Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Temmuz 2013 Salı

Şu İddiayı Çürütelim: Özgür Basın Olmasa Bunları Yazabilir miydiniz


Evet, alttaki adamlarından sık sık duyduğumuz iddiayı, Başbakan da geçenlerde tekrarlamış... Ülkede basın özgürmüş, medya özgürlüğü varmış, bunun göstergesi de kendisine yöneltilen eleştirilermiş. AKP’lilerden bana gelen eleştiriler gibi, Başbakan da “basın medya özgür olmasa bunları yazabilir miydiniz” diyor..
İktidar cin mi cin.. Ama bu balonu patlatmalıyız..
Burada, 11 yıldır medyayı satın alarak, el değiştirerek, mali ve siyasi baskıyla susturarak/engelleyerek, muhalif yazarları attırarak, kamu oyunu iktidarın söylemleri doğrultusunda güdüleme çalışmalarını sıralamayacağım. Bir kitap hacmidir bu.. Ve herkesin gözü önünde oynanıyor.. Y.Akdoğan’ın Başdanışman olarak esas işi budur. Başarılı çalışmalarının ödülünü, son seçimlerde milletvekili seçilerek aldı.. Göğsündeki bu madalyanın değerini düşürmemek için, milletvekili olarak da elinden geleni yapıyor, medyanın tepesinde!
Burada sadece medya üzerindeki sansürün mantığını, amacını, hedeflerini yazacağım. Buna bir yazımda kısaca değinmiştim. Sorularla gidelim:
***
1)             AKP medya üzerinde “bütüncül” bir yasak uygulayabilir mi? Hayır, yasalar, iş yaptığı batı dünyası, içinde bulunduğu ittifaklar, “biz ileri demokrasiye geçiyoruz” söylemi, ne şu ne bu nedeniyle bunu kolay, hatta hiç yapamaz.. Medyanın “özgür” olduğu konusunda bir imajı korumak zorundadır..
2)             Medya üzerindeki açık baskılarını millet görmüyor mu? Görüyor da, AKP’nin medyayı baskılama politikasına yakın zamana kadar Batı göz yumdu, cılız tepkiler verdi. Çünkü iktidara gelmesinde yardımcı olduğu partiye avansını kullandı.. Ama AB ilerleme raporlarına dört beş yıldır basın özgürlüğü konusunda eleştiriler giriyor..
3)             AKP’nin medyayı baskılamasındaki esas amacı ne? Bütün otoriterlerin, bizdeki gibi bir sandık demokrasisinde en çok önem verdiği, kamuoyunu denetimdir. Mümkün olduğunca büyük bir kitleyi takipçisi yapmaktır. Otoriterlerin tümü, güçlerini gerçek demokratik sistemin varlığından değil, boyun eğdirdikleri kitleden alır.. Bu Hitler döneminde de böyleydi. Times gazetesi bildirisinde, Gezi’nin karşısına Kazlıçeşme mitinglerini çıkarmalarını Hitler’in Nürnberg Toplanması ile kıyaslanmasının nedeni de bu. Müstebit hep “Halk bizim arkamızda” demek zorunda. Eh yani halk arkasındaysa, demek yaptığı herşeye destek veriyor imajı..
4)             Kamuoyunu denetlemek için medyayı denetim şart mı? Evet, bizim gibi yarı özgür- sandık demokrasisi ülkelerinde, büyük çoğunluğu etkileyecek medya ortamlarını denetlemek şart. Denetlenen, kitlesel seçmendir. Büyük kitlelerin izlediği örneğin yaygın tv kanalları, çok satışlı ama kanaat yaratma konusunda itibar kazanmış gazeteler ve tv’ler.. Önemli olan bu medyanın denetimidir. 
          Örneğin Sabah Grubunu satın aldırarak iktidarın borazanı yapmalarında amaç bu. Direnen etkili medyayı da, en azından tarafsızlaştırmak hedeftir. Doğan Grubuna 5 milyar vergi borcu çıkartılmasının nedeni... NTV Grubuna nesnel gazetecilik olarak sıfırı tükettirdiler.
5)             Ama arada gazetecilik de yapmıyorlar mı? Buna gazetecilik denmez. İktidar tam yandaşlık yapmayanların penguencilik yapmalarını tercih eder. Penguencilik, görmemek, duymamak, yazmamak, söylememektir. CNNTürk, Habertürk ve nicelerine Gezi, Gezi öncesi ve sonrası verilen ayar.. Arada sırada bunlardan bazılarında “gazetecilik damarı” depreşebilir. Ama toplam yayınlarını iktidarın önüne koyup ne kadar yandaş olduklarını kanıtlarlar, artık birazcık kaçağa da, seyircileri/ okurları açısından göz yumma zorunluluğunu anımsatır ve okey alırlar.. Bu “kaçak habercilik” de yayıncıların vicdanlarını birazcık rahatladır: bak ama nasıl da geçirdik, olmasak daha mi iyi olurdu! (*) İktidar, Habertürk dahil, kontrol ediyor. Ama tiraj kaybediyorlar, direnenler kazanacak.
6)             Tam yandaş medya yetmiyor mu? İktidar örneğin çok satan bir kitlesel yayın organı kuramadı. Star, Yeni Şafak falan filan, özellikle AKP belediyelerinden büyük destekle 100 bin civarında tutunuyor. Gerçek bayi okur sayısı çok düşük.. Aslında bu durum, etkin kamuoyunun zor aldanırlığını göstermesi bakımından, demokrasi barajı oluşturuyor iktidarın önünde. Vatan ve Milliyet de, iktidarlaştıkça etkinliklerini kaybedecekler. İktidarın amacı da budur: Kanaat organlarına bu özelliklerini kaybettirmek. Bunu yapanların, devlet ve iktidar kıyakları ile, parasal zararları karşılanır..
7)             Peki tam eleştirel kitlesel medya mı yok? Var. Örneğin Sözcü. Varlığını buna borçlu, bıraksın, hemen sıfırı tüketir. İktidarın Sözcü’ye yapacağı baskı sınırlı. Gazetenin başka işi yok. Yasaklayamaz da.. Tabii Cumhuriyet, Aydınlık, Yurt, Yeni Çağ ve az satan diğerleri, Sol, Birgün de var. Posta’yı yine kitlesel ama ortada, iktidarın çok da memnun olmadığı bir yayın saymalıyız.
8)             Peki bunlar basın özgürlüğünü kanıtı değil mi? Değil. Çünkü bunlar zaten AKP’yi desteklemeyen kitlelere hitap ediyor. RTE bunları gözden çıkarmış, zaten medya özgürlüğünün varlığını da onlara dayanarak söylüyor. Ama Hürriyet, Milliyet gibi etkin gazeteler üzerinde tam saha markajı hiç elden bırakmazlar..
9)             Son bir yanıt: İktidar, ortadaki seçmen kitlelerini etkileyecek yayın organlarını yok ediyor. Örneğin Akşam gazetesi ve televizyonları son örnektir. Bu tam anlamıyla ahlaksız operasyon. Merkezdeki seçmeni safında tutmak... 
         Ama, medya denetimi ile amaçlarına ne kadar ulaşırlar, tartışmalıdır. Şüphesiz ki bundan yararlanırlar, fakat günümüzde internet ve sosyal medya da var ve herkes yayıncılık yapabilir. Ama şunu da belirtelim: Bu medya, zaten aktif olan ve iktidar muhaliflerince izleniyor. Ortadaki kitleyi ne kadar kucaklıyor, tartışmalı... 
          Demek istediğim, AKP'ye en çok oy veren kırsal ve iş çevreleri, kent varoşları vb, bunlar sosyal medyanın dışındaki kesimdir ve bu alternatif medya ile onlara ulaşmak zordur. Bu kesimi daha çok TV seyircisi saymalıyız, AKP bu nedenle yaygın tv'ler üzerinde yayın markajını çok daha önemsiyordur. Örneğin Digitürk'te ulusal tv'ler numara sıralamasında neredeyse eleştirel tv- haber tv'si kalmadı gibi.. Halktv'ye ulaşmak için 53'e kadar neredeyse sıfır çekiyorsunuz! Artı1 tv'nin bile başını yediler, hemen, anında!
 (*) Hürriyet’i, çok zor bir denge üzerinden giden yayın politikasıyla, ayrı bir yere koymamız gerekir.. Gazetecilik ve nesnel yorumculuk yapmaya çalışan merkezdeki tek kanaat yayın organı.. Bu dönemi atlatmaları gerek..
---30 Temmuz 2013 Salı / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

RTE/Akdoğan: Modern Dünyadan Kopuş


Milyonlarca kişiyi etkileyen ünlülerin, derneklerin, örgütlerin RTE ve AKP iktidarı uygulamalarını hedef alan birbiri ardına açıklamalarına iktidarın şiddetli tepkisine bakarsak, dünya demokratik kamuoyu ile RTE ve iktidarı arasındaki mesafe hızla açılıyor, uçurum derinleşiyor.
Bu durumun temel nedenine geleceğim, ama önce sevgili okur Ümit Sarıaslan’ın müthiş belleğiyle arşivinden anımsattığı bir notu ileteceğim.. Kim hakkında demeyin, tabii ki Başbakanının yarı beyni ve başdanışman ünvanlı, kuruluşunda AKP’ye Muhafazakar Demokrat kitabıyla uyduruk giysisi giydiren Yalçın Akdoğan.. Namıdiğer, medyaya hıza vermekle görevli kişi.. Ayşenur Arslan dünkü yazısında, medyamız için ancak Karadoğan diye anılabilecek bu kişinin, Gezi Protestoları sırasında gazetecilikleri nedeniyle yaklaşık şöyle dediğini yazıyordu:
Ne yapıyor bu Demirörenler? (Milliyet ve Vatan) Bizi arkadan mı vurmak istiyorlar? Derhal gerekeni yapmazlarsa onları da sileriz. Tek tek herkesi, ne yaptığını biliyoruz. Can Dündar’dan başlayarak hepsi gidecek. Gezi için eylem yapan adamları yanında tutan, bizim karşımızda demektir.”
RTE, Karadoğan aracılığıyla medyayı tasarlıyor, bu kadar diyeyim... Medyanın tepesinde durmadan... Aloooooo, o ne yazmış öyle, iktidarımızı mı yıkmaya soyundunuz.. atın onları bunları şunları..
O bir Silivri savcısı, yargıcı gibi.. Görevini çok iyi yaptığını itiraf edelim! Bakın: medya dümdüz.. Arada sırada cırtlak sesler çıkartanların da kafalarına sopa iniveriyor...
Soruyorum: Karamehmet medyasına TMSF’nin el koyma ve yandaş inşaat şirketlerine devretme, özetle bu gazete ve tv’leri Erdoğanlaştırma operasyonunun arkasındaki “beyin” de Akdoğan mı değil mi?
RTE’nin bütün özel görevlilerinin hepsi işlerini çok iyi yapıyor!!! Bir bakıyorsunuz, küt Tüpraş’ın tepesindeler.. Ama bunlarla tek tek kuyularını kazıyorlar..
Dünkü yazımda, Times’daki ilana imza veren 30 ünlü insan için ne demişti: “Densizler, ilkesizler, naylon demokratlar...” Kimdi onlar? Batı dünyasının idolleri.. İktidarlarının da az çok temsilcileri..
***
Sarıaslan’ın anımsattığı sözlere gelelim, şunu kim söylemiş olabilir:
“...Son iki yüzyıl içinde ilk defa, iç dinamikler ile dış dinamikler örtüşmektedir. TBMM içinde büyük bir çoğunluğa sahip AKP Hükümetinin talepleriyle Batı'nın talepleri birbirini tutmaktadır... 19. Yüzyılın ilk yarısında Avrupa'nın ıslahat talepleri, iç taleple örtüşmüyordu. Bu defa, halkın istekleriyle Batı'nın istekleri birleşmiştir... Bu nedenle AKP yeni bir yol açmıştır ve Türkiye'nin değişmesinde başarılı olacaktır." (Alıntı, Erol Manisalı’nın İç ve Dış dinamikler Nasıl Örtüşür? yazısında geçiyor, Cumhuriyet, 16 Ocak 2004)
İmza sahibi, tabii ki Y. Akdoğan..
O ünlü “talep örtüşmesi”nın yerini talep uyuşmazlığı mı aldı da birden batı densiz ilkesiz oldu? Yoksa milleti biber gazı, toma, plastik ve kurşun mermi ile biçmeye öldürmeye başlamanıza da Batının “Çok doğru, evet ama yetmez, biçmeye öldürmeye devam”, demesini mi bekliyordunuz!
***
Geldik aslında yazmak istediklerime, yukarıdakiler sadece girişti! RTE, Akdoğanlar ve diğerleri, iktidar olmak için büyük destek aldıkları güçler için şimdi neden “pis alçaklar, beni yıkmak istiyorsunuz..” noktasına geldi?
RTE ve adamları, Türkiye’nin ve Dünyanın “modern” kesiminden tam anlamıyla büyük ve derin bir kopuş yaşadılar da ondan!
RTE ve iktidarı, tam anlamıyla geçmişin, dünyanın aşmaya çalıştığı müstebitliğin uzantıları olarak çırıpçıplak ortada kaldılar.. Demokrasi, katılımcı niteliğiyle Sonuna Kadar İktidara İtiraz Kültürü yönünde ilerlerken.. Akdoğan’lar ve RTE’ler tam tersine gidiyor!
Bu yeni mi? Hayır, başından beri böyleydiler, iktidarlarını sağlamlaştırdıkça, peşpeşe 3 seçim kazanında, artık tamam dediler, diktatörlüğü kurmaya devam! RTE’nin yeni Osmanlı rolü, tek adamlık, diktatör hevesliliği, medyayı susturması, Silivri’de hukuku bütünüyle çiğneyen mahkemeleri sahiplenme ve kendini savcı ilan etme rolleri, gazete ve gazeteci kıyımı...
“Muhafazakar Demokrat”, pratikte ise RTE diktatörlüğü kurulmasının yol açıcı kişilerinden olan Başdanışman, siz, iktidarınız ve Başkanınız, geçmişin kelepçelerine vurdunuz kendinizi..
GeziDirenişi ve şimdi saldırdığınız dünya demokratik kamuoyu ise, geleceğe bakıyorlar, hepsi geleceğin yüzleri!
180 derece ters olduğunuz yeni yeni anlaşılıyor, bu gecikme için özür dilerler sizlerden artık!
Bu yazının başlığını “Yakın Gelecekten Haberler” koyacaktım.. Bu durumda yeniden soracağım: Acaba Akdoğan “yedirmem” dediği başbakanını kurtarabilecek mi? Evet bunun için savaşacak, Başbakan için savaşmak, aynı zamanda kendisi, yeri için de savaşmak demektir..
Aklıma Cervantes’in adı geldi..
---29 Temmuz 2013 Pazartesi / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

28 Temmuz 2013 Pazar

RTE’nin 12’den Vuruluşu


Başbakanın sözcüleri, dilleri, alt üst beyinlerinden büyük bir bağırtı koptu, duydunuz mu? Susup geçiştirirler diye düşünmüştüm, ama nerede o kıvraklık veya derin düşünce! Bodoslamadan bindirdi Başkanın Adamları, sille tokat, kafa-göz, küfür bini bir para!
AKP’ye yazdığı uyduruk, eklektik, göstermelik muhafazakar demokrasi elbisesi giydiren “Başkanın kafasının yarısı” Y. Akdoğan’a bakın, nasıl köpürmüş: “Densizler, ilkesizler, naylon demokratlar...” Artık Allah ne verdiyse’ye alışıklar ya! Bağır bağır, iyi gelir, rahatlarsın! Tabi partinin propaganda şefi H. Çelik de benzer tonda giydiriyor.. “İsterse 500 oskar alsın, ahkam kesmesinler”..
Tabii, Başbakan’a kulak verelim: “Bunlar düşüncelerini kiraya vermiş tipler, eğer bunlar gerçekten demokrasiye inansa, yüzde 50 oyla iktidar olmuş bir partinin liderine diktatör deme ahlaktan yoksunluğunu gösteremezlerdi. Bu dört dörtlük bir densizliktir… Times parayla kendi sayfasını kiraya veriyor. Bu Times'ın da ahlaki zaafıdır. Times ile ilgili olarak da hukuki girişimde bulunacağız.”
***
Kime bu şiddet demeyin! The Times’da tam sayfa yayınlayarak Gezi Direnişi’nde kitlesel şiddeti ile binlerce insanı yaralayan, sakat bırakan ve 5 kişiyi de öldüren RTE ve polisini şiddetle eleştirenlere! (RTE’nin bu kitlesel şiddetinin bir üst aşaması şu sırada Mısır’da yaşanıyor!)
Bu ilan, tam 12’den vurdu iktidarı! RTE’nin Strasbourg’da “İnsan Hakları Mahkemesi”nde bu şiddetin hesabını verebileceğini ima etmeleri, anlaşılan iktidarın çıldırmasının temel nedeni! Düşünebiliyor musunuz manzarayı, “diktatoryal yönetim” kurduğunu söyledikleri RTE sigaya çekiliyormuş.. Türkiye’nin bu anlaşmanın altında imzası var.. (İlanın tam metnini bloğuma koydum, http://orhanbursali.blogspot.com)
Kimler var? Bilim, sanat, sinema, edebiyat, düşün dünyasının en kaymak tabakasından insalar.. Sean Penn.. Kraliçelerin Sir’leri.. Andrew Mango! Davt Lynch.. Fazıl Say.. Susan Sarandon... Hepsi doruk isimler..
RTE’nin Kazlıçeşme ve Ankara toplantılarını kastederek, “Nurenberg Toplanması” deyimiyle Faşist Hitler’in büyük kitlesel toplantılarını mı anımsatmıyorlar..
***
Hepsi bu kadar değil, dünyanın demokratik güçleri RTE ve iktidarını kuşatmaya çoktan başladı. Bu en ses getirenlerindendi..  Bundan bir hafta önce de, dünyanın bir numaralı bilim dergilerinden Science, aralarında 4 Nobel ödüllü bilim insaın da bulunan 25 ünlü akademisyenin, RTE şiddetini sert bir şekilde eleştiren bildirilerini bastı (19 Temmuz; Türkiye, protestolara karşı şiddeti sona erdirmelidir!)
New York’ta Nobel ödüllü bilim insanlarının da bulunduğu çok sayıda akademisyen, Manhattan New School’da toplantı düzenlediler ve 'Gezi Parkı' göstericilerine ve Türkiye'de doktorlara karşı hükümetin tavrını kınadılar.. Hükümetin doktorlara karşı ayrıca gönüllü yardımlarını engellemek için yasal önlemlere başvurmaya kalkışması da büyük tepki çekti..
Dünya Tabipler Birliği ayaklandı.. Başbakan mektup yağmuruna tutuldu, topluma karşı aşırı şiddetle karşılıkv erilmesi ve kimyasal madde kullanılması kınandı.
Ayrıca: “70’e yakın ülkeden 500’ün üzerinde eğitim ve bilim kuruluşuna üye 4000’den fazla akademisyen, barışçıl göstericilere uygulanan aşırı polis şiddetini kınayan ve göstericilerin temel anayasal haklarını özgürce kullanmalarını destekleyen bir bildiri yayınlandı.”
Daha önce yayımlanan New York Times gazetesindeki ilanı da anımsayalım! RTE ve adamları ilk o zaman hop oturup hop kalkmış, NYT’a “haddini” bildirmiş ve nasıl gazetecilik yapacakları konusunda ders vermişti!
Tabii, RTE ve adamlarının Türkiye’de “hamamdaki ayı nasıl ayakta durur, nasıl yatıp yuvarlanır’ı oynattıkları medyaya alışık oldukları için, dünyadaki özgür sesler kulaklarına yabancı geliyor!! Sanki onlar Mars’ta yaşıyorlar!
Tabii, dünya kamuoyunun ve meslek örgütlerinin, Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda yaptıkları açıklamaların ise haddi hesabı yok.. Biri geliyor biri gidiyor..
Dünya hukukçularını da unutmayalım..
***
Şimdi bütün bunların hükümet için bir anlamı yok mu? Çeliklerin Akdoğanların çığlıklarına bakılacak olursa, çok anlamı var…
Bu bildirileri yayımlayanların, ilanları verenlerin dünyadaki temsil yetenekleri çok büyüktür..
Altlarında belki de 1 milyar insanı bulabilirsiniz, görebilirsiniz!
Bir imza beş-on- 20-50, adamına göre 100 milyonluktur..
Bütün mesele de burada!
Bu sıradan bildiri değil, aynı zamanda arkasında büyük siyasi desteği de görmemiz gereken bir bildiridir!
***
Sonuç şudur: Türkiye’nin itibarı Büyük Gezi Direnişi- Protestosu ile doruklara tırmanırken… RTE ve iktidarınınki ise yerlerde sürünüyor..
Bu nedenle hepsi bağırış halinde.. “eyvah, demokratik çoğunluk tarafından kuşatıldık..” düşüncesinde…
Evet, dünya demokratik kamuoyu, ülkeyi şiddete boğan RTE ve iktidarının diktatör yüzünü gördü. 
Olay budur..
Peki Yalçın Akdoğan “yedirmem” dediği başbakanını kurtarabilecek mi?
--28 Temmuz 2013 Pazar / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Ege Üniversitesi “En Başarılı Üniversiteler” Sıralamasında 2.ciliği Nasıl Kazandı?


Gündem, CBT Sayı 1375, 26 Temmus 2013
Hollanda'nın Leiden Üniversitesi Bilim ve Teknoloji Merkezi "Centre for Science and Technology Studies (CWTS)" Dünyanın en iyi 500 üniversitesi sıralamasını yapıyor. 
Son raporda, baktık ki Ege Üniversitesi bütün ünlüleri geçmiş ve ikinci sıraya oturmuş! Tabi bir şenlik bir şenlik.. 
Mesele araştırılınca, Ege’yi ikinci sıraya Ahmet Yıldırım adındaki tek kişinin yükselttiği ortaya çıkmış.. Ama, bu kişinin yayınları mercek altına alınınca, arkada bir ”Atıf karteli” çıkmış.. 
Bunun üzerine sözü geçen merkezin (Leiden Ranking) direktörü Paul Wouters bu şaibeli durumu açıkladı.. Umarız Ege Üniversitesi Rektörlüğü gerekeni yapar. Wouters’in makalesini aşağıya alıyoruz (orijinali: http://citationculture.wordpress.com/2013/07/04/may-university-rankings-help-uncover-problematic-or-fraudulent-research/).
***
Üniversiteler Sıralaması, Sorunlu veya Hileli Araştırmaları Ortaya Çıkarabilir Mi?
Paul Wouters
Bir tek kişi, Leiden Ranking gibi bir üniversiteler sıralamasında bir üniversitenin sırasını hile yoluyla değiştirebilir mi? Bu sorunun yanıtı –eğer dergilerin nitelik denetleme süreci gerektiği gibi işlevsel değilse, maalesef bazen değiştirebilir.
Kısa bir süre önce bir Türk biliminsanı, Ege Üniversitesinin matematik ve bilgisayar bilimlerinde Leiden Sıralamasının (Ranking) son versiyonundaki konumu konusunda bizi uyardı. Önceki dönemde, Türkiye’nin saygın araştırma üniversiteleri arasında olduğu bilinmeyen bu üniversite, şaşırtıcı bir PP (en üst 10%) göstergesiyle hemen hemen 21% ile ikinci sırada yeraldı. Diğer bir deyişle, matematik ve bilgisayar bilimlerindeki 21% yayınlarıyla Ege Üniversitesi bu alanda en sık atıf alan en tepedeki 10% dergi arasında yer aldı. Bunun anlamı şudur: Ege Üniversitesi en çok atıf alan makalelerin iki katı makale yayınladığı sanıldı. Yalnızca Stanford Üniversitesi Ege Üniversitesinden daha iyi performans sergiledi.
Matematik ve bilgisayar bilimlerinde Ege Üniversitesi 210 makale üretti (Stanford hemen hemen 10 kat daha fazla makale üretti). Bu denli yayın göreceli olarak az olduğu için sıralamadaki yerinin güvenilirliği oldukça düşüktür ve bu durum. Geniş kararlı aralıkla belirlenmiştir (ölçümdeki belirsizliğin göstergesi). Ege Üniversitesinin 210 yayınından en az 65 tanesi bir tek kişi, Ahmet Yıldırım, tarafından üretilmiştir. Bu alanda yalnızca 4 yıllık uzmanlığı olan bir kişi için bu son derece yüksek bir üretkenliktir.
Dahası, Yıldırım’ın yayınları Ege Üniversitesinin sıralamadaki yerini belirlemiştir: bu yayınlar olmasaydı Ege Üniversitesi bu alanda 300.sırada olacaktı. O nedenle 300.lük belki de Ege Üniversitesinin bu alandaki sıralamasını daha iyi yansıtıyor. Yıldırım’ın makalelerine, kendi atıfları hariç 421 atıf verildi. Matematik sık sık atıf alan bir alan değildir, o nedenle bu düzeydeki atıflar hem PP (en üst 10%) hem de MNCS göstergesini oldukça fazla etkileyebilmiştir.   
Bildiğimiz kadarıyla, Yıldırım’ın yayınlarını inceleme işlemi henüz başlamadı. Ancak bu yayınlara ilişkin hile ve çalıntı kuşkuları hem Türkiye’de hem de yurtdışında artmaya başlıyor. Mathematical Physics adlı dergideki bir makalesi, çalıntı olduğunun kanıtlanması nedeniyle (bir Çinli yazarın makalesinden bölümler kopyalanmış ve orijinal olarak sunulmuştur) dergi tarafından yayından kaldırılmıştır. İlginçtir ki, yazar yayından kaldırılmış olmayı kabullenmemiştir.
Yıldırım’ın yayınlarının oldukça çoğu, ‘kalite kontrolu izleme’ yönünden çok mükemmel olmayan dergilerde yayınlanmıştır. Elsevier yayın evinin dergilerinden olan Computer & Mathematics with Applications (Yıldırım’ın 11 makalesini yayınlayan dergi) yakın geçmişte bir başka yazarın makalesini “bilimsel içerikten yoksun” olma gerekçesiyle yayından kaldırdı. Aslında o yayın içerikten hemen hemen yoksun bir yayındı. Retraction Watch’a göre, derginin editörü Ervin Rodin, geçen yılın sonlarına doğru görevden alındı. Rodin, Elsevier’in bir başka dergisi olan Applied Mathematics Letters – An International Journal of Rapid Publication dergisi editörlüğü görevinden de alındı. Rodin, Yıldırım’ın 5 makalesini yayınlayan Mathematical and Computer Modelling dergisinde de editördü. Mathematical and Computer Modelling dergisi şu sırlarda “editörlük görevinin yenilenmesi” nedeniyle makale sunumu kabul etmiyor.   
Yıldırım’ın makaleleri niçin bu denli çok atıf aldı? Yıldırım’ın 65 makalesine 285, yayınlarına da toplam 421 atıf verildi. Bu yayınların güçlü bir grup içi atıf trafiği var. Bu grup toplam 1200 atıf almış ve atıfların yarıdan biraz fazlası bu grubun kendi çalışmalarına yapılan atıflar. Diğer bir deyişle, bu yayınlar, sıkı bir ilişki içinde bulunan yazarlar grubunu temsil ediyor, ancak bu yazarlar diğer yazarlardan tamamen yalıtılmış değil. Eğer Ege Üniversitesi yayınlarına atıf veren üniversitelere bir göz atarsak, bu üniversitelerin Leiden Sıralamasında, Yıldırım’ın çalışmalarına bir tek atıf vermiş olan Penn State Üniversitesi hariç (112.sırada) ön sıralarda olmadığı görülür. 
Eğer matematik ve bilgisayar bilimlerine odaklanacak olursak, atıf veren üniversitelerin hiçbiri, Penn State ve Gazi Üniversitesi (1 yayına atıf) hariç, sıralamada üst sıralarda değil. Bu arada, Gazi Üniversitesi’nin de sıralamadaki yeri, kararlılık aralığının da belirttiği gibi, Ege Üniversitesininki gibi, güvenilir değil
Bibliyometrik kanıt 2 farklı sonuca işaret ediyor. Birincisi, Yıldırım, önemli bir matematiksel sorun üzerine sıkı bir işbirliği içinde çalışan bir grubun üyesi. Bu yoruma seçenek olan diğer yoruma göre, bu grup, birbirine atıf veren bir “atıf kartel”idir ve birbirine yalnızca atıf vermekle kalmıyor aynı zamanda, atıf üreten aygıtlar olarak işlev yapan dergilerde benzer yayınlar üretiyorlar. Üretilen yayınlara ve problemlerin üretilme biçimine kabaca bakarsak, ikinci yorumun birinciden daha uygun olduğu görülür.
Ancak, bundan sonra, matematik alanının uzmanları bu olayı incelemeye almalıdır. Günümüzde bibliyometrikler bilimsel yayınlardaki usa yatkınlığı ve saçmalığı uygun bir biçimde ayırdedebilecek düzeyde değil. Bu nedenle bu alanın uzmanlarına görev düşüyor.
Ege Üniversitesi rektörünü üniversitenin sıralamadaki yerinin kuşkulu olduğu konusunda bilgilendirdik ve yazarın konumu hakkında daha fazla bilgi vermesini istedik. Henüz bir yanıt alamadık. Eğer Ege Üniversitesi ciddiye alınmak istiyorsa, Yıldırım’ın ve çalışma arkadaşlarının yayınlarını kapsamlı bir biçimde araştırmaya başlamalıdır.
Eğer bizim Leiden Sıralamasında veya bir başka sıralamada başka tuhaf yanlar görürseniz lütfen bize bilgi verin. Bu yardımınız, akademik çevrede çalıntı davranışlarını ortaya çıkarmada daha iyi yöntemler üretmemize yardımcı olur.” (4 Temmuz 2013)
***
Gelecek Cuma yeniden buluşmak üzere...

27 Temmuz 2013 Cumartesi

İşte Times'daki O Müthiş İlanın İçeriği


(Bu bildiriyi, taşıdığı tarihi önemi nedeniyle, bloğuma alıyorum, yarın da yazısını koyacağım)

Bay Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Başbakanı

Ankara, Türkiye. Temmuz 2013

Sayın Bay Erdoğan,
Aşağıda imzası olanlar, bu mektubu sizin polis güçlerinizin İstanbul’da Taksim Meydanı ve Gezi Parkı ile Türkiye’nin diğer büyük şehirlerindeki barışçı gösterileri, Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre beş kişinin ölmesi 11 kişinin ayrım göstermeksizin biber gazı kullanımı nedeniyle gözünü kaybetmesi ve 8 binden fazla kişinin yaralanmasına neden olacak biçimde, zalimce bastırmasını en güçlü şekilde kınamak amacıyla yazıyoruz. 
Ancak, Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nın benzersiz bir şiddet kullanımıyla boşaltılmasından sadece günler sonra, tek suçları sizin diktatoryal yönetimine çıkmak olan bu beş ölüye aldırmadan, İstanbul’da Nuremberg Toplanması'nı hatırlatan bir miting düzenlediniz. Sizin hapishanelerinizde Çin ve İran hapishanelerindeki sayının toplamından daha fazla gazeteci var. 
Buna ek olarak, göstericileri çapulcu, yağmacı, holigan olarak nitelendirdiniz, hatta bu göstericilerin yabancıların yönlendirdiği teröristler olduğunu söylediniz. Oysa gerçekte, bu göstericiler sadece Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün öngördüğü şekilde laik bir cumhuriyet olarak kalmasını isteyen gençlerdi. Sonuç olarak, bir yandan ülkenizi AB üyesi yapmaya çalışırken, bir yandan Türkiye’nin bir Egemen Devlet olduğunu söyleyerek, AB liderleri tarafından size yönelik tüm eleştirileri reddediyorsunuz. 
Size 9 Ağustos 1949’da imzalanmış Konvansiyon uyarınca Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin bir üyesi olduğunu, 18 Mayıs 1954’te Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonunu imzaladığını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini tanıdığını saygıyla hatırlatıyoruz. 
Bunların sonucunda, beş masum gencin ölümüne neden olan emirleriniz, Strasbourg'da bir davaya dayanak teşkil edebilir.
Saygılarımızla...
İmzacılar:
ANDREW MANGO, Atatürk'ün biyografisinin yazarı 

HUGO PAGE, Avukat

RONALD THWAITES, Avukat

DAVID LYNCH, Yönetmen “Mulholland Drive” filmiyle Altın Palmiye ödülü sahibi

SEAN PENN, Aktör/Yönetmen, “Milk” ve “Mystic River” filmleriyle Oscar sahibi

VANESSA REDGRAVE, Aktris, “Julia” filmiyle Oscar ödülü sahibi

SUSAN SARANDON Aktris, “Dead Man Walking” filmiyle Oscar ödülü sahibi

SIR BEN KINGSLEY, Aktör, “Gandhi” filmiyle Oscar ödülü sahibi

JAMES FOX, Aktör

FREDERIC RAPHAEL, Yazar, “Darling” ile Oscar ödülü sahibi

SIR TOM STOPPARD, Senaryo yazarı, "Shakespeare in Love" filmiyle Oscar ödülü sahibi

CHRISTOPHER HAMPTON, Senaryo yazarı, "Dangerous Liaisons" filmiyle Oscar ödülü sahibi

LORD JULIAN FELLOWES, Senaryo yazarı "Gosford Park" ile Oscar ödülü sahibi

VILMOS ZSIGMOND, Sinematograf, "Close Encounters of the Third Kind" ile Oscar sahibi 

BRANKO LUSTIG, Yapımcı, "Schindler's List" ve"Gladiator" ile Oscar ödülü sahibi

RACHEL JOHNSON, Yazar

EDNA O'BRIEN, Yazar
CHRISTOPHER SHINN, Senaryo yazarı 

DAVID STARKEY, Anayasa tarihçisi

FAZIL SAY, Besteci-piyanist 

LADY CHOLMONDELY, Chopin Society Başkanı 

LORD MONSON, Yazar 

LORD STRACHCARRON, Belgesel yapımcısı 

DOWNSHIRE MARKİSİ, Toprak sahibi

JEREMY CORBYN MP, İşçi Partisi Milletvekili

EDMUND KINGSLEY, Aktör 

IGOR USTINOV, Heykeltraş 

MAURICE FARHI MBE, Yazar 

JACK FOX, Aktör

CLAIRE BERLINSKI, Yazar

OONA CHAPLIN, Aktrist 

FUAD KAVUR, Film yapımcısı
(Çeviri Hürriyet'ten alındı)

Türkiye’de Siyasal İslam’ın demokrasinin parçası olması, ne kadar mümkün? (2)


PROF. ERSİN KALAYCIOĞLU İLE SÖYLEŞİ (2)

Orhan Bursalı
CBT: Türkiye’de AKP, Mısır’da Mursi iktidarının aldıkları yollara bakacak ve Batı ülkelerinin “hayal kırıklığı” olarak değerlendirebileceğimiz eleştirel tutumlarını izleyecek olursak.. Ilımlı, veya siyasal İslam ile demokrasiyi birleştirme denemesini zayıflamış olarak görüyor musunuz? Biliyorsunuz, Türkiye Orta Doğu için bu konuda bir nodel ülke olarak “tasarlandı, ABD ve AB tarafından...
Ersin Kalaycıoğlu: Bu konuda, vaktiyle ABD Dış İşleri Bakanlığı yapan Kissinger ile o zamanki Çin liderinden Çu En-Lay’ın arasında geçen bir anekdotu iletmek isterim: Kissinger, Çin’e ziyarete gider; hoşbeşten sonra konuşmanın bir yerinde Çu En-Lay’a sorar: Fransız ihtilali hakkında ne düşünüyorsunuz? Çu En-Lay, Fransız İhtilali konusunda karar verebilmek için henüz  zaman erken demiş.. Şimdi Çu En-Lay standardıyla bakacak olursanız,  Siyasi İslam’ın demokrasi ile ilişkisinde kesin karar vermek için henüz erken diyebiliriz..
CBT: Yani Siyasi İslamın demokrasi ile dansını seyredeceğiz, müdahale edeceğiz, ve bunun acısını çekecek ülkeler...
Ersin Kalaycıoğlu: Evet bunu yaparak öğreniyorsunuz.. Yaparak öğrenmek en tehlikeli öğrenme biçimidir.. Ünlü sosyal psikolog Albert Bandura, ölmek nasıl bir şey diye yaparak öğrenmek için kafanıza kurşun sıkmak son derecede tehlikeli ve verimsiz bir öğrenme biçimidir der. Bakalım ne olacak diye merak ediyorsunuz, ama kafanıza kurşun sıkmak olayında ise ne yazık ki sonucu göremiyorsunuz! Sınaya yanıla yapacaksınız, her ülke bu deneyimi kendi kültür ortamında, ekonomik kaynaklarıyla, demoğrafik özellikleriyle ve belli bir dünya koşulunda ve uluslararası ilişkileri ortamında yapıyor.. Demokrasinin okulu yok, öğretme şansımız da yok
Henüz çok erken bir fikir sahibi olmak için. Şunu biliyoruz, demokrasinin pekişmesi olgusu bazen çok zor bir süreç.. Sorduğunuz zaman, ne tür rejim istersiniz diye, Mısır ve Türkiye dahil halkın büyük çoğunluğu demokrasi diyor, burada bir problem yok, tabii ayrıntıya girdiğiniz zaman demokrasi konusunda da kafaların karışık olduğunu görüyorsunuz.. Demokrasinin yaşaması ve gerçekleşmesi için bazı koşullar gerekiyor. Alfred Stepan bir makalesinde ikili hoşgörü görüşünü ileri sürüyor: Dini kurumların siyasal otoritelere etkisinin sınırlandırılması, siyasal otoritenin de dini kişi ve kurumlara olan etkisinin sınırlandırılması gerektiğini ileri sürüyor.. Ve bunun hoşgörülü bir şekilde gerçekleşmesi halinde, sekülerleşme bile gerekmez diyor. Verdiği örnekler devlet kilisesi olan İsveç, İngiltere, Yunanistan, İspanya, İtalya.. Kilise hayatın içinde olduğu halde demokrasinin yaşayabildiğini iddia ediyor..
Alfred Stepan ve Juan Linz demokrasinin pekişmesi (Consolidation of Democracy) konusunda en temel olarak kabul edilen çalışmayı yapmış iki meslektaşımız. Stepan Columbia Üniversitesi, Linz ise Yale Üniversitesi öğretim üyeleri. Bu çalışmada sivil toplumun gelişmesini ve farklı fikirlere, düşünce ve inançlara gösterilen toleransın demokrasinin pekişmesinde önemli bir rol oynadığını savunuyorlar. Stepan bunun ötesine de geçerek başka bir makalesinde dünyevileşme (secularism) önemli değildir, din kurumlarının siyasal kurumlara, siyasal kurumların ise dindar birey ve kuruluşlara karşılıklı tolerans göstermesi yeterlidir diye bir sav ileri sürüyor. Ancak bu toleransın sekülerleşme olmadan nasıl ortaya çıkabileceğine de bir açıklık getiremiyor.
Fransız meslektaşımız Olivier Roy'nın Secularism Confronts Islam adlı çalışmasında verdiği "kutsaldan azat olma (emancipation from the sacred)" olarak tanımladığı bir dünyevileşme olmadan insanların dünyayı kendi doğruları, dogmaları ve kutsalları aracılığıyla görüp anlayacaklarını ve dolayısıyla kutsallık düşüncenin tek belirleyicisi olduğu sürece de bu tür bir toleransın gelişmesinin mümkün olamayacağını ileri sürüyor.
İster dünyevileşme diyelim, ister çifte tolerans diyelim, çoğulculuğu iyi toplum imgesi olarak içselleştirip kabullenmeden ve başkalarının da bizden farklı düşünmesi ve inanmasının da sadece mümkün değil ama doğal ve olması gereken bir şey olduğunu kabullenmeden ve buna saygı ve hoşgörü göstermeden farklılıkların bir arada yaşatılabilmesi mümkün değil.
CBT: Gezi Parkı bunun bir ifadesi mi?
Ersin Kalaycıoğlu: Evet, zannederim Gezi Parkı olgusunda gördüğümüz tam da buydu. Herkesi olduğu gibi kabul eden, farklı yaşam tarzlarını doğal olarak kabul eden, kendi kutsalını onlara dayatmayan, birbiriyle medeni olarak konuşabilen, tartışabilen ve bunu hiçbir şiddete başvurmadan yapabilen topluluklar ortaya çıktı ve halen de Istanbul ve başka illerde de parklarda, konferans salonlarında v.b. forumlarda toplanıp görüşüyor ve anlaşabiliyorlar. Zannederim bu anlamda Türkiye’de 21. yüzyılda nihayet ortaya çıkan bir sivil topluma tanık oluyoruz. Bunun gelişmesine fırsat verebilirsek, yerel kökleri güçlü bir liberal demokrasi kurabilme şansını yakalamış olacağız. Umarım bu fırsatı heba etmeyiz.
CBT: Siz nasıl düşünüyorsunuz, bu ülkelerin kültürleri, içinde bulundukları coğrafi ortam, etkilendikleri toplyumsal ve siyasi kültür ve bir dizi ilişkiler bizden çok farklı, bütün bunlar bu ülkeleri etkiliyor, biz ise başka bir ilişkiler coğrafyası içindeyiz.. Orada oluyor diye bizde de benzer bir gelişme olur demek ne kadar doğru?
Ersin Kalaycıoğlu: Bunlar doğru, araştırmalara bakacak olursak, ortaya konan unsurlar arasında dinin tek başına demokrasiyi engellemek gibi bir etkisi yok.. Bu bütün dinler için geçerli gibi. Problem şurada: Demin söylediğim gibi dini kurumların, dini örgütlenmelerin veya dindarlığın, Türkiye’de siyasal katılımı, özellikle sandığa yönelik olağan katılma türleri dediğimiz olağan (conventional) siyasal katılmayı arttırdığını gözlemliyoruz. Dini kurumların, kitlesel siyasal katılımı engelleyici veya şiddete yöneltici bir özelliğini göremiyoruz. Bizdeki problem, Orta Doğu ülkelerinin pek çoğunda, Stepan ve Linzin ortaya koyduğu siyasal toplum ve sivil toplum ilişkisinde, sivil toplumla siyasi toplum arasındaki ilişkinin niteliğinde problemlerle karşılaşıyoruz.
Türkiye ve Ortadoğu, sivil toplum dediğimiz, devletin düzenlemelerinin dışında kalan, bireylerin kendi özgün iradeleriyle gönüllü olarak kurdukları ortaklık ilişkileri, iletişim ağları alanında çok ciddi bir sığlık var. Örneğin Türkiye’de gönüllü kuruluşlara üyelik yüzde 6-7 civarında, toplumun çok küçük bir bölümü çok sayıda derneğe üye, ancak büyük çoğunluk bunlardan uzak duruyor. Dine, gayrıresmi dernekleşmeler penceresinden bakarsak, toplumun üçte biri birtakım dini cemaat etkinlikleri içindeymiş gibi gözüküyor. Buna bir miktar hemşehrilik ve bir miktar da akrabalık veya kan bağına bağlı dayanışmaları ekleyebilirsiniz. Ancak bunlar ne ölçüde özgün ve özgür olarak bireysel iradeye dayanan dayanışma türleridir? Zannederim din, hemşehri ve kan bağları tecemmüi (toplulukçu) dayanışma türleri olup bireyin özgür iradesine dayalı oluşan kollektif eylemlerden türetemiyorlar. Bu durumda gönüllü bireysel girişime dayalı örgütlülük ülkemizde son derece düşük, bunu tamamen dine bağlamak da yanlış; bu bizim devlet geleneğimizden kaynaklanıyormuş gibi görünüyor, Osmanlıdan temel itibariyle, devlet veya siyasal iktidar seçkinleri her türlü örgütü tehdit olarak görüyor; bu hâlâ var, örgüt suçu işledi deniliyor.. Oysa örgüt demokraside erdemdir suç değil, örgütü suç olarak görüyorsak demokrasiyi yerleştirmek çok zor, çünkü bugünkü dünyada sivil toplumda kökleri güçlü örgütler olmadan bir demokrasi uygulamasını pekiştiremeyiz, tekil bireylerin tekil bireyleri temsilcileri olarak seçtiği bir siyasal temsil mekanizması artık yok, siyaal partiler, dernekler, kuruluşlar, kısacası örgütler dünyasında yaşıyoruz, örgüt bu açıdan hain melun bir şey değil!
CBT: Nitelik farklılığı görüyor musunuz eski dönemle şimdiki dönem arasında? Örneğin muhalefete kesinkes karşı olmak, bu iktidarın ağırlıklı özelliği değil mi?
Ersin Kalaycıoğlu: Hükümetler denetlemeye çalışıyor sivil örgütleri, korporatif yaklaşım içindeler..  İşverenleri, işçileri diğerlerini, kültür ve spor örgtülerini denetlemek için ellerinden geleni yapıyorlar.. Sivil hayatı ya denetleyecekler ya da sivil örgütler hükümetin istediği gibi davranacaklar! İktidarlar böyle bir davranış içinde.
Hükümetler arasında ayrımcılık var dini örgütler karşısında, bazılarıyla daha çok yakın temas içinde ve destek veriyor ama her dönemde iktidarın sivil toplumdaki örgütlere yaklaşımı böyle. Tabii itiraz kültürü ve onun uznatısı olan farklılığa tolerans yok, muhalefeti meşru görme ve ona tolerans da yok denecek düzeyde. Muhalefeti münafıklık olarak gören, topluma nifak sokan, tehdit olarak kabul eden ve onu meşru olarak görmeyen bir iktidar var ortada bugün yine. Muhalefeti bu şekilde tanımladığınız zaman, demokrasinin iki temel koşulundan birini ortadan kaldırıyorsunuz, bu da sizi bir meşruiyet sorununa getiriyor..  Hem muhalefetin hem iktidarın meşruiyetini tartışmaya açıyorsunuz.
CBT: İktidarın neredeyse her türlü itirazı yok etmeye çalışması başlıbaşına bir sorun..
Ersin Kalaycıoğlu: Evet temel bir sorun.. sadece itiraz veya şikayet hakkı değil, muhalefet büyük problem bu iktidar için; hoşgörü büyük problem..
CBT: Kamuoyunu, her türlü medyayı, gazetelerden tutun televizyonlara kadar baskı altına alması, özgürlüğü baskılaması, bütün örgütleri denetlemeye kalkışması temel bir sorun..
Ersin Kalaycıoğlu: Bugünkü dahil, iktidarlar hepsi muhalefeti olabildiğince baskı altına alarak denetlemek eğilimi içine giriyorlar ülkemizde.. Dolayısıyla ortaya ciddi bir demokrasi sorunu çıkıyor ve hükümetlerin meşruiyetini sorgulatmaya başlatıyor haklı olarak, çünkü demokrasinin temel payandalarından bir tanesi olan, makul olsun olmasın itiraz hakkını kaldırırsanız ortadan, kendinizin demokrasiya olan bağlılığını da sorgulatırsınız. Obama hakkında daha önce verdiğim örneği anımsayın, ABD, Fransa, İngiltere’de özgürlükler çok geniş yorumlanıyor. Bush’un karikatürünü maymun olarak çizdiler ABD, İngiltere ve Avrupa basınında, hiç kimseye dava açılmadı.. Ne kadar eleştiriye, şikayete, itiraza tahammüllü olduğunuz, özgürlükleri ne kadar geniş bir çerçevede ele aldığınızla ilgilidir demokrasi.. Bizdeki sınır çok dar..
CBT: Bu darlık, iktidardakilerin islami otoriter karakterlerinden kaynaklanıyor olabilir mi?
Ersin Kalaycıoğlu: Evet, bu kısmen dinden de etkilenmiş olabilir, çünkü dinde ulu’l emre itaat var, kendini Ulu’l emr olarak nitelendiriyor ve görüyorsa bir iktidar, bana nasıl itaat edilmez diyebiliyor.. Ulu’l emr, biliyorsunuz, dinde en yukarıda bulunana kesin itaat edilmesini öngörür.. Tanrıya, Peygambere, halifeye, fetva verme yetkisindekilere... Çok dindar bir açıdan bakarsanız, iktidar olarak muhalefeti temel bir dini ilkeyi ihlal eden bir gurup olarak görebilirsiniz, bu da ortaya çok ciddi bir demokrasi problemi çıkartır..
CBT: Batı ile kıyasladığımızda, yaşadığımız sekülerleşme kültürünün süresi sınırlı. İslam ülkeleri bunu nasıl aşar..
Ersin Kalaycıoğlu: Aramızda bir takım farklılıklar var, sekülerleşme sürecini belki Lale devri ile başlatabiliriz. Avrupa ile ilişkiler bu dönemde fazlaca gelişmeye başlıyor, dinin orada ağırlığına bakılıyor, dinin toplum içindeki yönetimi ve ağırlığının çok mükemmel bir şey olmadığı gündeme geliyor, zaten mükemmel olduğunu düşünürseniz böyle bir arayışa tartışmaya girmezsiniz.. Önce büyükelçi sonra öğrenci göndermeye başlıyor Osmanlı Avrupa’ya. 
Evet dediğiniz gibi yüzde 10’u bile okuma yazma bilmiyor toplumun, bu tartışmaları başlatan toplum küçük ama ağırlığı sesi büyük! Bu süreç içinde etkileniyor Osmanlı. Araplar bizden biraz daha geriden geldi. Araplar ülkeleri Fransız ve İnglizlerce işgal edilince etkilendiler. Onlarda sömürge durumu ortaya çıktı, biz sömürge olmadık.. Araplarla bizim aramızda Batıya bakıştaki fark, Arapların onları sömüren ülkeler olarak görmesi bizim ise görmememiz..
İki dini kültür arasında çok önemli bir fark da, bizim dini örgütlenme biçimimiz ile Hristiyanlığın biçimi arasında.. Avrupa’da kamu kaynaklarının kullanımı ve daha çok eğitim hakkının gerçekleştirilmesi ve kamu harcamaları veya kamu kaynaklarının tahsisi üzerinden sekülerlik tartışmaları yürüyor şimdilerde. Avrupa’da siyasal erkin karşısında bir adres var oturup pazarlık yapayabileceğiniz, bir kurum var, yani kilise var, tıpkı  işçi sendikalarının devlet ile işverenle pazarlık etmesi gibi; orada somuta indirgeniyor işler, din sadece ilahi olmaktan çıkıp dünyevi özellik kazanıyor.. Vatikan siyasi devlet özelliği kazanıyor, iktidar mücadelesine giriyor, ordu kuruyor, savaşa giriyor, yeniliyor ve mallarına el konulup milli kiliselere aktarılıyor, böylece milli kiliseler güçleniyor..
Matbaanın çıkması ile birlikte İncil çevriliyor ve herkes okumaya başlıyor. Köktendincilik konusunda en önemli araştırmacılardan birisi olan felsefeci Bikhu Parekh bu gelişmeye “textualism”  Türkçesiyle metincilik, metinsellik diyor. Kutsal metni okuyup anlama ve hayatı onun içine sokmaya çalışmak.. hayatla kutsal metinlerin bağdaştırılmasında birey rol oynamaya başlıyor... bütün dinlerde bu temel bir problemdir. Bunu ilk yaşayan protestanlar, İslamda da 19-20.yy’da çıkmaya başladı. Seyyid Kutup gibi aktivist düşünürler kutsal hayatı kutsal metinlere uydurmayı öneriyorlar..  Biz bu sürece biraz gecikmeli olarak giriyoruz, matbaa geç geliyor, Kuranı Kerim’in mealini yeni yeni öğreniyoruz.. Henüz geniş kitleler Kuran’ı alıp anladıkları dilden okumaya ve düşünmeye başlamadı.. Bizde de bir tür protestanlık akımı ortaya çıkmasın diye ellerinden geleni yapmaya çalışıyor resmi kurumlar.. Ama bu başarılı olmayacak, millet sonunda alıp okuyalım diyecek, acaba bize doğru mu söylüyorlar.. Bu süreç, bireyler kendi yorumlarını yapmaya başladıktan sonra bizde de bu hızlanacaktır.. Müslümanlıkta zaten Allah’la birey arasında bir aracı kurum yoktur, bir meşruiyeti yoktur ulema sınıfının.. ama şimdi bu tür bir etki bir ölçüde oluşturmaya çalışılıyor..
Bizde kilise kurumu olmayışı belki işi zorlaştırıyor.. Papa ABD’ye gidiyor, Philedephia, Pennsylvania’da Belediye karşılıyor büyük meydanda kürsü kuruluyor orada halka hitap ediyor Papa, tabii masraflar ediyor belediye.. derken bir Philadelphialı bir dilekçe veriyor belediyeye, ben Katolik değilim ama benim vergimi Katolik kilisesinin töreni için harcadınız bunu siz ödeyeceksiniz diyor.. Mahkemeye gidiyorlar ve mahkeme yapılan harcamanın tamamını Belediye’nin Katolik Kilisesi’ne fatura etmesine hükmediyor. Bizde benzer olarak kamu fonları harcandığında bunu yapabilme şansınız yok. Karşınızda bir adres olmaması bu durumu daha da zorlaştırıyor. Aleviler vergi ödüyoruz karşılığında kamudan bir şey almıyoruz diyor.. Bizdeki sekülerleşme tanımları daha kültürel ama daha az kurumsal oldu ve eğitim ve kamu harcamaları konularındaki zorlukları yeni yeni tartışmaya başlıyoruz.
Amerikalı Huntington şöyle demişti: Müslümanlarda tanrı Sezar’dır, ortodokslarda Sezar tanrının küçük ortağıdır, Konfüçyüs’te ise Sezar tanrıdır.. bu üç fark, bu üç din, onları geri kalan dünyadan farklılaştırır.. Dünyevi ve ilahi ayrımını nereden yapacaksınız. Biz ayrımı çok daha kültürel yapıyoruz. Tevfik Fikret’in önerdiği türden birey düzeyinde bir ayrım yapmalısınız, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir insan toplumsallaştıracaksınız, o kişi kendi dinini istediği gibi yaşayacak.. Temel mesele bu, ama bunun bireysel olarak yapılması son derece zor.. Dinsel örgütlenmelerin etkisini ortadan kaldırmak için, dini oluşumları gayri meşru ilan etme yoluna gidildi, bu da gayri resmi olarak bunların etkisini sürdürmelerini engelleyemedi. Yüzeyde iken denetlenebilirlerdi, yeraltında örgütlenme devam etti. Başka dernekler, vakıflar olarak bir vitrin olarak yerüstüne çıkarak yollarına devam ettiler.
CBT: Bizde siyasal islamcı partilerin hristiyan demokrat gibi “demokratik” partilere evrimi mümkün mu veya daha epey zaman alır mı?
Ersin Kalaycıoğlu: Kadın erkek eşitliğini bir kenara bırakırsanız çok zor değilmiş gibi gözüküyor.. Ama kadın, özgürlüklerin odağında duruyor.. Bu standartlar fevkalade kısıtlı bir noktaya getiriyor sizi, bu siyasal hareketlerin şu özellikleri göstermeleri gerekiyor, sivil toplumda din dışında kalan örgütlenmelerin de olabildiğince özgür ortaya çıkması, örgütlenmelerin gelişmesine fırsat verilmesi.. bunların siyasi toplum alanını etkisi altında bulundurmaması..
CBT: Mursi Mısır’da niye başaramadı.
Ersin Kalaycıoğlu: Çok nedeni var, ekonomi çökmüş durumda.. Toplumda oy almadığı kesimi dışlaması... Bizim iktidar, Orta Doğu’ya müslüman kardeşlerle aynı pencereden bakmaya başladı .. Bunu söylediğinizde hoşlanmıyorlar.. Sunni - Şii ekseni çıktı ortaya.. Bunların çatışmaları söz konusu, biz bunların dışında ve üzerinde kalacak bir aktör olacağımıza, eksen içinde önde gelen demiyelim, Suudi Arabistanı, Katar’ı takip eden bir pozisyona geldik, bunun bize bir yararı olmadığını söyleyelim.. Suudi Arabistan ABD’nin Orta Doğu’da en eski ve en güçlü müttefekidir, sonra İsrail ve diğerleri gelir. ABD bir konuda belirgin bir pozisyon aldığında Suudi Arabistan tabii ki ABD ile uyum gösterecektir.. Yeni Şafak bir başlık attı Suudilerle İsrail uyum içinde diye, bu durum 1932’den beri devam ediyor, onlar Amerika’nın en önemli müttefiki bu coğrafyada..
Gelecek hafta üçüncü ve son bölüm: Gezi Direnişini yorumlamak..