %80’i yerli”: Bu sözler, TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak’a ait, Çinlilerin uzaya fırlattığı Göktürk-2 gözlem uydusu için böyle dedi. Biliyorsunuz, hükümet ve devlet ricali, fırlatılışı izlemek için ODTÜ’ye gitti. Kimisi geç kaldı, mizahi durumlar yaşandı, Çinlilere mesajlar çekildi, falan bakanımızı vb yetişemiyor, fırlatılışı erteler misiniz gibi, laz fıkralarına benzer durumlar yaşandı..
TÜBİTAK’ın uzay birimi ODTÜ yerleşkesi içinde, ODTÜ’lü bilim insanlarımız Göktürk-2’nin yapımını gerçekleştirdiler. Bu şüphesiz önemli başarı.. Başbakan ve kolluk kuvvetleri ve de emirlerindeki adalet mekanizması ne yazık ki bu güzel ve anlamlı günü, protestocu öğrencilere karşı savaşa dönüştürerek, berbat ettiler! Oysa Göktürk-2’yi tartışırdık ne güzel..
***
Türkiye’nin uzaya gözlem uydusu göndermesinin tarihi, AKP’den önceye dayanır. 2000’den hemen önce veya başında, o zaman TÜBİTAK Başkanı olan Namık Kemal Pak ile görüşmemi anımsıyorum. Ankara’da makamında. Bir uyduyu uzaya göndernme meselesi gündeme gelmişti. Fakat bu konuda deneyimi yok ülkenin. İngiltere’ye sanırım, böyle bir sipariş verilmişti veya verilmek isteniyordu.
Biz “ulusalcıyız” ya, herşeyin mümkün olduğunca kendi beyin gücümüze dayanarak ülkemizde üretilmesini istiyoruz ya (bu kötü istek, düşünce ve suçlanmayı hiç bir zaman üstümüzden atmayacağız, duyurulur!) Namık dostuma şöyle demiştim:
Yahu bunu bir meydan okumaya dönüştürsenize, uydu yapımı için gerekli bilgilere sahip insanlarımızdan oluşan bir tim kurmayı neden denemiyorsunuz.. Bu insanlar ister yurtdışında ister yurtiçinde olsun, bastırın parayı, bu proje için bir araya gelsinler, yapabildiklerimizi yaparız, gerisini de dışardan alırız.. Böylece ülkemizde bu ileri teknolojinin temeli atılır..
Namık Pak yaklaşık şöyle yanıt vermişti: “Ne iyi olur, ama yetikin insan gücümüz yok, İngilizlerin yanına üretim sürecine katılacak insanlarımızı göndereceğiz, onlar eğitimi alacaklar, inşallah sonraki üretime...”
Neyse, bu proje, Rasat gözlem uydusu adıyla (bu fırlatıldı, bildiğim kadar uzayda kayıp durumda), Namık Kemal Pak döneminden TÜBİTAK’a kaldı, bir şekilde sürdürüldü ve bugün, yerli gözlem uydusu üretildi. Projenin sürdürülmesi ve gerçekleştirilmesi şüphesiz ki iyi bir şey! Destekçilerini ve üretimde emeği geçenleri, bilimcilerimizi, mühendislerimizi, teknokratları kutlarım..
***
Basında Gözlem-2’nin bir sürü parçasının dışarıdan alındığına ilişkin haberler çıktı. Uydunun tasarımı ve bilgisayar yazılımları tamamen bize aitse, bir sorun yok. Siz, dünyada seri üretilen parçaları, bir uydu için tek tek üretemezsiniz, mantıklı olmaz. Alacaksınız ve monte edeceksiniz. Daha ucuza gelecektir. Eğer stratejik parça ise ve size satmıyorlarsa, o zaman bedeli neyse üretir ve takarsınız! Dünyada da bu işler genellikle böyle gider.
Basındaki haberlere bakıyorum, dışarıdan neler alınmış: Güç ünitesi (Apcon), Pyro sürücü ve kesici sistemleri (PDM), güneş panelleri, optik cihazları.. Tabii ki, bunların arasında en önemlisi fırlatılışı, rampası, hesapları vb…
Bilmiyorum, ama bana göre en önemlisi uydunun tasarımı ve bilgisayar yazılımıdır! İçindeki satın alınan diğer parçaların, şüphesiz ki en nitelikli ürünler olması gerekir, ki uzayda sorunsuz ve uzun sure çalışsın.. Şüphesiz, bu parçalar çok ileri teknoloji ürünleridir. Türkiye’nin bu alanda dünya pazararında iddia sahibi olmasını kim istemez?
Göktürk-2’ye rağmen, aha şurada yazıyorum: İktidar bilim ve teknoloji vizyonundan yoksundur. Nedenini yazacağım..

Düzeltme / Açıklama: Okurlarımız yazıya bir düzeltme/açıklama gönderdier:
“Yazınızda bahsi geçen ve uzay'da pil arızası nedeni ile görevinin 3.senesinde kaybedilen uydunun adı, İngiliz firması tarafından yapılan ve Tübitak çalışanlarının da teknoloji transferi programı kapsamında üretimine dahil olduğu Bilsat uydusudur. RASAT uydusu ise bu teknoloji transferi ve eğitim programı sonrası, İngiltere'ye giden ekip tarafından tamamen Ankara'da ve tamamen Tübitak tarafından geliştirilip üretilmiştir. RASAT uydusu 17.08.2011 tarihinde uzay'a gönderilmiştir ve o tarih'den beri canavar gibi çalışmaktadır.”

Soner Yalçın İçin Özgürlük
Uydurukluğu, sahteliği ve intikamcı düşünce ürünü olduğu ortaya çıkan senaryolarla açılan ODATV davasının tutuklu sanığı gazeteci Soner Yalçın’ın bu Perşembe günü duruşması yapılacak. Umarız ki bu adaletsizliğe mahkeme artık son verir ve Soner ile birlikte Yalçın Küçük ve Hanefi Avcı’nın tutukluluklarını kaldırır..
Avrupa’da protestolar yükseliyor. Avrupa Parlamentosu milletvekili Patrick Le Hyaric Avrupa Parlamentosu Komisyonu’na “ Odatv davasına gözlemci gönderilecek mi, “Türk makamlarını basın ve ifade özgürlüklerini güvence altına almak ve özellikle özel yetkili yargılama konusunda yasalarını değiştirmeye ikna için ne gibi önlemler alınması düşünülüyor” sorularını yöneltti.
Yine Paris Belediye Meclisi üyelerinden Jan Brossat, Paris Büyükelçiliğimize gönderidği mektupta “Parisliler Türkiye’deki bazı gazeteciler ve entelektüeller için derin endişe içindeler. Özellikle İfade ve basın özgürlüğü onlar için son derece değerlidir..” diyor..
Mahkeme kendini baskı altında hissetmeden, kendi vicdanını harekete geçirmeli ve tutuksuz yargılama kararını vermelidir. Bekliyoruz, biz de orada olacağız..
--25 Aralık 2012/ Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

25 Aralık 2012 Salı

AKP: Yükselen Tek, Düşen Herkes


Uzun zamandır yazacağım, sırasıdır şimdi.. Hele şu ODTÜ macerası üzerine söylediklerinden sonra: AKP lideri, parti içinde ve ülkede yükselen tek kişidir. Bütün arkadaşları (çelik çekirdek dahil) hep ikinci üçüncü sınıftır veya devre dışıdır. RTE, kendi yıldızını sürekli parlatırken, arkadaşlarının yıldızlarını da sönükleştirmektedir.. Ama sürekli olarak.
Parti tüzüğü gereğince üçüncü dönem milletvekili olamayacak “arkadaş’larına belediye başkanlıkları ayarlamayı düşünürken, kendisini ise, ülkenin tek egemeni pozisyonuna yükseltme çabası içindedir. Parti tüzüğü sadece kendisine eşit davranmıyor! Parti tüzüğünü, sanki herkesi istediği zaman elemek için düzenlemiş!
Başbakan’ın karşısında, kendi ayarında ve kendisine rakip tek kişi var: Abdullah Gül. Gül, gelinen siyasi durumda, kolay üstesinden gelemeyeceği bir siyasi kişilik. En büyük başağrısıdır, Gül.
***
Önce kısaca safdışı bıraktıklarını veya safdışı kalanları anımsayalım. Bir çetele tutmadım, aklıma ilk gelenlerden ikisi, Ertuğrul Yalçınbayır ve Abdüllatif Şener’dir. Bunlar siyasal dürüstlükleriyle tanınmışlardı ve en erken düşenler oldu RTE çevresinden. Unakıtanlar, Dengi Mir’ler ve daha neler. Herhalde kabarık bir listeyi okurlar tamamlar..
***
RTE, ilan ettiği gönlündeki anayasa taslağı ile, bütün partiyi, bütün arkadaşlarını aslında safdışı bırakmaktadır: Hükümeti tamamen meclis dışından kurmayı hayal ederek! Cumhurbaşkanlığı köşküne çıkmak istiyor, ama oradan da partiyi yönetecek, Partili Cumhurbaşkanlığını dayatıyor! Partiyi arkadaşlarına bırakmıyor, bırakamıyor; sanki partiyi yönetebilecek, buna layık ve ehliyetli, başka tek bir kimse yok orada!! Parti kendi yokluğunda biraz demokratikleşir, kendi sultasından kurtulur, insanlar da düşüncelerini özgürce dile getirir korkusu mu var? Ona göre RTE yok, AKP de yok! Belki de öyle?!
Onlara gizlice şunu diyor adeta: Ben varsam size de varsınız!
İsteğine bakın: Partiyi yönetecek.. hükümeti kuracak... Meclisi atayacak.. Üstüne üstlük Köşk’te de oturacak!
***
RTE’nin tek bir eşiti var dedim, Abdullah Gül.
Tam bir yıldan beri bunun analizlerini yapıyorum ve o yazıların hiç biri eskimiş değil, taptaze duruyorlar!  Önce bu tahlillere burun kıvıranlar, yeni yeni meseleyi ciddiye gündemlerine alıyorlar.
Cumhurbaşkanı Gül, her siyasi güncel konuda, RTE’ye inat farklı siyasal tercihlerini dile getiriyor. Başkanlık öngören anayasa görüşlerine itibar etmemişti; en son da, kuvvetler ayrılığı görüşlerine katılmadı RTE’nin. Bunların bir çetelesini yayımlayacağım..
Başbakan, kuvvetler ayrılığı konusunda dile getirdiği o müthiş görüşlerinden, “konuşmam içinde cımbızladılar” diyerek hafiften yan çizdi. Baktı ki ne monarklığı kaldı ne diktatör hevesliliği.. Ve bu istek ve sözlerinden en çok Gül’ün yararlandığını gördü! Gül, AKP ve çeşitli çevrelerde profilini hızla yükseltiyor.. Bir noktayı daha belirteyim: Gül, dışarının daha çok tercih edeceği bir AKP lideri konumuna gelmiştir!
Gül, yazıyorum: RTE’nin en büyük kâbusudur!
2014 Cumhuurbaşlığı seçimleri de RTE için karabasandır. Hangi koşullarda ve nasıl girecektir seçimlere, büyük bir bilinmezlikler içindedir..
Kendisine çizdiği “Başkanlık Yolu” büyük olasılıkla bataklığa çıkıyor. MHP’yi ikna etmesi çok zordur. Bahçeli’nin (ve MHP’nin) defteri dürülür orada.
***
Olayı doğal seyrine bırakabilir mi Erdoğan? Yani düz Cumhurbaşkanlığı ile yetinmek, Parti Başkanlığını ve hükümet kurmayı da artık yeni parti başkanına bırakmak gibi..
Diğer bir olasılık: Tüzüğü değiştirmek ve yeniden Meclis’e girerek Başbakan olarak kalmaktır!
Şimdiki yarı etkili bir cumhurbaşkanlığı mı güçlü, Başbakanlık mı..
Gül ile makam takasına yanaşır mı..
Her durumda, RTE kendisi için başka bir siyasal yolun olmadığını görse ve bu takasa razı gelse bile..
Eğer seçimleri, oyları azalarak da olsa yeniden kazanırlarsa, Gül’ün yönetimi RTE’den epey farklı olacaktır.
RTE’nin yıldızı sönükleşmeye başlayabilir. O zaman çekirdek kadroya, yakın çalışma arkadaşlarına da gün doğabilir.
Tabii, 2014- 2015’ler Türkiye’si neler getirir, hangi olağanüstü koşulları yaşarız, bunlar bir kenara...
---24 Aralık 2012  / Bilim ve siyaset - Cumhuriyet

23 Aralık 2012 Pazar

Monos Arkein 2012


Gördünüz mü nasıl da bindirdi başbakan üniversiteye, hocalara, öğrencilere! Tahammül sıfır bir lider.. Birden elime 3 Ocak 2007’de yazdığım Monos Arkein 2008 başlıklı yazım geçti. Biraz kısaltarak yeniden yayınlamanın tam zamanı...
*** 
“Yılbaşı kargaşasında nihayet beklediğim gelişmelerden biriyle karşılaştım: RTÜK’ün kendini mahkeme yerine koyarak medyaya çeşitli yayın yasakları koyması yetmedi. Şimdi de Başbakan Erdoğan’ın kendi uygun gördüğü anlarda gazetelere yayın yasağı koyabilmesi için yasa önerisi hazırlanıyormuş... (Bu hazırlığın  2007’de devamı gelmedi, ama şimdi belki de tam zamanı, yeniden, iki ünivresiteyi başbakana bağlamak hiç de fena fikir olmayabilir!)
Şaşıracak bir şey yok! Monos arkein (tek yönetici)’nin isteklerinin sonu yoktur. Her bir adımda, tek yöneticinin iktidarını (mutlakiyetini!) güçlendirecek bir adım daha atılır. Özellikle kazanılmış zaferler varsa birbirardına gelen, Monos Arkein arkasında daha çok güç artar!
Zafer, kişiye güç dağıttırmaz, güç biriktirtir! Daha çok mutlak yetki, zaferin doğal karşılanan taçlarıdır! Yüzde 47’lik seçim sonucu, Türkiye’de yarım yamalak, uyduruktan demokrasiyi de tehlike sınırlarına sürükledi!
Zafer, partiyi, milletvekillerini daha çok tekleştirdi ve liderin arkasında, tek kimlik halinde sıraladı! Parti içinde, ilk dönemdeki “demokratik” sesler ayıklandı; parti içinde bir şeyler varsa bile, zaferin ağır gölgesi altında kimliksizleşmiş durumda!
Erdoğan iktidarında parlak güneş altında renklerın soluklaştığını görüyoruz.
***
Erdoğan’ın demokrasiye inancının sıfıra yakın olduğunu sanıyorum.
Demokrasi, yetki ve sorumlulukları, kuvvetleri dağıtan, kendi kendini denetleyen bir sistemle ayakta durabilir.
Oysa, AKP, iktidarı boyunca, açıkça, kuvvetleri “merkez”de toplayan bir rejim-yönetim serüveni içindedir.
Kuvvetler ayrılığı, Erdoğan için büyük bir siyasal nefret konusudur! Bu nefretini bulduğu her fırsatta dışa vuruyor! Danıştay, örneğin iktidarın koyduğu bir kararı yasadışı mı buluyor? Hemen dişlerini gösteriyor! Ve bunu “azınlığın çoğunluğa tahakkümü” olarak görüyor! Tek istenen, iktidara, kendine, kararlarına tabiyet!
Erdoğan, yaptığı herşeyi, “demokratik” görünen ne varsa, daha çok demokrasi için değil, iktidarını güçlendirmek için yapmakta. Bu da etraftaki destekçi zevata, “demokrasi istiyormuş”muş gibi geliyor.
Bana bir tane, RT Erdoğan’a yaramayan, ancak gerçekten ülkemizde demokrasinin genişlemesine ve gelişmesine hizmet edecek önemli bir adım gösterin!
Tam tersine, kendini güçlendirmeyecek demokratik açılımlara yanaşmayan bir tür Monark ile karşı karşıyayız!
“Demokratik” görünen bütün politikalar, kararlar, yasalar, AKP’nin giderek monarşileşmekte olan (parlamenter monarşi!) iktidarını güçlendirmekte!
İnsan hakları mı? Demokrasi mi? Yasa, etki, yetki mi?
Hepsi AKP’ye, Erdoğan’a, mutlak ikitdarını pekiştirmeli!
***
Şimdi Monos Arkein en büyük güç gösterisini, yeni Anayasa ile sahneye koyacak. Eğer kendine sonsuz güveni üzerinde bu yıl bir takım gölgeler dolaşmazsa, yeni Anayasa 2008’e damgasını vuracak; kabul edilirse, Monos Arkein yönetiminde, parlamentonun biçimsel varlığını sürdürdüğü, AKP monarşik iktidarı tam kurulmuş olacak! (2010 referandumu ile bu yolda önemli adım attı, şimdi Monos Arkein tek kişi anayasası istiyor!)
Demokrasi, ülkemizdeki demokrasinin mezar kazıcılığını üstlenen “demokrasi düşmanları” tarafından (her türden!), “çoğunluğun her istediğini yaptığı” yönetim biçimi olarak sunuluyor!
Oysa demokrasi, azınlığın, çoğunluğun alacağa kararlara katılmasını öngören; kararlarda, payı, sorumululuğu, uzlaşısı, fikri olması gereken bir rejimdir!
Düşünsenize: iktidarda bir mutlak çoğunluğa sahip bir parti ve 5 yıl boyunca bütün kararları tek başına, muhalefete rağmen, alıyor!
Bu tür bir demokrasi işleyişinde, AKP’nin, örneğin bütün basını kapatmayı öngören bir yasa çıkartmasını önleyecek hiç bir engel yoktur!
Bu yaklaşımın saçmalığını göstermek için uç noktada bir örnek verelim: AKP isterse bütün üniversiteleri kapatacak bir yasa bile çıkartabilir! Önünde yasal bir engel yoktur!
Ülkemizdeki “demokrasi anlayışı”nın (ve demokrasinin!) ne kadar sakat olduğunun bir göstergesidir bu! “Demokrasi”, parlamenter diktatörlüklere kolayca zemin hazırlayabilmektedir; özellikle katılımcılık, uzlaşı anlayışının neredeyse sıfır olduğu ve kerametin daha çok kuvvet ve güç toplamakta olduğuna inanılan, Başkanın mutlaklaştırıldığı bizim gibi az gelişmiş ülkelerde!
2008 Demokrasi Savunma Yılı’dır! (2013 diyelim!) Bütün siyasal Monarklara, Monos Arkein’lere karşı!”
--23 Aralık 2012 / Bilim ve Siyaset- Orhan Bursalı

21 Aralık 2012 Cuma

Rektör Seçimleri: Tutumumuz


Perşembe günü İstanbul Üniversitesi’nde Rektör seçimleri yapıldı. Hayırlı olsun. Bu yazıyı Salı günü yazıyoruz.
İki ay önceden başladı rektörlük çalışmaları. Adaylar ortaya çıktı.. sanırım 5 aday seçimlere katıldı. Rektör Yunus Söylet’e karşı 2 cemaatçinin de adaylığını koyduğu, bize gelen haberler arasındaydı. Üstelik birisinin eşi çafşaflımıymış neymiş...
Seçimlere iktidar dışı çevreden çok değerli adaylar katıldı. Bu adaylara destek çıkmak isterdik. Dostlarımız aramadı değil. Ama seçimler üzerine sözümüzü çok önceden söylemiş olduğumuz için olaya karışmadık.
Tutumuzu şöyle açıkladık:
Bu seçimler sıradandır, işi boştur, seçime katılanlarla oyunu kullananlarla alay etmektir.. En yüksek oyu alsa bile, bir adayın rektör olarak atanma şansı 0-100 arasındadır. YÖK denilen yerdeki adamlar 6.sıradan bir oy almış birini liste başına koyabilir ve Cumhurbaşkanına gönderebilir o da onaylayabilir. Benzer örneklerini gördük.. Bu büyük bir oyundur.
Öğretim üyeleri bu oyuna gelmesinler. Cemaat ve iktidar yanlısı dışında bir adayın, en çok oyu da alsa, 2., 3., 4.sırada bile gelse, atanma şansı neredeyse mutlak sıfırdır. Her yıl aynı oyunun yineleniyor. Herkes de seçime katılıyor. Üniversiteden çok yüksek bir “yeter artık”, sesi yükselmediği ve örneğin seçim sandığına güçlü bir boykot iradesi atılmadığı sürece, öğretim üyeleriyle oynanır durulur. Hiç biriniz bundan memnun değilsiniz, ama hoşnut olmadığınız bu oyunu oynayıp duruyorsunuz! Yıllardır bıkmadınız mı?Biz bu seçim yöntemini protesto ediyoruz..
Bu tutumuzu açık ve net, ama İstanbul Üniversitesi için bir olasılık daha önerdik dostlarımıza:
Rektörlük seçimleri, iktidar savaşlarına sahne oluyor. Bir yandan RTE, diğer yandan Gül ve Cemaat yarışıyor. Gül, siyasi geleceği için atamalar yapacak..
Demokrat cepheden seçimlere katılanların herhalde bir “rektörlük  programı var”. Seçilmeyeceklerine ve atanmayacaklarına göre, bu programlarıyla gitsinler atanabilecek durumda olan ve gözlerini kestirdikleri düzgün ve sözünde duracak bir adaya işbirliği önersinler. Adayı güçlendirsinler, birinci sıraya yükseltsinler, buna karşılık da kendi asgari üniversite programlarının rektörlük süreci içinde gerçekleştirilmesi için söz alsınlar, rektörlüğe fiilen katılsınlar..
Önemli olan bir kişinin rektörlük koltuğuna oturması mı, yoksa üniversite için öngördüğü programın bir şekilde gerçekleşmesini sağlamak mı? Birincisinin sıfıra yakın olasılık olduğunu kabul edersek, tabii ki ikincisi.. Yani iyi bir üniversite!.. Ben olsam bakarım adaylara, kim böyle bir ittifak için güvence veriyor, kimi güvenilir buluyorsam, onunla işbirliği yaparım...
Bu bir stratejidir. Ama bizde üniversite rektörlüğü, oturulacak koltuk yani bireysel bir konu olarak görülür daha çok. O nedenle de kimse böyle düşünmez..
Yanlış mıyız?
***
Bir de Akdeniz Üniversitesi’nde Hayrettin Ökçesiz ve arkadaşlarının, apayrı bir bildirge ve tutum ile rektörlük seçimlerine katılımı vardı. Görüşleri sisteme direnişi ve reddetmeyi içeriyordu. Bugünkü rektörlük seçimlerine karşı, farklı duruşlar da gündeme getirilebilirdi. Ama İstanbul Üniversitesi’nde bunun zerre yoktu.
Bana sorarsanız, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri bile rektörlük seçimlerinde kendilerine özgür bir tavırla, sadece iki adayla katıldılar! Bu da mı kimseye bir şey anlatmadı, bilemiyorum.. Ama İstanbul Üniversitesi hep böyledir..
***
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak dileğiyle..

“Adalet, Sizsiniz”


Silivri Sacco Vanzetti'lerle dolu!


Şöyle diyorsunuz doğrudan doğruya: Ulaa biz bunların hepsini kıyısından köşesinden özünden ve bazılarını ise doğrudan, şimdi hâlâ Türkiye’de yaşamıyor muyuz!?
Yaşıyoruz sevgili kardeşim, hem de damardan!
Adalet, Sizsiniz”,  Rutkay Aziz ve Taner Barlas’ın “Perdeci Oyuncuları” adıyla, şanlarına yakışır bir oyunla sahneledikleri yeni oyunun adı. Mecidiyeköy’de Trump Towers’in tiyatro salonunda önceki gece izledik.
Oyun, tarihteki adaletsiz yargılamalardan üçünü konu alıyor. Sokrates’in Beşyüzler Meclisi önünde yargılanması, savunması ve baldıran zehiri içirilerek idam edilmesi.. Galileo’nun engizisyon mahkemesi önünde yargılanması, savunması.. ve Sacco ve Vanzetti’nin ABD’de elektrikli sandalyede idam edilmeleri.. İnsanlığı yüzyıllar boyunca sarsan bu üç büyük olay sahnede. Oyun yazarı Ümit Denizer, sahne tasarımı ve kostümler ise Metin Deniz’den..
***
Sokrates ve yaklaşık 2500 yıl öncesinin Atina’sı! Düşünceleri, merakları, soruları büyük ilgi çekince, Atina’da yeni tanrılar yaratmakla suçlanır.. Kendisine kenti terketmesi ve benzeri önerilerin hepsini reddeder, düşüncelerini satmaz, boyun eğmez, onur ve erdemi savunur, sonunda 70 yaşında Baldıran zehirini içer. Öldürülmesinin 2412.yılında, 2012’de gerçekleştirilen bir duruşma ile “hayata iade” edilir.
Galileo, Kilise’nin kabul ettiği yermerkezli evren sistemini reddeder.. İki Evren Sistemi Üzerine Konuşmalar: Diyalog, kitabının yayınlanması engellenir, Engizisyonca ömür boyu hapse mahkum edilir. Kilise 1981’de Galileo’nun itibarını iade etti ve kardinallerin hata yaptıklarını açıkladı!
***
Bunlar iyi güzel, ama toplumda en az bilinen Sacco ve Vanzetti isimli iki İtalyan göçmenin Boston’da yargılanıp öldürülmeleri skandalıdır ve günümüz Türkiye açısından da yoğun paralelliklere sahiptir... Ne cinayet işlediklerini ne de para gaspettiklerini, olay günü ise Boston dışında ve başka yerlerde bulunduklarını kanıtlamalarına rağmen!
İki yoksul işçi, o sırada ABD’de göçmen işçilere karşı toplumu saran büyük nefretin ve ötekileştirilmenin kurbanı oldular. Ekonomik kriz ve büyük işsizlik, yabancı işçilere karşı defolun kampanyaları, skandal bir idamla sonuçlandı. Büyük işçi isyanları da bu “örnek ceza” ile bastırılmaya çalışıldı. Hukuk çevreleri bu olayı politik bir idam kararı olarak nitelendirdi ve dünya çapında gösterilerle mahkeme kararı ve uygulaması protesto edildi.
Sacco ve Vanzetti olayı, hem siyasal hem de toplumsal bir lincin yargısal ifadesi oldu.
***
Beş yıldır da Türkiye, Ergenekon, Balyoz ve Odatv davalarında, ve 700’ü aşkın öğrencinin protestolarını terör olayları kapsamına sokulmasıyla, benzer bir toplumsal ve siyasal linc olayına sahne oluyor.
Bu linc, şüphesiz medya ve ahlaksız kalemleri aracılığıyla sürdürüldü. İleri sürülen ve bugün hemen hepsi uyduruk ve alçakça yazılmış senaryo olarak kanıtlanan Balyoz davası sanıkları 20 yıla kadar hapis cezaları aldı. Siyasal bir iktidar savaşı, ortada suç muç gösterilemezken, 360’ı aşkın subayın ve az sayıda sivilin mahküm edilmeleri ile sonuçlandı.. Bugün hala benzer ahlaksızlar ortalıkta cirit atıyor..
“Fatih Cami bombalandı”dan tutun ortada olmayan “kanlı eylemler” ve “darbe teşebbüsleri” konusunda toplum kandırıldı ve kurulan siyasi iktidar mahkemeleri gözlerini kırpamadan ve vicdanları sızlamadan cezaları bastı. Bütün bu davanın sonuçta kendi omuzlarına yıkılacaklarını bile bile..
Ergenekon da siyasi lincin hukuki bir kılıf içinde sürdürülmesinden başka bir şey değil. “Delil” diye ileri sürülenlerin bile tartışılmasına fırsat verilmeden, siyasi mahkemelerce sanıkların defterleri dürülmek istenmekte. Odatv davasında yargılananlar da, yine medyada önce toplumsal bir lince tabi ve sonra da hapiste tutuldular ve hâlâ tutuluyorlar.
Soner Yalçın, Yalçın Küçük, Hanefi Avcı, uluslaarası baskılar monucu salıverilen gazeteci arkadaşlarımız, Balbay, Özkan ve bütün diğerleri, topluma inandırılan “suçlar”ının esiri olarak içerideler, hepsi birer Sacco ve Vanzetti’dir..
***
Teşekkürler “Perdeci Oyuncuları”.. Bu oyunu seyretmeye koşalım lütfen.. “Adalet, Sizsiniz” diye bize sesleniyorlar!
Sanatçılar epey bir süredir toplumu aydınlatma çalışmalarında birer adım öne geçtiler. Ama yetmez; daha büyük, daha etkili, daha özverili..
--20 Aralık 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet