Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

29 Kasım 2010 Pazartesi

Siyasi Amaçlı Yargılamalar ve Uygunsuz Yasa


İktidar, hakkında beş yıl ve üstü hapis cezası istenen iki generalle bir amirali, falan yasanın fişmekan maddesine dayanarak açığa aldı... Bakanlar takdir haklarını kullandılar.
Demek bakanların veya iktidarın bir takdir hakkı var, isterlerse bunu kullanıyorlar, istemezlerse kullanmıyorlar.
Ordu söz konusu olunca, ivedilikle böyle bir hak devreye sokuluyor.
Başbakan Erdoğan, askerler açığa alıdıklarında “bakanların takdiri” demişti. Ancak arada geçen günler içinde anlaşıldı ki, bakanlardan çok Başbakan'ın takdiridir bu olay. Başbakan, Beyrut dönüşünde uçakta gazetecilere, üç subayın emekliliklerini istediklerini, kesinlikle Ordu'da görev almalarını istemediklerini, gerekirse Meclis'de yasa bile çıkartabileceklerini dile getirdi.
Yani açığa alma, bakanların öncelikli tasarrufu değil, Başbakan'ın tasarrufu.. zaten başka türlüsünü de beklemek abesle iştigal etmek olurdu!
***
Soru şudur: Ne zaman biteceği bilinmeyen, 100'ü, yüzlerce kişiyi kapsayan bir dava sonunda, diyelim ki hepsi beraat ett; terfisi durdurulmuş, açığa alınmış, maaşı eksiltilmiş, dahası şimdi Başbakan'ın kararlığında gördüğümüz gibi emekliye sevkedilecek subayların (insanların), hakları, hukukları, kişilikleri, özlük hakları.. ne olacak?
Bu soruyu Çiğdem Anat'ın NTV'deki programında yönelttiğim eski savcı Mete Göktürk, dedi ki: Ne yazık ki ki öyle bir durum var, ülkemizde yargılamalar çok uzun sürüyor ve yargılananlar mağdur oluyorlar, ama bu yasadan kaynaklanmıyor, uygulamalardan kaynaklanıyor.. Ama hiç de inandırıcı değildi! En azından bir hukukçu olarak.
Birincisi, eğer uygulamalar insanları mahvediyorsa, yasal ve hukuki bir sorun var demektir.
İkincisi, yasa kötüye kullanılarak insanlar mahvediliyor demektir; bizim örneğimizde ise, siyasi iktidar, bu yasayı kötüye kullanarak, Ordu'nun hiyerarşik terfisine siyasi amaçlı müdahale ediyor!
Bir hukuk insanının bunu görmemesi ilginçtir!
Demek ki, insan görmek istemediklerini görmez, görmek istediklerini görür!
Bu nedenle, bir yasa durmadan kötüye kullanılıyor, insanlar yıllarca yargılanıyor, hayatı perişan ediliyorsa, o zaman yasa yanlıştır!
Evrensel doğru olanın, yerel koşullarda da doğru olduğu anlamına gelmez!
Türkiye'de durum yanlıştır!
Yasalar, insanları mahvetmek için olamaz, soyut anlamda “doğru yasa” olamaz, uygulamaları yanlış olan yasa doğru olamaz, ortadan kaldırılması gerekir..
En azından, iktidarın bu amacının görülmesi ve gerçeğin teslim edilmesi, bir hukuk namusudur!
***
Siyasi amaçlı yargılamalar, AKP döneminde şöyle işliyor:
İktidarın savcısı davayı açıyor, inanılmaz suçlamalar yöneltiyor ve büyük cezalar istiyor!
Genel olarak iktidar tarafından güdülenmiş mahkeme de davayı kabul ediyor.
Dolayısıyla, yargılananların hayatı kayıyor! İçeride yıllar süren bir tutukluluk!
Devlet memuru ise tasfiyesi gündeme geliyor, ki zaten siyasi iktidarın örneklerimizdeki amacı budur.
Sivil ise, yine çoğunun hayatı kayıyor, insanlar hapishanede sürünüyor; işi, çoluğu çocuğu, kazancı, toplumsal itibarı, içeride geçirdiği yıllar içinde yapabilecekleri.. bütünüyle büyük kayıplara uğruyor!
Neymiş “yasa doğruymuş”!
Ülkemizdeki uygulamalara bakıp da yasanın doğruluğunu savunanların, insan hak ve özgürlükleriyle bir ilişkisi olamaz..
Sadece, yasaları kötüye kullanan iktidarın faşizan kötü niyeti ve uygulamalarına destek çıkmasıyla ilgili olabilir..
Bu da yeterince yüz karası bir durumdur!
Aynı kötüye kullanma olayı, Silivri Zulümhanesinde tutulan Balbay, Özkan, Perinçek ve diğer tutuklular için de söz konusudur!
İnsan hak ve özgürlüklerini korumayan, sadece siyasi iktidarın amaçlarına hizmet eden yasa, faşist bir yasa olabilir ancak!
obursali@cumhuriyet.com.tr

28 Kasım 2010 Pazar

Ordu Üzerine Siyaset


Olayın şu anını tartışmak tam bir kısır bakıştır. Önemli olan her zaman, bir adım gerisi ve bir adım ilerisidir! Bazen de iki adım.. Böylece ne olmuştu, ne olacak sorularına doğru yanıt bulursunuz.. Yok yasalmıymış değil miymiş. İktidar yasalara göre hareket ediyormuş. Ayrıca bu çok da önemli değilmişmiş, çünkü siyasi/sivil irade böyle istediğine göre, askerler de buna boyun eğmeliymiş. Askerlerin hukuk/yasa peşinde koşmaları başlarına daha çok iş açarmış..
Tam bunları olmasa bile, iktidarın yazarları/ yorumcuları bu düşünceleri dayatıyor topluma!
“Balyoz” ne idi? Balyoz, Ordunun bütün üst kademesini budama operasyonuydu ve öyle olduğunu da hemen herşey doğruluyor!
Normal (amaç biraz aşıldıysa da senaryo senaryodur) ve konuşmaları resmen kayda alınmış bir askeri senaryo seminerinin kuyruğuna bir takım eklentiler takılmış (ayrı bir CD). Düzenleyen, 2003 yılında yapılmış bir seminere, yakın zamanda ilk kez ortaya çıkmış bazı olguları ve bilgileri de eklemek gibi aptallıklar yapmış... Ayrıca CD'nin 2003'te hazırlandığını (kaydedildiğini) kanıtlayacak en küçük bir “bilimsel kanıt” da gösterilemiyor (Bazı devlet kurumları aldıkları emirler doğrultusunda muğlak raporlar vererek, kendilerini ve kurumlarını tam beş paralık ediyorlar. İşi bile sıradan birisi, örneğin, taş devrinde kaydedilmiş bir CD üretebilir! Ve birileri de kalkıp vayy taş devri zamanında CD'ler varmış der!!)
Balyoz ne zaman piyasaya sürüldü?
a) Ergenekonun ateşi düştüğünde! Cadı kazanının altına odun-kömür sürmelisiniz ki, ateş sürekli harlı olsun, içindekiler (Balbay'lar da!) kaynayıp dursunlar! (Bu alçak planlara aracılık eden ödüllü ödülsüz bütün uşaklar-maşalar gelecekte taşlanacaklar)
b) İki- üç yıldır süren yıldırma, gözden düşürme gibi yoğun “çalışmalardan” sonra, artık sıra son noktaya, Ordu'nun kendi hiyerarşisini kesin bozmaya ve komutanlıklara Erdoğan'ın kesin atama yapabilmesinin yolunun açılmasına geldi. Ordu yönetimleri de alt tarafı Erdoğan'ın “yüksek devlet memuriyetlerinden” biriydi ve yüksek bürokrat atamaları gibi, komutanlıklara da atama yapabilmeliydi.
Nasıl bir atama? Erdoğan'ın iktidara ilk adım attığında açıkladığı “beden dili”nden anlayan atamalar.. Erdoğan'ın “beden dili”ne, geçen zaman içinde “düşünce biçimi/ dili” de eklendi tabii ki!
Açığa alınan komutanları iktidar “beğenmiyor”; izlemişler çalışmalarını ve “başarısız” bulmuşlar. “Başarısız” komutanın terfisini ve atamasını neden gerçekleştirsinler!?
***
Ordu'ya karşı bu siyasi “darbe”ler, hep hukuki kılıflar altında sürüyor. Başka türlü de olamazdı tabii ki! Eh, “kanlı darbe” yapacak halleri olmadığına göre! (Erbakan'ın “kansız darbe”si tamam!)
Dedik ki, Ordu'ya karşı operasyonların ana noktası “üst kademeyi budamak”tır. Vurgulamamız gereken diğer önemli nokta da, atamalarda Ordu'nun kendi liyakat sistemini bozmak, Erdoğan ve adamlarının liyakat sistemini geçerli kılmaktır.
Üstten budayınca, alttan yükseltilecek subayların siyasete bağımlılığı artacaktır (normal psikolojik ve sosyolojik insan davranışı.)
İki gelişme olacak: Birincisi, Ordu içinde, varsa eğer, imamların yönetimine ve ilişki ağına girmiş / düşmüş, iktidarın göz kırptığı/ iktidara göz kırpan subayların hızla yükseltilmeleri sağlanacaktır.
İkincisi ise, bu yeni düzende, Ordu içinde yükselme/ terfide siyasi beklentiler devreye girecek ve siyasete biad eden subaylar ortaya çıkacaktır. (bunu üniversite sisteminde yaşıyoruz).
Böylece, laik olan değil, yakın ve yandaş olanları koruyan bir siyasi atama sistemi başlayacaktır.
***
Bu sürece girdik. İktidar yandaşları, kayıtsız şartsız Ordu düşmanları, sahte demokratlar, hâlâ Ordu vesayetinin sürdüğünden dem vuranlar, her zamanki gibi iktidarın arkasındalar ve süreci “demokratikleşme” safsatasıyla destekliyorlar.
Şüphesiz ki, Ordu kışlasında ve siyasetin emrinde olmalıdır! Siyasete karışmamalıdır.
Ama, siyasetin oyuncağı yapılmamalıdır! Giderek totalitarizme, otoriter islami bir rejime koşan bir iktidarın, okyanus ötesi CİA+ Cemaat operasyonlarıyla katakulliye getirilmesi ve imamların yönetimine girmesi, yaşayacağımız en büyük tehlikelerden biridir!

25 Kasım 2010 Perşembe

CHP, AKP ve Kürtler


CHP’de Kürtlere yönelik yeni bir politika mı var? Durumu anlayalım:
Özellikle “terörcü- ayrımcı Kürtçü” politikalar karşısında, “Türk” siyasi partiler arasında doğallıkla ikircikli / reddedici politikalar gelişti. Terörün ve Kürtçülüğün Türk milliyetçiliğini güçlendirmesi, eşyanın doğasına uygundu. Sonuçta, ulus çapında büyük bir tepki yaşanıyor.
AKP, Kürt bölgesinde, iktidar olmanın verdiği uygulama olanaklarıyla, bizzat yarattığı ekonomik/ politik/ kültürel fırsatlarla ve yatırımlarla, Kürt bölgesinde iyi bir potansiyel ve gelişme zemini yarattı. Bu, AKP'ye “her yerde temsiliyet” görüntüsü verdi.
AKP bu politikasını sürdürüyor. Kürt oylarını AKP’de toplayarak, BDP'nin tabanını oyuyor ve BDP'yi Kürt bölgesinde azınlık parti durumuna düşürmeyi amaçlıyor. İktidar yıpranması sonucu kaybettiği oyları, Kürt oylarını arttırarak telafi etme hesabı içinde. Kürtlerden daha büyük bir oy kitlesi apartmayı başarırsa, seçimlerden sonra, ”Başkan Erdoğan”'lı, otoriterliği iyice yüksek bir AKP iktidarı bizi bekliyor demektir!
(Şimdi, parantez içinde, o şeytani soruyu sormanın zamanı: AKP’nin Kürt oylarını büyük ölçüde arttırarak Kürt ayrılıkçılığını marjinalleştirmesi ile, ama bu sayede dini referansları güçlenmiş otoriter bir Erdoğan rejimi altında yaşamak dilemması karşısında, nerede yer alırsınız? Kendinizi nasıl hissedersiniz? Kürtleri de ezen otoriter bir rejim mi, yoksa demokrasi mi?!)
***
CHP’ye gelince, Baykal döneminde, Kürtlerle ilişki kuracak hiç bir politika izlen(e)medi. Parti, seçimlerde Kürt bölgesinde sürekli sıfır çekti. Bölgede sosyal demokrat yüzbinlerce/milyonlarca Kürt, ya isteyerek/istemeyerek iktidara yöneldi ya da BDP'nin PKK politikalarına destek vermek zorunda kaldı.
Sonuçta CHP bir “Türk Partisi”ne dönüştü.
Burada, CHP ve kitlesinde “ulusun ve ülkenin parçalanmak istendiği” olgusu ve düşüncesi, birinci derecede etkili oldu. AKP'nin PKK ile flörtlerini, ABD'nin Kürtleri arkalayan politikaları karşısında sessizliğini de buna katmak gerekir.
Sonuçta, Baykal CHP'si, Türk-Kürt duvarını aşacak, yıkacak politikalar geliştiredi. Ulusal-birliktelik-demokratik politikaları geliştiremeyince, ortaya ayrımcı bir tablo çıktı.
Oysa, ülke birliğini, ulusal bütünlüğü savunmanın yolu, Kürtlere ve demokratik hak ve özgürlüklerine de sahip çıkmaktan geçiyordu! Eğer, bütünleştirici / reel politikalarınız yoksa, istemeseniz de pratikte ayrılıkçı kalırsınız: işte Baykal CHP'sinin durumu, bence buydu!
***
Şimdi Kılıçdaroğlu CHP’si Kürt bölgelerinde. CHP önemli ve olumlu bir düzeltme yaşıyor Kürt politikasında! Bu, bütün Türkiye'nin partisi olmaya soyunmaktır aynı zamanda!
Kılıçdaroğlu, “etnik temelde” politika izlemeyeceklerini vurguluyor!
Öncelikle ekonomik ve sosyal politikalarla, Kürt bölgesinin Batı ile entegrasyonunu birinci derecede önemli bir “Kürt Politikası”dır.. Batı-Doğu arasındaki uçurumun kapatılması yönünde önlemler alınmalı!
Kürtlerin daha insanca yaşamasını sağlayacak, ekonomik, sosyal ve kültürel önlemler, en kısa zamanda uygulanmalı.
Serbest Piyasa bunu sağlamaz! Çok güçlü devlet ekonomik örgütleri kurulmalı ve büyük yatırımlara gidilmeli, bunun yanında, sosyal gelişimi destekleyecek önlemlere öncelik verilmeli!
Bölgedeki geri feodal yapıyı parçalayacak bütün demokratik atılımlar gündeme getirilmeli! Aslında bütün bunların ortamı da bölgede vardır!
***
Şüphesiz ki Kürt dili bölgede en önemli sorundur.
Alınacak ekonomik, sosyal, eğitsel, kültürel önlemler, özellikle Kürtlerin büyük önem verdiği Kürt dilinin öğrenilmesine destek vermeden, başarıya ulaşamaz.
Çünkü, dil konusu Kürtlerin insan yerine konmasında giderek bir mihenk taşı haline geldi.
Eğitimde ana dilin Kürtçe olması, şüphesiz ki bölünmeye/ ayrılmaya götürür.
Ama, Kürtçe'nin ikinci dil olarak okullarda en iyi şekilde öğretilmesine özel çaba verilir....

24 Kasım 2010 Çarşamba

Füze Kakıştırması-3 Hem Kel Hem Fodul


Eh, Cumhurbaşkanı Lizbon’dan “büyük zafer”le döndüğüne, “NATO'nun “İkinci önemli ülkesi” derecesine yükseldiğimize ve NATO'nun “çökmesini” de önlediğimize (*), üstüne üstlük İran da Türkiye'nin çabasını övdüğüne göre, işler tıkırında!
Öyle mi acaba?
Türkiye, örneğin batıyı batı yapan “bilim, teknoloji ve ekonomi; düşünce, kültür, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri” gibi çağdaş kavramları ve üretimlerini içselleştiremez ve kendi kültürünün ana bileşenlerine dönüştüremezken, batı kampına öncephe savaşçılığında birinci sınıf hizmet sunmayı hep başarmıştır!
Lizbon Anlaşması’ndaki imza, Batı'nın yine Türkiye üzerindeki “Büyük Zaferi”nin kanıtı, başka bir şey değil!
Oysa Türkiye orta ve uzun menzilli balistik füzelerin hedefi değil! Dolayısıyla füze kalkanı, hadi diyelim ki gerçekten korunma amaçlıdır, ABD ve Batı Avrupa'yı ilgilendirir! Niteliği de tamamen budur! Türkiye ise kendi savunma sistemini gerçekleştirebilecek konumdadır. Neden bu tartışılmıyor, güzide Türk medyasında?
***
Açıkça söyleyeyim: Komşularla sıfır sorun politikası, özü itibariyle, bugüne kadar Türkiye’de bir iktidarın saptadığı ve uygulamaya çalıştığı en doğru dış politikaydı! Tabii neyin elde edildiği ve edileceğinin bilançolarına da bakmak koşuluyla... Dünyada başka bir ülke yoktur ki, komşularının neredeyse hepsiyle sorunludur; ekonomik ve diğer ilişkileri olması gerekenin en alt düzeylerinde seyreder, ve bu sorunlar da, dünya egemenleri tarafından durmadan kullanılır!
Böyle bir başka ülke daha gösteremezsiniz!
Bu kadar aptalca bir şey olur mu?
Türkiye'nin dış politikada “yeni bir açılım”ı, özellikle bu yüzyılın başından itibaren gerekliydi.
Batı Eksenli dünyadaki değişme nedeniyle! Dünya “çoklu eksenli”ye kaydı. Küreselleşmenin en büyük nimetlerini, Çin, Hindistan ve diğer “yükselen ülkeler” daha çok yemeye başladı. Amerikalı “Nobelli” ekonomistlerin (örneğin Paul Samuelson) yorumlarını bu köşeye taşımış ve “küreselleşmeden ABD oldukça zarara uğradı, küreselleşme sürecini biraz frenlemek gerekir” dediklerini nakletmiştim (29 Eylül 2005). “Finans kapital”, daha kârlı gördüğü Çin ve diğer ülkelere akmış, arkasından veya eşzamanlı olarak fabrikalar taşınmıştı!
Yani: Gelir düzeyi ve refahı tavan yapan ABD ve AB durağan duruma hatta düşüşe geçerken, Çin ve diğer ülklerin refahı yükselmeye başlamıştı! Küresel kapitalizmin en doğal sonuçları!
***
Türkiye, yeni yükselen ülkeler kervanına, bütün politikalarıyla katılmak zorundaydı! Komşularıyla sorunlarını hallederek ekonomisine hız kazandırmalıydı. Önündeki bütün engelleri kaldırmalıydı: Batı'nın “savunma” cenderesi dahil!
Oysa, ABD'nin çok eksenli dünyaya göre yeni pozisyonu olan Füze Kalkanı’nın üssü olmanın altına imza attık! ABD'nin komşularımıza da yönelttiği silahın ortak tetikçisi durumundayız!
Komşularla sorunları sıfırlama politikasının uygulayıcısının AKP olması da başka bir şanssızlıktı. Çünkü AKP bu politikaya İslamcı bir karakter verdi ve din ekseninde yürütmeye kalkıştı! İsrail’e karşı politikası da bunun bir ürünüdür!
Cumhurbaşkanı Gül eksende kayma yok, eski eksen doğru değildi, şimdi düzeldi derken doğru konuşuyor.
Ancak bu “düzeltme”nin diğer bir yüzü “İslami ve ideolojik”tir, ama bu açıdan “eksende kayma” vardır! Bu, iç politikasındaki İslami ve ideolojik kaymadan kaynaklanıyor.  İçeride, İslamileştirme ve gerçek demokratik değerlerden ve sistemden uzaklaşma politikası, gözle görünür kadar nettir! Dolayısıyla, Orta Doğu'ya yönelişte de bu İslami renk açığa çıkmıştır.
Şimdi Lizbon'da atılan mecburi imza, iktidarın açılımını hem kel hem de fodul yaptı!
AKP adına ne demiştik: Şu seçimleri bi geçelim, gün ola harman ola!
---
 (*) Ah, güç karşısında yağdanlığa dönüşmüş irili ufaklı medyam benim, sizler uçaklarda böyle kabul edildiğiniz sürece, ödemeleriniz giderek daha da ağırlaşacak, vicdanlarınız ise halk karşısında susacak! 
---
23 Kasım 2010 / Bilim ve Siyaset 

23 Kasım 2010 Salı

Füze Kakıştırması-2 Türkiye İçin Anlamı


AKP iktidarı Füze Kalkanı Projesini onayladı. Lizbon'dan önce, iktidar saflarından yükselen itirazlar sözdeydi, kamuoyunu yanıltmaya yönelikti. Şöyle diyeyim: Aslında Füze Kalkanı projesine katılma kararı, AKP'nin komşularla problemsiz dostluk politikasını sıfırlıyordu. Çünkü projenin güncel hedefi İran'dı!
Ancak bu iktidarın en önemli destekçisi ise ABD ve Avrupa. Zaten ABD'den AKP'ye karşı sürekli uyarılar geliyor, özellikle İran ve İsrail politikası nedeniyle Erdoğan yönetimi “gözlem” atında tutuluyor. Son olarak gazetemizde Elçin Poyrazlar'ın haberinde, eski Amerikan Büyükelçisi Edelmann, AKP yerine CHP'nin desteklenmesini gündeme getirdi ve aba altından sopa gösterdi.
Hele seçimlere giderken, “Batı”daki ana destekçilerini yitirmek, seçimleri de tehlikeye sokardı!
Şimdilik iki taraf için de “varta” atlatıldı! Önce şu seçimler aşılsın, arkasından projenin ayrıntılarına sıra gelsin, gün ola harman ola!
***
Gelelim, yeniden işin özüne!
Ülkemizdeki “Batıcı”lar, Füze Kalkanı Projesi'ne katılımı destekledi. Bu desteklerinin ardında, “su katılmamış” batıcılıklarının yanısıra, biraz da şu düşünce yatıyor olabilir:  AKP'nin ülkeyi İslamlaştırma politikalarından duydukları endişe; “İktidarı ne kadar Batı ittifakı içinde tutarsak, ülkenin İslamileşmesini de o derece önleriz!”
Bu bir ham hayaldır! Ama konumuz bu değil.
Füze Kalkanı projesi öncelikle ABD'yi korumaya yönelik ve emperyalist savaş politikalarının bir ürünüdür. 1983'den beri 100 milyar dolar yatırdıkları projeyi, 2000'li yıllarda artık çöpe atmaları gerekirken, kapitalizmin/emperyalizmin küresel hegemonyacı rekabetinin gereği olarak, gerilim ve savaş politikalarının aracına dönüştürdüler!
***
Füze Kalkanı Projesinin Türkiye'yi savunmayla, dolayısıyla ulusal yararlarımızla zerre kadar ilişkisi yok! Türkiye, tıpkı 1950'lerde girdiğimiz NATO'nun yine bir ileri karakolu olarak kullanılıyor. Bu defa bir farkla: Parasını da üstelik bize ödettiriyorlar!
Bugünkü az demokrasimizin, insan hak ve özgürlüklerinde geriliğin, ekonomik bakımdan bağımlılığının temel nedeni, dahası AKP gibi bir partinin iktidara gelişi, NATO'nun ileri karakolu rolünü yıllarca üstlenmiş olmamızdır!
Batı, ülkeyi savaş politikalarının ana aracı olarak kullandı ve bu amaçla da Ordu'yu ülkede iktidarın yıllarca odağı yaptı! (Bugünkü azılı ve yıkıcı TSK düşmanları, “Ordu vesayetini” ülkede kimin kurduğunu unuttular; ülkemizdeki bütün diktatöryal ve sözde demokratik iktidarların arkasında, oysa hep, şimdi baştacı yaptıkları ABD vardı!)
Soğuk veya sıcak, bütün savaş stratejileri, ülkemizde 1990'lara kadar, en kolay ve en uygun, askerler üzerinden sürdürülüyordu! Evren gibiler, savaş maşaları olarak görev yaptılar yıllarca!
***
Oysa, 1945'lere kadar “Batı ittifakı” içinde değildi Türkiye!
Doğrultusu, çağdaş uygarlıktı, bu anlamda da, uygarlığın araçlarını geliştiren Batı idi.
Atatürk Türkiye'si çağdaşlaşmanın bütün araçlarını almış ve uygulamaya koymuştu; ekonomide, bilimde, kültürde…
Oysa Türkiye, NATO'ya girerek “çağdaşlaşma” yolundan saptı! Yani, batıyı batı yapan değerlere öncelik vermek yerine, ABD ve Avrupa'nın salt bir “savaş aracı” derekesine indi!
Batı'ya- çağdaşlamaya yönelmek, sanıldı ki, NATO'da yer almak ve ileri karakol olmaktan geçiyor!
NTO'dan itibaren ülkemizde herşey, Amerikan savaş stratejisine göre belirlenmeye başlandı. Askeri vesayetler, askeri darbeler, yaşadığımız iç savaşlar, durmadan üç sente muhtaç Türkiye'ler, ekonomik krizler, demokrasi ile insan hak ve özgürlükleri konusunda büyük geri kalmışlıklar…
Ve yaşadığımız bugünkü büyük karmaşa..
Bütün bunların temel nedeni, 1945'lere kadar elimizde tuttuğumuz, “ülke iradesini, egemenliği”, Batının uygarlık yaratan politikalarına bile değil, Batının savaş politikalarına teslim etmemizdir! (*)
Şimdi Füze Kalkanı projesine atılan imza, aslında, bu politikanın sürdürülmesidir!
Üçüncü bir yazı gelecek…
--
(*) Ulus Yıkıcılığı Zamanları, Orhan Bursalı, Cumhuriyet Kitapları…
---
22 Kasım 2010 / Bilim ve Siyaset 

22 Kasım 2010 Pazartesi

Füze Kakıştırması -1


Batı bizim ana yönümüz, o nedenle füze kalkanı projesine evet demeliyiz..” Hiç sorgulanmadan veya bilinçli olarak edilmiş bir söz veya alınmış bir tavır. Bu, en hafifinden yapacağımız bir değerlendirmedir.
Bu tavra denecek o kadar söz var ki.. Ama en iyisi bazı saptamalarla konunun özü olan fikre yönelelim:
-Füze Kalkanı projesinin “ana”sı, 1980'lerin Reagan döneminin Yıldız Savaşları Projesi'dir! (Stratejik Savunma Girişimi) Bu Amerikanın ulusal savaş stratejisinin yeni konseptiydi ve dış haberler şefliği ve yayın müdürlüğü yaptığımız o dönemde ve daha sonra proje  üzerine çok yazıp çizdik! ABD proje üzerinde 1983'den beri çalışıyor. Yani para harcıyor!
- 1980'ler, Rusya ile rekabetin alabildiğine sürdüğü yıllardı. 1990'dan sonra SSCB çöktü, ama proje rafa kaldırılmadı, daha yavaştan pişirilmeye alındı. ABD Savunma Bakanlığı “savaş projeleri” için varolan bir bakanlıktır. Büyük harcamalarla savaş sanayini finanse eder. Nitekim bu projeye şimdiye kadar 100 milyar doları aşan masraf yaptı.
- ABD gibi emperyalist süper devletin (ve İngiltere gibi eteğindeki diğerlerinin) ve büyük savaş sanayilerinin sürekli “düşmanlara” ve “savaşlara” ihtiyacı vardır, şüphesiz ayakta kalmak için, varlıklarını sürdürebilmek için.
- Savaş için yaptıkları harcamaların yüzde birini barış sağlamak ve savaş nedenlerini ortadan kaldırmak için yapmazlar...
- SSCB çöktükten sonra, “düşman”, Amerikalı teorisyenlerin tezleriyle destekledikleri “Medeniyetler Çatışması” oldu.  Burada önemli olan “Medeniyetler Çatışması”nı engellemek değil, geliştirmek, kışkırtmak ve savaş sanayinin bir konusu yapmaktı! Emperyalizmin her zaman küresel düşmanlara ihtiyacı vardır!
- Küresellik-müresellik, kapitalizm varoldukça değişmeyecek temel gerçek, ulusal çıkarlar ve karakterlerdir. Ulus devletler, kapitalizm çağının ürünleri olduğuna göre, ulus/ülke/devlet çıkarları, bütün gelişmelere damgasını vuracak ana özelliktir (*).
Nitekim bütün gelişmeler de bunu gösteriyor: Tek merkezli bir dünya, hızla yerini yeniden çok merkezli bir yapıya bıraktı. Rusya, Çin ve daha pek çok “ekonomik’ odaklar ortaya çıktı; “Batı” krizle çöktü; dünyada eksenler değişti ve çoklaştı!
***
- Füze Kalkanı projesinin bence 6 niteliği var:
a) Savaş sanayi üretimini durmadan geliştirmek;
b) savaş-savunma harcamalarını dünyada arttırmaya zorlamak ve savaş sanayi için müşteri arttırmak;
c) dost –düşman cepheleri yaratmak;
d) küresel rekabette savaş kapasitesini/gücünü, yanındaki “dost” ülkelerde/kampta liderlik baskısı/pozisyonu olarak kullanmak;
e) kendi (Batı!) kampında olmayan diğer kamplar ve güçlü ülkeler için üstünlük/hegemonya rekabetinde büyük bir koz olarak elde tutmak;
f) Muhtemel bir “dünya savaşı”nı ise, kendi topraklarının çok ötesinde, başka ülkelerin topraklarında karşılamak ve yapmak...
***
Füze Kalkanı Sistemi'nin sanki hedefi, İran gibi köktendinci rejimlerden gelecek “saldırıları” karşılamakmış.. Kalkan daha önce Rusya'yı da hedef alıyordu! Şangay (İşbirliği Örgütü) İttifakı da var.
 ABD, kalkan projesiyle çok yönlü ve her türlü büyük siyasi rekabeti hedef almaktadır. Ama güncel olarak İran – İslamcı köktendinci şiddetçileri kullanmaktadır!
Füze Kalkanı Projesiyle, NATO'nun bir soğuk savaş aracı olması özelliği arasında hiç bir fark yoktur! Avrupa ve Türkiye, diyelim ki bir küresel savaşta, ABD'nin ön cepheleridir!
Yeter ki, ABD ulus devletine savaş bulaşmasın, bütün dünya ateşe atılabilir!
Amerikalı savaş sanayi ve muhafazakar güçleri, hasarsız atlatabileceklerine inansalar, şu küresel krizden çıkmak için bir savaşı bile göze alabilirler!
Ancak, şimdilik böyle bir savaşta ayakta kalabilecek tek ülke Çin'dir!
Savaş, zaten gerçekleşecek olan Çin'in dünya liderliğini zadece hızlandırır!
Yarın, bu açıdan Türkiye ve Batı İttifakı'na bakacağız..
---
(*) "Ulusyıkıcılığı Zamanları”, Orhan Bursalı, Cumhuriyet Kitapları, Ekim 2010)
--
21 Kasım 2010 / Bilim ve Siyaset 

18 Kasım 2010 Perşembe

Büyük Dönüşüm'e Doğru-3 “Başkan Erdoğan”


Üç-dört yazıdır türban üzerinden ve Başbakanın açıklamalarından yola çıkarak, siyasi kısa-orta geleceğimiz üzerine çıkarsamalar yapmaya çalışıyoruz. Şimdi bir özet.
Başbakan'ın kafasındaki plan açık ve seçik:
1) Haziran 2011'de ki seçimlerde, en az bugünkü oy ve milletvetkili çoğunluğunu korumak. Ama daha fazlasına ulaşmak; öyle ki Anayasa değişikliğini, referanduma bile gerek kalmadan gerçekleştirebilecek bir çoğunluk despotizmi elde etmek..
2)Yeni Anayasa”yı gerçekleştirmenin, Meclis'in en önemli gündem maddesi olacağını, Başbakan'ın açıklamalarından anlıyoruz.
***
Yeni Anayasa sadece türban gibi bir alt sorunu çözmek için hazırlanmıyor! Türban'ı, iktidarda kaldıkları sürece, oldu bitti hukuksal durumlar yaratarak (YÖK uygulamaları, yarın da ilk öğretim ve liseler için MEB ve iktidar dayatmaları..) istedikleri doğrultuda çözebilirler. Oluşturdukları Yeni Yargı'dan da türlü çeşitli yorumsal destek alabilirler!
Yeni Anayasa herşeyden önemlisi, Recep Tayyip Erdoğan'a, yeni bir yönetim tarzı yaratmak için gereklidir!
Başkanlık Sistemi uzun süredir ısıtılıyor. Burhan Kuzu, RTE'nin arzuları yönünde, Başkanlık sisteminin içeriksel tanımını yapmak için görevlidir!
AKP'nin iç çekirdeğinde, yeni başkanlık sisteminin hukuksal ilkeleri vb saptandı veya saptanıyor. Başbakan, bu ve benzer pek çok konuda bir dizi gizli hazırlıklar yaptırmaktadır. Örneğin Yeni Anayasa'da Kürt meselesinin de (türbanın serbestliği gibi) nasıl ele alınacağı konusunda şüphesiz ki hazırlıkları vardır.
Bana sorarsanız, Başkanlık Sistemi'ni de içeren Yeni Anayasa'nın kaba taslağı hazır. Bir acar haberci, bunu bulup çıkartabilirse, iyi bir iş yapmış olur!
***
Yeni Anayasanın ülkeyi yönetsel ve fiilen, daha çok İslama açacağı kesindir. Yeni Anayasa'nın, bugünkü ılımlı İslamın bir adım ötesinde, ama ülkeye kısa dönemde İslami Cumhuriyet karakteri kazandıracak bir yapıda olacağını kestirmek, Başbakan'ın köktendinci eğilimlerini dikkate alırsak, zor olmaz.
Başkan Erdoğan”ın dayanacağı sistem, açıktır ki daha çok otoriter bir karakter taşıyacaktır!
***
Başkanlık Sisteminde Medya, Başkan Erdoğan'ın anlayışı hızasında ve sınırında “görev” yapacaktır! Yandaş medyadaki etiksizlik/ahlaksızlıkların, dayatmaların, kesip biçmelerin, otoriter bir rejimde daha üst düzeye tırmanacağını, merkez medyanın Başkanlaşacağını, “demokratik medya”nın ise oldukça etkisiz bir hale getirileceğini ve “göstermelik demokrasi” vitrininde mostralık olarak kalacağını, (en azından bir süre daha) söyleyebiliriz.
Tabii, bunlar Erdoğan'ın gönlünde yatanlardır... Ne ne kadar ve nasıl gerçekleşir, Türkiye gibi sürprizlerle yatıp kalkan bir ülkede bilemeyiz!
***
Yeni Anayasa düzeninde, Başkan'ın Hukuk ve Yargı Sistemi olacaktır.
Başkan Erdoğan”, henüz bu makama oturmadan, hukuk/yargıda Başkanlık sistemini gerçekleştirmiş durumdadır.
Referandum'la gerçekleştirdiği değişiklikler, “Başkan”a neredeyse tek başına yargı sistemini oluşturma hakkı vermiştir.
Bu değişiklikler, Yeni Anayasa'ya olduğu gibi monte edilecektir.
Yeni Anayasa, Erdoğan'ın, önceki yazıda irdelediğimiz konuşması doğrultusunda, Meclis'de geniş mutabakat sağlanırsa (yani diğer partiler de ikna edilir ve AKP'yi desteklerse!) geniş bir “uzlaşı” ile çıkacak; yoksa AKP'nin despotik çoğunluğunun Anayasa'sı olacak.
***
Evet, şimdilik çıkarsamalarımız böyle.
Sorular sorabiliriz, ki bunlar didiklenmesi gereken meselelerdir:
Örneğin, Erdoğan, seçimlerde, bugünkü çoğunluğunu koruyabilir mi, daha büyük çoğunluğa ulaşabilir mi? (Bu amaca yönelik olarak, bütün siyasal, güncel, ekonomik önlemleri alıyor, parasal hiç bir zorluğu da olmayacaktır!)
CHP, bu durumun farkında mı, ne yapabilir ve nasıl bir programla seçimlere girmeli ki, Erdoğan'ın hedeflediklerini gerçcekleştirmesini engelleyebilsin?
Vb.. Bir kaç “ezber bozucu” soru var aslında, ama bunlar üzerine biraz düşünüp yazmak en iyisi!
İyi bayramlar..
http://orhanbursali.blogspot.com ; obursali@cumhuriyet.com.tr

17 Kasım 2010 Çarşamba

BİLİM YAZILARI

Neredeyse Sıfır'dan Bir Sanayi Yaratıldı!




Savunma Sanayi İhracatında gelişme, milyon $

Savunma Banayi Proje Hacmi

Cumhuriyet'teki köşemde de değinmiştim, burada şimdi daha güçlü vurgularla ve biraz daha farklı olarak yeniden gündeme getirmekte sayısız yarar var:
Türkiye kalkınmasını serbest piyasanın inayetine bırakarak gerçekleştiremez! Dünyada, gerekli önemli ekonomik/ kalkınma sıçramalarını yapmış tek tek ülkelerin tümünü, bunu nasıl başardıklarını / becerdiklerini araştırırsanız, devletin/partilerin/ ülkenin ulusal tercihli politikalarıyla karşılaşırsınız!
Ulusal güdüleme, ulusal destek, ulusal tercihler!
***
Türkiye'de demokrasi döneminde “ulusal hedef” gerçekleştirme konusunda son yıllara kadar neredeyse büyük bir örnek yoktu! Ama şimdi esaslı ve çok önemli bir örnek var önümüzde.
Bu ülkede ağırlıklı olarak son 10 yıl içinde, bilinçli ve tercihli ulusal politikalarla, yeni bir sanayi sektörü yaratıldı: Savunma Sanayi!
Bu sayfada, Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün de katılıp bilgi verdiği, Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar'ın, Müsteşarlığın kuruluşunun 25. Yıldönümü nedeniyle, geçen pazartesi bizlere yaptığı sunumdan bazı slaytları görüyorsunuz. Bu müsteşarlık, işlerini çok iyi bilen uzman kişilerden oluşuyor.
Müsteşarlık, kendisine görev olarak “Ülkemizin savunma ve güvenliğine yönelik TSK ve kamu kurumlarının sistem ihtiyaçlarını karşılamayı” belirlemiş ve vizyon olarak da “Ülkemizin stratejik savunma ve güvenlik ihtiyaçlarına teknolojik gelişmeler doğrultusunda özgün yurtiçi çözümler sunan, uluslararası pazara entegre ve rekabetçi bir savunma sanayiine yön veren uzman Tedarik Kurumu olmayı” koymuş.
Görselleri izlerseniz göreceksiniz: 2002 yılında, 5,4 milyar dolarlık imzalanmış proje bedeli hacmi, 2009 yılında 23 milyar dolara yükselmiş. Buna uygun olarak sözleşmesi imzalanmış proje sayısı ise, yine 2002 yılını ölçü alırsak, 70'den 240'a yükselmiş.
TSK'nin ihtiyacı olan savunma malzemelerini tedarik için bir öncelikler saptamış:
1. “YURTİÇİ GELİŞTİRME Öncelikli alanlarda yurtiçi özgün tasarım ve geliştirme; Ürün yelpazesinin zenginleştirilmesi ve uluslararası pazardan pay
2. ULUSLARARASI KONSORSİYUM Türk pazarı için özgün geliştirmenin maliyet etkin olmadığı durumlarda, ortak geliştirme veya uluslararası konsorsiyu; Tasarım / risk ortağı olma potansiyelini geliştirme
3. ORTAK ÜRETİM Yerli sanayinin aktif katılımı ile lisans altında üretim; Ortak üretim / offset yoluyla yerli sanayiye iş ve ihracat olanağı
4. HAZIR ALIM Yukarıdaki önceliklerin sağlanamaması durumunda hazır alım; Offset yoluyla yerli sanayiye iş ve ihracat olanağı; Üretici firma ile doğrudan çalışma, temsilci kullanmama..”
Bu çerçevede bugünkü projelerin ortaklık/üretim yapıları şöyle: Yurtiçi geliştirme yüzde 24; Konsorsiyum yüzde 9; Hazır alım: yüzde 10; Ortaklık yüzde 57.
bu, büyük bir başarıdır. Ordu ile iktidar arasında bu konuda uyumlu bir çalışmanın olduğu görülmektedir.

 Savunma Sanayi Müsteşarlığı ülkemizde bir savunma sanayininin kuruluşuna öncülük ediyor. Evet, hemen hemen hiç olmayan bir sektör doğuruldu! Üstelik yüksek teknoloji geliştirmeye ve üretmeye odaklı bir sektör! 2009 yılında bu yerli sektörün iş hacmi 2,3 milyar doları buldu.
***
Bütün olay şurada: İhtiyaçların var, bunları karşılamak için paran da var..  Parayı nasıl harcayacaksın!?
En kolay harcama biçimi, ki Türkiye savunma sanayinde genellikle bunu yaptı ve diğer sektörlerde de bunu yapmayı sürdürüyor: Hazır mal ve hizmet satın alma! Parayı bastır, satın al, kullan, bitince ve bozulunca yine satın al kullan.. Öde öde öde! Bu ülkenin kaynakları, beyinleri, zenginlikleri dışarıya aksın! Burada bir şey üretilmesin! Hep dışa bağımlı ol!
Kendi ihtiyaçlarını önemli ölcüde iç kaynaklardan karşılama politikası, Bağımsızlık politikasıdır! Biz bu politikaya yabancı değildik. Atatürk döneminde bunu yaptık, yaşadık, üretttik! Şimdi bir alanda bunu yeniden keşfettik
Savunma Sanayinde bir iç devrim yaşanıyor! Parayı, dışarıdan hazır almaktan çok, içeride üretime ve ülkede bir üreten yüksek teknolojiye dayalı sanayi geliştirmeye harcıyor, bakanlık ve müsteşarlık..
Yineliyorum: Serbest piyasa ekonomisi kendiliğinden bunu başaramaz.. Başarsaydı, kendi başına bir savunma sanayii kurardı! Piyasa aptaldır, kendi dar çıkarları ve kazançları peşinde koşar..
Oysa ulusal hedef ve politikalar, daha ötesine bakar ve sanayiiyi yönlendirir!
Gazetedeki yazıda belirttiğim gibi: Türkiye, yılda 10 milyar dolar sadece cep telefonlarına harcıyor.. Aselsan, cep telefonu üretti, ama işin başında bundan vazgeçti. Ne büyük hata... Oysa, bu üretim alanında büyük bir yerli üretim geliştirilebilirdi 15 yıl içinde! Bugün, kentlerimiz yüksek teknolojik tren-hızlı trenlere yönelmiştir. Bu bir kamusal harcamadır! Pek çok alanda, yeni teknolojilerle yerli üretime geçmek zorundayız.
Bunu nasıl başaracağımızı, bize, Savunma Sanayi ulusal politikaları göstermektedir.  (Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 1224, 12 Kasım Cuma

16 Kasım 2010 Salı

Büyük Dönüşüm'e Doğru-2 Açıklamanın Kodları


Başbakan ne diyordu türbanın ilkokulda yasaklanması konusunda, anımsayalım yeniden: Benim özgürlükler konusunda inancım farklı.. Kore'ye giderayak verdiği bir paragraflık demeçte, aslında plan ve programını bütün satır aralarında açıkladı. Bütünlüğünü bozmadan, cümle cümle ayırıp bu açıklamanın (Milliyet, 11 Kasım) içine bakacağız..
 - Bütün bu konularla ilgili olarak, özellikle milletvekili seçimlerinin sonrasını ben çok önemsiyorum.”
Soru, türbanın ilkokulda yasaklanmasını içeriyordu. Bütün bu konular derken, türban için bütünsel bir çözümü kastediyor. Üniversite, lise, ilkokul, okul öncesi okullar, devlet daireleri, resmi bütün yerler.. Toptancı bir çözüm getirecek.
- “Yeni Anayasayı çok önemsiyorum. Ve bu yeni anayasa ile birlikte aslında bu tür soru işaretlerinin netliğe kavuşacağı düşüncesindeyim.”
Anayasa ve Anayasa Mahkemesi türbanla ilgili devlet politikasında yasal durumlar yaratmıştır. YÖK başkanlığını yapan zatın çözümü, yasal değil, ancak iktidar desteğiyle yürütülebilir, siyasi ve baskıcı bir karardır. Başbakan, sorunu yeni anayasa ile kesin çözüme kavuşturma hedefini koyuyor kendine. Kendi özgürlük anlayışı ve inancı gereği, türban bütün alanlarda serbest bırakılacak.
- “Ve biz halkımızla bütünleşmek suretiyle inşallah bu soruları netliğe kavuşturmanın da mücadelesini vereceğiz.”
Başbakan, “milli irade”nin desteğini seçimlerde arkasına almaktan bahsediyor. Seçim konularından birinin türbana tam serbestlik olacağını sanmıyorum, çünkü bunu meydanlarda bağırmak, kendi özgürlük mezhebi dışında ürkütücü olabilir, ama seçimlerden sonra tek başına iktidar olursa, “artık millet bütün yapacaklarıma onay verdi” diyecek ve kolları sıvayacaktır!
- “Ben özgürlüklerin tanımı noktasında bireysel açıklama yapma noktasında değilim. Çünkü özgürlüklere olan inancım çok farklı.”
Burada, Çankaya'nın sakinleri Gül'lere yanıt veriyor. Hayrünnisa Hanım ve Abdullah Bey'in türban ilkokula giremez, cahillik olur açıklamasına, “bireysel çıkış” diyor. Onları biraz da “iktidardan, iktidardaki kollektiviteden ayrı fikir beyan etmekle” de suçluyor. Ve kendi planı olarak, seçim sonuçlarını ve yeni Anayasa da bu konu çözülecektir, diyor.
Burada bir parantez açalım: Başbakan'ın Gül'lerin bu açıklamasına karşı sert sayılabilecek bu tepkisinden sonra, birbir ardına iki olay oldu:
1) Cumhurbaşkanı, türban ve özgürlük anlayışları konusunda Başbakan'dan farklı düşünmediklerini söyledi! Bu, Başbakan'ın tepkisi (ve gücü!) karşısında bir geri çekiliştir (ricat!).
2) Hayrünnisa Hanım da bir islamcı yazara “Çok özel ortamda yapılan konuşmalar, gerçek çerçevesinden çıkartılarak medyaya yansımış ve hanımefendi hiç istemediği bir çerçevede polemik konusu olmuştur..” mesajını gönderdiği söyleniyor.
Başbakan'la aynı düşünüyoruz, geri çekilmesinin nedeni açık: Erdoğan, güçlü. Yeni Anayasa'da kendini Başkanlığa hazırlayacak. Yeni Anayasa'dan sonra Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Erdoğan Çankaya'ya çıkacak. Peki Başbakan kim olacak? Gül, geleceklerini tehlikeye atmak durumuyla karşı karşıya kaldıklarını mı gördü?
Şimdilik parantezi kapatıp, Erdoğan'ın çözümlemelerine dönelim:
***
- “Bunu da karar merciinde olan yargı kesimiyle paylaşmanın ne kadar zor olduğunu geçmişte te maalesef gördük. Onun için bu süreç milletvekili seçimlerinden sonra.. yeni anayasayı hazırlayacağız..
Yani, türban konusu yargının yorumuna bırakılmayacak kadar net olacak. Anayasa Mahkemesi'nin yapısını değiştirdiler. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu kendi adamlarıyla doldurdular.. Ama yine de, türban ipini yargıya bırakmaya niyeti yok.. Anayasa kazığına bağlayacak, ne olur olmaz, yarın iktidardan düşer (öyle bir olayın rüyasını bile görmüyordur), yargıç da saf değiştirir!??
- “ve Meclis'te isteriz ki en geniş manada mutabakatla da bunu çıkardığımız takdirde artık bu tür açıklamalara da gerek kalmayacaktır...”
İşte bu kadar! Başbakan çoğunluğu şimdiden kazandı.. Yeni Anayasa'yı şimdiden hazırladı.. Meclis'teki diğer azınlık partileri, kendilerine katılır ve geniş bir mutabakat sağlanırsa, Yeni Anayasa geniş mutabakatla çıkar.
Yoksa?
Yoksa, bakınız Anayasa değişiklikleri referandumuna!
Yazının üçüncüsü gelecek...
Bu arada: İyi bayramlar diyelim! Gelecek yılrdan sonra bunu da diyemiyebiliriz! İstanbul'daysanız, Büyükada'ya çıkın, Büyük Tur Yolunda Kocayemiş toplayıp yiyin, eğlenceli oluyor... 

15 Kasım 2010 Pazartesi

Büyük Dönüşüme Doğru-1 “Modern Mahrem” İlkokulda!


Hayrünnisa Gül Hanım'ın ilköğretimde türbana izin verilemez, bu cehaletten oluyor, ancak karar verici yaşa geldiğinde  kararını verir, biçimindeki çıkışına Cumhurbaşkanı Gül'den destek gelmesi ile, belki de bir uzlaşma sağlanabilecek ve ülkemizde türban meselesi bitirebilecekti! (Üniversite ile sınırlı kalması koşulu).
Ama, Başbakan Erdoğan, ı-ııh dedi! .. “Benim özgürlükler konusunda inancım farklı..” dedi ve bu konuyu, milletvekili seçiminden sonra hazırlayacakları yeni anayasa ile çözeceklerini söyledi..
Böylece türban konusunda bir uzlaşı çözümünün önünde baş engelin Erdoğan olduğu da kesinleşmiş oldu!
***
Türban konusu gündemde yoğun tutulduğu zamanlarda yazdık: Konu, üniversitede kızların türbanla/başörtüsüyle okuyamaması meselesi değildir.
Bu doğal karşılanabilir, okusunlar denebilir.
Ancak türban konusu bütünsel bir içeriktedir. Amaç yediden yetmişe bütün kadınların türbanlanmasını sağlamaktır. Üniversitede türban, bir koçbaşıdır; o kapıyı yıktıktan sonra, sıra lise ve ilkokula gelecektir... (*)
Bugün üniversite değil, ilköğretimde kızların türbanlanması tartışılıyor!
Yani, üniversite ile ilköğretim arasındaki kademeyi, liseyi atlıyoruz. (Yoksa, liseyi nasıl olsa hallederiz düşüncesi mi var?!) Liseyi “halletmenin yolu”, esas olarak, ilköğretimde türbanı yerleştirmekten geçiyor!
Eeee yani, ilkokulda türbanla okumuş kızlar, lisede türbanı mı çıkartacak!
Ama Hayrünnisa Gül'ün “karar verici yaşa geldiğinde” sözlerinden de ne anlamalıyız? Beşinci sınıftan sonra mı? Yoksa Lise mi?
Ama türban, üniversite sorunu aşıldıktan sonra şimdi “damardan”, üstelik en damardan tartışılıyor!
Tıpkı, üniversitede türbanın ardında neler olduğunu yazdığımız, çizdiğimiz, tartıştığımız, anlatmaya çalıştığımız gibi...
***
"Modern Mahrem”i anımsayan var mı? Kitabın yazarı ve izleyicileri, goygoycuları şu sıralarda anımsanmak ve konu edinmek istemeyebilirler!
Ama tam zamanıdır!
Kitap ve tez, Nilüfer Göle'ye aittir. Diyordu ki özetle: Türban, kızların dışarıya çıkmasını, erkek baba ve kardeşten dışarıya çıkma izni almasını, böylece sosyalleşmesini, hayata katılmasını, üzerlerindeki erkek baskısının azalmasını, dahası sekülerleşmesini sağlar; üniversiteye gider, işe girer..”(*)  
Biz de, “Türbanın, erkeksi, dinci toplum kesimlerinde özgürleştirici bir araç olabileceğini söylemek, zorlayıcıdır… Türbanı kendi özünden, çıkış kaynağı ve bağlamından, erkek fetvası ve yorumu ile ilişkisinden, dinci erkeğin kadına bakışı ve yaklaşımından kopartabilir, onu kadının özgürlük örtüsü olarak değerlendirebilir miyiz?” diye sormuştuk.
Şimdi üniversitede “yetişkin modern mahrem” üzerine tartışır, tezler ileri sürer ve konuşurken, şimdi “sübyan mahremler”e sıra geldi!
Bu görüşün izleyicilerinden, Radikal yayın yönetmenliğinden Hürriyet yazarlığına terfi eden modern erkeklerden bir yazar, aynı tezi “ilkokul mahrem”leri üzerinde tatbik etmeye başladı: “Artık çüşünüz, ilkokul öğrencilerini de mi türbanlayacağız” diyerek karşı çıkan bizlere,  ne yani diyor, okula gönderilmemesindense, türbanlı okuması daha iyi değil mi!?
Liberalliğin ölçüsü yoktur mu desek, yoksa artık oralarda yeni moda olan iktidar yandaşlığının ölçüsü yoktur mu: Bireysel özgürlük deyince madem akan sular duruyor: Bu ülkeye ne yasa gerekir, ne anayasa! Herkes kendi yasasını, kendi anayasasını kursun ve ona göre davransın!
***
Konumuz, Erdoğan'ın konuyu “damardan”, köktenci bir davranışla, radikal çözüm isteği üzerinedir..
Yani, Anayasa değişikliği ile...
Uzlaşı muzlaşı yok, pardon, yeni seçilecek Meclis'de geniş mutabakat sağlanırsa, geniş mutabakatla, yoksa AKP'nin “mutabakatıyla” Erdoğan çözümü ile, yeni anayasa ile çözülecek!
Sübyan mahrem” yeni Anayasayı bekliyor!
Büyük Dönüşüm hazırlıkları ve düşleri üzerine, yarın devam...
--
(*) Türban, Kadın Sorunu mu Erkek Sorunu mu, Cumhuriyet Kitapları.. 

14 Kasım 2010 Pazar

Bardakoğlu, Türban... Örtünme Bir Zamanlar Kadınları Kurtarıcıydı


Başını örtmek, İslamın, müslümanlığın şartı değildir.. Bu kadar basit, kesin ve net. Bardakoğlu, bunu söyleyen. Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan ayrılma isteğindeydi, zaten iki ay sonra da görevi bitecekti, ama Erdoğan, Bardakoğlu'nun iktidarla siyasi eşgüdüm içinde olmamasından rahatsızdı.
Hele, Cumhuriyet'e verdiği demeçte hem Atatürk döneminden saygıyla söz etmesi anlaşılan bardağı taşırdı; iki ay daha bekleme saygısını göstermediler. Bu bir incelik konusudur. Ama iktidar kaba siyasi politikaların sahibidir!
Onlar için Bardakoğlu'na siyasi mesaj vermek daha önemlidir... Bunun yolu da zamanından önce göndermedir. Bu mesaj aynı zamanda yerine geçen Prof. Mehmet Görmez içindir de!
Görmez, türban konusunda hükümete daha yakın olabilir. Hürriyet'in haberine göre (12 Kasım) "İlahi Dinlere Göre Başörtüsü” başlıklı, 2001 tarihli makalesinde kadınların başlarını örtmeleri gerektiğini belirtmiş ve şöyle yazmış: “Bazı kişiler başörtüsünün Kuran'da olmadığını ispatlamaya çalışmış, ancak bu yorumlar temelsiz kalmıştır. Hiç bir giysi, başörtüsü kadar güçlü, kadim bir tarihe ve derin semboluk anlamlara sahip olmamıştır...
Ama biz şimdilik Prof. Ali Bardakoğlu'da dönelim:
***
Bardakoğlu, iktidarın istediği “siyasi fetva”larda bulunmadı! Bardakoğlu'nun türbanla ilgili görüşü yeni değildir. Bardakoğlu kadınların başlarını örtmelerinin Kuran emri olduğunu hiç söylemedi, bundan kaçındı.
Şöyle dedi, “Müslüman kadınlar tarihsel süreçte dini gereklilik olarak gördükleri için örtünüyor... Öte yandan, tarih boyu, başörtüsü, müslüman olmanın önşartı hiç olmamış, kişilerin din içinde kalan bir tercihi olarak görülmüş..” (*)
Çünkü Kuran'da kadınların göğüslerini örtmeleri istenmekte, başlarını değil... Çünkü o dönemde kadınlar sadece göğüsleri değil üreme yerleri de açık geziniyordu ve Hazreti Muhammed ile kadınlar, göğüs ve aşağılarını "Kuran emri” ile örtmeye başlayarak aslında korumaya alındı!
Bu o zaman kadınlar için ilk büyük devrimdi!
Bardakoğlu, bunu bilecek ve tersini söyleyemeyecek kadar “doğru”, “düzgün”, dini siyasete ve iktidara alet etmeyen bir din bilginidir.
***
Bir muhafazakar liberal ve bilimsel düşünceye de önem verdiğini belirten gazeteci yazar, örneğin türbanın Kuran'da olup olmadığı tartışmasına girmeyi gereksiz bulduğunu söylüyor.
Neden?
Birileri (tabii yüzde 99 erkekler) “Kuran'da yazılı” diyorsa ve bunu kadınlara dayatıyorsa, bilimsel tutum, “Kuran'da yazan ne?” diye sormak ve işin aslını görmek değil midir?
Bardakoğlu, müslüman toplumlarda bir gelenek diyor, türban için. Bu geleneğe bazı kadınlar uyabilir. Ama bu geleneğin erkek egemen toplumlarda erkekler tarafından oluşturulduğunu, bu gelenekte kadınların en küçük bir katkısı bulunmadığını, bilim, söylemeyecek mi?
Değişimin şampiyonları, toplumda ekonomik ve toplumsal değişime övgülere düzüyor ve bunun kaçınılmazlığını vurguluyor..
Ama toplumsal hayattaki değişim, aynı zamanda bütün gelenekleri de kapsar! Kadınların başlarını açması, bütün hayata katılması, eşitlik istemesi, aslında toplumlarda yaşadığımız en büyük değişimdir!
Her türlü değişimi destekle, ama müslüman toplumlarda en gelenekçi sorun olan, kadın özgürlüğünü baskıla, en kadim geleneği müslümanlığın şartı olarak kullan, bebelere kadar örtünmeye indir!
Bu ne “dilemma"!?
***
Kadınların erkek egemenliğine karşı toplumsal mücadelesinin tarihi şunun şurasında 100 yılı biraz aşıyor! Din, müslüman toplumlarda özellikle kadınlar üzerinde en gelenekçi baskı aracı olarak kullanılmaktadır hâlâ..  Bugün türban, kadınların daha eşitlikçi adımlar atması karşısında, yine kadınları baskılama aracı olarak dayatılıyor!
Türban, İslami eserlerde ne 12 büyük günah, ne de genişletilmiş “76 büyük günah” arasında bile sayılmazken (*), bütün bu büyük günahları işlemek, dinci erkek siyaseetçiler arasında ise serbest! Olmayan bir “günah” ise, kadınlara dayatılıyor!
Bir nokta daha: İslamı yorumlayanlar hep erkeklerdir! Bu yorumlar hep kadınların erkeklere tabiyetini ebedi kılma şeklinde oluyor. Bugün de, bu kadim yorum bayrağını taşıyan dinci gazeteci yazarların ve ilahiyatçıların yüzde 99,9'u erkek!...
Devlet Bakanı, din felsefecisi Prof. Dr. Mehmet Aydın'ın eşi Nihal Hanım, ülkemizi ziyaret eden Pakistan Başkanı Pervez Müşerref'in eşi Sehba Müşerref ile sohbet ederken şöyle diyordu: “Mehmet Hoca, hep ‘Kuranı Kerim'i bir de kadınlar yorumlasa, acaba nasıl bir uygulama ortaya çıkacak' der,” diyordu! (*)
 Türban'ı sürdüreceğim.
--
(*) “Türban, Kadın Sorunu mu, Erkek Sorunu mu?” Orhan Bursalı, Cumhuriyet Kitapları, 2008
--

11 Kasım 2010 Perşembe

Mahkemeye Siyasi Talimat


Tutukluluk sürelerinin 18 aydır sürmesi, ‘haksızlık var. Tahliye edilsinler’ gerekçesini haklı kılmaz. Mutlaka onların orada tutulmasının gerekçesi vardır. Darbe teşebbüsü başlı başına bir suç. ‘Bunların hiç eylemi yok Bunlar oturup konuştular’ demek olmaz. Zaten bunların eylemi olsaydı, yargılamayı onlar yapacaktı, mahkemeleri onlar kuracaktı..”
Bunları söyleyen Devlet Bakanı Hayati Yazıcı. Yer, İstanbul Barosu Genel Kurul Toplantısı. Prof. Mehmet Haberal'in tutukluluğu üzerine konuşmasından...
Okuyunca düşündüm ki, niyet, hiç bir zaman gizli kalmaz. Hele iktidarda olmanın verdiği rahatlık, niyetleri açığa vuruyor.
Demek ki Haberal (ve diğer tutuklular) için yürütülen dava, hukuksal bir durumdan çok, bir siyasal hesaplaşma: “Siz darbe yapacaktınız, bu kesin. başaramadınız, şimdi biz sizi yargılıyoruz..”
Yazıcı, henüz yargılamaları süren bir dava üzerinde kesin yargısını vermiş. Bunu zaten başından beri biliyoruz; dile gelmesi, bizleri doğruluyor! Bakan'a teşekkür mü etmeli, yoksa Tanrı konuşturuyor, elinde değil susması, mı demeli...
***
Mehmet Haberal 20 aya yakın tutuklu. Aylardır hastahanede. Israrla tahliye edilmiyor. Darbe mi yapacaktı, bu amaçla bir gizli örgüt mü kurdu? Bir “araba dolusu” belgesi var dosyada. Ameliyatları bile orada! Hastalarının “böbreklerinde” darbe amaçlı gizli örgüt çalışmaları yapıyordu!
Haberal, etkili bir isim. Ünlü bir cerrah. Böbrek nakli konusunda Türkiye'de ve dünyada isimi yapmış bir akademisyen. Sezer yerine, adı Cumhurbaşkanı adaylığı için bile geçti. AKP iktidarının siyasal anlayışına ve iktidarına karşı. Bir siyasi hareket başlatıyor, herkesle konuşuyor, açık toplantılar yapıyor üniversiteye ait Papatya otelinde. Cumhuriyet mitinglerini destekliyor... Başkent Üniversitesi'nin kurucusu, Kanal B televizyonuunu yönlendiriyor. Gizlisi saklısı olmayan bir insan.
Haberal, siyasi düşünceleri doğrultusunda, temel hak ve özgürlükleri içinde davranıyor. Milyonlarca insan gibi “bu iktidar gitmeli” görüşünde! Savcılar ise Haberal'i bir gizli örgütlenmenin içine sokma çabasında. Orgeneral Hurşit Tolon, kendisine “sabah 3'te bile çağırın, koşar gelirim” demiş. Savcılık da, işte gördünüz mü, nasıl bir örgütsel ilişkiler içindeler, havasında! Askerler darbe yapıp Haberal'ı Başbakan mı yapacaklardı? Bunun için kanıt gerekli! Yoksa “vay telefonla bak ne konuştular..” suçlaması, ancak engizisyon davalarına yakışır!
AKP'yi karşı siyasi bir parti kuruluş çalışmaları içinde olan ve kendini lider olarak ortaya atan bir insana, aynı düşünceler içinde bir generalin bu yanıtı, doğaldır! Haberal'in girişimi, demek ki siyasi bir umut doğurmuş!
***
Sayın Yazıcı, Haberal'in AKP'ye karşı darbe yapacağına inanıyor mu gerçekten? Desin ki “şu iddiaları görmüyor musunuz?” Biz de diyelim ki, yahu bunlar ciddi iddialar... Böyle bir tutum bile, kendini yargıçların yerine koymak anlamına gelse de, hiç olmazsa bu “ciddi” iddiaların bir an önce açıklığa kavuşturulması gerektiğini düşünürüz! Ama bunu kimse diyemiyor!
Ve, Haberal için ağırlaştırılmış müebbet hapis talep ediyorlar! Eskiden olsa idam isteyeceklerdi!
Yazıcı, bence, mahkemeye doğrudan müdahale yaptığı için özür dilemeli! Açıklaması “Haberal'ı serbest bırakmayın” anlamına gelir! Ve Silivri'nin yargılamalarının aslında bir siyasi tasfiye ve gözdağı olduğunun da!
--
OKUR NOTU: Hüseyin Celep: CHP’nin iktidara gelse de ülkeyi yönetemeyeceği” uyarınızın karamsarlıkla bıçak sırtı kadar yakın olduğunu yazmıştım size. Sizin bilimsel analizlerinizle, bizim duygusallığımız karışınca kimi doğruları da görmekte zorlanıyoruz. CHP ve Tasfiye başlıklı  yazınızda “Tonlarca CHP’li  parti içinde işlevsiz kılındığı gibi dışarı da atıldı,” diyorsunuz.. “TON”un  bir ağırlık ölçüsü olduğunu elbette biliyorsunuz. CHP’liler için kullanmanızı yadırgadığımı, ancak nitelemenin dikkatinizden kaçtığını sanıyorum... Yanıt: Tabii ki, kastım hakaret olamaz. Sadece dikkatsiz bir ifade, uyarınız için tesekkür, özür dileyerek düzeltirim.
11 Kasım 2010 / Bilim ve Siyaset 

9 Kasım 2010 Salı

Kalkınma İçin Örnek Model: Sıfırdan Savunma Sanayi Oluşturmak


Savunma Sanayi Müsteşarlığı kurulalı 25 yıl oldu. Müsteşarlık, ordunun bütün savunma ihtiyaçlarının karşılanmasını yöneten, alımlarını, üretimlerini gerçekleştiren çok ciddi bir uzman kurum niteliğindedir.
Uçakların lastiğine varıncaya kadar dışa bağımlı bir yapımız vardı. 1985'de Savunma Sanayi Müsteşarlığı kuruldu. 1995'e gelindiğinde gerçekleştirilen proje sayısı 50'yi bile bulmuyordu, parasal hacmi de çok düşüktü. 1997'de biraz ivme kazandı, 2002'den itibaren de bu ivme yıldan yıla hızlandı. 2002'de  5,5 milyar dolar hacminde 70 kadar proje varken, bugün,  parasal hacmi 23 milyar doları aşan 240 projeyi Müsteşarlık yönetiyor.
Yönetiyor da ne oluyor demeyin: Savunma Sanayi Müsteşarlığı ülkemizde bir savunma sanayininin kuruluşuna öncülük ediyor. Evet, hemen hemen hiç olmayan bir sektör doğmuş durumda. Üstelik yüksek teknoloji geliştirmeye ve üretmeye odaklı bir sektör! 2009 yılında bu yerli sektörün iş hacmi 2,3 milyar doları buldu. Savunma Sanayi'nde müthiş bir araştırma geliştirme sektörü kuruldu. Bu sektörde çalışan ARGE elemanlarının/ mühendislerinin sayısı, Türkiye'de geri kalan ARGE mühendislerinin toplamından fazla!
Yüksek teknoloji alanında üreten, ortalam 30 kişiliik çok sayıda şirket doğdu.
Savunma sektöründe büyük bir yerlileşme var, yani ihtiyaçların giderek artan bir yüzdesi iç üretim yoluyla karşılanmaya başlandı. Türkiye, savunma ihtiaçlarının neredeyse yüzde 90'dan fazlasını dış alımlarda karşılarken, bugün bu oran yüzde 54'lere düştü. Müsteşarlık, bu yıl bu oranın yüzde 50/50 oranında gerçekleşeceğini kestiriyor. 23 milyar dolarlık proje üretim hacminden söz ediyoruz!
***
Bu nasıl oluyor peki? Müsteşarlık sahip olduğu yetkiyle, devletin, ihtiyaçların karşılanmasında harcayacağı parayı, iç üretime yöneltiyor... Bu ulusal bir politikadır... Milli Gemi projesi, yerli tank yapımı projesi, savaş uçaklarının ve artık eski tankların burada yenilenmesi projeleri.. Bunlardan önemli bir kısmı hayata geçirilmiş durumdadır.  F-16 uçaklarının modernizasyonu burada yapılıyor, Türkiye dünyadaki 1000'i aşkın F-16'nın modernizasyonuna da taliptir.. Daha ayrıntılı gelişmeleri, bugünkü gazete haberimizde okuyorsunuz...
Türkiye savunma alanında dışarıya ödediği paraları, ülke içine yöneltmiş ve yeni bir sanayinin doğmasını, mühendis ve araştırmacıların burada kalmasını sağlamıştır.
Bu politika sayesinde, Türkiye, yabancı ülkelerde üretimi finanse etmeye son verdi, ülke içinde iş sahalarını geliştirmeye yöneldi; bir ana sektörde dışa bağımlılığı ve ülkenin yetişmiş beyinlerinin göçünü azalttı.
***
Gelelim yazının özüne:
Savunma Sanayi Müsteşarlığının yaptığı, güdümlü projelerle ülke ihtiyaçlarını karşılamak ve yerli sanayiyi geliştirmek, hatta olmayanı kurmaktır.
Türkiye ekonomisi, ancak yüksek dış alımlarla ve dışarıdan gelecek büyük miktarlarda finans sermaye ile büyüyebiliyor. Ve.. büyüme koşullarında her zaman büyük bir cari açık oluşuyor..
Üstüne üstlük, sanayimiz ucuz ve ağır sanayi malları üretiyor.. Oysa, hafif ve pahalı sanayi- bilgi teknolojisi mal ve hizmet üretimine hızla geçmek zorundadır. Türkiye dışsatımında, yüksek teknolojinin payı yüzde 1,4'tür! Orta ve yüksek teknolojiye dayalı üretimi ve dışsatımındaki payını hızla arttırmalıdır.
Yoksa, Türkiye pazarı her zaman yabancı malların istilası altında kalacaktır.
Serbest piyasa ekonomisi kendiliğinden bunu başaramaz.. Nasıl, kendi başına savunma sanayii kuramadıysa!
Hızla teknolojik çağ atlayan, Kore, Çin, Finlandiya ve diğer ülkelerin hepsi, ulusal ekonomi politikaları ile bunu başardı.
Savunma Sanayi Konsepti, Türkiye'nin önünde iyi bir örnektir: Bir çok alanda, kamunun güdümüyle, orta ve yüksek teknolojilere dayalı sanayiler kurulabilir.
Türkiye, yılda 10 milyar dolar sadece cep telefonlarına harcıyor.. Aselsan, cep telefonu üretti, ama işin başında bundan vazgeçti. Ne büyük hata... Oysa, bu üretim alanında büyük bir yerli üretim geliştirilebilirdi 15 yıl içinde!
Benzer şekilde, kentlerimiz yüksek teknolojik tren-hızlı trenlere yönelmiştir. Bu bir kamusal harcamadır! Pek çok alanda, yeni teknolojilerle yerli üretime geçmek zorundayız.
Savunma Sanayi Konsepti, bu işi nasıl başarılacağının örneğidir..
9 kasım 2010 /bilim ve siyaset; obursali@cumhuriyet.com.tr


8 Kasım 2010 Pazartesi


Günümüzün Tanrıları

"9 hakime, üst mahkemenin kalkıp da ceza vermesini bu ülkede hukuk adına ciddi sıkıntı süreci olarak görüyorum. Yargı o kararla güvenirliğini adeta bitirmiştir. Böyle ceza verdiğiniz andan itibaren bu ülkede yargının güvenirliği kalmaz. Bugüne kadar olmamış ve yeni kapıların açılmasına mesnet teşkil edecek bir adımdır. Bundan sonra mahkum olanına, tutuklusuna kadar hepsi için bir kapı açılacak mı? Açılacak. Bunun altından neyle kalkacaksınız?"
Bunlar Başbakan'ın sözleri idi.
Silivri'de haksız hukuksuz yere yıllardır hapishanede tutulan insanlarımızdan Prof. Mehmet Haberal, ciddi bir neden göstermeden tutukluluğun sürmesine kararı veren 9 yargıç hakkında tazminat davası açmıştı. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu başvuruyu haklı bulmuş ve yargıçları tazminat ödemeye mahküm etmişti.
Şimdi, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, bu kararı onadı ve kesinleştirdi!
İktidarın şiddetinden bu ülkede herkes nasibini eninde sonunda alır! O en büyüktür ve en güçlüdür!
Son olarak Oktay Ekşi bu ülkede “tepelenmiştir”.
Bu yetmemiş, tazminat davalarıyla Ekşi'yi anasından doğduğuna pişman etmenin peşine düşülmüştür!
***
Şimdi bir sonuç çıkartırsak: 4 Daire tazminata hükmederken Erdoğan'ın şimşeklerini çekti mi, çekti!
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun, Erdoğan'ın bu şiddetli eleştirisini dikkate alması gerekmez miydi? İktidar demek hukuk demek değil miydi! Iktidar ki millet iradesiyle oraya oturmuştu, o halde ne derse o olacaktı! İçinde yaşadığımız iktidar-hukuk ilişkileri böyle emrediyordu!
Kurul, bu eleştiriyi dikkate almalı, kararı bozmalı, hatta 4. Daire'yi iyice azarlamalıydı!
Ama öyle davranmadı, kararı onadı. Ve bir içtihad yarattı: yani keyfi olarak tutukluluk durumu sürdürülüyorsa, bu yargıçların kabahatidir!
Yargıtay, dünyada insan hak ve özgürlüklerinin genel akışına uygun karar vermişti! Hukuk böyle ilerler, geliştirilir!
Şimdi, iktidarın Yargıtay'a operasyonunu bekleyelim bakalım!
***
Düşünün, bir iktidar ki, yargı konusunda en iyisini kendi bilir!
Kimin içeride ne kadar tutuklu kalacağını, kimin içeri tıkılacağını, kimin başına balyoz ineceğini, hangi işverenin peş parasız bırakılacağını...
Bilen, karar veren, buna uygun adaleti güden bir iktidar.
“9 hakime, üst mahkemenin kalkıp da ceza vermesini bu ülkede hukuk adına ciddi sıkıntı süreci olarak görüyorum. Yargı o kararla güvenirliğini adeta bitirmiştir..”
İşte bu kadar!
Bunu söyleyen kim? Bir hukuk otoritesi mi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı mı, Dünya ombudsmanı mı, kim? (Onlar olsa bile, hiç biri, hukuka saygısından ağzını açıp tek söz etmez!)
Hayır, ticaret okumuş bir siyasetçi!
Ama Başbakan!
En kudretli insan!
Güç, insana herşeyi yaptırır, güç insanı her yere kondurur!
En büyük yargıç da yapar, en büyük savcı da, tek hüküm verici de!
Güçlünün / gücün hukukçusu, "Güçlünün Yargısı/Yargıcı”!
***
Türkiye hukuk bakımından dibe vururken, ilginç ama beklenen sonuçlarını da üretiyor: Bir yandan direnci, öte yandan da güce boyun eğişi..
Anlı şanlı yazarlar, inen balyozlar karşısında, “Mutlak Güç”e, Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük politikacı muamelesine başladılar...
Üstüne üstlük, muhalefete, “bu gücü anlama” çağrısını eklemeyi de ihmal etmeyerek...
***
Peki mazlumu kim koruyacak?
Günümüz tanrılarının inayetine terkedilmiş, Haberal'ın, Balbay'ın, Doğu Perinçek ve arkadaşlarının, Tuncay Özkan'ın ve diğerlerinin, ve henüz dışarıdakilerin haklarını, hukuklarını, insanlıklarını, onurlarını, varlıklarını...
Kim koruyacak?
Hangi gücün, hangi yeryüzü tanrısının mutlak iktidarı olmuştur..
İnsanlığın en büyük vicdanı hukuktur, adalettir!
O hep yaşar, ayakta kalır, galip gelir...
---
TEBRİK: Gazetemizin yazarı Ahmet Cemal, ilk kez düzenlenen Tarabya Çeviri Büyük Ödülü'nü aldı. Bu düşünce insanımızı tebrik ediyorum ve saygılar sunuyorum!
8 kasım 2010, bilim ve siyaset-