***
Irkçılık Üzerine
A. M. Celâl Şengör
Son günlerin, yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada moda olan sözlerinden biri «ırkçılık» terimidir. Önüne gelen bu terimi kullanıyor ve kullananların benim kabaca tesbit edebildiğim %99'undan fazlası ise bu kelimenin neyi ifade ettiğinden bîhaber!
Filistinliye karşı İsrail'i savunanlara hemen «ırkçı» damgası yapıştırılıyor (en son BBC'de bir programda gazeteciler arasında yapılan bir tartışmada bu oldu). Halbuki İsrailli Yahudi de, Filistin'li Arap da Sâmi ırkından gelirler. Yani aynı ırkın üyesiler. Birbirlerine olan nefretin sebebi dinleridir. Türkiye'de Kürtlere, Almanya'da ise Türkler'e sıkı mı en küçük bir eleştiri yöneltesiniz. Hemen «ırkçı» oluverirsiniz. Halbuki Anadolu'da yaşayan ve kendisine Türk diyen insanların hemen %90'ı aynı Kürtler gibi Kafkas denilen beyaz ırk üyesidir ve Orta Asya'daki Altay ırkının Türkleri ile ilgileri yoktur. Almanya için de durum aynıdır. Oranın da ekseriyeti Kafkas denilen ırka mensuptur. Buralarda da ayrılık yaratan dil ve dindir.
Irk, biyolojik tanımı olan bir kavramdır ve türün altındaki fenotipik grupları betimlemek için icat edilmiştir. 1911 yılında Wilhelm Johannsen tarafından ortaya atılan fenotip kavramı, bir canlının gözlenebilir özelliklerini ifade eden bir kavramdır. Fenotip, genetik nedenlerle olabileceği gibi, çevresel nedenlerle de gelişebilir ve çevresel nedenlerle gelişen bazı özelliklerin mütasyon sonucu kalıtımsal hale gelmesiyle de bunlar genetik olur. Günümüzde dahî, bazı Lamarkist denilen düşünceler bu konularla uğraşmaktadır.
Nasıl Bos taurus dediğimiz sığır türünün alt grupları yani ırkları varsa ve ırk ıslahı zirai bir terim olarak kullanılmaktaysa, Canis familiaris türü köpeğin de çeşitli ırkları mevcuttur. Bu ırkların pek çoğu yetiştiriciler tarafından üretilmiş ırklardır ve bazıları arasında verimli üreme genetik olarak mümkünse de boy farkları artık bazı türler arasında verimli üremeyi pratik olarak imkânsız hale getirmiştir. Bunlar geleceğin tür adaylarıdır.
İnsanlar arasında, buzul çağlarından itibaren Homo neanderthalensis, Homo floresiensis ve Homo sapiens olarak üç temel tür mevcuttu.
Bunlardan Homo neanderthalensis Afrika'yı çok daha erken bir tarihte terkederek Avrupa'ya yerleşmiş ve oradaki coğrafî yalıtım burada yeni bir insan türünün ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Homo floresiensis'in tarihi ve tüm özellikleri ise, ele geçen fosil malzemesinin azlığından ötürü henüz çok iyi bilinmemektedir (yedi bireyin iskelet parçaları ve tek bir kafatası).
Bugün de insanlar arasında siyah ırk, beyaz ırk, sarı ırk gibi karakterleri çok belirgin ırklar mevcuttur. Bunlar, coğrafi izolasyonlarına, yani yalıtılmışlıklarına devam edebilselerdi, hiç kuşkusuz aynı Homo neanderthalensis, Homo floresiensis ve Homo sapiens gibi yeni insan türlerine dönüşeceklerdi. Ancak insanın geliştirdiği yer değiştirme imkânları, coğrafî engelleri olarak ortadan kaldırarak eskiden birbirinden yalıtılmış mekânlarda gelişen bu ırkların günümüzde tekrar tekdüzeleşmelerine olmalarına sebep olmuştur.
Irk teriminin tarihi, bahsettiğim karışıklıklara neden olmaktadır. Söz konusu karışıklığı yapanlar ise bu terimi doğa bilimleri dışında kullananlardır. Bu kullanım 18. yüzyılda müstemlekeciliğin yaygınlaşmasıyla istimlâk edilen alanlardaki yerli halkı, müstemlekecilerin ayrı bir ırk olarak tanımlamasıyla başlamış ve nihayet neredeyse her millet (ulus, budun vs) ayrı bir ırk olarak betimlenmeye başlamıştır. Bu, bilimsel olarak anlamsızın da ötesi bir zırvalıktır.
Bu nedenlerle meselâ Türkiye içinde bir ırkçılıktan bahsetmek mümkün değildir. Burada bir Türk milliyetçiliği, bir Kürt milliyetçiliği olabilir ve bu ayırımın temelinde de yalnızca dil vardır. Dil de aynı ırk gibi, belirli coğrafî engellerle birbirlerinden ayrılan insan gruplarının geliştirdikleri bir haberleşme aracından ibarettir (ancak dil ırktan çok daha hızlı gelişir; ırk yüzbinlerce yılda gelişirken, dil birkaç on yılda gelişebilir).
30 dil konuşabilen meşhur İtalyan-Amerikalı dilbilimci Mario Andrew Pei (1901-1978) 1949'da yazdığı The Story of Language (Dilin hikayesi) adlı satış rekorları kıran eserinde, ABD içerisinde doğu ve batı sahilleri arasındaki haberleşmenin tamamen kesilebilmesi mümkün olsa, on yıl sonra her iki sahilde yaşayan insanların dilleri arasında karşılıklı anlaşmaya engel olabilecek önemli ayrılıklarının kaçınılmaz olarak gelişeceğini belirtmiştir.
Bu nedenlerle, ırkçılıktan bahseden politikacılara gülüyorum (hele bir tanesi, hatırlarsınız, antropoloji bilimini ırkçılık sanmıştı!). Bu cahil insanlar cehaletlerine rağmen kitleleri yönetmektedirler. Bu durum çağımızın en büyük hastalığıdır ve maalesef popüler demokrasinin bir ürünüdür. Bu hastalıktan kurtuluşun yolunu ise ne yazık ki göremiyorum, zira cahil, demokratik yöntemlerle kendisinden daha cahil olanları sürekli iktidara taşımaktadır. Bunun Ortaçağdan sonra insanlık tarihinin en kara çağı olan 20. yüzyıldaki bilânçosu korkunç olup, hemen hemen 100 milyon insanın hayatına mal olmuş, hesabı bile mümkün olmayan kültürel varlığın kaybını intaç etmiştir.
«Kahrolsun ırkçılık» ve/veya «yaşasın demokrasi» diye nârâ atanları duydukça bunları unutmayınız.
CBT sayı 1389
***
Sorunumuz TÜBA’dan Büyük
Bilimler Akademisi yeniden
örgütlenecekmiş. Türkiye’de her profesör olan kendini önemli bir bilim adamı
varsaydığına göre, dünyanın en büyük bilim akademisini kurabiliriz. Birdenbire
yüzlerce üyeli bir bilim akademisini niteliksiz hocalar pek beğenecekler.
Doğan Kuban
Avrupa’nın
17 yüzyılda kurmağa başladığı akademileri 2011’de yeniden kurarken, onlara bir
çırpıda yetişip geçmek için, aradaki 350 yıllık farkı düşünerek, her geç
kalınan yıl için 3 kişi hesabı ile 1000 kişilik bir akademi oluşturabiliriz.
Her üniversiteden, bilim adamlıkları unvanlarından menkul 5-6 Dr. Profesör
seçsek, en büyük bilimler akademisi
bizimki olur.
Kurumların
yapılarını değiştirerek nitelikleri değiştirilebilir. Fakat onlara can veren
düşünceler olmazsa, kurumlar kiralık dükkanlara benzer. Bilim adamları Bilim Akademisini oluşturur. Fakat
Akademi Üyeliği bilim adamı yaratmaz. Üniversite profesörü bilim adamı belki
olur, fakat çoğu kez sadece bir konuyu bütün ömrü boyunca yarım yamalak anlatan
bir memur-hocadır. Din eğitimi alanların bilmesi gerek. Her medrese bitiren
müçtehid olmaz. Kendi isteği ile müçtehid olan bir din adamı nasıl olmazsa,
kendi isteği ile bilim akademisi üyesi olan bir üniversite hocası da olmaz.
BİLİMLE
İLGİLİ SORUNLAR
Kaldı
ki bütün bunların ne bilimle ne de akademi ile ilgisi yoktur. Türkiye’de
bilimle ilgili sorunlar nelerdir? Hangi sorunlar, yanıtları gerçekleşirse,
Türkiye’yi dünya ortalamasında saygıdeğer bir konuma getirebilir? Bu
değişiklikleri İslamcı bir parti yapmak istediğine göre, önce İslam
peygamberinin sözünü ettiği davranışı anımsayalım: “Soru sormak (yani doğru
soru sormak) bilimin (yani bilgiye ulaşmanın) yarısıdır.”
.
Türkiye bir bilim toplumu olmayı istiyor mu?
.
Türkiye bilimsel araştırmada neden geri?
.
Osmanlı geçmişinden kalan bir birikim var mı?
.Üniversitelerin
araştırma olanaklarını sağlayan kaynaklar var mı? Bunlar nasıl dağıtılıyor?
.
Araştırma konularını hangi ölçütlere göre seçilmiş bilim adamları saptıyor?
Eski
bir üniversite hocası ve üniversitelerle ilişkileri devam eden bir gözlemci ve
araştırmacı olarak, bu soruların tümüne verilecek yanıtların olumsuz olduğuna
kesinlikle inanıyorum. Ne yazık ki üniversite öğretimi, bir sayı ve para
kazanma batağında yozlaşmaktadır.
Yukarıdaki
soruların hiçbirini karşısına koyup yanıt vermeğe çalışmamış bir toplumda, iyi
niyetle, ve bilimsel örgütlenmede çok geri kalmış olmanın utancını taşıyarak,
bir Bilimler Akademisi kurmuşuz. Şimdi bir başkasını kurmak istiyoruz. On
yedinci yüzyılda olmasa bile, 19 yüzyılda bu sorunu çözmemiz gerekirdi. Ama
Türkiye’de, değil Osmanlı döneminde, Cumhuriyette de ancak 1993’de bir Bilim
Akademisi kurabilmek şunun kanıtıdır: Bilimsel düşünce birikiminin Osmanlı
döneminde de, Cumhuriyet Döneminde de, ilk Cumhuriyet Dönemi dışında,
olmadığının...
18
yüzyılın birinci yarısında bir Humbarahane
kuruldu. Gelişemeden kapatıldı. 19. yüzyılda binalarını yaptık ama doğru dürüst
bir üniversite kuramadık. Islahat döneminde bir Encümen-i Daniş kurduk. On yıl dayandı. Bir Güzel Sanatlar Akademimiz vardı. Profesör olmak isteyen sanatçılar
eliyle idam edildi. Bir Anıtlar Yüksek
Kurulu kurmuştuk. Sonunda bir plandan bile anlamayan sanat tarihçileri,
arkeologlar, avukatlar, belediye memurları, mimarlık tarihi bilmeyen mimarlar
tarafından yoz, işe yaramaz bir kurum oldu. Ortadan kalktı.
İlk
Bilim Akademisi de Avrupa’dan 350 yıl sonra kuruldu. Yirmi yıl dayanmadı.
Bu
bilimin toplumda yerleşmediğini açıkça gösteren tarihi bir süreçtir.
Biz
matbaayı da Avrupa’dan iki yüz yetmiş sekiz yıl sonra kurduk. Bunlar İslam’ın
bugünkü geri kalmışlığını da gözler önüne seren tarihi bilgilerdir.
Her
üniversite hocası bilim adamı olmaz. Bilim adamı olması arzulanır. Fakat
isteyenin istediği yerde üniversite kurduğu bir ülkede bu söz konusu değildir.
YÖK
VE HÜKÜMET KARAR VERİCİ OLAMAZ
Bu
düşünceler halka anlatmak için şöyle özetlemek gerek:
Köprüleri
mühendisler yapar. Genetik araştırmasını biyologlar, ilaçları kimyagerler,
Ameliyatı operatörler, resimleri ressamlar yaparlar.
YÖK müçtehid, hükümet müçtehid,
her üniversite hocası müçtehid, yani
içtihad kararı veren, olmaz. Kendi alanındaki bilim adamını ancak o alanda
çalışan bilir. Haberi olmayan da çoktur. Einstein
ve Heisenberg bir bilim akademisine
seçilecek uzmanları bilebilirlerdi. Bilim Akademisine üye seçimi bir uzmanlar
arası seçimdir. İlk İslam’da buna ‘İcma’
denirdi. Dünya’da bilim akademileri üyelerini bilgileri yayınları ve çalışmalarına
bakarak kendileri seçerler. Bilimi politikaya yamamaya çalışan komünistler ve
Naziler kendi ülkelerinin bilimsel itibarını çok sarsmışlardı. Gerçi bizim
fazla bir itibarımız olmadığı için, sarsılması da söz konusu değil.
TÜBA’nın başının üstünde bir çatısı bile
olmadığı için, içindekiler doğru seçilmiş bile olsalar, toplumsal etkinliği
sınırlıydı. Her etkinlik hükümetlerin atıfetlerine bağlıydı. Bu bilim çağında
durumun komik oluğunu anlamak için Avrupa akademilerinin statülerini incelemek
yeterlidir. Toplumun ileri gelen düşünürleri tarafından geliştirilmiş bir
felsefi temele oturmadan bir bilim kurumu kurmak bilimsel değil, politik bir
olgudur. Bu o kurumu daha başından zayıflatır.
Burada bir soru var: Felsefe geleneği olmayan ve din adamından başka
hiçbir uzman yetiştirmemiş olan Osmanlı toplumunda bir eğitim ve bilim
felsefesi nasıl formüle edilebilirdi? Bunu bugüne kadar beceremediğimiz için
bugün yaptığımızı yarın bozuyoruz. Kaldı ki bilimsel ahlak bilim adamları arasında gelişmemişse, toplumun başka
kesimlerinde de gelişmiyor.
ALMANYA’DA
KURUMLAŞTI
Sevgili
Okurlar,
Çağdaş
öğretiminde 19 yüzyıl Almanya’sını örnek olarak alan bir kurumlaşma etkili
olmuştur. O gelişmedeki bazı düşünce ve uygulamaları eğitim tarihinden haberi
olmayanlara anlatmakta yarar var.
1.
1850’den sonra
Alman üniversiteleri bilgi nakletmek yerine araştırmayı amaç alan kurumlara
dönüştüler. Üniversite hocalarının öğretim yanında en büyük sorumlulukları
kendi bilim alanlarında araştırma ve yeni bilgilerin bulunması oldu. Prusya
devleti kitaplıklar, laboratuarlar, seminer çalışmaları ve araştırmalar için
üniversitelere büyük maddi kaynaklar sağladı.
2.
Üniversite
hocaları bir üniversitenin üyesi olma dışında aynı alanda çalışan başka bilim
adamlarının kurduğu enstitüler ve yayınladığı dergilerin de yazarları ve
üyeleri idiler. O dönemde her ilim alanında pek çok ünlü bilimsel dergi
çıkarılmaya başlandı.
3.
Bilim adamlarının
en önemli görevi, kendi alanlarının ulaştığı sonuçları içeren üniversite ders
kitapları yayınlamaktı. Bugün Türkiye’de
iki ‘paper’le profesör olunan bir furya içinde yaşıyoruz.
4.
O dönem bir bilim ideolojisi yarattı. (Wissenschaft
Ideology). Bu ideoloji çağdaş insanı yaratacaktı. Bu düşünceler’in arkasında Fichte, Schelling, Schleiermacher, von
Humbold gibi adlar vardır. Bu düşüncelere uyan yöntemler bütün dünya
üniversitelerinde, özellikle Amerikan üniversitelerinde bilim adamı yetiştirme
felsefesini ve üniversite çalışma programlarını etkilemiştir. Türkiye’de
üniversiteyi kuran Alman profesörler, bugüne kadar geçerli kalan bu düşünce ve
kuralları bize de öğrettiler.
Akademinin ortaya çıkması tarihi bu
düşüncelerden çok daha eskidir. Fakat
üniversite ve Akademinin ortak kaynağı olan bilim adamını, bu düşünceler ve
uygulamalar yarattı. Bu uzmanlar kendileri gibi bilim soluyarak yetişenlerle
bütünleşerek, Akademi denen uygar kurumun üyesi olurlar.
Gerçek
bilim adamı her köşede, her gün yetişmiyor. Dünya bilim tarihine tek bir ad bile verememiş bir toplum, yüzlerce
kişilik bilim akademileri kurmaz. Bildiğim kadar yüzlerce yıl önce kurulmuş
Fransız Bilimler Akademisinin 68, İngiliz Bilimler Akademisinin 100 üyesi
vardı. Büyük sayı, kontrolü zor bir bataklıktır. Küçük sayı az gelişmiş ülkede
bir zenginliktir.
***
Bir
Bilimler Akademisinin Doğuşu Ve Ölümü
İktidar, TÜBA üyelerinin üçte birini hükümetin, üçte
birini de YÖK’ün seçmesini kararlaştırdı: Bir bilimler akademisi yalnız ve
yalnızca bilimsel kıstaslarla üyelerin
seçildiği ve işlerin sadece ve sadece bilimsel kıstaslara göre yürütüleceği
bir kurumdur. Bu kuruma dışarıdan müdahaleye kalkmak bilimler akademisinin ne
olduğunu bilmemek demektir.
A. M. C. Şengör
1993 yazında Çin’deki arazi çalışmama gitmeye
hazırlanırken o zaman TÜBİTAK Başkan yardımcısı olan hocam ve sevgili dostum
Prof. Dr. Namık Kemal Pak arayarak
zamanın hükûmetinin bir Türkiye Bilimler Akademisi kurmak istediğini, kanun
hükmünde bir kararnamenin hazırlandığını ve bu iş için de ülkenin kalburüstü
bilim insanlarından on tanesinin atanarak çalışılmaya başlanacağını söyledi ve
«senin bu on kişi içinde yer almanı istiyoruz» dedi.
Verdiğim cevap, yaşamımı özetleyen kitapta yayınlandı,
onu burada tekrar edeceğim: «Hocam», dedim, «böyle bir işe kalkışmayınız.
Bilimin olmadığı yerde akademisi olur mu? Bugün birkaç üst düzeyli bilim
insanımızla hayata geçirilecek böyle bir akademi, bilimin ne olduğu bilinmeyen
ülkemizde zamanla kalitesini yitirir ve kötü niyetli insanların elinde, bilimi
destekleyen değil, onu yaralayan bir güç odağı olur. Ülkemizin tarihinde benzer
olaylar olmuştur. Bugün yapılması gereken, ülkemizde bilimi destekleyen
TÜBİTAK’ı daha da güçlendirerek onun geleneklerini sağlamlaştırmaktır.» Namık
Hoca cevaben, «Ama Erdal Bey (İnönü) çok istiyor» dedi. «Ben de senin bu on
kişi arasında olmanı istiyorum ki temellerimizi iyi atalım.» Ben bu temel atma
işinin Türkiye’nin bilim çölünde anlamsız olacağını söyledikten sonra, Namık
Bey arzu ettiği için görevi kabul edeceğimi söyledim.
Türkiye Bilimler Akademisi gerçekten sağlıklı bir
şekilde kuruldu ve benim beklentilerimin tersine iyi bir şekilde gelişti,
ülkemizin seçkin bilim insanlarını üyeleri arasına seçerek onurlandırmanın da
dışında, pek çok bilim insanına destek verdi; konferanslar düzenleyerek bilimin
ülke sathına yayılmasına çabaladı ve bilhassa yurt dışıyla iyi ilişkiler kurdu.
Tüm bu çalışmaları esnasında titizlikle politikadan
uzak durdu ve kanun hükmünde kararnamenin kendisine verdiği hükûmetlere
danışmanlık görevini daima basına sızmayan mektuplar vasıtasıyla yaptı; nadiren
basın açıklamaları yayımladı.
Ama TÜBA bir
önemli hatâ yaptı:
2003 yılında iktidara gelen AKP hükûmetlerinin ne mal
oldukları, atadıkları bürokrat ve bakanlardan ve onların yaptıkları bilim
karşıtı, bilgisiz ve düzeysiz açıklamalardan belli olduğu halde, bu hükûmetlerin
bilim karşısında aldıkları gerçek konumun farkında olduğunu ve bundan derin bir
endişe duyduğunu ne onlara bildirdi ne de halkımızla paylaştı.
Bu tür faaliyetleri hep politikaya müdahale olarak
gördü ve bunun kendi görevi olmadığı düşüncesine saplanıp kaldı.
Arada bir hükûmetin bazı iyice zırva davranışları
karşısında pek alçak sesle bazı durum tesbitlerinde bulundu, o kadar. Hükûmetin
alenen bilime saldırdığını, bunun insanlık suçu olduğunu ve bir bilimler
akademisinin bu tür davranışlar karşısında sessiz kalamayacağını hiç dile
getirmedi.
Kapalı kapılar ardında, bu durumun hükûmeti kızdırarak
TÜBA’nın aleyhine harekete geçmesine neden olacağı söylendi.
Aralarında benim de bulunduğum bazılarımız, hükûmetin
TÜBA’yı da kendi çizgileri içine er veya geç sokacağını, bu çizgilerin bilimsel
kıstaslarla, uygar bir tutumla ve akılcı bir felsefeyle asla bağdaşmayacak
çizgiler olmasının AKP’yi oluşturan unsurların bilgi ve görgü haznesinin
kaçınılmaz bir sonucu olacağını dile getirdik.
Ancak her şeye rağmen uysallık politikasının yararı
olacağı sanıldı.
***
Bir bilimler akademisi yalnız ve yalnızca bilimsel kıstaslarla üyelerin seçildiği
ve işlerin sadece ve sadece bilimsel kıstaslara göre yürütüleceği bir kurumdur.
Bu kuruma dışarıdan müdahaleye kalkmak bilimler akademisinin ne olduğunu
bilmemek demektir.
Bugün AKP, çıkardığı kanun hükmünde bir kararnameyle
TÜBA üyelerinin üçte birini bakanlar kuruluna, diğer üçte birini de YÖK’e
seçtirtmeyi kabul etmiştir.
Bilim akademilerinin doğası gereği, böyle bir karar
almak, ne hükûmetin, ne Cumhurbaşkanının, ne YÖK’ün, ne Türkiye Büyük Millet
Meclisinin, ne de herhangi bir başka kurum veya kişinin haddidir.
Öyle olsa, yani bu kişilerin veya kurumların böyle bir
bilimsel ehliyetleri olsa, zaten akademi onları içine almış olurdu. Almadıysa,
bu ehliyetleri yok demektir. Bu, imtihandan çakan öğrenciye hükûmet kararıyla
diploma vermeye benzer, YANİ YAPILAMAZ.
Iktidar üyeleri o kadar bilgisiz, o kadar dünyadan
bîhaber, o kadar az görgülüdürler ki, yaptıkları işin yapılmasının mümkün
olmadığını, dünyayı güldürerek Türk biliminin saygınlığını beş para edeceğini
dahî görememektedirler.
Bunlar, o yere göğe koyamadıkları Osmanlıyı bile
bilmezler: Mehmed Emin Âli Paşa, Encümen-i Dâniş’e seçilince ne
demişti? «Bizi (yani devleti) bu işe karıştırmayın. Biz bu işin tabiatını
bozarız.»
Hatırlayalım: Encümen-i Dâniş oniki sene bile
yaşamadı. Ha AKP istediği kararı alır, TÜBA’yı istediği hâle getirir, ama
içindeki gerçek bilim insanlarına bunu kabul ettiremez, dünyaya hiç kabul ettiremez.
Kısa zamanda TÜBA, dünya akademiler birliğinden atılır
ve Türkiye sık sık başına geldiği gibi anlamsız bir kendin pişir kendin ye
oyununa geri döner, dünyanın maskarası olur, Encümen-i Dâniş faciası da
birbuçuk yüzyıl sonra tekrar sahnelenir.
Çin Halk Cumhuriyeti, benzer bir çılgınlığı Kültür
İhtilâli denen o toplumsal isteri esnasında yapmaya kalkmıştı. Neticesi
neredeyse Çin’in taş devrine dönmesi oldu, Deng Xiaoping ve arkadaşları bu
faciayı zor durdurdular, sorumlularını çıkmamak üzere hapse tıktılar.
Hodri meydan, AKP istediğini yapsın. Neticesini hep
beraber seyredeceğiz. Bu barbarca politikadan geriye «vah Türkiye’ye» diyecek
uygar, bilgili, görgülü insanımız kalır mı, onu da tarih tayin eder.
Hiçbir akıl unsurunun geçerli olmadığı toplumlara ne
denir? Onu geçenlerde yazmıştım: Tımarhaneye hoş geldiniz!
Prof. Dr. Celal Şengör, CBT 1276, 2 Eylül 2011
***
Başını Sokacak Bir Çatısı olmayan Türkiye
Bilimler Akademisi
Ülkemizde temel sorun bilim adamı
yokluğundan ya da Türklerin yeteneksizliğinden değil, bilimin toplumsal
statüsünün gelişmemiş olmasından kaynaklanıyor..
Avrupa Tarihinde Akademi, bilimsel
gelişmenin yaratıldığı, toplumu idare edenlerin bilim karşısındaki
bilinçlenmesini kanıtlayan en önemli kurumdur. Akademiler, henüz kilise
karşısında bağımsızlığını kazanamamış olan üniversitelerin olanak vermediği
özgürlüğü bilim adamlarına sağladılar.
Doğan Kuban
Paris’te
Louvre Sarayı’nın Seine kıyısından küçük bir köprü (Ponts des Arts) karşı
kıyıya geçer. Karşısında ‘Institut de
France’ vardır. Fransız neo-klassisizminin en ünlü mimarlarından Le Vau’nun tasarladığı bu görkemli yapı
Napolyon döneminde restore edilerek, beş Fransız akademisini barındıran bir dev
kültür merkezidir. Yapıda Fransız Dilinin en büyük kuruluşu olan Fransız akademisinden başka Bilimler
Akademisi, Edebiyat Akademisi, Güzel Sanatlar Akademisi, Sosyal ve Politik
Bilimler Akademisi ve Kardinal Mazarin’in kitaplığı vardır.
Erdal İnönü ve arkadaşları Türk
Bilimler Akademisi’ni de kurarken, bu kurumun Türkiye’de ne kadar geç
kalmış bir teşebbüs olduğunu acı acı hissediyorlardı. Bugün hala kiralık yapılarda oturması ise,
toplumun bilimsel vurdumduymazlığının anıtsal bir göstergesidir. Le Vau’nun ve
yapıyı restore eden Antoine Vaudoyer’nin sarayı ile Türkiye Bilimler
Akademisinin Kiralık apartmanı arasındaki fark, acaba Fransız ve Türk
toplumlarının bilimsel tavırları ve etkinlikleri arasındaki farkın ifadesi
midir?
EFLATUN’LA
BAŞLADI
Yunan Academia’sı Eflatun’un
Atina civarındaki bir zeytinlikte kurduğu bir okuldu. Bilimsel düşüncenin
gelişme süreci içinde Avrupa’da kurulan akademiler okul değildi. Erken örnekleri
Rönesans İtalya’sındadır. Cosima dé
Medici Floransa’da ‘Accademia
Platonica’yı kurarak, Eflatun’a uzanan anısıyla, bir felsefe akademisi
kurdu. 1575’de İspanya Kralı 2. Filip Madrit’te bir Matematik Bilimleri Akademisi kurmuştu.
Genelde
İlk bilim akademileri 17. yüzyılda kuruldular. Bunların ilki Roma’da 1603’de
kurulan ‘Accademia dei Lincei’dir.
Üyeleri arasında Galileo’da vardı.
Almanlar önce bir dil ve edebiyat akademisi kurdular. 1622’de
Rostock’da bir bilim akademisi kurdular. 1652’de Schweinfurt’ta ‘Accademia
Naturae Curiosorum’ adı altında bir tıp bilimleri akademisi kurdular. 1645’de
Londra’da ünlü Royal Society
kuruldu. Fransa’da iki akademi
açıldı. Richelieu ‘Academie Française’i
kurdu. 1699’da Fransız Bilimler
Akademisi kuruldu. 18. ve 19. yüzyıllarda yeni ulusal akademiler kuruldu.
Önce Avusturyalılar sonra Prusyalılar bilim akademilerini kurdular. Büyük Petro 1724 Rus Bilimler
Akademisini kurmuştu. Bütün önemli devletler bilim akademilerinin yanı sıra
edebiyat, sosyal bilimler, güzel sanatlar akademilerini de kurdular.
Gerçi
17. yüzyıldan sonra giderek rahip olmayanlar da (laikler) üniversitelere
girdiler ama, Avrupa üniversiteleri uzun süre kiliseye bağlı kaldılar. 20.
yüzyıla kadar bilim daha çok akademilerde gelişti. Eğer Osmanlı’da böyle bir
şey kurulmadıysa bu olasılıkla, bugün anladığımız anlamda, bilim olmadığı
anlamına gelir. 1993’e kadar Türkiye Bilimler Akademisi kurulmaması bu
davranışın uzantısıdır. Kurulduktan onsekiz yıl sonra başını sokacak bir binası
olmayan Bilimler Akademisi, Türkiye’de hala toplumun ve devletin bilimin gerçek
statüsünden haberi olmadığına işarettir.
Yüz
seksen yedi devlet içinde eğitim
sıralamasında Türkiye’nin yüz yedinci gelmesi aynı vurdumduymazlığın
işaretidir. Acaba bizim politikacılar bizden yüzlerce yıl önce kurulmuş bu
bilim akademilerini barındıran sarayları hiç merak edip gördüler mi? Orada
bilim adamlarının ne yaptıklarını öğrenmek isteyeceklerini düşünecek kadar
hayalimiz zengin değil, ama yapı ve saraylarla ilişkilerini bildiğimiz için belki etkilenir, belediye sarayı, adalet
sarayı ya da parti merkezleri gibi bir de bilim sarayı yaparlar.
İDEOLOJİLER
VE BİLİM
Sevgili Okuyucular,
Üniversitelerimiz
ve bilim adamlarımız olduğu için Türkiye bilimsel toplum ya da bilgi toplumu
değildir. Bu yargıyı değerlendirebilmek için Louis Althusser’in şu
tümcesini dikkatle okumak yararlı olabilir: Bilimle ideolojiler karşıtlığında
karşımıza çıkan şudur: ‘İdeolojilerde
herhangi bir konuda bilimden önce ortaya çıkmış bir bilgi söz konusu’dur.
(Böyle aynı konuda daha yaşlı bir kavramın varlığına Althusser bir çatlak
diyor.) Bu çatlak nesnel toplumsal alandaki dinsel, ahlaki, hukuksal ve politik
ideolojilerle işgal edilmiştir. Genelde doğası politiktir. Epistemoloji yani
bilginin kendisi ile ilişkili değildir. Türkiye’de bilime karşı oluşmuş
geleneksel direnişin nedeni bu eskimiş kavramlarla dolu çatlaktır. Sorun, bu
politik dirence nasıl karşı çıkılacağıdır.
Thomas Kuhn “Politik
devrimde olduğu gibi bilimsel devrimde de toplumun kabulünden daha önemli bir
şey yoktur. Bilimsel devrimin nasıl gerçekleştiğini görmek için, doğanın ve
mantığın etkileri kadar, bilim adamlarının ikna
edici yorumları da öncelik taşır. Bilim temelde hergünki düşüncemizin
giderek daha ayrıntılı ve aydınlık olmasıdır.” der.
Bu
durumun bazı ek yorumlara gereksinimi var: Biz gerçek üniversiteyi
cumhuriyetten sonra kurduk. 2. Dünya Savaşından sonra gelişen bir üniversitemiz
var. Avrupa’da Akademiler üniversite dışında geliştiler.
Çağdaş
bilimin gelişmesi dört yüz yıllık bir
birikim. Şimdi çok moda olan tarihimizle yüzleşmek gerekiyorsa, 17.
yüzyıldan sonra Osmanlı kültürünün dünya bilimine, kültürüne, dolayısıyla
evrensel uygarlığa bilimsel, düşünsel, edebi ve sanatsal alanlarda katkı
yaptığını söylersek bu kendini aldatmak olur. Bu bağlamda mimari, dokuma ve
bazı folklorik ürünleri dışlamadan.
İlginç
olan, günümüzde de (yurtdışında statü kazanan bilim adamları ve sanatçılar
dışında) dünya pazarına katılmakta zorluk çekiyoruz. Çünkü sorun bilim adamı yokluğundan ya da Türklerin
yeteneksizliğinden değil, bilimin toplumsal statüsünün gelişmemiş olmasından
kaynaklanıyor. Kötü paranın iyi parayı kovaladığı bir çağda yaşıyoruz.
Entelektüel yaşam da böyle.
Bilimsel
çalışma bağımsızlık ister. Devletin kontrol ettiği bilimsel gelişme yoktur.
Avrupa’da üniversite kurumu kilise etkisinden kurtulmak için 19. yüzyıl sonuna
kadar mücadele etmiştir. Nazi Almanya, Komünist Rusya, özgür olmayan üniversitenin bir şey üretmediğini gösterir. Buna
karşın, özgür üniversitelerin olduğu Amerika özgün bilimsel çalışmanın en yoğun
olduğu ülke olmakta devam ediyor. Devlet başkanlığına ya da Cumhurbaşkanına
bağlı bilim olmaz.
Geçen
gün Akademi Başkanı Sayın Yücel Kanpolat
“Türkiye’de bilim adamı vardır”ın
altını çizdi. Kuşkusuz var. Hem de çok. Ne var ki adlarını duyuranlar
Türkiye’yi bırakıp yurtdışına, özellikle ABD’ye gidenler. Kaldı ki bilim adamı
olması eğitimde yüz seksen yedi ülkede yüz yedinci olmamızı engellemiyor. Bilim
adamı yetiştirmek bilim toplumu olmak değil.
Kendine ait bir binası olmayan bir
Bilimler Akademisi, ülkeyi küçük düşürücü ve bilimi horlayıcı bir durum değil
mi Sevgili Okuyucular?
Doğan Kuban, CBT sayı 1264, 10 Haziran 2011
***
“Siz ona
Atatürk dersiniz. Biz ise onu Ataşark diye anarız.”
Uluslararası
Kadınlar Birliği’nin 1935’deki İstanbul Kongresi’ne katılan Mısır delegesi
Sitti Şaravi, Atatürk için yukarıdaki sözleri söylüyordu.
Osman Bahadır bahadirosman@hotmail.com
1926 yılında Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle
gerçekleşen hukuk devrimi, Cumhuriyetin büyük toplumsal sonuçlar yaratan
devrimlerinden biridir. Bu kanunun yürürlüğe girmesiyle sadece insanlar eşit
haklara ve devlet karşısında yasal güvencelere sahip yurttaşlara dönüşmekle
kalmamış, fakat aynı zamanda ve bunun kadar önemli olarak, daha önce erkek
karşısında yasal olarak hemen hiçbir hakka sahip olmayan kadınlar, erkeklerle
yasal bakımdan eşit statüye kavuşmuşlardır. (Medeni kanun, yönlendirici
özelliği nedeniyle, başka yeni çağdaş kanunların çıkarılmasının yolunu da açmış
ve bu çerçevede, kişi ve soyadları, miras kanunu, özel mülkiyet, ticaret
kanunları, borçlar kanunu, kanuni olarak oturma yeri vb. gibi çağdaş uygarlıkta
önemli yerleri bulunan gelişmelere de kaynaklık etmiştir.)
1934 yılında kadınların milletvekili seçimlerinde
seçme ve seçilme hakkını kazanmaları da, 1926 Medeni Kanunu ile kadınların
kazandığı yeni statü ve hakların, kadınların eşitlik ve özgürlük alanlarının
daha da genişlemesine yol açmasının bir sonucudur.
1934 yılında kadınların seçme ve seçilme hakkını
kazanmalarının, uluslararası ölçüde de büyük yankıları olmuştur. Uluslararası Kadın Birliği’nin 12.
Kongresi’nin 1935 yılında İstanbul’da toplanması da, Türkiye’nin kadın hakları
konusunda sağladığı büyük gelişmelerin dünyada yarattığı ilgi, saygı ve
heyecandan kaynaklanıyordu.
35 ÜLKE
Uluslararası Kadın Birliği’nin 12. Kongresi, 18-24
Nisan 1935 tarihinde Yıldız Sarayı’nda toplandı. 30’dan fazla ülkenin çok
sayıda kadın delegelerinin katılımıyla toplanan kongrenin iki ana konusu olan,
hak beraberliği ve uluslararası barış konularında önemli tartışmalar yapılmış
ve kararlar alınmıştır.
Kongre Atatürk’e teşekkür mesajı göndermiş, Atatürk
tarafından da kongreye kutlama mesajı gönderilmiştir. Kongrenin bitiminde de
çeşitli ülke temsilcilerinden oluşan bir grup kongre adına Atatürk’ü ziyaret
etmiştir. Cumhuriyet hükümeti, Kongre için Yıldız Sarayı’nı tahsis etmiş ve
delegelere her türlü imkanı sağlamıştır. Posta ve Telgraf İdaresi ise kongre
hatırası olarak 15 çeşit pul bastırmıştır.
Kongreye katılacak Türkiye delegasyonu ise şu isimlerden oluşuyordu: Latife Bekir, Lamia Refik, Seniha Rauf,
Efzayiş Suad, Nermin Muvaffak, Necile Tevfik, Dr. Pakize Ahmed, Leman Fuad,
Safiye Hüseyin, Nebahat Hamid, Faika Nahid, Mihri Pektaş.
Kongre süresince gazeteciler yabancı delegasyonla
çok sayıda söyleşi yapmış ayrıca bazı delegeler de gazetelere demeç vermiştir.
Uluslararası Kadın Birliği’nin 12. Kongresi’ne
katılan delegelerden bazılarının Türkiye, Atatürk ve Türkiye’deki kadın
haklarıyla ilgili gelişmeler hakkında söylediklerinin bir bölümü şunlardır:
NELER SÖYLEDİLER
Uluslararası Kadın Birliği’nin ikinci başkan vekili Manüs:
“Bu seneki
kongrenin İstanbul’da toplanışına çok sevindik. Çünkü Türkiye, kadınlık
işlerinde en ileri safta yürüyen bir memlekettir. Biz Türk kadınlarının bütün
faaliyetini kıskanarak ve takdir ederek çok yakından alakalanarak takip
ediyoruz. Türk kadınına layık olduğu bütün haklar verilmiştir. İşte bu
münasebetle gıpta uyandıracak haklara malik bulunan Türk kadınları arasında
uluslararası kadınlık kongresinin akdedilmiş olması bizlere sevinçlerin en
büyüğünü vermiştir.” (8 Nisan 1935, Cumhuriyet).
Avustralya murahhası (delegesi) Oliver:
“Bu sefer
kongrenin Türkiye’de toplanacağını duyunca büyük bir sevinçle uzak yurdumdan
yola çıkarak terakki ve inkişaflarının akisleri memleketimize kadar gelen yeni
Türkiye’ye geldim. Bugün Türkiye hakkıyla bütün dünyanın nazar-ı dikkatini
celbetmiş bulunuyor. Bilhassa kadınlık sahasında birçok Avrupa uluslarını
geride bırakan son hamleleri bizi buraya getiren en büyük amil
olmuştur....Bütün dünya kadınları Türk kadınının bugünkü hukukuna nail
olabilirlerse muhakkak kendilerini bahtiyar addedeceklerdir.” (10 Nisan
1935, Cumhuriyet).
Avustralya delegesi Rischbieth:
“İstanbul
kongresine iştirak etmek için 28 bin km. katettik. Bu suretle yeni Türkiye’nin
inkişaflarına karşı dünyanın en uzak memleketlerinden bile ne kadar büyük bir
alakanın mevcut olduğunu göstermek istiyoruz. Avustralya kadınları Türk
kadınlarını candan tebrik ederler. Türk kadınının zaferi muhakkak bütün dünyada
tesirini gösterecektir ve başka memleketlerdeki kadın hareketlerine kuvvet
verecektir. Unutulmamalıdır ki, yolları erkekler yapar, fakat çocuklara
yürütmeyi öğreten kadınlardır.” (16 Nisan 1935, Cumhuriyet).
Uluslararası Kadın Birliği merkez bürosunun umumi
katibi Katherine Bompas:
“...Size
bahşedilen haklar ve sizin hürriyetiniz bütün dünya kadınları için çok cesaret
verici ve onların mücadelesinde onlara yardımcı bir kuvvet olacaktır. Devlet
şefiniz gibi insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş büyük bir dahinin bir
memleket için terakkinin ancak o memleket kadınlarının umumi seviyeye
yükselmeleriyle kabil olacağını anlamış olması, beynelmilel kadın davasını çok
kolaylaştırmıştır.” (10 Nisan 1935, Cumhuriyet).
G Lhermitte: “...Çok eski zamanlarda, feminizm davasını güden Fransız kadınları,
haklarını inkara kalkışan parlamento azasına, istihza (alay) maksadıyla;
‘Göreceksiniz!” derlerdi, ‘Bir gün gelecek ki, Türk kadınları bizden önce rey
sahibi olacaklar.’ Keyfiyet bugün hakikat olmuştur.” (18 Nisan 1935 tarihli
Cumhuriyet, “Feminizm kongresi” başlıklı yazıdan.)
AKROPOLİS: HANIM
Atina’da çıkan Akropolis gazetesinin
yayımladığı “Hanım” başlıklı makalede şunlar söyleniyordu:
“Kim umardı?
15 sene evvel kime söylesen bütün kalbiyle gülmekten katılmazdı? Türk kadını,
harem hayatının mahpus, esrarengiz, yanına yaklaşılmaz hanımı, bugün dünyanın
feministlik tacını tutuyor. Hemcinsi arasında ilk vesayetten kurtulanların
birincisi olarak kadın hukukunun bayrağını ileri götürüyor...Artık cennet
hurilerine, esrarlı feracelere, şüpheli pencere kafeslerine ebedi elveda! Bir
daha dönmemek üzere giden Sultan saraylarının kurnaz harem ağaları, muhabbet odacıları
sizlere de uğurlar olsun!...İşte bunların hepsi Atatürk’ün kendilerine el
uzatmasıyla oluverdi.” (18 Nisan 1935, Cumhuriyet).
İngiliz Parlamento üyesi Lady Astor:
“Biz dünyanın
her tarafındaki kadınla ve kadınlık hareketiyle alakadarız. Türk kadınının
istikbalinden çok şeyler bekliyoruz. Bazı memleketlerde kadınlar henüz bütün
haklarını alamamışlardır. Biz bunlara cesaret vermek için burada toplanıyoruz.
Feminizm bir ihtilal ve aynı zamanda bir tekamül hareketidir. İhtilal hükümet
değiştirir. Fakat kadınlık ihtilali medeniyeti de değiştiriyor...Bundan 25 sene
evvel 40 memleketin kadını burada toplanacak ve bu toplanışa Türk kadını
peçesiz olarak iştirak edecek deselerdi, inanır mıydınız? Yahut gülmez
miydiniz? İşte biz bugün burada toplanıyoruz. Türk kadını hür ve serbest olarak
yanımızdadır ve içlerinde saylavlar (milletvekilleri) bile vardır. Demek ki,
ilerliyoruz.
“Büyük adam
Atatürk, kadının memlekete yapacağı iyiliği çabuk anlamıştır. İşte bugün bunun
mesud neticesini görüyoruz....Türkiye’de büyük bir Türk var ki, kadından
gelebilecek faydayı görmüştür. Kadına ‘sadece çocuk doğur’ demedi. ‘Gel benimle
çalış!’ dedi. Atatürk demokratik bir sistemle çalışıyor. Biz erkeklerle
mücadele etmiyoruz. Erkekteki bir zihniyetle mücadele ediyoruz...Kadın kongresine
gelince, hiçbir kongre neticesiz kalmadı. Çok kabiliyetli Türk kadınının, ne
yaptığı hakkında bize malumat vermesi bizim için kuvvettir. Sonra, burada
toplanan kongrenin Yakın Şark kadın hayatında büyük tesiri olacaktır. Bunlar
ferdi surette olamazdı. Netice sizi hayrette bırakacaktır. Göreceksiniz!” (22 ve 23 Nisan 1935
tarihli Cumhuriyet gazeteleri).
ATAŞARK
Mısır delegasyonunun başkanı Sitti Şaravi:
“Ankara’ya ilk
defa gittim. Hükümet merkezinizin bu kadar mükemmel ve güzel bir şehir olduğunu
pek zannetmiyordum. Türk ırkının pek kısa bir zaman içinde neler yapmaya
muktedir olduğunu görerek hayran oldum.
Reisicumhur
Atatürk bizi kabul etti. Çok sempatik, mütevazı tavırları ve fevkalade
zekasıyla bütün kadın murahhasları teshir etti (etkiledi). Biz mısırlılar zaten
Atatürk’ü çok sever ve onun açtığı yolda yürümeyi bir şeref biliriz. Hatta siz
ona Atatürk dersiniz. Biz ise onu Ataşark diye anarız. Çünkü o yalnız Türk’ün
değil, bütün Şark’ın ve bilhassa Kardeş Mısır’ın da atası ve önderidir.” (28 Nisan 1935, Cumhuriyet).
Kongrenin açılışında kongre başkanı Ashby’nin
teklifi üzerine, Cumhurbaşkanı Atatürk’e şu telgrafın çekilmesine karar
verilmiştir:
“Ankara’da
Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’e;
Uluslararası
12. Kadınlar Birliği Kongresi size, gösterdiğiniz teveccühten dolayı en samimi
teşekkürlerini ve Türk kadınlığına bahşettiğiniz serbesti için sevincini
arzeder.”
Kongrenin altıncı gününde ise Atatürk’ten kongreye
mesaj gelmiştir. Başkan Malaterre-Sellier, Türkiye Cumhurbaşkanı Kemal
Atatürk’ten de bir telgraf geldiğini duyurdu. Kongre azaları hep birden ayağa
kalkarak alkışlar arasında Cumhurbaşkanımızdan gelen şu telgrafı dinlediler:
‘Bana karşı
sarf ettiğiniz nazikane sözlere samimiyetle teşekkür ederim. Kadının medeni ve
siyasi haklarını kullanmasının, insaniyetin saadeti ve prestiji bakımından bir
ihtiyaç olduğuna kaniim. Kongrenizin çalışmalarından müsmir (verimli) neticeler
almanızı temenni ederim.” (19 ve 23 Nisan 1935 tarihli Cumhuriyet gazeteleri).
***
Doğal Poligami ve
Kültürel Monogami Üzerine
Aklın bize dikte
ettiği” ahlak kuralları, aslında kültürel öğretinin özgür akla sunduğu hayatta
kalma / varlığı sürdürme reçetesidir. Bu reçete insanın cinsel içgüdülerini
zorlar, kısıtlar mı? Kuşkusuz evet! Ama bu fatura, medeniyetin yaratıcı insana
sunduğu hizmetlerin pazarlık kabul etmeyen, dönüşü olmayan, kesinleşmiş
bedelidir.
Bozkurt Güvenç
Doğa bilimcilerin geliştirdiği “Doğa tarihi” yöntemini
izleyen bir insan ve kültür biliminin öğrencisi olarak, ülkemizin gurur simgesi
Sayın Celal Şengör’ü, “Poligami ve
Monogami” denemesinde yalnız ve yankısız bırakmamak niyetiyle yazıyorum.
Poligami ve monogami, evlilik ve aile türleri olarak, doğal
değil, geniş ve çekirdek tipleri bulunan sosyal-kültürel olgular ve kurumlardır.
Ana-baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile tipinin zaman-mekândaki yaygınlığı
ve sürekliliği, toplu hayata ve kültüre en iyi uyum sağlayan aile biçimi olarak
yorumlanmıştır (Murduck ve Gough 1960’lar).
Aile kurumunun temel
işlevleri: cinsel doyum, üreme/çoğalma, bebek eğitimi, cinsel işbölümü ve psikolojik (grup) dayanışmasıdır.
Birbirinden bağımsız olmayan bu işlevlerden yalnız cinsel ilişkiyi çok ve
tekeşlilik açısından inceleyip eleştirmek mümkündür, ama yeterli midir?
Aynı yaklaşımla homo sapiens
(insan) türünün cinsel davranış, eğilim veya tercihlerini kendisine en
yakın şempanzelerle karşılaştırmak da kuşkusuz mümkündür, ama acaba ne kadar
gerekli ya da doğrudur?
Canlıların ortak özelliği çoğalmak ve türünü sürdürmek
güdüsüdür. Zayıflar elenecek, güçlüler kalacak; tekler ölecek, türler
yaşayacaktır. Hayvanlar âleminde bunu sağlayan cinsel ilişki güdüsüdür. Doğa’nın ahlaki bir sınırlaması ya da
kısıtlaması görünmüyor.
Ahlaki sınır ve kısıtlar, insanın evrim tarihinin
(filojenisinin) yarattığı kültür varlığı ile başlıyor. Neden / nasıl? sorularının
yanıtını arayanlar, insan türünü öteki primatlardan ayıran şu özgünlükleri
buldular:
NELER BİZİ AYIRIYOR?
1)
İnsanın ataları doğal varlıklarının ötesinde, bugün “kültür ya da medeniyet”
dediğimiz “canlıüstü” (süperorganik)
varlık alanları yarattılar (Tylor 1871, N. Hartmann, ve P. Sorokin 1960’lar);
2)
Bu varlık alanları, yeterince olgunlaşmadan erken (prematüre) doğan insan
yavrusunun hayatta kalmasını, eril ve dişil yavruların erkek ve kadınlar olmasını
sağladı;
3) İnsan kendi yarattığı bu
varlığın ürünü oldu; onu değiştirirken onunla birlikte değişti. Nadir bir tür
olmaktan çıktı, yaşamküreye egemen oldu.
Böyle diyor, tekeşli çekirek
ailenin doğal tarihi. Bu töre, bir
alışkanlık değil, insan türünün ideal
varlık şartıdır (Hoebel 1971). Aile içinde ensesti yasaklar. Aile dışında
cinsel ilişkiyi sınırlar ama tümüyle önleyemez.
“Aklın bize dikte ettiği” ahlak kuralları, aslında kültürel
öğretinin özgür akla sunduğu hayatta kalma / varlığı sürdürme reçetesidir. Bu
reçete insanın cinsel içgüdülerini zorlar, kısıtlar mı? Kuşkusuz evet! Ama bu
fatura, medeniyetin yaratıcı insana sunduğu hizmetlerin pazarlık kabul etmeyen,
dönüşü olmayan, kesinleşmiş bedelidir.
DOĞA BİLİMLERİ, KÜLTÜRÜN ÜRÜNÜ
Doğa bilimleri
aklın değil hep eleştirdiğimiz kültür varlığının ürünüdür. Hayattaki en
güvenilir açıklama ve anlama yöntemini geliştiren bilim, tek olmadığı gibi
yaptırım gücü de zayıftır (Sayılı 1989). Ancak
yapana hizmet eder, inanmayanı, geri kalanı uzun sürede bazen cezalandırır.
Bilim etiğinin temeli, şüphe ve sorgulama, deneme yanılmadır.
Kapalı kurumlar elbet sorgulanmalı, ama
bu ilke, bize, henüz sorgulanmayanların önceden ve “fevkalade zararlı”
olduğunu söyleme yetkisi verir mi? Rousseau
(1760) da iyi insanı, tüm kötülüklerin kaynağıı olarak gördüğü topluma
(kültüre) karşı savunmuş; ama doğaya dönülemeyeceğini kabul etmişti.
Doğa bilimleri, nükleer enerjiyle İkinci Dünya Savaşı’nı
bitirip üçüncüyü önledi; ama, başlattığı iletişim devrimiyle henüz bir bilgi toplumu
ya da özgün bir varlık ahlakı yaratamadı.
Küreselleşen tüketim ve refah ekonomisinin yerküreyi
tükettiğini haber veriyor, ama erken bir kıyameti acaba önleyebilecek mi?
Hiç bilemiyorum.
(CBT 1268, 7 Temmuz 2011
***
Doğal Poligami ve Kültürel Monogami Üzerine
A. M. Celâl Şengör
Pornografinin önem ve faydaları üzerine yazdığım
yazıyla beraber muhterem hocam ve dostum Doğan Kuban'ın da monogaminin doğal
olmadığı hakkındaki önemli yazısı neşredildi. Birbirimizden tamamen habersiz
yazdığımız bu iki yazı birbirini tamamlar niteliktedir.
Tabiatta meselâ bazı
kuş türlerinde olduğu gibi nadiren monogami görülmekteyse de, bu gerçekten
ender görülen bir durumdur, zira yavru telefatının yüksek olduğu tabiatta
çiftleşmenin esas amacı türün devamını sağlamaktır. Ancak Doğan Bey'in üzerinde
ısrarla durduğu poligami, bilhassa insanın da bir üyesi olduğu primatlarda
kuraldır. Özellikle insana en yakın maymun olan şempanzelerde görülen ve bir
hâkim erkek (alfa erkeği) egemenliğindeki «aşiret» adı verilebilecek gruplardan
oluşan topluluk yapısında, aşiret içindeki dişilerle çiftleşme hakkı sadece
egemen erkeğe aittir. Bu egemen erkeğin yönetimi, aşiretteki genç erkeklerden
biri (veya birkaçı) tarafından zaman zaman sorgulanır. Bu sorgulamalar kanlı
kavgalar şeklindedir ve sık sık alfa erkeğin ölümüyle sonuçlanır.
Alfa erkek bertaraf
edildikten sonra yerini gene tek bir erkek, yeni bir alfa erkeği alır. Bu
erkeğin ilk işi, bertaraf edilmiş olan alfa erkeğin yavrularını (hâlâ bebeklik
veya çocukluk denebilecek dönemdeyseler) öldürmektir. Bu kendi dölünün önünü
açmak amacıyla yapılan bir temizlik hareketidir.
İnsanlar arasında
görülen «namus» veya «töre» cinayeti denen vahşetin temelinde
yatan davranış tarzı budur. Bir diğer ifadeyle namus veya töre cinayetleri, içgüdüsel, yani hayvanî bir davranış
şeklinin kültür kisvesine bürünmüş şeklinden ibarettir ve buna tevessül
edenlerin kültürel gelişmelerinin işte ancak bir şempanzeninki kadar olduğunu
gösterir.
İnsan, kültürel
evrimi içerisinde bu tür vahşete engel
olabilmek için, dişinin ömür boyu bir erkeğe bağlanması amacıyla
mekanizmalar geliştirmiştir ki, «evlenmek»
dediğimiz izdivaç kurumu bunun günümüzde de geçerli olan şeklidir.
Tek eşlilik denen
monogaminin kültürel nedenlerinin temelinde, cemiyetin ekonomik yapısı yatar.
Geniş bir aileye bakabilmek, belli bir ekonomik bir güç gerektireceği gibi,
çocukların yaşama dahil edilebilmeleri için (eğitim, yaşamları boyunca
beslenebilecek iş vb) de belli bir ekonomik yapı gerektirir.
İslâm öncesi Türklerde monogaminin yaygın olması, Türklerdeki miras
sisteminin bir neticesidir. Varlık
her zaman (kızlar evlenip kocalarının varlığına ortak oldukları için) erkek
çocuklar arasında eşit paylaştırılır. Kız çocuklarına verilen değerin nedeni de
aynıdır: Kız, düğün hediyeleri faslından verilenler dışında, varlıksız olarak
evlendirilir, ama gittiği yerde eşine ortak olacağı için varlık sahibi olur.
Bu yöntem, Türklerde
eski ailelerin olmasına karşılık, güçlü
aristokrasilerin kurulmasına hep engel olmuştur. Avrupa'da ise ailenin
servetinin hemen tamamı ilk doğan çocuğa aittir. Bununla beraber ilk doğan (primogenitus), aynı zamanda
asalet pâyesinin de sahibidir. Diğer çocuklara düşen, kız iseler uygun bir koca
bulup evlenmek, erkek iseler, ya asker ya da papaz olmaktır, zira sadece bu iki
meslek bir asilin cemiyet içinde saygınlığını koruyarak yapabileceği işlerdir.
Gelişen kültürel düzey, erkeğe verilen ve
yukarıda gördüğümüz gibi hayvanlar âleminden tevarüs edilen egemenliği yavaş
yavaş aşındırmıştır. Erkek egemenliği
uygar toplumlarda artık hemen hemen ortadan kalkmak üzeredir. Eşit olan kadın ve erkek ya karşılıklı
birer eşle yetinecekler, ya da çok
eşlilik her iki taraf için de aynı derecede kabul edilebilir olacaktır.
Yani poligaminin (yani çok karılılığın) olduğu yerde poliandri de (yani çok
kocalılık) ilke icabı kabul edilmelidir.
Bu durumun aile
duraylılığı ve dolayısıyla yavruların (yani çocukların) yetişmesi açısından pek
çok mahzuru görüldüğünden, uygar toplumlar kültürel olarak giderek monogami ve monoandride karar kılmış gözükmektedirler.
Poliandri ve
poligaminin zararları gene hayvansal köklerimizde yatmaktadır. Her erkek kendi
dölünü, her dişi de kendi yavrusunu korumak ister. Meselâ Osmanlı tarihinde Hürrem'in Kanunî'ye şehzade Mustafa'yı katlettirmesi, kısmen Hürrem'in kendi
yavrusu Selim'i korumak arzusudur (kısmen de biyolojik birey Hürrem'in hayatta
kalma mücadelesinin bir parçasıdır). Kanunî'nin oyuna gelmesi ise, güzel
Hürrem'den yavru yapma içgüdüsünden ibarettir.
Gelişen kültürler,
hayvan köklerimizden tevarüs ettiğimiz bu tür davranışları törpüler ve aklın
bize dikte ettiği «kendine yapılmasını
istemediğini başkasına yapma» temeline yaslanan ve ahlâk dediğimiz kuralların ortaya çıkmasına neden olur.
İşte bu yüzden ahlâkın temeli
mutlaka ve mutlaka doğa bilimleri olmalıdır. Bu yüzden «gelenek» denen
alışkanlıklar sık sık gözden geçirilip, bilimin bulgularına göre
değiştirilmelidir. Ve işte bu yüzden dinler de dahil sorgulanmaya kapalı tüm
kültürel sistemler hem toplum hem de birey açısından fevkalâde zararlıdır. (CBT 1267, 1 Temmuz 2011)
***
Porno Siteleri ve Sayısız Faydaları HakkındaA. M. Celâl Şengör
Dünyada pek çok kişice hayranlıkla izlenilen ve bilimin nasıl çalıştığını göstermesi bakımından da önemli bir öğretici yanı olan «House» dizisini seyredenler farketmişlerdir: Dâhî Profesör House, odasında otururken dizüstü bilgisayarında bazan porno film seyretmekte, hattâ kendisine bir hastayla ilgili bir şey sormaya gelen asistanlarını «dur şimdi porno seyrediyorum» diye haşlamaktadır.
Ben de öğrencilik yıllarımdan beri porno filmleri seyretmeyi severim. Hattâ bunların muhtelif kültürlerde yapılmış olanları arasındaki farkları düşünmek, insana çok ilginç bakış açıları kazandırır. Ama pornoların esas faydası bu karşılaştırmalı sosyolojiyi mümkün kılmasında değildir.
Karmaşık bir vücut düzenine ulaşmış hayvanların ekserisi dişi ve erkek olarak iki cinse ayrılırlar ve çoğalma dişi ve erkekin çiftleşmesiyle meydana gelir. Evrim, türün korunmasını ve devam etmesini temin için, çiftleşmeyi pek çok hayvan için çekici bir hale getirmiştir. Mart ayında kedilerin bitip tükenmek bilmeyen miyavlamalarını biliriz ve bu miyavlamanın nedenini açık açık söyleyemeden birbirimize gülümsemişizdir. Bu miyavladıkların nedenini birbirine söylemeyi ayıp hattâ günah addeden ilkel zihniyet, porno film seyretmeyi de ayıp veya günah saymaktadır.
Cinsel faaliyet zevkli, hem de çok zevlidir. Bunu adam gibi yaparak ondan en üst düzeyde zevk almak da bir eğitim işidir. Çiftleşme öncesi sevişme oyunları, çiftleşmenin muhtelif pozisyonları, çiftleşmenin süresinin ayarlanabilmesi, ve daha nice faydalı bilgiler çiftleşmeyi yapacak çiftler için gerekli bilgilerdir. İlkel kültürlerin pek çoğu, çiftteşmeyi ayıp saydığı için, gençler bu bilgilerden mahrum kalarak cinsel hayatlarında mutsuz olur ve taibatın bizlere sunduğu bu müthiş hediyeden istifade edemezler.
Porno sitelerinin ve filmlerinin ilk ve en önemli faydası bu eğitimi görsel olarak bireye vermesidir. Bu eğitimi alamayanların ne haltlar ettiklerini her gün gazetelerimizde okuyoruz: Irza geçme, namus cinayetleri, çocuklarla cinsel ilişkiye girme gibi sapıklıklar adam gibi cinsel eğitim almamış ve bu nedenle tabiatın kendisine verdiği çiftleşme dürtüsünü kontroldan âciz erkeklerin yarattığı vahşet örnekleridir.
Bunların en uç örnekleri, sevişmeyi ayıp ve günah sayan dinlerin pençesindeki toplumlarda görülür ve sanırım bu uç davranışların tarihteki en meşhur örneği Papa Rodrigo Borgia'dır. Kızıyla açıkça, en meşhuru «Ceviz Balosu» olan grup seks partilerine katılan bu Katolik din adamının kızını hamile bıraktığı da sanılmaktadır. Kızı Lucreza, hamile kaldığı zaman çocuğunun babasının politik nedenlerle ayarladığı kocası Giovanni Sforza'dan mı, babasından mı yoksa ağabeyi Cesare'den mi olduğunu bilemiyordu (mâlum, o zaman bize modern bilimin bir hediyesi olan DNA testi yoktu).
Bu rezillik tabiî ki tekil değildir. Yıllar önce Kaliforniya'da Santa Barbara şehrinde oradaki meşhur İspanyol misyon manastırını görmek istediğim zaman, beni oraya götüren meslekdaşım Kathy Busby, oradaki keşişlerin küçük çocuklarla cinsel ilişkiye girmelerinin yarattığı rezaleti anlatmıştı. Dana sonra bu tür işlerin tüm Amerika çapında yapıldığı ortaya çıktı ve katolik Kılisesi rezil oldu, Papa ne diyeceğini bilemedi. Bunun nedeni katolik mezhebinin papazlarına cinsel ilişkiyi men etmesidir. Müslümanlar arasında da muskacı denilen hocaların genç kızlara ettikleri sık sık gazetelerimize yansır. Tabiata karşı olan bu saçma sapan kurala doğal olarak itaat edilemez ve sonunda böyle sapkınlıklar, hattâ vahşet ortaya çıkar.
Internetin bir faydası da bazı porno filmlerinde gösterilen ve sağlığa zararlı olan hareketleri tartışmaya açması, bunların zararlarını anlatmasıdır. Bazı porno filmlerinin kendileri seyircilerini ikaz eden ibareler taşırlar: «Burada seyrettiklerinizi evde denemeye kalkışmayınız». Bu da porno film endüstrisinin öğretici görevlerinden biridir. Her gün televizyonda gördüğümüz vurdulu kırdılı, şiddeti öven filmler porno filmlerinden çok, ama çok daha zararlıdırlar ve bu filmlerin, içinde yaşadığımız terör yüzyılının şekillenmesinde büyük rolü vardır. Pornonun mesajı barışçıldır ve nihayet sevişmeyi ve çiftleşmeyi, yani ekseri insanın er veya geç yaptığı ve mutlu sonuçları olan bir hareketi resmeder. Pornoyu yasaklamaya kalkan ilkel kafa, şiddet içeren filmleri tezgâhlamakla kalmıyor, bütün dünyada muhtelif isimler altında şiddeti körüklüyor.
Geçenlerde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Beyefendi demişler ki, TÜSİAD ve Boyner iktidara gelseler pornoyu bile serbest bırakırlar. Muhakkak doğrudur, zira TÜSİAD mensuplarının ekserisi, ve küçüklüğümden beri yakından tanıdığım Boyner ailesi uygarlıktan nasibini almış kişilerden oluşur. Ailelerinde adam boğazlayan kimse yoktur. Bülent Bey de bir-iki porno filmine gitse de konuştuğu konuda önce bir fikir sahibi oluverse.
CBT Sayı 1264, 7 Haziran 2011
**
Monogami
Kaset olayları toplumu anahtar deliğinden yatak odasını gözleyen psikopatlar veya çocuklar düzeyine düşürüyor.
A. C. Grayling, Londra Üniversitesinde İngiltere’nin tanınmış filozoflarından biri. Sıradan bir okumuşa 21. yüzyıl felsefesi dediği konuları, anlaşılabilir ve felsefe jargonundan uzak, kısa yazılarla açıklayarak felsefi bir ‘common sense’ söylemi üretiyor. Çok sevimli yazılar yazıyor. Son kitabı “The Heart of Things” (Nesnelerin Kalbi, 2005)’de ‘Monogami’ diye bir küçük bölüm var. Son günlerde adı politika olan tartışmalar (!) içinde köy çocuğu psikolojisini yansıtan bir kaset edebiyatı gürültüsü var. Politikayla ilişkisi olmayan bu tartışmaların akla getirdiği bazı düşünceleri okuyucularla dertleşmek gereksinmesi duydum.
Doğan Kuban
Eğirdir’de ilkokulun 4-5 yıllarını okurken 9-10 yaşındaki köylü arkadaşlarımın seks hakkındaki fikirleri sonradan anımsadığım kadar, çok gelişmişti. Horoz ve tavuklarla, keçi ve eşeklerle birlikte yaşayan ve ana babalarıyla aynı odada yatan köylü çocuklar, seks bağlamında olağanüstü bilgiliydiler. Buna o çocuklar için çok önemli olan ‘namus’ kavramını da eklerseniz, sosyal ve psikolojik olarak üzerinde çalışılması gereken ciddi bir toplumsal veri çıkar.
Bizim toplumun geçmişini düşünelim. Sultanların harem denen bir kadın ambarı vardı; büyük idarecilerin de. Ve kimsenin adını bile anımsamadığı erkek ve kız çocuklar; ara sıra düpedüz öldürülen. (Bu utanç verici pratik üzerinde düşünce üretildiğini hiç görmedim.)
Kuran erkeğe dört kadın alma hakkı vermiş, fakat hepsine eşdeğerde davranma koşulu koymuştur. (Nisa suresi üçüncü ayetinde dörde kadar eş alınabileceği, fakat hepsine eşdeğerde davranılamıyorsa, bir tane ile yetinilmesi yazılıdır.) Müslüman toplumda kapatma ve esir harem izni de var. Bereket esir kalmadı.
Fakat dünyada erkek ve kadın nüfusu birbirine yakın. Bir erkek dört kadın alırsa toplumda dört kat kadın olması gerek. Yani Türkiye’de herkesin dört karısı olursa bize yüz on milyon daha kadın gerek. Zaten sultanlar, zenginler dışında dört eşli insan bulmak eskiden de söz konusu olamazdı. Demek ki evlenme bağlamında kadın erkek eşitsizliği tanrısal ya da doğal olamaz. Kuran’da izin var, buyruk yok. Anadolu’da kırk çocuklu bir ağa hikayesini gazetelerde okumuştum. Çocuklarının bazılarının adını bilmiyordu.
MONOGAMİ: İNSAN İCADI
Öte yandan çağdaş toplum tek erkek, tek kadın diye bir düzen icat etmiş. Grayling bunu tarihi ve biyolojik verilere dayanarak şöyle özetlemiş: “Monogami de insanın icadıdır. Günlük yaşamda tarih boyunca monogami hiç olmamıştır.” diyor. Monogaminin Grekçe kökeni, yaşam boyunca bir kez evlenmek anlamına geliyor. Kadın ya erkeğin evlilik dışında seksüel davranışlarına ilişkin bir şey içermiyor. Hıristiyanlar kilisede, ölene kadar birlikte yaşama sözü veriyorlar. Bizde ise erkeğin ‘boş ol!’ demesi yetiyordu. Demek ki bütün bunlar özel tarihi koşullarda ortaya çıkmış farklı kabullerdir.
Amerika’da yapılan araştırmalarda, herkesin tahmin edebileceği sonuçlar var. Erkeklerin %70’i, kadınların %40’ı evlilikleri dışında kaçamak yapıyorlarmış. Doğada hayvanlar aleminin %98’inde monogami yokmuş. Bazı kuşların öyle olduğu düşüncesi de son araştırmalarla yalanlanmış. Öte yandan erkeklerin doğal poligamik eğilimleri nedeniyle kadınlardan farklı oldukları savı da çürütülmüş. Böyle istatistikleri kafalarına takan erkeklerin ne kadar cinayet işleyebileceğini hiç düşünmeyin.
Kısaca ne tarihte ne de doğada, ne erkek ne de kadın için tek eşlilik yok. Yahudi ve Hıristiyanların ölene kadar tek eş ideali de onları başka eşler aramaktan hiç uzaklaştırmamış. Serbest hayat kadınları, courtisanlar, harem gibi yaygın olgular, bugünkü yaşamın gerçekleri, ve bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar, aslında gerçek tek eşliliğin aşkla, sevgi ile, toplumsal ahlak kurallarıyla ilgisi olabileceğini, fakat doğada olmadığını gösteriyor. Gerisi söz.
Günlük yaşam deneyimleri, sinema, tiyatro, romanlar, dergiler ve gazetelerde sosyete haberleri, ara sıra istifa eden bakanlar, hatta başkan Clinton olayı, Berlusconi olayı ve insanların her fırsatta birbirlerine anlattıkları hikayeler kadın-erkek ilişkileri ve namus bağlamındaki düşüncelerin sahte olduğunu ve bunu savunmanın nedeninin içi boş bir şey olduğunu kanıtlıyor.
Kaset türü olaylar neden olmamalı? Çünkü bütün toplumu anahtar deliğinden yatak odası gözleyen psikopatlar ya da çocuklar düzeyine düşürüyor. Oysa her şey açıkta değil mi? Bu iler tutar yanı olmayan kaset ve ona göbeğinden bağlı monogami olayı, çağdaş dünya toplumlarının artık aştığı bir kültür ve davranış basamağıdır.
TONLA SORUNLARIMIZ VAR
Bizim daha ciddi sorunlarımız yok mu? Tarım, enerji, susuzluk, ileri teknoloji, açlık, borç, işsizlik, eğitim, özgürlük, sağlık, şiddet, zorbalık gibi sorunlardan söz etmek daha doğru değil mi? Bu hastalık sade Türkiye’ye ait değil, evrensel. Çağdaş politika insan haysiyeti kavramını hasır altı etmiş görünüyor.
Dünyada içi boşalmış, güncel yaşamla ilgisi kalmamış kavramların seçim dönemlerinde ısıtılıp ısıtılıp toplumlara sunulması, çağdaş politika kurumunun utanılacak bir zayıflığıdır. Bu evrensel hastalığı politikacılar birbirlerine bulaştırıyorlar. Amerika’da ya da İtalya’da olan bitenin, cahil ülkelerde denenmesi şaşılacak bir şey değil.
Seçim döneminde politikacılar halkların az düşünen kesimlerindeki oyları kendi lehlerine çevirmek için düpedüz dedikodu mekanizmalarını harekete geçiriyorlar. Bu konuda ne çok Amerikan filmi seyrettik. Bunlar belki insanların geleneksel insanlık duygularını tedirgin ediyor. Aslında işlevsel olarak yersiz olgular.
Dünyanın açlığa tokluğa oynadığı bir çağda hiçbir toplumun sorunu bunlar değil. Kaldı ki bunlar ortaya döküldü diye, dünya alıştığı davranışlardan vazgeçmiyor. Gazete ve televizyonlarda anlatılan ve güncel yaşamlarında herkesin tanık olduğu kadın ve erkek ilişkileri, toplumların büyük bir çoğunluğu için önemsiz. Asıl ilginç olan bu ilişkilerin politika pratiğindeki sürekliliğidir. Ara sıra haberlerde Avrupa’da falanca Bakanın aşk yaşamı ve istifası ile ilgili haberler okuruz. Bir zamanlar Clinton, özellikle seçimlerde, şamar oğlanı olmuştu. Şimdi Berlusconi şamar oğlanı. Oysa artık birbirleriyle evlenen homoseksüel politikacılar var. Seçimler geldiği zaman karşıt politikacılar onları da şamar oğlanı yapacaklar.
Sevgili Okuyucular,
Politika dünyada eskimiş kurallarla çalışan en geri kurumdur. Kanımca bu alanın bütün söylemi ve uluslararası kurumları miadını doldurdu. Dünyanın geleceği ile dünyanın politik söylemleri arasında bağlantı yok. Politikanın bilimle, teknoloji ile, eğitimle, toplumun geleceği ile, iklim değişikliği ile enerji sıkıntısı ile ilgisi sadece sözde kaldı. Dünya politikacılarının sera etkisi bağlamındaki tepkilerine bakın. Türkiye’de ARGE’ye ayrılan ya da ulusal eğitime ayrılan bütçe dilimlerinin ulusal gelire göre oranına bakın.
Gerçi kimilerinin benim gibi düşünmesi ne Putin’, ne Merkel’i , ne Amerikalıları, ne Çinlileri ne de bizimkileri, hiçbir politikacıyı değiştirmeyecek. Ama, insanların bunu öğrenip başka politik söylemlerin gelişmesini yeni politikacılardan istemesi gerekiyor. Nutuklarda ara sıra patlatılan yeni kavramlar berbere kuaför, bakkala market demek türünden içeriksiz kullanımlar.
Peki halkları kim aydınlatacak? Başka tür politikacılar mı gelecek? Bu iki ucu pis çomağın neresinden tutsun bu dünyanın zavallı insanları? Bu çözümsüzlük politika kurumunu politik deyimiyle ‘caduc’ yapıyor.
CBT Sayı 1264, 7 Haziran 2011
Çok bilgilendirici. Teşekkür ederim.
YanıtlaSilBu yazıları eklediği için Orhan Bursalı'ya özel teşekkürlerimi sunmak isterim...
YanıtlaSil