SORUN, HÜKÜMETLERDE DEĞİL, HALKTA
Televizyonda deprem haberleri. Spiker, Erciş’ten haber veriyor; ciddi, heyecanlı; yalnız sözleri kocaman başlayıp küçük bitiyor. Halk sızlanıyor, ama acısını anlatmaktan aciz. Ne sorarsan ona yanıt veriyor. Sormasalar derdi yok sanırsın. Adamcağız yedi katlı bir yapı sandviçinin yanında gece gündüz bekliyor. Aileden 5-6 kişi o yıkıntının altında; ‘Allah büyüktür!’ bakarsın sağ çıkarlar. İlk yirmi beş saniyede 28 daireli apartman sandviç; üç gün sonra yapı dışında bekleyen vatandaş Allah’ın lütfunu bekliyor. O zaman kurtarma ekibinin ne işi var? Haberci heyecanlı. Binlerce kurtarma çalışanı Van’da. Ben yedi katlı sandviçin üç gündür değiştiğini görmedim. (Doğan Kuban, CBT Sayı 1293)
HAKTAN YANA
Hopa davasından sonunda tahliye olan mücadeleci öğrencilerden birinin
annesinin, televizyonda gülerek söyledikleri, yüreğimden tonlarca yükü kaldırdı
ve gelecek için umut verdi: “Haktan ve
halktan yana bir oğlum olduğu için sevinçliyim..” Bu söz beni 70’li yıllara
götürdü.. Ben de tutuklanınca, anneciğim, kendini hiç tanımadığı ve üstüne
üstlük hiç de anlamadığı bambaşka bir dünyada bulmuş, Ankara’da serbest
bırakılmamız için kurulan anneler
çadırında yerini almıştı! Ankara’da mahkeme önündeki gösteride taşınan
pankartlardan birinde yazılan “Adliye sarayları büyüdükçe, küçülen adalet”,
durumu özetliyor. Baskı ters tepecektir!
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK,
YALAN OLABİLİR
19. yüzyılda termodinamiğin ikinci yasası olan entropi kavramı
kanıtlanana kadar, insanların sonsuz gelişmeye inançları tamdı. Bugün dünyanın
sonunun geleceğini biliyoruz. Fakat yaşamın sürdürülebilir olması koşullarını
fazla bilmiyoruz. Politikacıların ağzında ve Medyada dile getirilen ekonomik
gelişmeler Türkiye’nin geleceğini garantilemiyor. Çünkü dünyanın geleceği ticarete ya da iyi taşeronluk yapmaya değil, enerji
üretimine, tarımsal üretime, iklimsel değişmelere karşı hazırlanan alt
yapıya bağlı.
Fukuşima felaketinden sonra Almanya’nın, 2023 yılına kadar atom
santrallerini kapatma kararı anıtsal
bir politik karardır. Türkiye’nin geri
kalmışlığı hala alternatif doğal enerji kullanımı için hiçbir atılım
yapmamasından bellidir. (Doğan Kuban,
CBT 1275’teki yazısından)
YARGI ASOSYAL BİR CEMAAT?
Yargıç Faruk
Özsu: “yargı, taşranın kültürel
kodlarına hapsolmuş, güce tapan, toplum ve birey düşmanı, antientelektüel,
ahlakçı, asosyal bir cemaattir. Yargının asıl problemi, ilkel bir yargı kültürüne
sahip olmasıdır” (Radikal2, 25.9.2011).
“DİRENEN
ÜNİVERSİTE!”
“Bu mottoyla 2012 yılı rektör aday adayları seçiminde
adaylığımı duyuruyorum. 2012’de otuza yakın kamu üniversitesinde rektör
aday adayları seçilecek... Direnen üniversite’nin adayları:
* Çoğunluk oyunu
almazlarsa, verilecek görevi kabul etmeyecek. Üniversitede Hukuk Devleti,
hukukun üstünlüğü ve Demokrasi ilkelerinin tüm gereklerini ödünsüz talep
edecekler ve yerine getirecekler.
* Bilimin “Hakikat”
değerini ve “Üniversite Onuru”nu her şeyin üstünde tutacak. Üniversiteleri her
gün yeniden özgür doğacak!
* “Tüm insanlar özgür,
haklarda ve onurda eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler. Birbirlerine
kardeşlik anlayışıyla davranmalıdır” ilkesi onların amentüsü olacak. “İnsana
onur, ulusa egemenlik!” gereğince sevgili Atatürk’ün gerçek öğrencisi
olacaklar.
Direnmek, insanın olduğu
gibi üniversitenin de en temel hakkıdır. Bu hakkı tanımadan, hiçbir hakkı
tanıyamazsınız. Bu hakkı savunmadan, hiçbir hakkınızı savunamazsınız.
Düşünmektir ilk önce, direnmek. Üniversite’ye “düşünen üniversite” de
diyebiliriz bu yüzden. Üniversitede “İnsan” olmak ve “insan”ca bir üniversite
olmak için, direnin karanlığa düşüncenizle, eyleminizle!” (Hukuk Prof. Hayrettin
Ökçesiz, Akdeniz Üniversitesi, CBT sayı 1282’deki yazısından)
MUTLULUK
ÖLÇEĞİ PARA OLUNCA
Çağdaş dünyada paranın
insanların başını döndüren sosyal statüsü sayısız yanlış kavramları ve
olanaksız amaçları içeriyor. Mutluluk yerine zenginliği ve zenginliğe bağlı
olan gücü koyduğu için, çoğunluğun zengin olmadığı ve olamayacağı bir dünyada,
umutsuz, amacına ulaşamamış, aç gözlü bir insanlık yaşıyor.
Gerçekten acınacak kadar
dengesiz ve tehlike dolu bir dünyada yaşadığımızı anlamak için her sabah
gazeteler bakmak yeter. Bütün ülkelerin insanları kanlı, acımasız, kaypak bir
kavga meydanında yaşıyorlar. Kavga söz olarak da var, eylem olarak da var. Bu
acıklı kargaşanın etrafındaki yalan dumanı ise boğucu. İnsanlık tarihindeki
hiçbir saygıdeğer felsefi ve dini öğreti zengin insanlardan oluşan bir
toplumdan iyi diye söz etmiyor. Yani bu dünyaya sözle ve sopa ile nizam veren
patron ülkelerin kapitalist söylemi.
İnsanlık tarihinin zengin
zorbaların idaresinde fakir, kul-köle, emekçi, esir insanlarla
dolu, acılı, tanrıları ve azizleri çarmıha gerilmiş bir geçmişi var.
Başkalarını öldürmenin kahramanlık, şövalyelik, Alplik olduğunu öğrettiler.
Büyük hükümdarlar Hıristiyan, Müslüman, Çinli hepsi şanlı komutanlar. Hep çok
öldürenler sınıfında... (Doğan Kuban’ın
yazısından, CBT 1280)
DÜŞÜNSEL
SIÇRAMA İHTİYACI!
Her sorunun karmaşıklık düzeyi, o düzeyle uyumlu düşünme araçlarını gerektirir.
Şifresi unutulmuş bir çantayı açma sorunu için kullanılabilecek araçlarla,
şifresi unutulmuş bir bilgisayarı açma araçlarının sofistikasyon düzeyi aynı
olmayacaktır. (Tınaz Titiz, CBT Sayı
1275’deki yazısından)
CURCUNA
Hiç ağzını
açıp bir şey tartışmadığı için eleştirinin ne olduğunu hiç öğrenmemiş, ya da
unutmuş olanlar var. Hiçbir eleştiri kabul etmediği için her yaptığı yanlış
olanlar var. Kuşkusuz her yaptığı yanlış olduğu için eleştiri kabul etmeyenler
de var. Türk toplumunun temel sorunu, eleştiri yapmamaktan öte, özeleştiri
yapmamak. Kendi düşündüğünü, söylediğini ve yaptığını, beğenilen ve başarılan
bir iş bile olsa, bir zaman sonra, yeniden ele alıp ‘acaba başka türlü
yapsaydım, daha iyi olur muydu?’ diyen insanlar yaşıyor mu içimizde? (Doğan
Kuban, CBT sayı 1273, Curcuna yazısından)
Gençler “En
Çok şeyi” ana-babadan Öğreniyor!!!
İstanbul
Kültür Üniversitesi’nin 15-30 yaş arası gençler arasında bilimsel yöntemlerle
gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre, gençlerin “Hayata atılırken en
çok şeyi nereden öğrendiniz?” sorusuna verdiği yanıtlar ilginç ve
tartışma yaratacak nitelikte: Yüzde 67,8’i
ailesinden öğrenmiş. Gençler ana bilgileri ailelerinden alıyorlarsa eğer ve
öğretmenin payı en altlardaysa, çocukları geleceğe hazırlamakta Türkiye’nin
büyük sorunları var demektir. Ana-babadan temel bilgileri alsa bile, bunların
önemli bir kısmının geçmişe yönelik olduğu, epey tutucu nitelik taşıdığını ve
geleceği kurmaktan yetersiz kalacağı gerçeğini unutmamalıyız. Burada iyimser
bir yaklaşım, deneklerin “öğrendikleri şeyler” kavramından algıladıklarının çok
farklı olmasıdır.. (CBT Sayı 1276, 2 Eylül 2011)
Cahil ve
İşsiz Kadınlar Karanlık Bir Ülke Geleceğinin Habercileridir
Bugünün
dünyasında geri kalmış toplumlarda kadın sorunu toplumsal açlık, cahillik ve
dünyaya köle olma sorununun bileşenleridir.... Eğer aslan, ayı ve maymun
toplumları dişilerini evlerine hapsedip onların geçimlerini erkeklerin
yaptıkları avlarla sağlamaya çalışsalardı, yaşayamazlardı. Türkiye’de milyonlarca
aile sadece erkeklerin kazandıkları para ile yaşamaya çalışsa aç kalır. Kaldı
ki kadının evde bir şeyler üreteceği öngörülse bile bugün evde üretilenin,
kültürel değeri önemli bile olsa, ekonomik değeri önemsizdir. (Doğan Kuban,
CBT, 1270’deki yazısından)
Bireyin
kişiliğinin korunmasında insan hakları ve toplum düzeni
“Kadınların
ve çocukların yaşam ve sağlıklarına önlenemeyen saldırılar”; “işsizlik ve
yoksulluk”; “toplumda giderek yaygınlaşan bireysel ve sosyal korkunun yarattığı
suskunluk”, “hakkını alamayan ya da neye alamadığını anlamayanların açık ve
örtülü çığlıkları”; “düşünceleri açıklayanların, düzeni eleştirenlerin göz
atlana alınmaları ve tutuklanmaları”; “ucu açık yargılamalar”; “siyasetin
güdümüne girdiği görünümü veren bağımsız ve yansız yargı söylemleri” yeterli
çarpıcı birkaç örnek değil mi? (Çetin Aşçıoğlu, Yargıtay Onursal
Üyesi, CBT sayı 1259’daki yazısından)
BOZKURT
GÜVENÇ POLİGAMİ VE MONOGAMİ TARTIŞMASINDA
Poligami ve
monogami, evlilik ve aile türleri olarak, doğal değil, geniş ve çekirdek
tipleri bulunan sosyal-kültürel olgular ve kurumlardır. Ana-baba ve çocuklardan
oluşan çekirdek aile tipinin zaman-mekândaki yaygınlığı ve sürekliliği, toplu
hayata ve kültüre en iyi uyum sağlayan aile biçimi olarak yorumlanmıştır
(Murduck ve Gough 1960’lar). Aile kurumunun temel işlevleri: cinsel doyum,
üreme/çoğalma, bebek eğitimi, cinsel işbölümü ve psikolojik (grup)
dayanışmasıdır. Birbirinden bağımsız olmayan bu işlevlerden yalnız cinsel
ilişkiyi çok ve tekeşlilik açısından inceleyip eleştirmek mümkündür, ama
yeterli midir? Aynı yaklaşımla homo sapiens (insan) türünün cinsel davranış,
eğilim veya tercihlerini kendisine en yakın şempanzelerle karşılaştırmak da
kuşkusuz mümkündür, ama acaba ne kadar gerekli ya da doğrudur? Canlıların ortak
özelliği çoğalmak ve türünü sürdürmek güdüsüdür. Zayıflar elenecek, güçlüler
kalacak; tekler ölecek, türler yaşayacaktır. Hayvanlar âleminde bunu sağlayan
cinsel ilişki güdüsüdür. Doğa’nın ahlaki bir sınırlaması ya da kısıtlaması
görünmüyor. Ahlaki sınır ve kısıtlar, insanın evrim tarihinin (filojenisinin)
yarattığı kültür varlığı ile başlıyor. Neden / nasıl? sorularının yanıtını
arayanlar, insan türünü öteki primatlardan ayıran şu özgünlükleri buldular.. (Bozkurt
Güvenç, CBT sayı 1268, 7 Temmuz 2011)
GERÇEĞİ GÖRMEKTE
NEDEN ZORLANIYORUZ?
Acaba günde
ortalama beş saat televizyon seyreden Türk halkı, resim yapmanın 1000 yıldan bu
yana İslam dünyasında şer’an caiz olmadığını, en azından kuşkulu bir uğraş
olduğunu biliyor mu?... Biz Osmanlı sultanlarını, eşlerini, sadrazamlarını ne
fizyonomileriyle ne biyografileriyle tanıyoruz. Neden Osmanlılar biyografi
yazmamışlardı? Belki kulu oldukları sultana ilişkin bir değerlendirmede
bulunmak ya da değerlendirmede bulundukları intibaı vermeğe cesaret
edemiyorlardı. Bu nedenle biz yüzyıllarca imparatorluğu idare edenlerin, değil
psikolojik kişilikleri konusunda, davranışları hatta fizyonomileri üzerinde de
doğru dürüst bir bilgi sahibi olmadık... Biyografi yazmağa Mustafa
Kemal döneminde başladık.. (Doğan Kuban, CBT Sayı 1259’daki
yazısından)
10 BİN YILLIK
HOMO CİVİCUS SÜRECİ
Bedenimiz
uygarlaşma süreci boyunca tepeden tırnağa değişti.. Günümüzün batılı yaşam
biçemi yalnızca bel çevremizi değiştirmekle kalmayıp, boy, kaslar, kemikler,
kan damarları ve hormonlarda da değişimlere neden oluyor. Bu değişimlerin bir
bölümü genetik kökenli olsa da, ötekilerin yaşamlarımız boyunca biçimlendirilen
ve bir Taş Devri ortamına dönülmesi durumunda yok olup gidecek geçici
değişimler oldukları düşünülüyor. Bu farklılıkların en bilineni, batılıların
bol kalorili yiyecekler ve daha hareketsiz bir yaşam nedeniyle giderek
şişmanladıklarıdır. Kassızlaşma ve kemiklerin direncinde ortalama %15’lik bir
düşüş.. Kökenleri çok daha gizemli başka fiziksel değişimler de var. Görünüşe
bakılırsa, zaman içinde kollarımıza orta atardamar eklendi. Parmak izimiz bile
zaman içinde değişime uğradı. (CBT 1257, New Scientist, 19 Mart 2011)
VE BRUNO’YU
YAKTILAR
İktidarların
aydınlardan hep korktuğunu ve onları daima kontrol altında tutulması
gerekli tehlikeli maddeler gibi gördüklerini biliyoruz. Ama doğrusu hayatım
boyunca aydınlara, gazetecilere, Üniversitelere yapılanların bu günkü kadar
normal sayıldığını, tutuklamaların böylesine kolayca yapılabildiğini 80
yıllık ömrümde görmedim... Gazeteciler tutuklanırken başka gazeteciler
ortaya çıkıyor ve tutuklamaları haklı gösterebiliyor.. “Polis Devletine”
gidiyoruz. (Prof. Ayhan Ulubelen’in “Ve Bruno’yu yaktılar”
yazısından, CBT sayı 1257)
PORNO
SİTELERİ VE SAYISIZ FAYDALARI HAKKINDA
Her gün televizyonda
gördüğümüz vurdulu kırdılı, şiddeti öven filmler porno filmlerinden
çok, ama çok daha zararlıdırlar ve bu filmlerin, içinde yaşadığımız
terör yüzyılının şekillenmesinde büyük rolü vardır. Pornonun mesajı barışçıldır
ve nihayet sevişmeyi ve çiftleşmeyi, yani ekseri insanın er veya geç yaptığı ve
mutlu sonuçları olan bir hareketi resmeder. Pornoyu yasaklamaya kalkan ilkel
kafa, şiddet içeren filmleri tezgâhlamakla kalmıyor, bütün dünyada muhtelif
isimler altında şiddeti körüklüyor. Geçenlerde Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç Beyefendi demişler ki, TÜSİAD ve Boyner iktidara gelseler
pornoyu bile serbest bırakırlar. Muhakkak doğrudur, zira TÜSİAD mensuplarının
ekserisi, ve küçüklüğümden beri yakından tanıdığım Boyner ailesi uygarlıktan
nasibini almış kişilerden oluşur. Ailelerinde adam boğazlayan kimse
yoktur. Bülent Bey de bir-iki porno filmine gitse de konuştuğu
konuda önce bir fikir sahibi oluverse. (Celal
Şengör’ün yazısından, CBT sayı 1264)
İKİSİ DE AYNI
GEZEGENİN İNSANLARI!
Bilim artık
kadınların Venüs’ten erkeklerin Mars’tan gelmiş olduğu iddiasını reddediyor.
Cinsiyetler arasındaki biyolojik ve zihinsel farklılıklar konusundaki son
bulgulara göre, kadın ve erkek arasındaki farklılıkların düşünüldüğü kadar
belirgin değil. “Dişiliğe hazırlayan” ve “erkekliğe hazırlayan”
genler var ve cinsel farklılıklar bu genler arasındaki hassas dengeye bağlı
olarak belirleniyor. Cinsiyetin tayini sanılıdğı gibi doğumda tamamlanmıyor.
Kadın ve erkek arasındaki farklılıkların şekillenmesinde genler, çevre ile
birlikte önemli roller üstleniyorlar. Bunun da izleri en çok beyinde görülüyor.
Beynin biçimlenmesi yaşam boyu devam eden bir süreç. Şimdi pek çok
insan, çocuk beyninin cinsel açıdan şekillenmesinde çok kritik dönemlerin
yaşandığının farkında. Hangi insan davranışlarının cinsiyet farklılıklarını
daha iyi yansıttığını gösteren tabloda özelliklerin sıralanmasında şu kuralın
geçerli: Doğrudan üreme ile ilgili davranışlardan uzaklaştıkça, cinsiyet
farklılığı önemini yitiriyor...Kadın ve erkek arasındaki farklılıkların boy
farkının yarısı olduğu alanların başında, saldırganlık, empati, iddiacılık
ve algılama yetenekleri geliyor. Listenin iyice alt kısımlarında yer alan sözel
akıcılık ve matematiksel kavramlarda, cinsler arasındaki farklılık
sanılandan çok küçük; hatta hiç fark yok bile denilebilir. Listenin dibindeki,
eskiden genellikle cinsiyet ile ilişkilendirilen özelliklerde –, bilgisayar
kullanımı, sözel yetenek ve liderlik potansiyeli vb.- ise uygulamada kadın ve
erkek arasında en ufak bir fark görülmüyor. (CBT Sayı 1254’ten)
BIRI YER BIRI
BAKAR, KIYAMET BUNDAN KOPAR Mı ?
Benim için
ise, borsaların, borçlanmanın, enflasyonun gelecek aylarda ne olacağından çok, ekonominin
uzun sürede nereye doğru gittiği daha önemli. Türkiye, uzun sürede, ülke
olarak nasıl olsa zenginleşecek, fakat yoksulluğu azaltabilen, mutlu hukuk
düzeni ve sosyal adalet içinde yaşıyan bir yer olabilecek mi? Yani adam
olabilecek miyiz? Demokrasi kelimesinin artık bir çok ülke için anlamını
tamamiyle yitirmiş bir kavram olduğunu düşünüyorum. Dört yılda bir seçim olması
ve ülkeyi yönetenlerin değiştirilme olanağı elbette ki ülkelerin başında
çöreklenmiş krallıklardan, şeyhliklerden, diktatörlüklerden iyi, fakat gerçek
anlamlı demokrasi için bu yeterli değil. Ama bu gün egemen olan Vahşi
Kapitalist Demokrasi sistemini, mümkün olduğu kadar torpüleyerek, toplumsal
güvenceler koyarak, Sosyal Demokrasiye döndürmek, yani paranın siyasi
kararlar üzerindeki etkisini azaltmak. (Oktay Yenal’ın
yazısından, CBT 1257)
SADAKAT VE
YARDIMLAŞMA ÜZERİNE
“Bilirsiniz
günlük yaşamda eşler sadakat ister, aslında istenen kendine değil Japonya’da
olduğu gibi insana sadakattir, insana sadakati gelişmemiş bir vahşinin yanında
kırk yıl uyunmaz çünkü.... İki yüz bin yıl önce insan üç beş yüz kişiyle güney
Afrika’nın doğusundaki mağaralara sıkışmış ve her yer buz kesmişken içten bir
sadakat ve olağanüstü yardımlaşmayla ayakta kalmıştı; o günler denizden gelen
balığı yemeyip topluluğuyla paylaşan genç adam, binlerce yıl sonra milyarlarca
çocuğun doğmasına neden olmuştu.
Bugün de
öyle, Japonya’da paylaşılmış bir tas çorba, esirgenmeyen sıcak bir gülüş,
milyonlarca insana sadakatle santral soğutmak için radyasyonun göbeğine inmek,
bugünkü darboğazı aşıp binlerce yıl sonra evrenin derinliğindeki kolonilerde
yüzen milyarlarca insanın doğuşuna neden olabilir. En dibe indiğinizde geride
sadece yardımlaşma kalır, o oldukça hangi vahşilikten ne süreyle geçerse
geçsin soy tükenmiyor, insan eti ağır, kolay yok olmuyor.” (T.Ceylan, Sendai’den Mektup Var’dan, CBT Sayı
1254)
İNSAN BEYNİ,
İNCE AYRINTILARLA ÖĞRENİYOR
Soru: Uzmanlar daha fazla bilgi mi
toplayıp, işliyor, yoksa bilgileri daha iyi mi işliyorlar? Yanıt: Bir alanda
uzmanlaşma daha fazla bilgiyle değil, ayrıntıları ayırt edebilme yetisiyle
elde ediliyor. (Berlin Charité Üniversitesi, Magdeburg Otto-von-Guericke
Üniversitesi) Şarap uzmanları ilk yudumda bir üzümün özelliklerini nasıl
tanıyor? Sanatçılar en ufak renk farkını bile nasıl görüyor? Ve görme
engelliler belli belirsiz yüzey yapılarını nasıl hissedebiliyor? Uzun bir süre belli başlı insanların akıllarında
daha fazla bilgi tutabildiklerini sanıyorduk, ama artık biliyoruz ki önemli
olan bilgiyi işleme, diyor Johannes Faber. (CBT, 1261’den..)
BIRAZ SERVET
DÜŞMANI OLSAK MI?
Biri zenginlerin lüks harcamalarından söz edince, cevabımız
hazır: “Sen galiba servet düşmanısın!”
Ve hemen ekliyoruz: “Sen komunist misin yoksa?’ Bir yanda aç
çocuklar ölürken, yoksul nüfusun bile televizyon ekranlarını süsliyen zengin
kimselerin, pahalı kürkler içindeki yaşamlarını, bjr milyarderin oğlunun
düğününü yoksul kitlelerin seyretmelerinin ne anlama geldiğini hiç aklınıza
getirdiniz mi? En ilerici dinlerin bile esasda feodal ya da kapitalist
düşüncelerin eseri olduğunu, acaba milyoner ve milyarderler servetlerinin ne
kadarını yoksulların yaşam koşullarını iyileştirmeğe harcadıkların niç
düşündünüz mü? Batı’nın üç yüz yıl sürmüş olan üstünlüğü sona ermek üzere iken,
bunu fırsat bilerek bir şeyler yapılamaz mi? Bizim gibi az gelişmiş ülkelerde,
kapitalizmi bir az daha törpüleyip, gelir dağılımındaki aşırı uçları biraz
kısamaz mıyız?
Diyelim ki Türkiye gibi bir ülkede iki parti seçime giriyor.
Biri dese ki: Zenginliğe sınır koyulacak; Eğitim tümüyle bedava olacak; Sağlık
hizmetleri tümüyle bedava olarak temin edilecek; Her aileye açlık üstünde
asgari geçim düzeyi sağlanacak.. Şüphem şu: Hepimiz o kadar kapitalist sistem koşullarına şartlanmış bulunuyoruz ki
bu bilinç durumumuz, kendi çıkarımıza aykırı bir düzene oy vermemize dahi neden
olabilir. Öyleyse halkımızın bu konularda bilinçlenmesi gerek.
Bütün halk oyu kurumlarının bu konuda seferber olması
gerekiyor. Medyanın ve siyasi partilerin
aç ölen çocukları ve lüks yaşam imajlarını devamlı karşılaştırması ve bunun
vergi ve harcama siyasalarına yansıması, bu yönde yol alınmasına faydalı
olabilir. Galiba demek istiyorum ki
herbirimiz, bir parçacık büyük servet düşmanı olsak fena mı olur? (Oktay Yenal, CBT 1253’deki yazısından)
ARAPLAR NE İSTİYORLAR?
Batılı
toplumlar Rönesans’ı, Fransız aydınlanmasını, sanayi devrimini yaratmış
oldukları için sanat ve edebiyat, felsefe ve bilimin Batı kökenli gelişmesine
inanıyorlar. Kendilerini uygarlığın temsilcisi olarak görüyorlar. Bugün için
haksız sayılmazlar. 15. yüzyıldan bu yana kitap basıyorlar. Biz Çanakkale’nin
nerede olduğunu bilmeyen ortaokul öğrencileri ve Libya’nın nerede olduğunu bilmeyen
adamlarla hangi uygarlığın temsilcisiyiz?
Kırkiki yıldır iktidarda oturan, petrol ihracatçısı Albay Muammer Kaddafi zamanında siz Libya’da bilim, sanat, felsefe alanında
bir şey üretildiğini işittiniz mi? Peki Mısır’da ne olmuş? General Mübarek zamanında
Mısır toplumu uygar düşünceler mi üretmiş? Dünya Mısır’ı bir piramitleriyle
biliyor, bir de İsrail yenilgisi ile. Peki Suudi
Arabistan toplumu hangi entelektüel yaratıları ile tanınıyor?
Pakistan,
Endonezya, Yemen, Arap yarımadasının petrol şeyhleri, Sudan, Fas, Cezayir,
Tunus hatta atom bombası yapıp İsrail’i bombalayacağını söyleyen İran’ı dünya
kamuoyu ne zaman işitiyor? Bu ülkelerin adını ya yurtdışında yaşayan
vatandaşlarının başarıları, ya da kendilerine muhalif olanların başlarına gelen
belalarla, demokrasi düşmanlığı, en sonda da ülkelerinin başına gelen doğal ve
insani felaketleriyle anımsıyoruz. İran
atom bombası yapacak ama, El Harezmi ya
da İbn-i Sina’yı artık yetiştirmiyor. Acaba o dehaların genleri hangi
cehalet çukurunda birikmiş? YA TÜRKİYE? (Doğan
Kuban, CBT sayı 1253’deki
yazısından)
GELİŞMEMİŞLİKTEN KİM SORUMLU?
Nasıl oluyor da
demiryolculuğa aşağı yukarı aynı tarihlerde başladığımız İspanya, bize yüksek
hız treni ve teknolojisini satabiliyor? Havacılık sanayiine bizden sonra giren
Brezilya, havacılık sanayii ve teknolojisinde niçin bizden çok ileride? Gerçekten, biz bu iki alandaki yarıştan niye
çekildik? Terk ettiğimiz yarışların bu ikisiyle sınırlı değil... Biz 1956’da Atom Enerjisi Komisyonu Genel
Sekreterliği’ni (TAEK) kurup nükleer bilim ve teknoloji alanlarında
çalışmalar yapmak üzere 1962’de Çekmece Nükleer Araştırma Reaktörünü faaliyete
geçirmemiş miydik?.. Demek ki, bu kritik bilim ve teknoloji alanlarına hâkim
olmaya tam yarım asır önce karar verip harekete de geçmişiz. Bugün neyin
peşindeyiz? Türkiye’de bir nükleer santral kurdurmanın... Bir yıl önce.. biz bu
santrali ‘anahtar teslimi’ G. Kore’den alacaktık, olmadı... G. Koreliler
nükleer alana ne zaman girdiler? 1959’da... Kore Atom Enerjisi Araştırma
Enstitüsü’nü (KAERI) kurarak... Ama onlar kurmakla kalmadılar; bu
enstitüyü niçin kurduklarını hiç unutmadan yollarına devam ettiler. 1995’te
kendi teknolojilerine dayanarak ilk araştırma reaktörlerini (HANARO) tasarlayıp
kurdular. 1996’da yine kendi teknolojilerine dayanarak geliştirdikleri,
standart nükleer enerji santrali tasarımını ortaya koydular. 1997’de
başladıkları 330 Megawatt’lık gelişmiş reaktör projesinde, kavramsal tasarımı
2002’de tamamladılar.. (Aykut Göker, CBT 1252’deki makalesinden..)
ÖZGÜRLÜK
AŞKı BIR ZINDAN ÇIÇEĞIDIR
“Hurafeyi, iç ve dış
kulluğu, köleliği, korkuyu, korkutmayı artık bir kenara bırakalım. Bunlarla
bize hükmetmeye çalışanlara karşı içimizdeki özgürlüğün gücüyle bilgiyi
işleyelim, eyleme dönüştürelim. Gücü bilgiyle kuralım, yalnız ve ancak böyle bir
güçle yaşamın gereksinimlerini anlamaya, karşılamaya çalışalım. Gücün hizmetine
bilgiyi değil, bilginin hizmetine gücü sokalım. Bunları söylerken Filozof Vehbi
Hacıkadiroğlu’nu ne denli ansam azdır. Bilgiyle insan ve özgür olunacağını az
mı söylemişti! Özgürlük aşkı bilgece bir aşktır. Zindanlarımızın çiçeğidir.” (Hayrettin
Ökçesiz'in yazısından, CBT sayı 1253)
SÖZLER
Güvercinlerin ve taksi
şoförlerinin hipokampüsleri büyük olur, birisi yiyeceğin, diğeri şehrin
haritasını çizer beynine çünkü * Sıkıntı ergenliği erkene alır * Bir yazarın
edebi gücü, bebekliğindeki fantastik materyali hafızaya kaydetme ve ileride geri çağırma
yeteneğinden gelir * Bir insan kendini izlemezse asosyal kalır, kendini
izlemeyi öğrenmek de bebekken anne tarafından izlenmekle başlar * İnsan
alacakaranlık canlısıdır, şüpheci, fırsatçı, avcı... * Eksikliğini fark eden
ayrı biri olmaya başlar * Toplum dağılırsa kelimelerin arkadaki anlamlarla bağı
kalmıyor, "kötüyüm" diyene "ben de kötüyüm" diye cevap
veriliyor, "neden kötüsün" denilmiyor * Kalp her attığında ölür,
sonra bir daha canlanır; ölüm milyonlarca defa canlanmış kalbin bir kez daha
canlanmamasıdır * Huzur sabitlikte, heyecan değişimde, mutluluk küçüklükte,
büyüklük aşkta vardır * Suçluluk kişinin, yaptığı davranışların, etrafındaki
olayların akışına ters olduğunu anlamasından, saldırganlıksa olayların akışını
kendi davranışları istikametine çekme çabasından kaynaklanır * Yalanların çoğu
değer kaybetmemek içindir * Yapıcı olmak için yansızlaşmak gerekir * Aşk,
birinin ruhunun diğerinin yüreğine doğru hızlı metastazı ve hasta bedenin içe
doğru yavaş infilakıdır. (Tahir M. Ceylan, CBT 1252’den)
TÜRKLERİN
SİMBİYOTİK TARİHİ
Türkiye’de bugün Osmanlı
hoşgörüsü yoktur. Fakat Osmanlı cehaleti yaşıyor. Bu da simbiyotik tarihin
garip bir sonucudur. Osmanlı sisteminin mutlak sultan kulluğu ve devşirme
sistemi, iki olumsuz davranışı, Türk toplumuna miras bırakmıştı. Birincisi
iktidara geçenin halka kul gibi bakmasıdır; ikincisi devşirme kulun temel
davranışının mümkün olduğu kadar çabuk zengin olmak, ve gününü gün etmek
felsefesidir. Bu, fırsatçı ve epiküryen (olumsuz anlamda) bir tu. Avrupalıların
kan içicilikleri Helenistik ve Roma çağlarından miras kalmış olmalı. Tacitus’un
imparatorluk Roma’sının Yıllıkları adlı tarihinde sözü edilen Tiberius’un
katliamları yanında bugünkü polis terörü zemzemle yıkanmış gibi kalır.
Avrupalıların insan haklarına bugün, soyut da olsa, verdikleri değer, bu eski
vahşetlere bir tepki olarak gelişmiş olmalı. (Doğan Kuban, CBT Sayı 1252’den)
KARŞI
CİNSİN İLGİSİNİ NASIL ÇEKERSİNİZ?
Son yapılan araştırmalar,
karşı cinsin ilgisini çekme konusunda bilimsel bulguları ortaya çıkartıyor:
Kadın ve erkek farklı stratejiler benimsemeli, kadınlarda kırmızı giysi
(tutkunluk, cazibe ve doğurganlık) ilgi çekiyor; Kırmızının erkeği de
arzulanır kıldığı ve statü göstergesi havası verdiği ileri sürülüyor; erkeğin
başka kadınlarla ilişkileri olduğu izlenimini uyandırmaları, kadınlara rakibini
alt etme heyecanını yaşatıyormuş.. (Kadın deneklerin %59’u bekâr olduğu
söylenen erkeği, %90’ı, evli olduğunu düşündükleri erkeği seçmiş)
Erkek atalarımız, diğer
erkeklerin ilgisini daha önce çekmiş olan kadınlardan uzak durmaya gayret
ederlerdi: o kadınların başka erkeklerden hamile kalmış olma ve başkasının
çocuğuna babalık etmek olasılığı... Araştırmada, flört etme “stillleri” de
sıralanmış!.. Merak: her kesimde –sınıfsal,eğitsel durum– bu saptamaların
geçerli olup olmadığı belirtilmemiş.. Ancak, bunların hepsinin ortalamaları
ölçtüğünü de bilmekte yarar var.. New Scientist, 12 Şubat 2011’den derleme, CBT
sayı 1250
KADıNLARıMıZı
NIÇIN KORUYAMıYORUZ?
“Son
7 yılda kadın cinayetleri % 1400 arttı. Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre
Türkiye’de günde ortalama 5 kadın öldürülüyor.” 11.2.2011, Cumhuriyet. Son yıllarda ülkemizde
dini eğilimler ve kadını daha çok kontrol etme eğilimleri devlet politikası
haline geldi. Bu eğilimler, özdeşim düzeneği ile hemen halkın davranışına da
yansıyor. Şiddet, insana ait özelliklerden biridir. Açık tehdit ve güç
kullanımı ile birliktedir. Çevreyi kontrol etme ve hükmetme amacı taşır. Başta
öldürme olmak üzere çevreye ve kendisine zararlı her türlü davranış bu gruba
konulabilir. Ataerkil toplum ve erkek egemenliği, kadını kontrol etmeyi temel
amaç olarak görmektedir. Tarih boyu süregelen eğitim ve çocuk yetiştirme
biçimlerimiz kadınları ve kız çocuklarını sıkı biçimde denetleme ve kontrol
etmeyi erdem sayıyor.. Önemli siyasi çalkantılar yaşayan ülkemizde baş örtüsü
de bir özgürlük gibi sunulmakta. İnançları gereği baş örtüsü kullanma adı
altında, kadınlar erkekler tarafından denetlenmekte, din adına kadın kontrol
edilmeye çalışılmakta. Kadın cinsel nesne ise erkek de öyledir. Neden kadın
örtünür de erkek örtünmez? Bunu kimse sormuyor. (CBT 1250,Prof. Dr. Nevzat Yüksel’in yazısından)
NASIL BİR
DEVLET?
Devlet’in Hobbes’ça
sözü “protego, ergo obligo” (koruyorum, öyleyse yükümlü kılarım)”dır.
Haraççılar da çarşıda pazarda esnafı korurlar kendilerince. Mafya filmlerinden
de biliriz bu korumayı. Siyasal sistemde devlet ve din birbirlerini korur. Kime
karşı? Önce başka devletlere ve dinlere, sonra da sırtına bindikleri
mükelleflere karşı… Kendisini kendi başına koruyamayan halka birileri bu
kurumların içerisinde tebelleş olur. Koro halinde söyledikleri söz budur:
Protego, ergo obligo! İnsanların korkularından beslenirler. Önce yaratırlar bu
korkuları. Korkmayandan korkarlar da, milleti korkutmak için yapmadıkları şeyi
bırakmazlar. İşkence ve atom bombası bunun içindir. Cehennem bunun içindir.
Tanrılar bile korkutsun isterler. Bırakmıyorsa, nasıl olmalı devlet? Tabii ki, hukuk
devleti… (Hayrettin Ökçesiz’in yazısından, CBT sayı 1249)
OSMANLININ
DÜNYA İMGESİ
Uygarlığın yaygın kanıtı,
davranışlarda insan varlığına saygıysa, fiziksel çevrede estetik duyarlık, ve
sanat yapıtı üretimidir. Bu ikisi pratikte paralel olmayabilir. Fakat estetik
duyarlığı gelişmemiş bir toplum, vur, kır dışında hiçbir şeyi iyi yapamaz.
Bernard Berenson: “Hiçbir insan
yapıtı, eğer bizi insan olmaya daha çok yaklaştırmıyorsa ‘bir sanat’ yapıtı
değildir.” der... Böyle bir dünyayı Osmanlı ile karşılaştırmak zordur.
Çünkü Rönesans’ın görsel üretimi olağanüstü zengindir. Biz Rönesans’ı sadece
ürettikleri düşünce ve mimaride değil, insanlarının fizyonomileri, kimlikleri,
giysileri ve yarattıkları çevrenin bütün öğelerinin resimleriyle tanıyoruz.
Bunun ne kadar temel bir
fark olduğunu bugüne kadar bu toplumun düşünürlerinin çoğunluğu anlayamadı.
Bunların dinle ilgisi yok. Dini ideoloji aracı olarak kullanılmaları acıdır.
Rönesans’ın en vurucu gösterisi resimdir. Yazıyla tanımlananla resimle
tanımlanan dünyalar farklı boyutlardadır. Rönesans’ın insanlarını portreleriyle
tanımak ne kadar heyecan verici bir şey. O resimlerde asıl insan gerçeği var.
Michelangelo ya da Leonardo’nun portrelerini yazılı bir betimleme ile yapmak
olanaksızdır. Biz tarihimizin büyüklerini fizyonomileriyle tanımayız. Biz
Sinan’ı hiç tanımayacağız. Eğer İtalyan ressamlar olmasaydı Fatih’i de
tanımayacaktık. Bu portreler tarihi kişilikleri dünyalarına yerleştirmek için
akıl almaz araçlardır. Ne yazık ki Avrupa – Osmanlı karşılaştırması böyle bir
görsel dengesizlikle başlar. (Doğan
Kuban’ın yazısından, CBT 1248)
GEZEGENIMIZI
KURTARMANıN ÜÇ ŞARTı
1-
Hala yüksekliği övünme konusu ve planlama hedefi yapılan büyüme
ekonomisine derhal son verilmelidir. Hava, su ve toprak kirliliğini tehlikeli
boyutlara ulaştırmadan büyümenin artık sonuna gelinmiştir.
2-
Ancak, dünyadaki nüfus artışı durdurulmadan, büyüme ekonomisine son
verilemez. Çünkü aksi takdirde açlık, yoksulluk, hastalıklar ve cehalet
bugünkünden daha da yüksek düzeylere çıkar. Bu nedenle yapılması gereken şey,
dünya ölçeğinde, her çiftin en çok iki çocuk yapabilmesi kuralını getirmektir.
Her çift en fazla iki çocuk sahibi olduğunda, dünya nüfusu artışını durduracak
ve sonra da giderek küçük bir oranda azalmaya başlayacaktır.
3-
Silah üretimine ve lüks eşya üretimine derhal son verilmelidir. Bu
alanlardaki üretimlere ayrılan kaynaklar, eğitim, sağlık, yoksulluğu azaltma ve
çevre iyileştirme çalışmalarına ek fon olarak aktarılmalıdır. (Osman Bahadir’ın yazısından, CBT 1247)
ÜNİVERSİTELER
KİMİN?
Öğrencilerin mi?
Hocaların mı? Her ikisinin de mi? Devletin mi? Yatırımcıların mı?
Ulusal/uluslararası şirketlerin mi? Siyasal iktidarların mı? Bağış
ekonomisinin, sivil toplum kuruluşlarının öznelerinin mi? Değişim ekonomisinin,
serbest piyasanın aktörlerinin mi? Toplumun mu? Kamunun mu? Aklını toplumsal
ahlakın ilkelerine göre kullananların mı; yoksa aklını bilgiye dayalı olarak,
kamusal bir biçimde kullananların mı?
Toplumsal ahlakın hemen
her şeyin belirleyicisi olduğu, toplumla kamu arasındaki farkın ileri boyutta
kendini gösterdiği, bireylerin/kişilerin gereksinim/çıkar, değer/erdem
gerilimini çokça gereksinimlerinden, hatta onun da ötesinde çıkarlarından yana
çözdüğü ortamlarda üniversiteler, toplumun-kamunun en sorunlu bölgeleri/kurumları
olarak ortaya çıkıyor. Üniversitelerimizde gerilimli, çatışmalı durumlar
sürmekte; kamuyu taşıması gereken “aklın bilgiye dayalı kullanımı” (Kant) bir
türlü niyetin ve eylemsel olanın, kalkış noktası olamıyor. Eylemlerimizin
arkaplanında yer alan zihinsel duruşumuzun sağlamlığı, bunalım ya da kriz
ortamlarında sınanır.
İşte üniversitede yüz
yüze geldiğimiz bunalımları, çoğu zaman bilgiyle değil, toplumsal ahlakın
belirleyiciliğinde, duygusal bir çerçevede, keyfilik içinde ve hatta “şiddet”le
çözmeye çalışıyoruz. Theoria’sı
olmayanın praxis’inin de
olamayacağı hâlâ anlaşılmış değil yeterince. Elbette anlayamayız: Üniversite
bizim icadımız değil ki, bu kurumların, theoria-praxis
bütünlüğüyle öğrenci ve hoca birlikteliğinin sonucu olduğunu anlayabilelim! (Prof. Dr. Betül Çotuksöken’in yazısından, CBT
Sayı 1246)
“DEĞIŞEN
DOĞA -DEĞIŞEN BILIMLER”:
* Eğitim hayatidir. Dünya
sorunlarının karmaşıklığını kavramada sosyal –beşeri bilimler büyük bir
rol üstlendiği için, bilim
eğitimi,
ilköğretimden yüksek ve halk eğitimine değin bütün düzeylere nüfuz
etmelidir (girmelidir).
* Çevresel değişim, sosyal eşitsizlik, ekonomik kriz,
yoksulluk ve çatışma (terör) sorunlarının çözülmesi için yerel
düzeydeki demokratik temsil (yönetim) ile küresel sorunlar arasında daha
iyi bir denge (iletişim) kurulmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
* Bu çetin sınavları aşmak ve gelişme (çözüm) modellerine
erişmek için, yeni felsefi ve bilimsel görüşlere (paradigmalara)
gerek vardır. (Uluslararası Sosyal
Bilimler Konseyi (International Social Science Council - ISSC) ile
International Council for Philosophy and Humanistic Studies) Aralık 2010
tarihleri arasında Nagoya’da (Japonya) “Değişen
Doğa-Değişen
Bilimler” konulu ortak sempozyumu sonuç bildirisinden. Tam Metin: CBT
sayı 1246 ve TÜBA Sitesi)
BATI
EGEMENLİĞİ VE İSLAM
Bir toplumda
insanların küçük bir bölümü bile geleceğinden şüphe duyuyorsa, orada
uygarlık olduğu söylenemez. Dünya da öyle. Silahı bir tehdit
aracı olarak kullanan devletler oldukça, dünya uygar olmayacak... Eğer bir İslam ülkesinin bütün düşünürleri ve iyi niyetli
insanları bu olguların nedenlerine yanıt aramıyorlarsa, geleceklerini
planlayacaklarına neden inanılsın. Müslümanlar toplumsal birikimlerinin ve
emperyalist dayatıların doğasını anlamak ve gelecek
bağlamında bu çıkmazlara çözüm bulmak
zorundalar... İslam dünyasının bir başka sorunu, fakir Müslüman
toplumların önünde zengin ve gelişmiş bir Hıristiyan
dünyası olmasıdır. Biz Türkler İslam dünyasının evrensel
konjonktür içindeki yerini ilk anlayan Müslümanlarız. Bunu üç yüz yılda anlamak
sadece bir imparatorluğa mal olmadı. Türkiye’nin
bugün içinde bulunduğu ve ülkenin geleceğini tehlikeye atan zihin
kargaşasının da nedenidir. Bugün gelişmiş dünya bizi kullanmak
için hangi yalanı söylerse söylesin, ve iktidarları hangi yöntemlerle okşarsa okşasın, gelişmişliğin ‘bilim ve teknolojiye’
dayandığını anlamayan herkes budaladır. Batıda ‘ılımlı
Hıristiyan’ sloganı var mı? Çin’de ılımlı Budist, ılımlı
Konfüçyüsçu sloganı var mı? Neden Batılı kapitalistlerin yayın ordusu
Türkiye ile uğraşıyor? Çünkü sömürmek
için savaştıkları İslam dünyasında sürü dışında kalmış tek ülke
Türkiye’dir... Sorun bir Hıristiyan-Müslüman kavgası değil, kapitalist
hegemonyanın ölüm kalım kavgasıdır. (Doğan Kuban, CBT sayı 1246’daki
yazısından)
DÜŞÜNCELER
En çok hayat gibi bir
dengesi olan adamları ve ahiret gibi karanlığı ve aydınlığı birarada tutan
kadınları severim.
Çok fazla bilgi verenden
bilgi alınmaz.
Bir sarmaşığın bile yarım metre
ülkesi vardır.
Süt veren annelerin
takıntıları kaybolur, süt verileni beslediği kadar vereni de iyileştirir çünkü.
Aşağılık duyguma uygun konum
aldığımda, üstünlük duygusu olanların arasında yaşamım pürüzsüz akıyordu;
duyguma ters konum aldığımdaysa bu sefer de aşağılık duygusu olanların
arasında sorunsuz yaşıyordum; her iki durumda tersini yaptığımda ise felaketlerin
kıyısından dönüyordum.
Açık deniz
yolculuklarında içme suyu kurtlanınca, denizciler yanına su yerine alkol almıştı, gemicilerin çoğu o nedenle alkoliktir;
bazı şeylerin nedeni sandığımızdan basit olabilir.
İnsanı bazen
yetersizlikleri üstün yapar, Paganini mesela Ehler Danlos sendromu denen ve
keman çalmak için insanın elini kolunu "kırık" hale getiren bir
hastalığa sahipti.
Kişilik serbest kaldıkça
bozukluğu ortaya çıkar (Tahir M. Ceylan, CBT 1246’daki yazısından)
TOPLUMUN PSİKOLOJİK DİRENCİ ZAYIF MI?
Toplumda her şey Lao Tzu’nun Tao öğretisinde vurgulandığı gibi, karşıt olguların varlığı ile belirleniyor. Çok
korkanlar var, çok cesurlar (fütursuz) ya da her riski göze alan gözü pekler
var. Bunların varlığı korkanları büsbütün kaygılandırıyor. Düşünen ve ihtiyatlı bir
insanı kaygılandıran her şey var bu
ülkede.... Türk insanı kişisel yaşamında tahammülsüz gibi
dursa da, toplumsal yaşamında akıl almaz bir
tahammül gösterilebilir. Kuşkusuz bunda yüzyıllarca
sürmüş sultan kulluğu, son yılların eşraf ve ağa zorbalığı, topraksızlığın ezikliği ve her zaman devlet
otoritesinin dokunulmazlığına inanılmış olma hala etkili
psikolojik temellerdir. Bu kökleşmiş düşünsel ve davranışlar eleştirisiz, sesi çıkmaz bir
toplum psikolojisi yaratmıştır. Toplumsal
dayanışma bilincinin gelişmemiş olması da bunun
sonucu olarak görülebilir. Kişinin yalnız kalmaktan
korkmasına karşın, toplumsal dayanışmaya güvenci yoktur. Lao
Tzu’nun mantığına dönersek Yin Yang karşıtlıkları içinde mutsuzluk
– mutluluk, açlık – tokluk, kötülük – iyilik, savaş – barış olgu çiftleri içinde
kefede ağır basanlar mutsuzluk, açlık, kötülük ve
savaştır. 20. yüzyıl tarihini bilen herkes bunu az
çok biliyor. Dünya basını korku ve endişe üzerine ‘rating’ yapar.
Savaşlar, açlık, deprem, yangın, cinayet dünyada en
bol olan olaylardır. İşkencede her zaman
dünyanın bir köşesinde vardır. ABD’de korkunun sistematik
olarak beslendiğini ünlü dilci Chomsky söyler.
.. Toplum gelecekten umudunu yitirmişse geleceği karşılamak, kendini savunmak
için bir şey yapmaz. O zaman çürümüş bir orman gibi
mantarlar, yosunlar, sarmaşıklar, otlar geleceğin yolunu
tıkarlar. Cennet umudu dinlerin en büyük gücüdür. Umudun rasyonel
olup olmaması önemli değildir. Umudun varlığı önemlidir. (Doğan Kuban, CBT sayı 1245’teki
yazısından).
SİBORGLAŞTIK MI?
Sibernetik Organizma
(Cybernetic Organism) kelimesinden türetilmiş olan siborg
(cyborg) yarı organik yarı teknolojik canlı organizmalara verilen isim.
Peki birisi “Artık hepimiz birer siborg olduk” dese buna inanır
mısınız? Siborg Antropoloğu olan Amber
Case’in TED.com sitesindeki video klibini izleyene dek ben de aynı düşüncedeydim. Ancak Case’e
göre siborglaşma süreci fiziksel evreden zihinsel evreye
geçmiş durumda. Yani bir canlı organizmanın
(örneğin insan) siborg olması için illa ki fiziksel
yapısında teknolojik bir ekleme yapmak gerekli değil. Eğer internete
giriyorsanız, cep telefonu kullanıyorsanız, eposta gönderiyorsanız... siz
de siborglaşıyorsunuz demektir. Zihinsel düzeydeki yaşamınıza dijital
teknolojinin kablosuz sinyalleri nüfuz etmiş demektir.
Telepati ile olmadı
dijitalleşme ile oluyor! İnsanlar ağızlarını açmadan,
yerlerinden kalkmadan dünyanın öteki ucuyla iletişim kurabilir hale
geldiler. Böylece fiziksel bireyin sanal muadili de ortaya çıktı. Popüler
ismiyle buna “avatar” deniyor. Örneğin şu an bir siborg olarak
ben bu yazıyı yazarken, siber kısmım olan dijital avatarımın twitter bölümüne
takip ettiğim diğer siborgların gönderiği mesajlar gelmekte,
Facebook’taki kısmımın duvarına arkadaşlarım yeni içerikler
eklemekte, eposta kısmım yeni mesajlar almakta, blog bölümüm ise eski
makalelerimi okuyanlara hizmet vermekte.Yoksa bu durum insanı giderek makineleştiriyor mu? Amber
Case’e göre cevap hayır. İnsan aslında böylece daha
çok insan oluyor. (Tanol Türkoğlu’nun yazısından, CBT
1245)
“...TENHALIK YERLERDE UFAK TEFEK ÇATIŞMALAR”
MI?
Aykut Göker, “Başbakanın Kars’a hâkim bir
noktaya dikilen heykele (‘put’a) ve ardından içkiye (‘haram’a) karşı açtığı savaşı tırmandırdığı günlerde” Güney Gönenç’in
1984’de yayımlanan bir yazısını okumaktadır; orada Gönenç, Isaac Asimov’un bir
yazısını alıntılamaktadır. Asimov, taa Darwin zamanında Evrim teorisi
konusundaki tartışmalarda bilimin doğma karşısında kesin zaferini
ilan ettiğini söylemekte ve ‘Tarihte pek az tartışma
böylesine ezici bir sonla noktalanmıştır.
Boş
inançların bilime karşı
bu son saldırısı orada ve o anda yenilgiye mahkûm edilmişti... Şimdi tenhalık yerlerde ufak tefek çatışmalar oluyorsa da esas savaş bitmiştir.”demektedir. Göker’in yazısı şöyle sürüyor:
Güney Hoca bunları
anlattıktan sonra, yaradılışçıların, ABD’de hâlâ
sürüp giden, evrim kuramı karşıtı hareketlerine değinir ve Türkiye’de
sürdürülen, aynı doğrultudaki çabalardan da örnekler verir. Ve
yazısını şu sözlerle noktalar: “Akla ister istemez Asimov’un ‘tenhalık
yerler’ hakkında söyledikleri geliyor.” Güney Hoca bu yazıyı yazdığında yıl 1984’tür. Aradan
26 yıl geçti. Hatırlayacaksınız, TÜBİTAK Bilim ve
Teknik dergisinin 2009 Mart sayısında, 200’üncü doğum yıldönümü
dolayısıyla Darwin’in kapak konusu yapılması ve evrim kuramını işleyen bir dosyaya yer
verilmesi TÜBİTAK üst yönetimince engellenmişti. Bunun duyulması
üzerine yükselen tepkiler karşısında, herhâlde işe yanlış zamanda, yanlış yerden başlandığı kanısına varılmış olmalı ki, TÜBİTAK’a geri adım attırılmıştı. Ama şimdi Başbakan, gerçekleştirmek istediklerine,
kendi îtikadınca doğru zamanda, doğru yerden başladı: ‘Putları kırarak’,
‘haramın kökünü kurutarak’, imamı aile imamı yapıp her aileyi ‘îmâna
getirerek’... Başarırsa, gerisi zâten
teferruat...
Güney Hoca tereddüdünde
haklıymış. Bu “tenhalık yerlerde” durum, pek de “ufak tefek çatışmalarla” geçiştirilebilecekmiş gibi gözükmüyor. Bilimin
işi buralarda zor... Daha da ürkütücü olan,
üniversitelerin üzerine çöken sessizlik... Tıpkı Almanya’da Nazizm’in yükselişe geçtiği dönemde Alman
üniversitelerinin üzerine çöken sessizlik gibi... (CBT Sayı 1245, Aykut
Göker)
FİAT IUSTİTİA ET PEREAT
MUNDUS
“Adalet yerini
bulsun da, isterse Dünya yıkılsın!” diyen bir kimsenin her şeyi göze alan bu arayışını uygar bir hukuk
topluluğunun paylaşması elbette olanaklı değildir.
Ama bu çeviriyi doğru saymamız istenirse, bu
sözü “fiat iustitia ne pereat mundus”
(adalet yerini bulsun da Dünya yıkılmasın) biçiminde düzeltmek gerekecektir.
Dünyayı yıkan bir “adalet”in hiç adil olmadığını insanlar daha büyük
acılarla öğrenmek zorunda kalmıyor mu? Bu yanlış anlamaya Martin
Luther’in çevirisinin yol açtığını Liebs iki önceki
yazımda andığım yapıtında belirtiyor. Liebs’in “fiat iustitia et perat mundus” çevirisi:
“Adalet yerini bulsun ve kibir yıkılsın” biçimindedir... Bugün her ülkede her şeye rağmen insanların
stadyumlarda, internette, sokaklarda, caddelerde yıkılası bir kibre, adalet ve
özgürlük talep ederek meydan okuması, çıkarları uğruna “isterse Dünya
yıkılsın” demeye getiren sömürgenlere karşı yeni bir dönemin ön
habercisidir. Adalet yerini bulsun, Dünya yıkılmasın! (CBT Sayı 1245, Hayrettin Ökçesiz’in yazısından)
KENDİ DİLİMİZLE DÜŞÜNCE
ÜRETEMEZSEK?
“Varlık bilinci sisli,
bir toplum nasıl yaratılır? Vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğunda öğretim dili İngilizce. Yarım yüzyıl öğretim üyeliği yapmış ve Türkçe yazdığım kitapların bir çoğu İngilizceye çevrilmiş bir yazar olarak bunun
entelektüel kölelik hazırlayıcısı olduğunu düşünüyorum. .. Türkçenin, İngilizceden daha eski,
kanımca mantıklı ve kesinlikle güzel bir dil olduğuna inanan biri olarak,
bu uygulama bir kültür sömürgesi olma süreci başlangıcıdır ve Türk
aydınlarının beynine ne tür bir bağımlılık duygusu ifadesi
olarak yerleşmiştir... 20. yüzyıl son
çeyreğinde, ulusal kültür düşünceleri zayıflayıp,
küreselleşme olgusu tek tanrı olarak tahta çıkarıldıktan
sonra dilin yozlaşması emperyalist bir araç olarak bacaları
saran bir yangın oldu. Okuma yazmasız köylüler ‘bye, bye’ demeye başladı. Bugün milliyetçilikle,
Kurtuluş Savaşı ile, Atatürk’le kavga
eden pek çok zavallı sözde entelektüelin hangi iğreti ve yapma kültürün
hayalleriyle yaşadığını anlamıyorum. Söylem
olarak boyunlarına geçirilmiş iplerin kimler
tarafından çekildiğinin farkında oldukları konusunda da kuşkuluyum.
Bu
olguyu sadece politik yalakalık olarak tanımlamak doğru değil. Kanımca bu kendi
toplumundan ve kültüründen nefret eden aydınlar, bir psikiyatrın söylediği gibi ‘manik depresiv’
bir ruh halinin temsilcileri olabilir... Bazı gerçekleri
yadsıyamayız... Batı mitolojisine göre Avrupalılar dünyaya uygarlığı, Amerikalılar da
demokrasiyi getirdiler... Ne var ki demokrasi Batı uyarlığının olduğu kadar Batı
emperyalizminin de kilit sözlerinden biridir. Soyut olarak demokrasi eğer özgürlükle eşdeş olursa insanlığın yarattığı en güzel, en uygar
kavramdır... Bizde kimi aydınların kullandıkları demokrasi sözcüğü.. Batı ülkelerinde
geçerli değildir. Çünkü çarşaf, okuma yazma bilmemek,
birkaç kadınla evlenmek, kadınları meclise almamak, kuralsız zorbalık, ırk ve
inanç bağnazlığı Batı demokrasisinin öğeleri değildir. Kuşkusuz orada da var. Ama
ciddi bir aydına bu tavrı kabul ettiremezsiniz. (Doğan Kuban, CBT sayı 1244’teki
yazısından)
ERDOĞAN’IN KOPYA
BEYİNLERİ
Birden yandaş basının ne demek olduğunun yeni bir tarifini
buldum. Bu Ahmet Hakan’ın dünkü programında oldu.. Aaaa, ekranda, yanımda küçük
Erdoğan’lar var diye söylendim kendi kendime.. bu
konuda bir makale yazacagım, ama kalır Pazara-Pazartesiye, önceden burada
anonsunu yapayım dedim! Başbakan açıkça Başkanlık Rejimi üzerinde
durmaya ve tartışılsın istiyorum demeye başladı ya bir haftadır!
Hemen medyadaki “kopya beyincikleri” tartışmaya ve Başkanlık rejiminin
diktatörlük olmadığını, demokrasiye aykırı olmadığını yazıp çizmeye
söylemeye başladılar! Daha önce gündemlerinde ele
almadıkları bir konu! Ama Başkanlık rejiminin
faziletlerini anlatmaya başladılar! Böylece Başbakan’ın neden medyada
durmadan kendini “klonladığını” daha net gördüm!
Ancak “klonlar” biyolojik gerçek klonlar olmadığı için, özgün fikirsiz beşinci derecede silik mi
silik notları olarak gözüküyor hepsi! (3 Şubat 2011)
ARINÇ, CİNSELLİK VE İÇKİ
Bülent Arınç ilginç bir konuşma daha
yaptı: "Hayat içkiden ibaret
değil.
Hayat seksten ibaret değil.
Bir kısım çağdaş düşünceye
sahip olduğunu
söyleyenler sadece içki ve seksle olaylara bakıyor." Arınç parlak bir
demagogtur. Çağdaş insanlar arasında çağdaşlığı içkide arayan bir kişi gösteremez tabii ki..
Ama Arınç’ın çağdaşlığı nerede aradığına ilişkin çok şey söylenebilir. Bugüne
kadar uygarlığımızın yüzakı nitelikleri ile hemhal olmuş bir yönünü gören de
olmadı! Ben başka bir nokta üzerinde duracağım: Cinsellik!
Doğanın kendisine
bakarsanız, canlıların temel varoluş özünün, neslini
sürdürmekten başka bir şey olmadığını görürsünüz. En temel
varoluş dürtüsü de hayatta kalmaktır. Beslenme ve
cinsellik (üreme), varoluşun birbirinden kopmaz iki
temel bileşeni. Bu, insanlar ve (Arınç) için de geçerli.
Ama insanlar, “düş kurucu, sonsuz tasarlayıcı aklı” ile, diğer canlılardan koptu. “Varoluşu için gerekmeyen” bir dizi üretime girişerek, çevresini, doğayı, olayları kavrayarak
ve betimleyerek, bir uygarlık yarattı! Yukarıda, varoluşu
için gerekmeyen cümlesini paranteze aldım. Çünkü, gerçekten gerekmiyor mu, sorusu vardır. Temel bilimsel, düşünsel, sanatsal
etkinliklerimize bakacak olursak, geleceğe yönelik bütün
kurgulamalarımız, insan neslini sanki ebedi olarak sürdürmek güdüsünden
kaynaklanıyor… Ama “ilk”e geri dönersek, cinsellik insanoğlunun temel
aktivitesidir, (Arınç’ın da!), bugünkü uygarlığın arkasında çalışan temel mekanizma da
odur. Buna çağımızdaki görünüşüyle, isterseniz şunu ekleyebilirsiniz:
Cinsellik, yarattığı uygarlığı geliştirmek ve sürdürebilmek için de temel
aktivitedir! Zaten Arınç da sonraki konuşmasında kendine bakmış, herhalde “cinsel
Arınç”ı görmüş ve konuşmasından bu kavramı
çıkartarak, söylemini içkiye indirgemiş.. Hadi söyleyelim: İçki, insanın sonsuz
fantezisinden biridir.. Arınç bunu anlayabilir mi, bilmiyorum (ob, 30 Ocak 2011)
“GELENEKSEL AHLAK, DİNİN DEĞİL BİLİMİN ALANINA GİRMELİ..”
Sinirbilim uzmanı Sam
Harris, “Törel Görünüm: İnsana Özgü Değerlerin Bilim Yoluyla Belirlenmesi” adlı kitabında, bilimin
törelliği, geleneksel ahlakı kavrayacağımızı, gerçekte neyin doğru neyin yanlış olduğuna da ışık tutabildiğini öne sürüyor. “Doğru ile yanlış, iyi ile kötü gibi
kavramlar insanlarla hayvanların sağlık ve esenliğiyle ilgili kavramlardır.
Bu görüşü kabul ettiğimiz anda bilimin, söz
konusu sorulara yanıt getirebileceğinin ayırdına varmaya başlarız. Dinsel inanç
konusunda duyduğumuz en yaygın savunma, Tanrı’nın var olduğu yönündeki kanıtlardan
çok, dinin evrensel boyutta törelliğin tek dayanağı olarak sunulmasıdır.
Törelliğin bilimsel açıdan araştırılmasına yeterince ağırlık verilmesiyle, dinin
göksel ilgi alanlarından tümden çıkartabilir. Bu durumda dünya dinleri
kendilerini astroloji, büyücülük gibi alanlarda bulur. Katolik
kilisesini düşünün. Bu kilise papaz olmak
isteyen kadınları aforoz ederken, çocuklara cinsel tacizde bulunan
papazları aforoz etmeye yanaşmayan bir kurum. Bu
kurum soykırımın önüne geçilmesinden çok, doğum kontrolünün
engellenmesiyle ilgileniyor. Katolik kilisesinde eşcinsel evlilikler,
nükleer silahların yayılmasından çok daha büyük bir kaygı uyandırıyor. Bu kurum
törellik konusunda alternatif bir yapı önermediği gibi, yanlış bir yapı da sunuyor.
(CBT Sayı 1244)
DOĞRU İLE
YANLIŞIN KÖKENLERİ
Törel (ahlaki, geleneksel) değerler nereden geliyor?
Eflatun’un cennetinden, ya da başka herhangi bir yerden değil. Aristo, Konfüçyüs ve Darwin, değerlendirme
edimini genelde biyolojik yaratıkların temel işlevlerinden biri olarak, törel
değerleri de insan gibi yüksek düzeyde toplumsal ve akıllı canlılara özgü temel
bir işlev olarak ele aldılar. Çevre ile etkileşim içinde olan gen ağlarından
oluşan beynin, nasıl olup da törelliği sağladığı bilinmiyordu. Törellik,
görünüşe bakılırsa, beynin iç içe
kenetlenmiş dört süreciyle biçimleniyor:
a)
yavruların yetiştirilmesi ve onlara duyulan bağlılıktan kaynaklanan ilgi; b) başkalarının içinde bulundukları
ruhsal durumun tanınması sonucunda onların davranışlarını kestirebilmekten
sağlanan yarar; c) kıt kaynakların
dağıtılması ya da kitlelerin savunulması türündeki toplumsal bağlamda sorunlara
çözüm getirme; d) bir de, olumlu ya
da olumsuz destek, öykünme, koşullandırma ve örnekseme gibi yollarla toplumsal
öğrenme... Tüm bu unsurların sonucunda belirlenen örnek durumlar karşısında
toplumsal düzeyde kabul gören bir dizi tepki ortaya çıkar ki, buna da vicdan, ya da törel bilinç adı verilir. (CBT
1243’deki yazıdan.. Patricia Churchland, Kaliforniya Üniversitesi ve Sulk
Enstitüsü felsefe ve sinirbilim uzmanı. New Scientist, 16 Ekim 2010)
O ADAM NE DİYOR?
Ahmet Hakan'ın “Tarafsız Bölgesi”nde
Hrant Dink gündemde. Ankara'dan da Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu tartışmaya katılıyor. Oral Çalışlar da konuklar arasında! Bu
“iktidar yandaşı”, tabii, olayı sürekli olarak Ergenekon ile iliştirme çabasında! Eminağaoğlu, eskiden, Hrant'a bir
yazısından dolayı açılan Türklüğe hakaret soruşturmasında beraat
istiyor, suç unsuru görmüyor... Eminağaoğlu, bu kararının, şimdiki Adalet Bakanlığı tarafından kendisi
hakkında Hrant cinayetinde nasıl dava konusu yapıldığını bir belge ile
açıklamaya çalışıyor. Ve iktidarın cinayet konusundaki tutumuna somut bir örnek belge
gösteriyor. Ve bir de Hrant cinayetinin uluslararası niteliğine dikkat çekmeye çalışıyor. Oral, Eminağaoğlu'na müdahalede
bulunarak “konuyu saptırmakla” suçluyo, neredeyse Ahmet Hakan'a “susturun şunu” diyecek! Oral Çalışlar görmeyeli epey kabalaşmış! Acaba bu cesaretini,
programda Ahmet Hakan'ın kendisine “abi” demesinden mi aldı, diye de düşünmedim değil! Ama arkasındaki
“iktidar gücü” hepsinden daha önemli, tabii ki!
YAKINLAR VE
DÜŞMANLAR
İnsan beyni
doğal seçilim yoluyla kendi genlerini taşıyanları ve kendisiyle sürekli etkileşim içinde olanları gözetmek üzere evrilmiş.
Bebekler tanıdıkları şeylere yakınlık duyuyor: yabancı bir dili işitmek yerine,
kendi anadillerini yeğliyorlar; beyazların çoğunlukta olduğu bir yerde yetişen
bebekler beyaz yüzler gördüklerinde, siyahların çoğunlukta olduğu bir yerde
yetişenler de siyah yüzleri gördüklerinde kendilerini daha rahat hissediyor. Bu
tür tercihler zamanla önyargı ve davranışlara dönüşüyor. Yaklaşık 9 aylıkken
bebekler yabancılara karşı daha kaygılı davranıyor ve zaman geçtikçe kendilerini
gruplara ayırıp, dünyaya bizlere karşı ötekiler gözüyle bakmaya ve
uzaktakilerle pek ilgilenmemeye başlıyorlar. Törellik duygusunun gelişip
güçlenerek yabancılara uzanması kültürümüzün, zeka ve düş gücümüzün ürünüdür.
Yabancılara karşı en doğal tepkinin en iyi koşullarda kayıtsızlık, çok daha
sıklıkla da korku ve nefret olması tümden öngörülebilir bir durum. (CBT, sayı
1243 “O sıcacık duygu”dan)
KAPİTALİZM’İN SONU MU?
Son yıllarda yaşanan iktisadi bunalım, düşünürler arasında acaba
yüzlerce yıldır süren kapitalizm’in sonu mu geldi, tartışmasını da beraberinde
getiriyor. Birinci Dünya Savaşı İngiltere’nin dünya hakimiyetine son vermişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra perçinlenen
ABD hakimiyeti ise sona ermek üzere. Fakat belki daha önemlisi nereye doğru gidileceği hakkında düşünceler billurlaşmış değil ve garip şeyler oluyor. Örneğin, bu gün bile hala
seçimleri, zenginlerin vergilerini azaltmak istiyenlerin partisi kazanıyor,
hala CEO’lar çok büyük para alıyorlar. Gerçi aynı çapta olmasa bile, Türkiye'de
Cumhurbaşkanı’nın davetine Jaguar otomobili ile giden talebe liderleri var.
Bu tür kapitalizmin
herhalde sonu gelmek üzeredir. Gelişen ülkelerin çoğu zenginleşecekler, fakat uygarlık
sorunlarını çözebilecekler mi? Her ülkede kapitalist sistemde büyüyen işsizlik sorununa nasıl
çare bulunacak? Bu gün Hindistan’ın bir lokma bir hırka felsefesiyle
yüzyıllarca sürünmüş halkı, 50 yıl sonra bu tevekküle razı olacak mı? Nasıl olacağını bilmiyoruz, fakat bir
gerçek var ki 50 yıl sonra dünya çok değişik bir dünya olacak. (Oktay Yenal'ın yazısından, CBT sayı
1243)
2011’DE
BİZLERİ NELER BEKLİYOR?
Temeli geçmiş yıllarda
atılmış pek çok bilimsel çalışma meyvelerini 2011 yılında verecek. Şimdi bilim
insanları büyük bir heyecan ile bu çalışmalardan alınacak sonuçları bekliyor:
-Büyük Hadron
Çarpıştırıcısı’ndaki, LHCb dedektörü
-Uyumu artıran pek çok
genin keşfini kolaylaştıracak yeni teknikler
-Ulusal Ateşleme Tesisi’nde
denenmekte olan füzyon
-Nötürleşleştirici
antikorlar
-Fişe takılıp şarj olabilen
aküler ile çalışan melez otomobiller
-Sıtma aşısının III.Faz
denemelerinin sonuçları
-Robotların üstleneceği
yükler
-Özel uzay uçuşları
-İnsan embriyonik kök
hücreleri üzerindeki nihai deneyler
-Dünya’ya benzer Güneş
Sistemi dışındaki gezegen keşifleri
SANATÇı VE
TAKLITÇILIK
Bir sanatçıya yapılacak en
kötü hakaret, bir taklitçi oluşudur. Bu yakalandığı zaman başarısız olan
kopyacı öğrencinin durumudur. Kuşkusuz gelenekler sürüp gider. Toplumlar
yapılarını, teknoloji değişmedikçe, bilinen şemalar içinde yaparlar. Fakat her
yapılan kendinden öncekine bir şey ekler.
Her insan, ne
kadar yeteneksiz olursa olsun, yeni bir şey kurgulamaya çalışır. Homo Faber, ne
kadar yeteneksiz olsa bile, akılla donatılan bir yaratıktır. Bu insanı
hayvanlardan ayıran özelliktir. Akıl, her durumda, yeniden düşünen ve
değişiklik getiren bir araçtır. Bu değiştirme eğilimi, kuşkusuz, hataların
ortaya çıkmasını da birlikte getirir. Ne var ki insan yaşamında her şey deneyle
değişir ve gelişir. Sanat da bu insani eğiliminin dışında kalmaz. (Doğan
Kuban, CBT sayı 1242, Genç
Mimarlara Tavsiyeler, başlıklı yazısından)
FAREYE ŞARKI
SÖYLETTIRDILER
Japon bilim insanlarının
genetik değişimden geçirdikleri fare, kuş gibi şakıyor. Aslında dış görünüşü
değişmiş fareler beklediğini söyleyen proje yönetmeni Arikuni Uchimura (Osaka
Üniversitesi), yeni doğmuş yavrular arasında şakıyan bir fare fark etmiş. Bir
rastlantı sonucu oluşan bu özellik nesilden nesle aktarılmaya devam edildi ve
şu anda diğer araştırmalarda kullanılmak üzere yüzden fazla şakıyan fare var
laboratuarımızda, diyor. Diğer ülkelerde ötücü kuşlarla yapılan araştırmalarla,
kuşların sözcükler gibi bir araya getirilen farklı ses elementlerinden
yararlandıkları görülmüştü. Kuşlar bu elementlerden daha sonra dil kurallarına
uygun şarkılar üretiyorlar. Ancak, beyin yapıları insana daha çok benzediği
için farelerle araştırmak daha iyi, diyen bilim insanları, farelerle elde
edilen bilgilerin insan dilinin kökenini araştırmada yararlı olabileceğini
düşünüyorlar.
İSTİFASI
GÜNDEMDE Mİ
“Heykele ucube dedim”
diyerek Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ı yalanlayan ve tersleyen Başbakan
Erdoğan’ın bu sözleri için dün bu köşede “Kültür Bakanı’nın istifası bekleniyor
veya istifaya çağrıldı” demiştik. Nitekim Bülent Arınç da, 32. Gün
programında "Bakan arkadaşımız kendisi açısından doğru olduğunu düşündüğü
bir şey yaptı ama, Allah bizi o duruma düşürmesin" diye konuştu..
Başbakan, artık “sosyal demokratlardan devşirme desteğe” ihtiyaç mı görmüyor?
“Yahu bizim çekirdek kadroda kültürden anlyacak kimse mi yok..” anlayışına gelmiş
olabilir. RTF, kendine güvende tavana vurmuş durumda, seçimlere giderken
muhafazakarlığına da tavan yaptıracak, öyle gözüküyor. Hedef MHP oyları! (14
Ocak, 8:15)
ERDOĞAN,
KÜLTÜR BAKANINI İSTİFAYA ÇAĞIRDI
Başbakan, Kars'taki
İnsanlık Anıtı heykeli üzerine yaptığı yeni açıklamada, Kültür Bakanı Ertuğrul
Günay'ı yalanladı ve “Evet, ucube diyerek o heykeli kastettim” dedi. Kültür
Baknı ise "başbakan heykeli kastetmedi, çevresindeki gecekonduları
kastetti” demişti.. Erdoğan bu yeni açıklamasıyla şunu demek istedi “ben
heykelden anlarım, ne dediğimi bilmeyecek ve heykeli değerlendiremeyecek adam
mıyım da beni düzeltiyorsun...” Bu açıkça Günay için bir istifa çağrısıdır, en
azından güçlü bir kendini bil, uyarısıdır.. Bakalım Günay ne yapacak... 13 ocak
11, 13.00
SOSYAL
DAVRANIŞ
Nasıl her bir hücre,
organizmanın iç dengesini sağlamak üzere davranıyor, gerektiğinde kendini
büyütüyor, gerektiğinde bölünüyor, gerektiğinde ölüyor ve biz buna organizmik
homeostasiz diyorsak, aynı şekilde insanlar da ve diğer sosyal canlılar da,
büyük ve tek canlı (ortak canlı)’nın (sosyal) homeostasizini sağlamak için onun
lehine davranır, onun canlılığının sürekli olması için kendi canlılığını feda
eder, ortak ve tek canlının yaşamını yetkin biçimde sürdürmesini sağlamaya çaba
gösterir. Tahir M. Ceylan'ın
yazısından, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 1241
GELECEĞİNİ UNUTAN 2/10 TOPLUMU
Bu toplum neden geleceğine
karşı duyarsızdır? Sınava giren 1.350.000 lise mezunundan (sıfır çeken)
30.000’i nasıl bir öğretimin ürünüdür? Eğer sınavda soruların yarısını
yaparsanız, yani on üzerinden beş yaparsanız sıralamada 675.000 öğrenciyi
geçiyorsunuz. Bütün bu irkiltici, hatta dehşet verici eğitimsizlik haberleri
toplumun daha büyük bir hastalığının işaretidir. %20, üniversite giriş
sınavlarının ortalama başarı yüzdesi. Bu Türkiye’nin dünya ortalamasında
eğitim, ulusal gelir, sanayi, sağlık, tarım ve cehalet yüzdelerine de paralel.
Fen bilimlerinden 704.712, matematikten 251.324
öğrenci tek bir soru çözememiş. Türkçe ve sosyal bilimlerden de pek çok öğrenci
hiç soru çözememiş. Bunlara diploma veren bir orta öğretim sistemi, öğreticiler
var. Bu sonuçlarla eteklerimize teneke bağlayarak dolaşmak gerekir.
Üniversiteye 2/10 başarı
notu ile öğrenci alırsak, Türkiye bilgi toplumu olacak diye yüzyıllarca bekleyebiliriz.
Bu teknisyenler 2/10 grubunda yetişenler arasından mı çıkacak?..Bir kasabaya
üniversite açmanın mı yoksa bir bioyakıt enstitüsü kurmanın mı doğru olduğunu
düşünmek gerekmiyor mu?.. Eğitim çıkmazı, ekonomik çıkmaz, kentleşme çıkmazı,
enerji çıkmazı, tarım çıkmazı, sağlık çıkmazı, bilgisizlik çıkmazı,
politika-cehalet işbirliğinin ürünleridir. Doğan
Kuban'ın yazısından, CBT, sayı 1241
YEMEĞIN DÜŞÜNCESI
BILE DOYURUYOR
Bir paket çikolatayı hayal
etmek hem şişmanlatmıyor, hem de doyuruyor. Amerikalı bilim insanlarının son
bir araştırmasına göre ayrıntılı bir şekilde yemek düşünenlerin iştahı açılmak
yerine kapanıyor. (Carnegie-Mellon Üniversitesi, bilim insanları, Science
dergisi) Oysa bugüne kadar hepimiz güzel bir yemeği düşününce iştahımızın açıldığını
düşünürdük. Hatta bilim insanlarının çoğu da bir yiyeceğin düşünülmesi halinde
de yemeği yeme, koklama ya da görme sırasında işleyen nöronsal süreçlerin
devreye girdiğini kabul ediyordu.
Şimdi durumun çok daha
karmaşık anlaşıldı: bir yiyecek hakkında üstünkörü düşünmek iştahı açıyor ama o
yiyecek hakkında ne kadar ayrıntılı düşünülürse, iştah da o denli
kapanıyor.
KENDİNİ ARARKEN..
“Kendimizi ararken bazen
labirentlerde kaybolur gideriz. Bir yol, bir iz bulmak isteğiyle aşmaya
çalıştığımız yolların, sorunların altında eziliriz. Oysa yollar aşmak için,
sorunlar çözülmek için vardır. İşte o zaman bir şair, kaybolduğumuz çölde bize
yol gösterir. Zaten çoğu zaman şairler, kendilerini acı çeken insanların yerine
koymaz mı? Onlar, adeta bütün bu çile çeken insanların kardeşi, arkadaşı, dostu
değil midir? Yaşamak sevdiğimiz bir şey.. yaşamak tek kolu, bacağı kalsa
da insanın inadına direndiği, kaybetmemek için mücadele verdiği bir büyük
savaş. Bizde bir biz var ki bizden içeri. Bunu anladığımızda bizden birçok biz
yaparak sıkışık kaldığımız odalardan dışarıya, insanların içine karışabiliriz.
“Beni bende demen bende
değilim
Bir ben vardır bende benden içeri”
Yunus’taki biziz aslında.
Hani o kaybettiğimiz biz. Biz önce bizi inceleyeceğiz, en büyük ilmin kendini
bilmek olduğunu bileceğiz, ondan sonra “sen bende, ben sende” diyebileceğiz
yani bir başkasının haliyle hemhâl olacağız. (Yard.
Doç. Dr. Hacer Gülşen, CBT, sayı 1240, Yunus’u Kaybettim Ruhumun
Çöllerinde, yazısından)
BEYINLERIMIZ
İLETI HALINDE OLMAYı SEVIYOR:
Beyin.. içinde taşıdığı bir
milimetre küpünde üç kilometre uzunluğunda sinir lifi, yüz milyar hücre, yüz
trilyon bağlantı, bir saniyede bitirilen katrilyonlarca işlem, tek bir bedene
herhalde fazla gelir. Nitekim kendi bedenimizi unutup başkalarını
algıladığımızda.. başkalarına yardımda bulunduğumuzda içimizi sıra dışı bir
huzur kaplar. Ama kendi bedenimize dönüp, onunla uğraşmaya başladığımızda..
sonu hep mutsuzlukla biter bu uğraşının.
Beyin, anlamak ve yaratmak
için vardır; birçok bedeni anlamak, onlar için organize olmak, onlar için
yaratıcı olmak ve ancak o zaman anlamlı kalınabileceğini anlamak, beynin gerçek
işidir.
Dikkat ederseniz
beyinlerimiz sürekli birbirleriyle bağlantıda kalmayı seviyor, telefon,
internet, posta, yollar, zamanında telgraf, duman, güvercin sayısız haberleşme
yöntemi olarak var(dı)..“interconnekte” beyinler sistemi var yeryüzünde,
bedenlerine değil, birbirlerine ihtiyaç duyan, giderek daha da öyle kurulan bir
sistem... (Tahir Ceylan, CBT sayı
1241'den)
KÜTLE KÜLTÜRÜ- SÜRÜ KÜLTÜRÜ:
Umberto Eco’nun sistemle
bütünleşenler (Gli integrati) dedikleri insanlara, biz koyun diyoruz. Yani
kütle kültürü, sürü kültürüne tekabül ediyor... Gerçeğin boşalması, yeteri
kadar tekrarlanmadığı zaman dış dünyadan gelen uyarılara tekabül edecek
imgelerin beyinde tam teşekkül edemediğini anlatıyor. Buna cahil toplum
sendromu diyebiliriz.. (Doğan Kuban, Kütleler
nasıl eğitilecek, başlıklı yazısından, CBT sayı 1240)
SOSYOLOJI
BÖLÜMLERI NE YAPıYOR?
Türkiye “en çok chat
yapıyor”, “Facebook kullanımında dünya dördüncüsü” diyorlar; biz de bu
verilerden yola çıkarak toplumumuz hakkında bilgi üretmeye çalışıyoruz. Bu
konuda asıl söz sahibi olan sosyoloji bölümlerimiz ne diyor; duyamıyoruz!
Peşinen “Hiçbir şey
yapmıyorlar, yapıyor olsalardı duyardık, bilirdik” demek yerine oturup
internetten biraz araştırdım. Ülkemizdeki belli başlı üniversitelerimizin
sosyoloji bölümlerinin web sitelerine baktım. Öncelikle şunu belirtmek isterim
ki bu siteler, sundukları içerik açısından içler acısı bir
durumdalar. (Tanol Türkoğlu, CBT
1239)
EGEMENLIK VE
MEŞRULUK:
Bu siyasal çalkantıda şu
yalın sözleri hatırdan çıkarmamalıdır: Egemenliğin sahibi Ulus, meşruluğunun
çerçevesi “İnsan Hakları”dır. Buna göre günümüzün “Örfi Hukuk”unun kaynağı
demokratik yasama, bağımsız ve yansız yargıdır. Tüm içeriksel hukuk ancak
“İnsan Hakları”yla vücut bulacaktır. Bunların yerine başka yöntemler, kaynaklar
ve içerikler önermek katıksız bir gericiliktir. (Hayrettin Ökçesiz, CBT 1239)
ARTıK ŞEMSIYE İLE
DOLAŞACAKLAR:
Ne yalan söyleyeyim çok
güldüm. Artik AKP yöneticileri şemsiye ile dolaşıyorlar:)) Fakat bu AKP liler
zamaninda Ergenekon için kafasından tutulup arabaya bindirilen, sabaha karşı
evi aranırken pijamayla çıkanlar için gülümsemeyle karışık ifadele
veriyorlardı. Türkiye 68 lerin gençlik hareketlerine benzer bir sürece
girer umarım. Zira tepkisiz, sessiz, sadece derse giren universiteli profili
Avrupa ve batı toplumlarına ters birşey. (Melis
Sezer)
BAŞBAKAN'ıN REKTÖRLERLE TOPLANTıSı
ÜZERINE
Sayın Rektörler, 1.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Başkenti Ankara'dır. Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı
resmi işerini Ankara'da yürütür. Üniversite rektörleriyle toplantı yapacağı
zaman, bilime saygı gereği, onları ayağına çağırmaz. Toplantı ya Ankara'daki
üniversitelerden birinde (tercihen en eskisinde), ya da YÖK'de yapılır, Sayın
Başbakan oraya teşrif buyurur. Sayın Rektörler, sizin İstanbul'da, Dolmabahçe
sarayında ne işiniz var? Sizler Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinin
rektörleri misiniz, yoksa Osmanlı medreselerinin eminleri mi?
2. Dışarıda öğrencileriniz,
yani Türk halkının size emanet ettiği çocukları cop, tekme, gaz bombası vd.
yöntemlerle öldüresiye dövülür, dahası cinsel tacize maruz kalırken, sizler
içeride bu olayların baş sorumlusuyla birlikte olmaktan hicap duymadınız mı?
Ben sizlerden hicap duydum ve sizleri kınıyorum. (Prof. Dr. Süleyman Çelik, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi, Samsun Akademik Elemanlar Derneği Yön. Kur. Başkanı)
HER HAFTA BIR
BAŞBAKAN SUIKASTI
Dün (6 Aralık 10) Habertürk
TV'de akşam programında Prof.Nevzat Tarhan, iktidarın ve emniyet güçlerinin
protestocu öğrencilere karşı vahşi şiddeti gerekçelendirdi ve şiddeti mazur
gösterecek bir palavra ortaya attı: “Her hafta Başbakana bir suikast
tezgahlanıyor ve emniyet güçleri de bunu engelliyor!” Programda yüzüne baktım,
palavra attığının farkında burada atıyor dedim. Onlarca, yüzlerce gazeteci bu
önemil haberi atlamışlar. Biz gazeteciler neden haberimiz yok bundan diye
sordum, araştırırsanız öğrenirsiniz demez mi! Vay canına! Neler
atlıyormuşuz.. Ama şaşmadım, iktidar yaltakçısı o kadar çok "akademik
titr” ortada dolaşıyor ki, sayamazsınız! Sonra anladım ki adam, “emniyet” ve
“iktidar psikiyatristi”! Onlara hizmet sunuyor! Her böyle olaydan sonra
psikolojik/ psikiyatrik tedavilerini yapıyor olabilir! Böylesini görmemiştim,
ama bu “üstün hizmetinin” karşılığını mutlaka görmektedir veya görecektir.
İKI KÖTÜ EĞILIM
Türk
toplumunda ülkenin geleceğini karartan iki eğilim var. Birincisini
profesör Canan Erzen’den
öğrendim: Amerikan Kız Kolejinde öğrenciler arasındaki bir konuşmayı dinlemiş.
Bir tıp fakültesi öğrencisi, lise mezunu olacaklara, Türkiye’de üniversite
öğretiminin işe yaramaz olduğunu ve Amerika’ya gitmelerini tavsiye
ediyormuş. İkincisi, kadını eve sokmak isteyenler. Otuz beş milyon kadın
evinde oturursa yetmiş beş milyon Türk nasıl yaşayacak? Bunu bu önerenlere
sormalı.
Tarlada bile kadınlarını
çalıştıran erkeklerin ürettikleriyle bütün Türkiye’yi besleyeceklerini ve dünya
toplumlarıyla boy ölçüşeceğimizi düşünen bu cüce herkülleri kim yetiştiriyor
acaba? Türkiye’nin aç kalması bunları ilgilendirmez mi? Bunlar yollarda
zikzaklar yaparak her arabayı tehlikeye sokan çılgın sürücüler türünden
insanlar olabilir. (Doğan Kuban,
Toplumun Ak Alınlı Kadınları'ndan, CBT 1237)
HARF DEVRIMI, EN
BÜYÜK DEMOKRATIK DEVRIM
1928 Harf Devrimi,
demokrasiyi kuracak, yaşatacak ve geliştirecek bilinçli yurttaşların
yaratılabilimesi amacıyla gerçekleştirildi. Yüksek demokratik içeriği de onun
bu özelliğinden ileri geliyor. Atatürk: "Yeni Türk Harflerini çabuk
öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz.”
Ülkemizde uzun süredir harf
devrimni karalayan bir kampanya sürdürülmekte. Bu kampanyayı sürdürenler erken
cumhuriyet döneminde hiç bir demokratik girişimin bulunmadığını da ileri
sürüyor.Oysa insanları eşit yurttaşlar statüsüne yükselten, kadınlarla erkekler
arasında hukuki eşitliği bütün yönleriyle sağlayan 1926 tarihli medeni kanun
devrimi ile.. Harf Devrimi yeni Cumhuriyetin demokrasyi yükseltmede ne kadar
bilinçli ve kararlı olduğunu gösterir..” Osman
Bahadır, CBT, sayı 1236
CINAYET ARABALARı
Bayramda kazalarda 150 kişi
ölmüş. Aynı günlerde bıçaklanarak ya da kurşunlanarak öldürülen 150 kişi
olmadığına göre, en büyük cinayet aracı otomobil demektir. Bunu sadece
insanların dikkatsizliğine bağlamak yanlıştır. Çünkü biz insanlara balta,
kazma, bıçak da veriyoruz, toprağı kazsınlar, odun kessinler, ekmek doğrasınlar
diye. Silahlarla ordular donatıyoruz, her gün insan öldürsünler diye değil.
Otomobiller geliştirdik, evlerine kolay ulaşsınlar diye. Eğer bu temel işlevlerin
yanında insanlar da sürekli ölüyorsa, otomobil kavramında insan ve toplumla
karşıtlaşan bir temel çelişki var. Bir ilaç yan etkileriyle insanları
öldürüyorsa o ilaç piyasadan kaldırılıyor. Otomobil ise giderek daha çok
üretiliyor. Sayıları arttıkça cinayet potansiyelleri de artar. Başlangıçta
uygarlık aracı olarak takdim edilen pek çok sanayi ürünü sonunda
insanın yok edilme aracı oluyor. bazı önyargıların terk edilmesi
gerek. Herhangi bir aracın uygarlık ürünü olmasıkullanımının insanın
sağlığı ve mutluluğu ile pozitif bir ilişki içinde olmasını
gerektirir. Silahbulundurmak izinle oluyorsa, her an bir ölüm ajanı
olarak dolaşan otomobilin cinayet yapmasını kontrol eden kurallar nelerdir? (Doğan Kuban, CBT 1236)
BIZ:
Bundan yüz elli-iki yüz bin
yıl önce Afrika’da güç şartlardaki az sayıdaki insan dar bir boğazı geçmişti, o
gün sorun yiyecek kıtlığı ve nüfus azlığıydı. Dar boğaz dayanışma, ortaklık ve
yaratıcılıkla aşılmıştı. Bugün yine bir dar boğazdayız. Bugünkü
sorunlarımız, özellikle bazı bölgelerde yine yiyecek kıtlığı, açlık ve şiddet.
İnsan bugünkü sorunlarını da yine onbinlerce yıl önce yaptığı gibi ortaklık ve
yaratıcılıkla aşacaktır. Onun en kuvvetli olduğu iki alan bunlardır çünkü,
özellikle ortaklık milyarlarca ve milyarlarca insanın toplam birikimi olarak
içinde her türlü gücü barındırmaktadır. İnsan her sıkıştığı devrede bu alana
geri dönmüş ve ihtiyacı olan enerjiyi oradan almıştır, yine alacaktır.
Gelişim psikolojisine göre,
benlik gelişimi bir yönüyle insanlara doğru, bir yönüyle de insanlardan
doğrudur.İnsan tek başına benlik geliştirememekte ya da ancak güdük bir
benlik geliştirmekte. Başkalarının duygusu yoksa bizim de duygumuz yoktur,
başkalarının düşüncesi yoksa bizim de düşüncemiz yoktur ve nihayet başkasının
bilinci yoksa bizim de bilincimiz yoktur. Yani başkalarının yaşadığı, doğrudan
bizim yaşamımızdır. Bu açıdan yaşam tümüyle ortaklık üzerinden yürümekte. En
anlamlı özne “biz”dir, biz olmadıkça ne “ben”, ne de
“sen”vardır. Karşılıklılık, kendini yapmanın temel biçimidir. (Tahir Ceylan'ın yazısından, CBT sayı
1236)
KATIL KRALIÇE ARı
*Dünya üzerinde 16,000 arı
türünün büyük çoğunluğunu tek başına yaşayan arılar oluşturuyor, toplu halde
yaşayan arıları yalnızca %5 kadarıdır.
* Kraliçe arılar 70 milyonu
aşkın spermi toplayıncaya dek farklı erkeklerle çiftleşmeyi sürdürür. Görünüşe
bakılırsa, erkek arılar çok da zeki değil.
* “Balayı” sözcüğünün
kökenleri eski bir kuzey Avrupa geleneğine uzanıyor. Bu geleneğe göre, yeni
evli çiftler bir ay boyunca her gün mayalanmış baldan üretilen bir içecek
içiyorlardı.
* Bal, sıradışı bir etkiye
maruz kalmadıkça, asla bozulmaz.
* Yaklaşmakta olan arının
kulağa gelen vızıltısı, arının dakikada 11,400 kez çırptığı dört kanadından
çıkan sestir.
* Yeni doğan bir kraliçe
arının ilk işi kendi kovanındaki doğmuş ve doğacak öteki kraliçe arıların
tümünü öldürmektir.
* Kocakarı inanışına göre,
eve arı girmesi bir konuğun eve geliyor olmasının habercisidir. O arıyı
öldürmüş olmanız ise, gelecek olan konuğun pek de hoşa gitmeyen biri olduğuna
işaret eder. İyisi mi, beklenmedik bir anda sizi ziyaret eden arıyı en güzel
biçimde ağırlayın! Kaynak: CBT, sayı 1235
KANıTLAR
SAYıLMAZ, TARTıLıR
“Argumenta non sunt
numeranda sed ponderanda – Numerantur sententiae, non
ponderantur. (Plinius d. J) Yani: Kanıtlar sayılmaz, tartılır – Oylar
tartılmaz, sayılır. İlkinde doğruluk, ikincisinde geçerlilik aranmaktadır.
Kanıtların bilge ve hafif
sesini kitlelerin gürültüsünde yahut diktatörlerin hırçın hezeyanlarında
duyulmaz kılarsanız, bunun vebali başka hiç bir ağır cürümde yoktur.
Çoğunluk
oylarıyla ancak bir geçerlilik elde edilebilir. Doğruluk, geçerli
olana doğrudan gelen bir şey değildir. Doğru olan ise, doğru olmak için
çoğunluk oyuna gerek duymaz.” Cumhuriyet
Bilim ve Teknoloji, 1235, H. Ökçesiz'in
yazısından)
“AĞRı ALGıSıNDA
TÜRK VE ALMAN FARKı
“Bir Türkün iyileşmesi için
ayrıntılı açıklamalar ve teselli gerekirken, bir Alman için reçete ve kesin
tanı yeterli olmakta”. İnsanların en fazla ağrı çektikleri bölge Doğu Anadolu,
oranı %84.6. Güneydoğu Anadolu %78 En az ağrı çekenler Marmara ve Karadenizde.
“Ağrı ve zevk, beyinde aynı
yerde üretiliyor! İçki içmek gibi keyifli deneyimlerde ve cinsel ilişki
sırasında benzer beyin bölgeleri etkinleşiyor”
“Ağrı, tedavi edildiği,
baskılandığı için evrimsel uyarı işlevini yitirmekte.
(Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 1225)
ZEKÂ YENIDEN TANIMLANıYOR; ZEKÂ 12
BILEŞENDEN OLUŞUYOR!
1.Görsel-uzamsal kısa
süreli bellek; 2.Uzamsal kısa süreli bellek; 3.Odaklanmış dikkat; 4.Zihinsel
evirip çevirme; 5.Görsel-uzamsal kısa süreli bellek+strateji; 6.Birleştirerek,
bağ kurarak öğrenme; 7.Tümdengelimli muhakeme; 8.Görsel-uzamsal işleme; 9.
Görsel dikkat; 10. Sözel muhakeme; 11. Sözel kısa süreli bellek; 12.Planlama
(CBT, Sayı 1224)
Eh artık, bu
sınıflandırmalardan birine herkes girecek demektir; giremeyenler için de
bilimciler yeni çalışmalar yapmak zorundalar!
ATEISTLER :
Sanırdık ki, ateistler daha çok aydın kesimden çıkar. Dünya
Değerleri Araştırması: (2005) Yüksek öğrenimli kişilerde tanrı yoksunluğu %
14.8! Orta öğrenimlilerdi %17.2! Ayrıca ortaokul mezunu bile olmayanların
yalnızca %29.6’sı telepatiye inanırken, eğitim düzeyleri yüksek kişilerde bu
oran %51.8!! 2008 araştırmasında %43 gibi ciddi bir kesim kendilerini
“dinsiz”olarak tanımlamış! Kaynak: New Scientist, 6 Mart 2010; Cumhuriyet
Bilim ve Teknoloji, sayı 1224. (15 Kasım 2010)