Hadi bugün eleştirileri siyasete
yöneltmeyelim. Hiç uymadığım iyimser “pazar yazısı” geleneğinin yine de
dışındayım! Bir toplumsal eleştiri çıkar mı bir filmden? Konu Kelebeğin Rüyası! Veya bir parlak konu
nasıl berbat edilir! Ama önce sinemalar üzerine kısa bir iki not!
Rexx’te festival filmine
bilet bulamayınca hadi Kelebeğin Rüyası’nı seyredelim dedik. Rexx’in canına okudular biliyorsunuz.
Girişteki balkonlu güzelim büyük salonu parçaladılar. Ana salondan aşağıda
üç-dört odacık yaptılar, Balkon’dan da büyük salon ve başka odalar... Festival
filmi yeni büyük salonda, nefret ediyorum minik odacıklardan! Ama bu kez kaçış
yok..
Paranın gözü, kazancı ençoklaştırma üzerinde odaklı. Yahu şu elması (eski salon)
koruyalım, yanlarına da “pırlantalar” (küçük
sinemacıklar, odacıklar değil) yerleştirerek, değere değer katalım, zorluğu
böyle aşalım diyen bir mantık yok. “Elmas” parçalanıyor! Toptan bir değersizleşme!
Emek
Sineması’nı da aslında aynı paranın gözü yerle bir ediyor! Emek Sineması’nın ardından dökülen gözyaşının ana nedeni, kadim bir
geleneği, kapısıyla, girişiyle, geniş salonu ve balkonuyla, içinde ruhları
anıları dolaşan milyonlarca insanıyla birlikte ebedi yaşatmak ve gelecek
nesillere devretmekse... İkincisi de, bu kadim anıtın ortalıktan kaldırılması,
sinema sanatını da değersizleştirme ve paranın topunun önüne koyarak parçalamaktır..
Emek, Cumhuriyet
tarihinin en eski sinema salonu (1924)! Orada oynayan filmlerden (ilki
hangisiydi acaba!?) yola çıkarak, bir sinema tarihi bile yazılabilir! Emek’ın
yıkımının güncel geçerli Cumhuriyet düşmanlığının bir sonucu olduğunu
söylemeyeceğim, ama herşeyde kâr
maksimizasyonu mantığının çalıştığı bu iktidar devrine yıkımın denk
düşmesini rastlantı saymak istemem! Vakıflar bu iktidarın yönetiminde,
unutmayın! Taksim Gezi Parkı da
topun ağzında! İktidarın gazıyla
biberiyle copuyla topluca sanatçıların üzerine yürüdüğü bir dönem, Cumhuriyet
tarihinde görülmemiştir!
***
Film üzerine gazete haber ve magazin
sayfaları övgü dolu söyleşilerle dolup taşmıştı! Yılmaz Erdoğan deyince akan sular duruyor. Bu sanatçının daha önce
de iki filmini seyretmiş, güzel eğlenmiş ve bir “anekdotlar toplamı” olarak belleğime kaydetmiştim! Ama burada, iki genç şairin şiir peşinde koşmaları
gibi, benim için yeterince ilginç uzun
metrajlı bir konu vardı! Zonguldak gibi bir maden kentinde 1940’ların
atmosferinde sosyolojik dönüşümü de arka planda izlemek keyifli olacaktı.
Filmde bir dizi hoşluk var. Yaratılmış
atmosfer alkışa değer.. Yoğun emeğin izlerini yadsımak mümkün değil. İki genç
şairin (Mert Fırat fevkalade!), Yılmaz Erdoğan’ın oyunları sürükleyici..
Tipolojiler ilginç.. Bunları, filmde hiç
mi iyi şey yok diyecekler için yazıyorum.. Bizde eleştiri yaptın mı, vay iyi yönleri mi yok diye hemen bir
karşıduruşla yaklaşırlar ya.. Kardeşim
iyi yönlerini yazan yazana, bırak da ben eleştireyim!
***
Sinema tarihimizde başta sona şiiri eline
diline dolamış başka bir film var mı, bilmiyorum. Bu film öyle! İki genç şairin
“şiirlerini” ve bu uğurda çırpınışlarını izliyoruz. Konuya ancak şapka
çıkartırım! Aşk var, olgun bir edebiyatçı ağabey var, ama şiir hepsinin
üzerinde.. Herşey, aşklar da, aşklara ilişkin duygular da sadece şiir için bir
araç..
Ancak
ah o verem yokmu, verem! Verem şairlerimizle birlikte bence filmi de kırıp
geçiriyor! En büyük verem, başka büyük yok.. Şiiri de, güzelim konuyu da
bitiriyor.
Ama ne ölümler! Böğürterek, kan kusturarak
dakikalarca.. Neredeyse kendi kan banyosu içinde ölümler.. İnsanın, nerede o eski Türk (eyvah Türk
dedim!) filimlerindeki asil ince hastalığı
ve sessiz sedasız genç kız ve erkeklerin ölümü, diyesi geliyor! Yılmaz
Erdoğan, çok güzel bir konuyu salya-sümük
bir filme ve sona dönüştürmeyi becermiş. Şiiri vereme ezdirmiş! Her ne
kadar ölümlere oda duvarlarına yazılan dizeler eşlik etse de!
Film iki kişiyi gömmüş, Kıvanç mezarlıkta
tepede yalnız kalmış ve aslında orada sona ermiş.. Hayır, kimseyi merakta
bırakmayacak yönetmen, “Kıvanç Tatlıtuğ” ne oldu diye soranlara da yanıt
veriyor: Onu’da Zonguldak’da omuzlar üzerinde mezara uğurlayarak bitiriyor
filmi!
***
Sayfalarca övgünün kaynağı nedir diye
düşünürken, benzer çevrelerce Müslüm
Baba’nın ardından yazılanlara ve gözyaşlarına takıldım. Sırrını buldum olayın: bu topraklar
üzerindeki ağıt geleneği, ezilmişlik,
yoksulluk, biçarelik.. aslında hepimizi kan damarlarında özgürce dolaşıyor!
Hepimiz az veya çok Müslüm Baba’yız. Hepimiz
biraz veremiz! Hepimiz biraz kan kusarak yaşıyoruz bu topraklarda!
Siyaset ise bütün bu
yaşanmışlıkların izdüşümleri.. bir tür, gerçek olguların siyasette dışa vurumu!
Allah kahretsin diyorum! Gözyaşı, acı, elem heryerde! Köylüsünde, şehirlisinde,
yazarında, sinemacısında, siyasetçisinde!
---- 14 Nisan 2013/ Bilim ve Siyaset– Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder