SAYFALAR

15 Nisan 2013 Pazartesi

Salya Sümük Bir Millet / Emek Sineması / Kelebeğin Rüyası


Hadi bugün eleştirileri siyasete yöneltmeyelim. Hiç uymadığım iyimser “pazar yazısı” geleneğinin yine de dışındayım! Bir toplumsal eleştiri çıkar mı bir filmden? Konu Kelebeğin Rüyası! Veya bir parlak konu nasıl berbat edilir! Ama önce sinemalar üzerine kısa bir iki not!
Rexx’te festival filmine bilet bulamayınca hadi Kelebeğin Rüyası’nı seyredelim dedik.  Rexx’in canına okudular biliyorsunuz. Girişteki balkonlu güzelim büyük salonu parçaladılar. Ana salondan aşağıda üç-dört odacık yaptılar, Balkon’dan da büyük salon ve başka odalar... Festival filmi yeni büyük salonda, nefret ediyorum minik odacıklardan! Ama bu kez kaçış yok..
Paranın gözü, kazancı ençoklaştırma üzerinde odaklı. Yahu şu elması (eski salon) koruyalım, yanlarına da “pırlantalar” (küçük sinemacıklar, odacıklar değil) yerleştirerek, değere değer katalım, zorluğu böyle aşalım diyen bir mantık yok. “Elmas” parçalanıyor! Toptan bir değersizleşme!
Emek Sineması’nı da aslında aynı paranın gözü yerle bir ediyor! Emek Sineması’nın ardından dökülen gözyaşının ana nedeni, kadim bir geleneği, kapısıyla, girişiyle, geniş salonu ve balkonuyla, içinde ruhları anıları dolaşan milyonlarca insanıyla birlikte ebedi yaşatmak ve gelecek nesillere devretmekse... İkincisi de, bu kadim anıtın ortalıktan kaldırılması, sinema sanatını da değersizleştirme ve paranın topunun önüne koyarak parçalamaktır..
Emek, Cumhuriyet tarihinin en eski sinema salonu (1924)! Orada oynayan filmlerden (ilki hangisiydi acaba!?) yola çıkarak, bir sinema tarihi bile yazılabilir! Emek’ın yıkımının güncel geçerli Cumhuriyet düşmanlığının bir sonucu olduğunu söylemeyeceğim, ama herşeyde kâr maksimizasyonu mantığının çalıştığı bu iktidar devrine yıkımın denk düşmesini rastlantı saymak istemem! Vakıflar bu iktidarın yönetiminde, unutmayın! Taksim Gezi Parkı da topun ağzında! İktidarın gazıyla biberiyle copuyla topluca sanatçıların üzerine yürüdüğü bir dönem, Cumhuriyet tarihinde görülmemiştir!
***
Film üzerine gazete haber ve magazin sayfaları övgü dolu söyleşilerle dolup taşmıştı! Yılmaz Erdoğan deyince akan sular duruyor. Bu sanatçının daha önce de iki filmini seyretmiş, güzel eğlenmiş ve bir “anekdotlar toplamı” olarak belleğime kaydetmiştim! Ama burada, iki genç şairin şiir peşinde koşmaları gibi, benim için yeterince ilginç uzun metrajlı bir konu vardı! Zonguldak gibi bir maden kentinde 1940’ların atmosferinde sosyolojik dönüşümü de arka planda izlemek keyifli olacaktı.
Filmde bir dizi hoşluk var. Yaratılmış atmosfer alkışa değer.. Yoğun emeğin izlerini yadsımak mümkün değil. İki genç şairin (Mert Fırat fevkalade!), Yılmaz Erdoğan’ın oyunları sürükleyici.. Tipolojiler ilginç.. Bunları, filmde hiç mi iyi şey yok diyecekler için yazıyorum.. Bizde eleştiri yaptın mı, vay iyi yönleri mi yok diye hemen bir karşıduruşla yaklaşırlar ya.. Kardeşim iyi yönlerini yazan yazana, bırak da ben eleştireyim!
***
Sinema tarihimizde başta sona şiiri eline diline dolamış başka bir film var mı, bilmiyorum. Bu film öyle! İki genç şairin “şiirlerini” ve bu uğurda çırpınışlarını izliyoruz. Konuya ancak şapka çıkartırım! Aşk var, olgun bir edebiyatçı ağabey var, ama şiir hepsinin üzerinde.. Herşey, aşklar da, aşklara ilişkin duygular da sadece şiir için bir araç..
Ancak ah o verem yokmu, verem! Verem şairlerimizle birlikte bence filmi de kırıp geçiriyor! En büyük verem, başka büyük yok.. Şiiri de, güzelim konuyu da bitiriyor.
Ama ne ölümler! Böğürterek, kan kusturarak dakikalarca.. Neredeyse kendi kan banyosu içinde ölümler.. İnsanın, nerede o eski Türk (eyvah Türk dedim!) filimlerindeki asil ince hastalığı ve sessiz sedasız genç kız ve erkeklerin ölümü, diyesi geliyor! Yılmaz Erdoğan, çok güzel bir konuyu salya-sümük bir filme ve sona dönüştürmeyi becermiş. Şiiri vereme ezdirmiş! Her ne kadar ölümlere oda duvarlarına yazılan dizeler eşlik etse de!
Film iki kişiyi gömmüş, Kıvanç mezarlıkta tepede yalnız kalmış ve aslında orada sona ermiş.. Hayır, kimseyi merakta bırakmayacak yönetmen, “Kıvanç Tatlıtuğ” ne oldu diye soranlara da yanıt veriyor: Onu’da Zonguldak’da omuzlar üzerinde mezara uğurlayarak bitiriyor filmi!
***
Sayfalarca övgünün kaynağı nedir diye düşünürken, benzer çevrelerce Müslüm Baba’nın ardından yazılanlara ve gözyaşlarına takıldım. Sırrını buldum olayın: bu topraklar üzerindeki ağıt geleneği, ezilmişlik, yoksulluk, biçarelik.. aslında hepimizi kan damarlarında özgürce dolaşıyor!
Hepimiz az veya çok Müslüm Baba’yız. Hepimiz biraz veremiz! Hepimiz biraz kan kusarak yaşıyoruz bu topraklarda!
Siyaset ise bütün bu yaşanmışlıkların izdüşümleri.. bir tür, gerçek olguların siyasette dışa vurumu! 
Allah kahretsin diyorum! Gözyaşı, acı, elem heryerde! Köylüsünde, şehirlisinde, yazarında, sinemacısında, siyasetçisinde!
----14 Nisan 2013/ Bilim ve Siyaset– Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder