Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

29 Eylül 2011 Perşembe

Evliya Çelebi'yi 216 Yıl Sonra Keşfettik!


Bir yerde okudunuz mu bilmiyorum: Birleşmiş Milletlere bağlı Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu’nca (UNESCO), 2011’i Evliya Çelebi Yılı ilan etti. (Atatürk, Farabi, İbni Sina, Tevfik Fikret, Hasan –Âli Yücel’den sonra)
Evliya Çelebi’yi duymuşsunuzdur; şimdi duymanın ötesinde, Çelebi hakkında ne var ne yok okuma zamanı. Bu borcumuzdur, Osmanlı’nın en büyük bir kaç kişisinden birine karşı!
Evliya Çelebi’yi ilk keşfeden, bizler değiliz, Şarkiyatçı Avusturyalı Joseph von Hammer’dir (1774-1856)! 
Evliya Çelebi, 1611’de doğdu, (İstanbul; ölümü 1682, Mısır). Bu yıl doğumunun 400. Yılı... 
Arıkan diyor ki “Mısır’da öldükten sonra eseri İstanbul’a getirildi. Bütün yazmalar, İstanbul’da birkaç kütüphanenin tozlu rafları arasına kapatıldı. Bu nedenle yazdıkları, söyledikleri, anlattıkları hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Devletle iç içe olan Evliya’nın üst düzeyde tanıdıklarından hiçbirinin onun ne yaptığını sorgulamak akıllarından geçmedi. Bu nedenle eseri XIX. Yüzyıla kadar bilinmedi.”(*)
Eh, Osmanlı kendisine “Evliya gibi gezen adam..” gözüyle baktı demek ki!
Çünkü Osmanlı’da Çelebi’nin yazdıklarının kültür olarak farkına varacak bir kurum yoktur! Oysa “Osmanlı-Türk uygarlığını yaratan ulusu... temsil edebilecek önemde bir yazar çıkarmak, alt yüz yılda nesrimize ancak bir kere nasip olmuştur: O da Evliya Çelebi’nin eseridir.” (Orhan Burian, 1950.)
Hammer, tam ne zaman Çelebi’yi keşfetti? Ama, şöyle bir 150 yıla yakın haberimiz olmadı Çelebi’nin Kütüphanedeki eserlerinden..
Seyahatnamesi’nin ilk baskısı 1898’de olduğuna göre, 1898’den, ölüm tarihi olan 1682’yi çıkartırsak, 216 yıl! (Yapı Kredi Yayınları’nda hepsi basılıyor!)
***
Evliya Çelebi zamanında dünyada neler oluyordu? Kısa bir zamandaşlık:
Avrupa Bilimsel Devrimler çağına girmişti! Galileo, Kepler, Newton, Descartes.. Coğrafi keşifler tamamlanmış, Avrupa zenginleşmiş, denizaşıır sömürgeleri ortaya çıkmaya başlamış; ticaret son derece gelişmiş, Kapitalizm ve Sanayi Devrimi temelini atmıştı!
Bilimler Akademileri kurumlaşmıştı! (İtalya’da Accademia dei Lincei: 1603; İngiltere’de, Royal Society 1662... )
Osmanlı bırakın Avrupa’da o tarihlerde neler olup bittiğinin farkına varmayı, kendi içindeki Çelebi’yi bile tanıyamadı. Çünkü, Çelebilerin kurumlaşabileceği bir yapı yoktu!
Bugünkü kurumsal yapı Türkiye Bilimler Akademisi’nin tepesinde sallanan kılıç da, (Osmanlı) tarihin (in) bir cilvesi midir?
Avrupa’da bugüne kadar etkisini, üstünlüğünü sürdüren o gelişimdir ki, Osmanlıyı silip süpürmüştür, Zaten Osmanlı Karlofça ile de 1699’da çöküş dönemine girmiştir! Osmanlı’nın Avrupa karşısında düştüğü geriliği, çöküşünü de ilk gören ve yazan yine başka bir büyük düşün insanı, Evliya Çelebi’nin zamandaşı Katip Çelebi’dir!
***
Evliya Çelebi bir dizi etkinlikle kutlanıyor. Önceki gün, Dil Bayramı’nın 79.yıldönümünün Dolmabahçe’deki kutlama konuşmalarından sonra, Evliya Çelebi üzerine uluslararası toplantı yapıldı. Atatürk, Türk Dil Kurumu’nu kurduktan sonra, Birinci Türk Dili Kurultayı’nın 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanmasını istemiş ve kendisi de baştan sona Kurultay’a katılmıştı..
Evliya Çelebi toplantıları, Bursa ve Kütahya’da devam edecek. Etkinlikleri düzenleyen kurumların, bir Evliya Çelebi internet sitesi oluşturmamaları, büyük bir eksikliktir (aradım bulamadım).
Evliya Çelebi, Galata kulesinden kanat takarak uçan Hezarfen Ahmet Çelebi’yi (1609-1640) yazan da tek kaynaktır. Yaşadıkları dönem kesişiyor. Hezarfen üzerine başka kaynak olmadığı için, Evliya Çelebi’nin yazdıkları şüphe ile karşılanır.. Ama, böyle olağanüstü bir olayın uydurulamayacağı düşünülürse, Hezarfen’in, Osmanlının, az sayıdaki “mahallenin deli”lerinden biri olduğuna inanabiliriz. Zaten o da İstanbul’dan sürülmüştür!
--
(*) Zeki Arıkan. CBT, sayı 1281 (Öbür Cuma yayımlanacak sayısı). Aynı sayıda Celal Şengör’ün de, Evliye Çelebi’nin, bugün artığı Karadeniz olan ve Avrupa’nın içlerine kadar uzanan Tetis Okyanusu’nu, ilk keşfeden kişi olduğunu yazılyor.
--29 Eylül 2011 Perşembe / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

27 Eylül 2011 Salı

Güce Tapınma- Hopa'yı Unutma


Dış politikada büyük sesle konuşmak, Türkiye’yi, en aklı başında gözükenleri bile mest ediyor. İktidarın arkasında nasıl olursa olsun saf tutma çağrısına kadar uzanan ve Türkiye’nin başındaki “melanet”leri sıralayarak, karşı haçlı seferberlikleri önerenler gündeme oturdu..
Şunu farkettim, Başbakan’ın “savaşçı dili” büyüdükçe, içeride boyun eğenlerin safına yenileri ekleniyor. Bir hayranlık beyanı ki sormayın!
Fotoğrafta net görüntü şu: Kamçı ile terbiye işe yarıyor!
Bu biraz ağır kaçtıysa, şunu diyelim: İktidarın sürekliliğini görenler, ya barutlarını bitiriyor, ya da kendilerinin sadece bir –kamusal/toplumsal– yazar olduğunu unutup karanlığa ve umutsuzluğa düşüyor, sonuçta el öpüp iktidarın yanına geçiyor. Daha önce geçenlerden de aferin alıyor!
Basındaki bu durumun dış politikada izdüşümü var...
***
Birleşmiş Milletler’de vicdanlara doğruları söylemek iyi hoş da..
Gerekirse savaşırıza uzanan tamtamcı politika, ülkenin savunma politikasından çok, liderin tercihlerine yanıt veriyor: bir politik liderden, “ulusal bir lider yaratmaoyunudur (Bknz, 5 Eylül, Savaşa Oynayan Lider, bloğumda).
Kimle savaşacağız, şaşırmış durumdayız. İsrail’le mi, Kıbrıslı Rumlarla mı, yoksa Suriye ile mi!
Bu savaşçı karakter, acaba kendi ordusuyla savaşta kazandığı büyük başarıdan cesaret alarak,biz Türk ordusunu bile yenmiş bir iktidarız, İsrail ve Suriye ne ki...” mi diyor?!
***
Aynı yerdeyim: İsrail’le savaş olmaz... (En son tahlilde İsrail baskını olabilir!!!)
İsrail’le savaş oyunu, Suriye’yi haklama operasyon ve hazırlıklarının kamuflajıdır sadece!
Nitekim iktidar, Amerikan ve Batıdan önce davranarak, Suriye’ye ambargoları başlattı! Suriye’nin boğazı adım adım sıkılıyor.
İsrail, sessiz sedasız, kendisinin yap(a)madığı, Suriye’nin halledilmesi işini, Türkiye’nin arkasında sessiz desteği ile izliyor. Aklı başında İsrailliler, iktidarlarına, “ulan salaklar, Türkiye’ye sataşma, bırak işini rahat görsün..” diyor.
Bizimkiler güya İsrail’le dalaşıyor, ama İsrail’in bölgedeki en büyük düşmanının halledilmesinde baş yardımcı veya esas oyuncu!
***
Neden Suriye? İçeride bir ulusal kahraman yaratmanın ötesinde, dış politik çıkar mı var? Türkiye’nin, Suriye’de Esad veya Amerikalı iktidarın olmasından ne yararı var? Suriye ile “sıfın sorun” elde etmişken, birden savaşa soyunmak?
Yanıtı sıradan: İktidar, ABD’nin Orta Doğu’da sahaya inmesiyle, kendi oyun alanını, özgün politikasını tamamen yitirdi. Çünkü, Suriye’yi yıkmakta kararlı büyük müttefiki sahaya indi.. İnsan hakları hikayesi de, 180 derece dönüş için iyi bir bahane oldu! Böyle durumda, oyun kurucunun (Büyük gücün) safında yer alınır (bknz, bizim yeni 180 derece dönen köşe yazarları)!
Suriye’den Türkiye’ye ne düşecek, bilmiyorum.
Kürt meselesinin halli, düşmez! Çünkü bu sorun, oyun kurucunun uzun vadeli politikası! Orduyu, kafasına çuval geçirerek tasfiye mekanizmasını başlatan güç, Kürt devletini hiç bir şeye feda etmez! Sadece, çıkarları gereği, iki tarafı idare eder. Türkiye’yi sakinleştirir, Predator bile vereceği haberini el altında salar vb..
5 Eylül’de “RTE, savaşa oynuyor! Tabii, arkasında, NATO’nun tankı ve tüfeğiyle!” yazdık. Gemi gidiyor!?

KENDİNE SALKIM: HOPA'YI UNUTMA
Suriye’de “insan haklarının peşine düşen” iktidar, kendi ülkesinde hukuksuzluk batağına yürüyorsa, inandırıcılığı sıfırdır!
Hopalıları “eşkiya” olarak nitelendirmenin ardından neler olduğunu, avukatların açıklamalarından izliyoruz:
·     İşkence: Hopa’da ilk gün gözaltına alınan 3 avukat 54 kişi, 4 saat elleri arkadan kelepçeli, hakaretlere maruz kalarak bekletildi. Avukatlara saldırıldı. “terör örgütü” suçlaması yaratıldı!
·     15 kişi evleri basılarak gözaltına alındı. Özel Yetkili 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklandı. Tüm Türkiye’de 37 kişi, Ankara’da 22 kişi tutuklandı.
·     Hopa’da ölen Metin Öğretmen için sokağa çıkan üniversitelilerden 10'u Sincan Cezaevi'nde.. vb.
Dışarıda büyük lider hikayeleri pompalayanlar, içerideki rezaletlere baksınlar biraz ..
--27 Eylül 2011 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

Değişmeyen Gerçek; Gericiliğin Kalesi. Solcular Ezilmeli


Bir siyasi parti, doğası gereği, toplum içinde propagandasını yapar; insanları parti programı içinde örgütlemeye çalışır, üye kaydeder, miting, panel toplantı yapar. Hepsi yasaldır. Zaten siyasi partilerin varoluş gerekçesi de budur, halkı örgütleyerek oy almak ve iktidara gelmek.
Ama kazın ayağı öyle değil... En azından sol partiler için!
İktidarda olan güçler, sol partilerin örneğin üniversitelerde etkinliklerini “terör”, “ortalığı karıştırma faaliyetleri” olarak nitelendirme peşinde.. Bunu da, Zaman vb gibi, ebedi ve ezeli sosyalist düşmanı dinci medya aracılığıyla yapıyorlar..
Sözü geçen “abone gazetesi”, örneğin TKP’nin faaliyetleri konusunda, polisteki fikirdaşlarının hazırladıkları bültenleri gazete manşetlerine çekiyorlar (13 Eylül 2011). Neler mi diyorlar?
 Ele geçirilen dokümanlara göre, üniversite olaylarında başrol oynayan TKP'nin, taraftar kazanması için üniversite teşkilatlarını profesyonelce kullandığı belirlendi. Polis tarafından ele geçirilen belgelerde, TKP'li gençlerin üniversitelerde taraftar avına çıktığı dikkat çekiyor..”
***
Gazetedeki bu suçlamayı görünce, ülkeyi yöneten bütün gerici, anti komünist iktidarların ülkede sola karşı ebedi ve ezeli suçlamaları gözümün önünden geçti.
1960’ların sonlarına doğru bir sol derginin bürosunu polis basmış, orada kim varsa ertesi gün polis tarafından gazetelere servis edilmiştik! Sonraları Aydınlık ve diğerleri ürekli basıldı; iktidarların bu alışkanlığı neredeyse her dönemde sürdü!
1969 Şubatında, Amerikalıları protesto eden gençlik, gerici, sürülerinin palalı, bıçaklı saldırısına uğramıştı; o gün Kanlı Pazar’ı yaratan saldırganlar, bugün biraz terbiye edilmiş olarak, yukarıdan aşağıya, türlü çeşitli ve pek çok katmanda iktidardalar!
Onların bir kısmı yine Kanlı Pazar düşüncesinin ve ideolojisinin sürdürücüleri olarak faaliyetteler. O günün solcularından  bazılarının, “pozitif deneyim” kazanmış agabeyler olarak, Kanlı Pazarcılar ile birlikte bugün ele ele solcu düşmanlığı yaptıklarını da, kenar notu olarak anımsayalım!
***
Solcular her zaman hukuk dışı, gizli, yasa dışı, terörist, karıştırıcı-kışkırtıcı vb olarak gösterildi ya..
Aradan 50 yıl geçti, bugün de değişen bir şey yok!
Solculara kan kusturan 141-142 maddelerin ortadan kalkmış olması önemli değildir onlar için… Solcular her zaman kafalarına polisin, MİT’in ve devleten bütün gücünün inmesi, ezilmesi gereken kişiler, guruplar ve partilerdir..
141-142 yoksa, bugün terör yasaları var! O olmasa başka şeyler bulunurdu.
Hukuk, insan hak ve özgürlükleri önemli değildir; solcuları ezeceksen, yasal veya hukuki olması gerekmez, solcuları içine sokacakları bir şeyleri mutlaka bulup çıkartırlar!
 Solcular partiler olarak anayasal koruma altında faaliyet gösterseler bile, önemli değil, onlar her zaman yasa dışıdır! Bu nedenle ki Zaman adlı iktidar gazetesi, yasal bir partiyi, “Üniversitelerdeki kulüpler aracılığıyla eylemlerini yasal faaliyet üzerinde temellendirmeye çalışan” olarak niteleyebiliyor. Yani partiyi meşru, yasal görmüyor! Partinin üye kaydetmek, panel düzenlemek vb bütün faaliyetlerini yasa dışı olarak nitelendiriyor.. İşçi Partisi de yine Ergenekon hortumunda, yokedilmek isteniyor.b
Sahi, iktidarda “gelmiş geçmiş en büyük demokrasi” var, değil mi!!
***
Muhalif ve aktif eylem halinde olan (yazı yazan, haber yapan, kitap yazan, yorumda bulunan, HES’lere karşı çıkan, halkı örgütleyen, iktidarın kararlarını protesto eden..) herkes, teröristtir ve başı ezilmelidir!
Hopa’da, insanlar, doğa katliamını protesto ettikleri için “gizli- terörist örgüt” mensubu diye 100 günü aşkın zamandır içeridedir. Onlar bizzat iktidar başı tarafından eşkiya olarak nitelendirildi! İktidarın olağanüstü savcıları, bugüne kadar görülmemiş bir hukuksuzluk içinde, sınır tanımaz dokunulmazlıkları ve hukuk pervasızlıkları içinde, insanlara eziyet etmekle meşgüller..
Bu konuyu ayrıca yazacağım..
 --26 Eylül Pazartesi 2011 / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

25 Eylül 2011 Pazar

Hapishane’de Savaş Oyunu


Libya’nın kaç uçağı vardı? Merak ettim, çünkü Kaddafi’ye dünyanın savaş uçaklarını satmışlardı! Sonra ne oldu? Satanlar, o uçakları anında imha ettiler!
Topluca! Belki de hiç bir havalanamadı! Havalansa ne olacaktı ki!
***
Libyanın 12 Fransız Mirage, 150 Rus MİG, 57 çeşitli savaş uçağı vardı. Bir o kadar da eğitim uçağı; 60 adet çeşitli nakliye uçağı.. tanker uçakları.. 35 kadar nakliye helikopteri; 60 saldırı helikopteri; onlarca ve tonlarca hava savunma sistemleri...
NATO uçakları bir vuruşta saldırı-savaş uçaklarını, herhalde diğerlerinin de hepsini yoketti!
Tanklar (800 adet), toplar, balistik füzeler, paletli araçlar, obüsler, anti tanklar, onlarca hava savunma sistemleri, tonlarca uçaksavarlar...
Şüphesiz donanması da vardı, denizde kıyınız olunca, donanma da kuruyorsunuz ya!
***
Kim hangilerini vurup yoketti bilemem, örneğin Fransız savaş filosu herhalde öncelikle Mirajları vurmuştur. Fransız silah sanayisine yeni Miraj siparişleri gelsin diye.. 
 Libya’nın tüm askeri gücünü yokeden NATO ülkeleri, şimdi Libya’daki yandaş hükümetlerinden gelecek silah siparişlerini beklemektedir. Libya, eh yani artık gidip Rusya’dan uçak silah falan almayacağına göre, ABD silah sanayi de devrededir!
Savaşlar, silah sanayilerine durmadan yeni iş alanları açıyor..
Libya’nın yokedilen silahlarının dolar cinsinden tutarı nedir?
Düşünsenize, Libya, sıfırdan savaş makinesi kuracak, çok değerli petrollerden önemli bir kısmı onlara akacak...
Batı silah sanayi, NATO’nun yoketmesi gereken başka ülkeleri de gösteriyordur.
Libya gitti, sırada kim var demeyin: Öncelikle Suriye! Erdoğan ile Obama bu konuda anlaştı! Suriye ordusunun ne kadar silahı varsa, hepsi yenilenecek demektir.
Suriye Ordusu tepeden tırnağa Rus silahlarıyla donatılı. 240 modern savaş uçağı var. 3700 Rus tankı var. 2600 top, 5000 personel taşıyıcı araç, 90 saldırı helikopteri, 110 nakliye helikopteri, 300 kadar balistik füze.. 
Kaç milyar dolara, Suriye silahlı kuvvetleri inşa edilir!
Obama’nın ve diğerlerinin gözleri parlıyordur! Üstelik, Suriye’ye Batı kuklası birileri geleceği için, Rusya’nın elinden bir silah pazarı da kapılmış olacaktır!
***
Bizim 22 Amiral Hasdal’da, herhalde, Doğu Akdeniz’de İsrail’le bir kapışma olursa diye, savaş senaryoları üzerinde çalışıyorlardır. Donanma’da 33 Amiral kalmış. Bence onları da Hasdal’a kaydırıp, Deniz Kuvvetleri Karargahını bütünleştirmek gerekir, eğer Hasdal’ı Deniz Kuvvetleri kometanlığına götüremiyorsanız böyle yapın, pratik olur..
Peki bizim hava kuvvetlerimiz? Merak ettiğim, içerideki havacı generallerin sayısı değil, hava kuvvetleri uçakları.
Olmaz ya, diyelim ki, Başbakan Erdoğan’ın “İsraille gerekirse savaşırız..” sözü ciddiye bindi!
Uyarıyorum buradan, eğer İsrail bunu ciddi bir tehlike görürse, yapacağı tek şey, hava kuvvetlerine baskındır!.
İsrail savaşta olan bir ülke! Bizim savaş uçakları nerelerde hepsini biliyordur.. Sadece İsrail değil, Amerikalılar, NATO..
Vallahi ani bir baskınla, savaş uçaklarının yerlerinde yeller eser!
Ne yapacağız, Karadan, Suriye, Lübnan vb üzerinden İsrail’e yürüyüşe mi çıkacak ordumuz!?
***
Şimdi gerçekten soruyorum: diyelim ki güçlü bir düşman, ani baskınla, bizçim hava kuvvetlerinin yüzde kaçını imha edebilir?
Cahilliğime verin, öğrenmemek ayıp..
Hz. Muhammed ne demiş: İlim (bilgi) Çin’de de olsa gidip alınız.. Acaba bu sorunun yanıtını Çinliler bizden daha iyi bilebilir mi?
Bir soru daha:
Bizim hava kuvvetlerini yeniden yapılandırmamızın maliyeti ne kadar olur?
Bugün, pazarlık yazalım dedik.. Şöyle hafif konulara girdik
Bu magazin soruları, başımı belaya sokar mı, dersiniz!?
--25 Eylül 2011 / Orhan Bursalı – Cumhuriyet

23 Eylül 2011 Cuma

53 Ulusal Bilimler Akademisi’nden Cumhurbaşkanı’da Mektup:


Akademilerin ana misyonu toplumda bilimin bilinci olarak görev yapmaktır..”
  
ALLEA, 40 Avrupa ülkesinden 53 Ulusal Bilimler Akademileri’nin oluşturduğu bir federasyon. ALLEA’ya üye akademelerine hepsi özerktir ve bağımsızdır. Akademilerin üyeleri bilimin her dalından, fen bilimlerindern sosyal ve insani bilimlere kadan çeşitli dallardan başarılı bilim insanlarından seçilir. Türkiye Bilimler Akademisi’nin hükümetin kararıyla yasa olarak ortadan kaldırılmasının dünyada yarattığı tepkiye, bilimler akademisi federasyonu da katıldı. ALLEA Yönetim Kurulu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bir mektup yazarak, TÜBA’nın özerkliğini yitirmesinden duydukları kaygıyı dile getirdi. 
Burada mektubu özetliyoruz:

“TÜBA İnandırıcılığını Yitirir”
 “Bir ulusal akademinin temel misyonu toplumda bilimin bilinci olarak görev yapmaktır: Bunun için de siyasi, ekonomik ve ideolojik bağımsızlığa sahip olmalıdır; ülkenin en iyi bilim insanlarını çatısı altında toplamalıdır.
Son yapılan yasal değişiklik ile TÜBA’nın bağımsızlığını yitireceğinden ve temsil ettiği bilimsel mükemmelliğin erozyona uğramasından kaygı duyuyoruz. Sonuçta Akademi, bilim ve teknolojinin gelecekteki rolü konusundaki ulusal ve uluslararası tartışmalarda inandırıcılığını yitirmiş olacak.
TÜBA, 2020 yılına kadar ALLEA Yönetim Kurulu’nun uzun süreli bir üyesiydi. TÜBA’nın üyeleri, Avrupa düzeyinde bilim ve etik, telif hakları, değerlendirme, bilim eğitimi ile ilgili uzman komisyonlarında aktif olarak görev alır. TÜBA delegelerinin çalışmaları özellikle bizim için önemlidir, çünkü dünyanın en hızlı büyüyen öğrenci nüfusuna sahip bir ülkeyi temsil etmektedir. Üstün Başarılı Genç Bilim İnsanlarını Ödüllendirme Programı (TÜBA-GEBİP)  hem Avrupa hem de dünya için umut vaat eden genç yetenekleri destekleme konusunda model oluşturuyor.
Son yıllarda hükümetinizin bilimi ve teknolojiyi teşvik için daha aktif bir rol oynamasından son derece mutluluk duyuyoruz. Ancak bilim ve politika arasında başlatılan bu yakın diyolog, hükümetin bilimin bağımsız sesini bastırma girişimlerine bağlı olarak güvenirliliğini yitiriyor.
Dahası bu son yasal değişiklikler hem TÜBA’nın başarılarına gölge düşürüyor, hem de bilim, teknoloji ve inovasyon dünyasında ülkenin adını lekeliyor.
Bu nedenle yetkiniz altındaki anayasal araçlardan yararlanarak, akademinin özerkliğine yeniden kazanmasına yol açacak şekilde kararnamenin yeniden gözden geçirilmesini rica ediyoruz:

“Ciddi Sonuçlara Yol Açar”
Özellikle aşağıda konuların çok ciddi sonuçlara yol açacağını belirtmek istiyoruz:
-Akademi’nin başkan ve üyelerinin, hükümet tarafından değil, bilimsel topluluk tarafından yalnızca liyakate göre seçilmesi gerekir. TÜBA seçim konusunda açık ve şeffaf kurallar belirlemişti.
-Akademi üyeleri hükümetin memuru değildir. Dolayısıyla emeklilik koşulları Akademi tarafından özerk bir şekilde belirlenmelidir. Kaldı ki TÜBA şu anda Avrupa’daki pek çok kardeş akademilerden daha gençtir.
-Akademi’nin büyük araştırma enstitülerine hesap verecek konuma getirilme niyeti  yepyeni bir kategorinin ortaya çıkmasına yol açabilir. Bu enstitülerde görev yapan araştırmacılar ve yöneticiler için normal işlerliği olan emeklilik kuralları geçerli olmalıdır. Ancak enstitü çalışanları ile Akademi üyeleri arasında fark vardır.
-Akademi, hükümete bağlı kurumlardan parasal ve proje desteği almaya devam ederken, hükümete yakın bir mesafede, Türkiye’de bilim ve teknolojinin bilinci olarak görev yapmaya devam edebilir. Demokratik yollarla seçilmiş, arkasında büyük kamuoyu desteği olan bir hükümet, ancak özerkliğini koruyan, şeffaf kurallar çerçevesinde çalışan, liyakate dayalı bir seçim ile başkanını ve üyelerini seçen bir Ulusal Akademi’den yarar sağlayabilir. Bu Akademi parasal kaynaklarını ihtiyaca göre harcar ve bilimsel önerileri yansız ve önyargısızdır.   
40 Avrupa ülkesinden 53 Ulusal Akademi’nin oluşturduğu bir Avrupa Federasyonu olarak hükümetinizin adaletli uygulamalarını paylaşmaya hazırız. İnanıyoruz ki hükümet ve toplum bağımsız bir Ulusal Bilimler Akademisi olarak TÜBA’nın sağladığı benzersiz hizmetlerden en iyi şekilde yarar sağlayacaktır.
Bu yazdıklarımızın ışığı altında TÜBA’nın ulusal bir Akademi olarak görev yapabilmesi için temel koşulların –bağımsızlık ve mükemmeliyet-  korunmasında bizimle görüş birliği içinde olacağınıza güveniyoruz.
ALLEA Başkanı Jüri Engelbrecht
ALLEA Başkan Yardımcısı: Profesör Nicholas Mann”
***
Umarım bir faydası olur, Hükümet ve Cumhurbaşkanı, en hafifinden fazla iblgi sahibi olmadan yapıldığını söyleyebileceğimiz bu büyük hatayı telafi edici yeni adımlar atarlar.
Bugünkü sayımızda Türkiye Bilimler Akademisi üzerine yazıları sürdürüyoruz. Lütfen izleyiniz..
Hükümet değişiklik yapmazsa? Akademi içinde az sayıda üye, hükümet geri adım atmasa bile, “başa geleni çekelim, istifa etmeyelim..” görüşünde! Ancak büyük bir çoğunluk, iktidara kul köle yaratacak böyle bir siyasi bağımlılık ilişkisini kabul etmiyor ve istifasını cebinde tutuyor.
İstifa etmeye karşı çıkan düşüncelerin iki özelliği var, bir kısmı iktidara siyasi olarak yakınlık duyan, yakın duranlar; ikincisi, yeni ve özerk bir akademinin kuruluşunun maddi bakımdan zor olacağını düşünenler.
Devletten gelecek kaynaklarla iş yapmayı düşünmek, geleneksel bir tutum.
Oysa, bağımsız bir akademi olarak varlığını sürdürmek kararının alınması durumunda, çok hızlı kaynak oluşturulabileceğine ilişkin de işaretlerin olduğu belirtiliyor.
Devlet, paranı veriyorum, o halde benim memurum olacaksın, diyor.
Bakalım bir yol ayrımı konusunda, kimler hangi yollardan gidecekler...
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak üzere..
--Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Gündem, sayı 1279, 23 Eylül 2011

Yitik Kuşak mı? Yooo.. Bir “Karşı” Yazı


Türklerin Almanya’ya işçi olarak göç etmeye başlamasının üzerinden 50 yıl geçti. Almanya ve Türkiye’de çeşitli etkinliklerle bu yıldönümü anılıyor... Bu konuda yazmayı planlamamıştım. Ama bu göçü hem Almanya hem Türkiye açısından büyük bir başarısızlık olarak gören, nesnellikten uzak duygusal bir yazıyla karşılaşınca,  durum değişti..

Bu 50 yıl, benim de anlamlı bir kısmını, özellikle üniversite gençliğimi, Berlin’de 1968 mücadelesini pek çok yönüyle paylaştığım bir zaman dilimidir.
Ailemden iki kişi Berlin’e çalışmaya gitti. Emekçi dünyasında pırıltılı bir kapıydı Almanya! Ben de liseden sonra üniversite sınavlarına girdim, belgelerimi aldım ve onların desteğiyle Berlin’e gittim.

Önümde yepyeni bir dünya açıldı onlar sayesinde! Çalıştım, okudum, gençliğin bütün mücadelesine katıldım; Alman ve İran, Filistin, Yunanistan ve üçüncü dünya ülkelerinden pek çok devrimci / öğrenci örgütleriyle birlikte omuz omuza dayanışmamız, oradaki herşey ile birlikte, bir dünya yurttaşı kimliğimin temel taşlarını oluşturdu!
***
Ülkemizden kaç “sıradan, ortalama insan” Almanya’dan geçti! Orada bugün 2,5 milyon kadar insanımız var. Peki toplam kaç kişi olduk! Gelenler gidenler, ölenler, ikinci, üçüncü, dördüncü nesil çocuklar...10 milyon?

Pek çoğu orada, pek çoğu, hem orada hem burada hayatını inşa etti.
Gidenler, buradaki ailelerine maddi desteklerini hiç eksik etmediler, buradakilerin daha insani koşullarda yaşamalarını sağladılar..

Bir “kayıp kuşak” lafı, Almancıların omuzlarına yapıştırıldı! Bunu edebiyatçılar yaptı belki de!
Ama buna hiç katılmadım!
Neden kayıp kuşak ki?
Şüphesiz ki sıkıntılar yaşadılar. Ama burada da sıkıntılar yaşıyorlardı ve yaşayacaklardı..
Gidenler, buradaki çok iyi işlerini mi bırakıp gtitiler! 1960’ların Türkiye’sinin cangıl iş dünyası çok daha mı iyiydi!
Eşlerini çocuklarını yanlarına aldılar.. Dahası ana babalarını.. Akrabalar taşındı durdu Almanya’ya!
Türkiye’nin bütçesini ayakta tuttular on yıllar boyunca, gönderdikleri dövizlerle! (Bir yerlerde miktarı yazıyordur!)
Kazandıklarıyla Türkiye’de iş kurdular, ev kurdular, ekonomiye fiilen katıldılar.. İşçi olarak değil, iş kurucu olarak!
***
Bunlar olayın “maddi” parasal yönleri..
Sosyolojik yönleri var ki, devrim yapsanız elde edemeyeceğiniz bir “sosyal birikim” sahibi oldu milyonlarca insanımız!
Benim tanıdığım pek çok insan olabileceği kadar “uygarlaştı”.
İkinci, üçüncü, dördüncü kuşakları hele... Onlar Türkiye’de doğsalar, büyüseler, okusalar... büyük çoğunluğu sıradanlığın esirleri olacaktı!
Sıkıntı mı yok? Sıkıntı her yerde var!
İşçilerimiz, bugün ucu iktidarın eteklerine kadar uzanan üç kağıtçılara, islamcı kılıktakı soygunculara da “hizmet” etti! Alın teri dökmeyen aşağılık takım, dökülmüş alın terlerini gaspetti!
Dinciler, Almancıların yakalarındaki en büyük parazitler oldu her zaman!
***
Bilim, Toplum İnsana Bakış” kitabında anlattığım bir yakınımın öyküsünü anımsadım şimdi: Ona ve çocuklarına "Kazanılmış Kuşak" demişim!
 Türkiye’de kayıp olacak insanlar, Almanya’da “kazanılmış insanlar”a dönüştüler!
Ahmet diyordu ki bana: Şu binayı görüyor musun, her harcında alın terimiz var, ilk gittiğimde Berlin’in merkezindeki Europa Center’ı göstererek... Bak, şu duvarları ben ördüm, şu sütunlara harcı ben döktüm... Sonra bina  bitince de bayrağı şu en yüksek yere dikmiştik..
Şüphesiz, Almanya’nın refahına daha büyük katkılarda bulunmuşlardır ve hâlâ da bulunuyorlar..
Sorunlar mı yok! Diz boyu! Ama Almanların yapacakları bir şey yok, onlar oraların insanları oldu!
Yarı Alman yarı Türk olmak, bir zenginliktir, bir dünya yurttaşlığı kimliğidir biraz da!
Biz Türkler, ülkemizden başka her yere, tüm dünyaya uyum sağlayan yaratıklarız..
Almancılar ve diğerleri, bunun kanıtlarıdır.. Ayrıca, iyidir bu, iyidir...
--22 Eylül 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

20 Eylül 2011 Salı

Tutuklama Zinciri


Önceki gün Nedim Şener ve Ahmet Şık için “Adaletin 200’ü” yürüyüşü yapıldı.
“Yansak da dokunacağız” iyi bir slogan; ülkede tepeden tırnağa eksik olan “cesaret” için umut veriyor! Medyada diz boyu mıymıntılık, korku, diz çökme, yalakalık, iktidar’dan/güç’ten yanalık, bıkkınlık getirdi.
Bıkkınlık çok tarafsız bir sözcük: medyanın durumu, ülkede büyük tahribat yapıyor, gazetecilik değerlerini silip süpürüyor, saygınlığını yokediyor... Nitekim araştırmalarda medya en güvensiz kurumlar arasında..
Burada yeniden değinmek istediğim çok temel bir konu var: Medya özgürlüğü için çifte standartlıktan kaçınmalıyız... Şu “zincir”i görmeliyiz:
***
Ahmet ve Nedim’in tutuklanması, OdaTV’nin “tutuklanması”nın sonraki halkası..
OdaTV’nin tutuklanması, Aydınlık ve Ulusal Kanal’ın “tutuklanması”nın sonraki veya eşzamanlı halkası..
Aydınlık ve Ulusal Kanal üzerindeki iktidar baskısı, Cumhuriyet’e alçakça baskı, saldırıların, İlhan Selçuk ve Mustafa Balbay’ın tutuklanmalarının bir sonraki halkası..
Yani, bu bir zincir...
İktidarın, kaç yıldan bugüne uzanan ve ne kadar süreceği de bilinmeyen güçlü bir baskı zinciri!
***
Bu polisiye ve adli tutuklama zincirinin bir yan ürünü, polissiz, adliyesiz, hapishanesiz, tutuklamasız diğer bir zinciri daha var: Medya patronlarının gazetecileri kapının önüne koyması.
Hayır, “kardeşim sen artık iyi yazamıyorsun, okunmuyorsun, hiç bir haber üretemiyorsun..” gerekçesiyle değil. Öyle olsa, aramızda tartışırız, bu doğru mudur, yanlış mıdır diye..
Medya patronları, iktidarın siyasi tercihlerinden çıkardıkları vazife sonucu, başarılı gazeteci veya TV programcısı emekçileri kapının önüne koyuyor
Bir TV çalışanı, “üzerimizde zulüm var” diye özetliyordu..
Medya yöneticileri, programcılar üzerinde durmadan “onu yapma, bunu çağırma, öyle olmasın, şu gelsin, o konuya girme..” türünden, patronun doğrudan çıkarlarına herhangi bir halel gelebileceğini düşündükleri baskılar uyguluyorlar..
İktidarın basın özgürlüğünü pratikte ayaklar altına alan uygulamalarının ürünleridir bütün bunlar..
Kimi hapiste yıllardır, aylardır..
Kimi de kapı önünde!
Başbakanın, yazar ve gazeteciler üzerine sözlerini (veya dolaylı olarak patronlara verdiği talimatları!) burada yinelemekten üşeniyorum! Bu sözler de, medya üzerinde üstelik birinci dereceden baskı zincini oluşturmuştur..
***
Şuna bağlayacağım: Herkes kendine yakın olan tutuklu arkadaşını savunur oldu!
Şimdi bütün namuslu gazetecilere soruyorum:
Mustafa Balbay’ın tutuklanmasının nedeni olarak, “terör örgütü üyesi” olduğuna inanan, bunun kanıtını gösterebilecek birisi var mı?
OdaTV’nin Ergenekon örgütünün kurumu, üyesi olduğunu iddia edebilecek ve bu konuda delil gösterebilecek namuslu bir gazeteci var mı?
Aydınlık ve Ulusal Kanal’ın, tamamen muhalif yayınlarından dolayı “tutuklandığı”nı kabul etmeyecek kim var?
Yok hayır, “ben sadece Ahmet ve Nedim’e kefilim, diğerlerini hem sevmem hem de mahkemede aklansın çıksınlar...” demek, en hafifinden siyasi körlükle açıklanabilir! Siyasi gelişmelerin içsel bağlantılarını göremeyenler, ya gazeteci olamazlar, ya da “kardeşim bu zincirin halkası ben asla olmam”, diyenlerdir. Bu ayrı bir “yaaaa..” tartışmasını açar...
***
Doğan Yurdakul arkadaşıma başın sağolsun bile diyemiyorum utançtan! Bütün diğerleri gibi, içeride tutulmasını kabul edemiyorum..
Gülo fotoğrafa çok üzüldüm” demiş. Yurdakul’un cenaze töreninde yanıbaşında sivil jandarmalar fotoğrafına.. Ortak iktidarlarının yarattığı zulüm fotoğrafının, hiç olmazsa sözlü bile olsa vicdanının kenarına dokunması, iyidir!
Tıpış tıpış savcılığa - hapishaneye gidenlere, kamuoyunun sille tokat kampanyası sonucu zoraki verdikleri iki günlük izni bile, zulme dönüştürmede, her zamanki gibi biribiriyle yarışıyorlar!
Bu vicdan, müslüman muhafazakar iktidarın, cemaat-parti uygulamalarının vicdanıdır. Bunu unutmayın!
NOT: Uluslararası Hrant Dink ödülünün, iktidar destekçisi bir “gazeteci”ye verilmesi, hem komik hem ironiktir! Ödül komitesine baktım, sonucu da normal gördüm....
--20 Eylül 2011, Salı / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

19 Eylül 2011 Pazartesi

Erdoğan'ın Orta Doğu'da "Laiklik” Politikası


Başbakan Erdoğan, laiklik konusunda Mısır televizyonuna yaptığı açıklamada, laiklik din karşıtlığı, din düşmanlığı değildir. Mısır’ın laik bir Anayasaya sahip olmasını istiyorum. Laiklikten korkmayın.. dedi. Bu, Mısır’ın en örgütlü siyasi partisi Müslüman Kardeşler’in tepkisini çekti, Erdoğan’a, Arap ülkelerinin dışarıdan projeye ihtiyacı yoktur, dediler.
Alev Çoşkun, dünkü gazetemizin ikinci sayfasında, bu konuyu kapsamlı ele aldı.
Millet isterse laiklik de elden gider, diyen bir başbakanın, bugün laik devleti savunan ve dahası Mısır’a laik bir devlet ve anayasa öneren bir insana dönüşmesi ilginçtir. Görmezlikten gelinemez.
Peki bu gelişimi nasıl görmeli, yorumlamalı?
***
Birincisi, Erdoğan’ın laiklik konusunda fikri gelişiminde aranabilir... 10 yıllık iktidar döneminde, gerçekten de insanların hem laik hem inançlı olabileceğini, hem şeriatçı olup laik devleti ve düzeni yönetebileceğini, laikliğin İslamcı yayılma ve toplumu dincileştirmek için de en iyi politik ortam sunduğunu.. görmüştür. Bunu görmek için alim olmak gerekmiyor! Sıradan bir deneyim birikimi.
İkincisi, Edoğan’ın siyasi olarak, bugünkü dünyada Avrupa ve ABD ile ittifaklık çerçevesinde Türkiye’yi laik olarak yönetmekten başka bir yol olmadığını anlamasıdır. Köktendinciliğin geleceği yoktur. Erdoğan’ın siyasi hedefleri ve dünya politik hedefleri açısından, köktendinci / şeriat devleti yöntemleri, geçerli değildir. Böyle bir kimlikle dünya arenasında (“saygın”) politika yapamaz.
Ayrıca, şeriat yönetimlerinin zamanlarını doldurmakta ve ölmekte olan yönetim kimlikleri olduğunu, halk arasında gelişimin bunu reddetme yönünde olduğunu görmektedir.
Üçüncüsü, Arap Baharı’ndaki ayaklanmanın özünde, daha modern bir devlet-yurttaş ilişkisi ve Batı demokrasisi arzusunun itici güç olması ve fikri gücünü özellikle daha çok dinci otokrasiye de karşı olma yönünden almasıdır. Erdoğan, bu mesaji almıştır ve İslam dünyasında liderliği ancak bu “ilerici” yönü savunarak yapabileceğini düşünmektedir.
Dördüncüsü, şeriatçı bir insanın veya siyasi partinin, “laik” bir ortamda, laikliği savunarak da, dini inançlarına uygun toplumsal değişiklikleri yapabileceğini görmüş olmasıdır.
Bu, laikliğin içinin boşaltılması anlamına da gelir. Laik ama dindar ve şeriatçı gibi yönetim biçimlerinin de ortaya çıkabileceğini düşünüyor olabilir. Türkiye’nin büyük çoğunluğunun laik ve demokrasi yanlısı olduğu gerçeğinden hareket ederek, evrensel ve toplumsal gelişimin, özünde ve aslında, geçici arazlara uğramasına rağmen, laiklik ve demokrasi yönünde olduğunu görüyor olabilir.
Bütün bunlarda gerçeklik payı vardır. Erdoğan bunu görmüştür derken de, siyasi kadrosunu da da işin içine katıyorum tabii ki.. Ama Erdoğan, salt kişisel olarak bütün bunları seziyor, görüyor ve liderlik yapıyorsa, siyasi sezgisi oldukça gelişmiş bir kişi olarak tarif etmek gerekir. Bilemeyeceğim.
***
Ama bildiğim ve gördüğüm iki şey var:
İlki, Erdoğan’ın Mısır’lılara tavsiyesi önemlidir ve görmezlikten gelinecek bir olgu değildir.
İkincisi ise, ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Türkiye’de laikliğe aykırı, laikliğin içini boşaltan siyasi karar ve uygulamalar çoğalmaktadır. Aslında bütün bunların verilerini toplayın bir değerlendirme yapmak durumundayız.
Erdoğan, en sonunda, kişisel inançlı biri olarak, giderek toplumu dincileştirme ve daha muhafazakarlaştırma politik karar ve eylemlerinden vazgeçebilir mi?
Bu muhafazakarlaştırma politikasını öyle sınırlara sürdürür ki, devletin bir laiklik örtüsü kalır, ama o da tamamen anlamsızdır, çünkü toplum şeriatın cenderesinde yaşamaktadır...
--
Okur Katkısı: “Tahlilleriniz çok aydınlatıcı. Küçük bir ek yapmak istiyorum. Filistin devletini Filistin yöneticilerinin istediklerinden emin değilim. İsteseydi Yaser Arafat ve/veya ekibi “Başkentimiz Kudüs olsun” diye ısrar etmezdi ve devlet çoktan kurulmuş olurdu. Şimdikiler de varlıklarını gerginliğe borçlu olabilirler. Filistin halkının haklılığına inanç doğrudur ama real politikte olanlara akıl erdirmek bizim gibi normal vatandaşların anlayabileceği bir şey değil sanırım.” Fuat Yalçın.
=19 Eylül 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Erdoğan, Zafere mi, Yoksa... Orta Doğu Bataklığında Poltika


Başbakan’ın Kuzey Afrika seferine ilişkin batı basınında çıkan yazıları okuyor musunuz? Bunlar önemli, bu yazıları, Çin’i dışarıda tutarsak, “dünyayı yöneten” batının üç başkenti, Washington (Beyaz Saray/ Pentagon), Brüksel (AB) ve Londra da okuyor...
Erdoğan’ın gezisinin iki önemli yönü var. İkisi de birbirini tamamlar nitelikte.
Bunlardan biri, İsrail’e karşı Filistin davasının dünyada bir numaralı savunuculuğunu üstlenmesidir. Erdoğan, İsrail’e (belki de yahudiliğe /siyonizme) karşı, kendi ilkgençliğinden beri damarlarında akan köktenci politikasından milim sapmamıştır, denebilir.
Eğer bu doğru değilse, Filistin davasını savunarak, Arap dünyasının belirleyici liderliğine soyunmuştur. Bu rol de, şüphesiz İsrail’i hedef alarak inşa edilebilir. Yani İsrail güncel bir bahanedir!
Erdoğan’ın müttefiki, Arap dünyası iktidarları değildir..
Müttefiki öncelikle Arap ülkeleri halklarıdır! Halklar üzerinde etkisi ile iktidarları etkilemeyi hedefliyor. Kabul edelim ki, Erdoğan bunu başarıyor.
***
Başbakan’ı nasıl yansıtıyor Batı basını?
Müslüman Dünyanın yeni sesi... Mısırlılara için yeni Arap kahramanı.. Halk kahramanı gibi.. Ortadoğu’nun Prensi gibi... Erdoğan Arap ülkelerini israil karşıtı söylemiyle fethediyor... Türkiye Arap Baharı’nın kalbinde lider rolüne soyundu..
Bunlar olayın bir yönü.. Bu açıdan, Erdoğan, Batı’nın istediği rolü üstleniyor denebilir: Batı sistemiyle bütünleşme, seçimler, liberal demokrasi, pazarların engelsiz açılması... İslamın köktenciliğinin yumuşaması...  Erdoğan burada etkili olabilir. Hele “Laiklik dinsizlik değildir, devlet laik olabilir”.. biçimindeki, batının da hoşuna gidecek siyasal rejim önerileri de, buna hizmet edecektir.
***
Bu tamam da.. Tamam olmayan temel bir nokta var: İsrail meselesi.. ABD Filistin’e devlet statüsü tanınması konusunda Birleşmiş Milletler’de hayır diyecek. Yani Erdoğan İsrail konusunda ABD ile çatışıyor.  Erdoğan, Arap iktidarlarına da, Filistin devletinin kurulmasına destek vermek bir zorunluluktur diyor... ABD için başlıca başağrısı, olayın bu yönüdür!
Erdoğan’ın İsrail politikasını, New York Times, “ABD’ye meydan okuma” olarak görüyor. Epey doğru!
Aslında, İslam köktendinciliğini büyük tehdit olarak görüyorsa Beyaz Saray, bunun panzehiri, Filistin devletinin kurulmasıdır. Ortadoğu’da vahşi çelişkiyi/cepheleşmeyi yumuşatacak ve İslam köktendinciliğinin (ve buradan kaynaklanan terörün) hayat damarlarını tıkayacak tek çare budur!
İran’ı da sakinleştirmenin yoludur bu..
Tabii, ABD ve Batı, Ortadoğu’da sürekli savaş halinin ortadan kalkmasını istiyor mu, tartışmalıdır...
Çünkü sürekli savaş halinin, bir politik ekonomisi, içte iktidar olmanın aracı, Arap ülkeleri üzerinde egemenlik kurmanın ve sürdürmenin yolu, savaş sanayinin ihtiyaç ve dilekleri, petrol üzerinde baskınlık kurmanın yöntemi... vardır!
Eğer, Orta Doğu’da gerginliğin azaltılması politikası ağırlıklık kazanırsa, Filistin devletinin kurulmasına destek, öncelik kazanır... (Obama, ilk yıllarında, bu yönde umut vermişti, ama İsrail ve şahinler buna izin vermedi!)
Erdoğan’ın Filistin politikası, Batı’nın aradığı, “hah, tam zamanı işte..” diyeceği bir köprü ise, Erdoğan’ın İsrail politikası başarıya ve kendisi de tarihsel şan ve şöhrete ulaşır.
Ama bugünkü siyasi koşullar, tersi olgulara işaret etmektedir.
Çünkü yürürlükte olan, Batının Suriye ve İran’ ı yıkma politikalarıdır. Yani İsrail merkezli batı politikası tam istim ilerliyor! Hele Libya’yı devirmenin tadı damaklarındayken... Erdoğan’ın borusu pek de öteceğe benzemiyor.
Dolayısıyla, Erdoğan, Türkiye için, Orta Doğu’da İsrail’le sürekli çatışmacı bir politikanın temelini atıyor. Orta Doğu’da genel savaş tamtamlarının durulmasını beklemek, uzak bir hayaldir..
***
Erdoğan ve Davutoğlu, kurnazlık yapıyor: Türkiye’de füze kalkanlarını konuşlandırarak, ABD+Brüksel+Londra’yı sakinleştiriyor!
Böylece, İsrail- Arap ülkeleri-Orta Doğu politikası nedeniyle, Batının Erdoğan iktidarına yönelebilecek ciddi bir tehdidi de, bertaraf ediyor gibi..
Tabii, bir de, ABD+Erdoğan+Fethullah arasında, Ordu’yu bertaraf etme konusunda, 6 yıldır süren bir kardeşlik anlaşması var!
Erdoğan, “Ordu iktidarı” yıkıldıktan sonra, tek iktidar seçeneği olarak da, ABD karşısında güçlü bir pozisyon aldığına inanmaktadır!
Batı, iki arada bir derede..
Erdoğan ise, iki derede bir arada!
İzliyoruz efendim! Yarın, Erdoğan ve Laiklik...
-18 Eylül 20011 / Bilim ve Politika- Orhan Bursalı


---