Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Kasım 2012 Cuma

Bilim ve Müzik Düşmanlığı



Gündem, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 1341, 30 Kasım 2012

Bugün Gündem’i, anlı şanlı akademik unvanlarını ve beyinlerini müziğin nasıl dine göre haram olduğunu kanıtlamak için harcayanlara ayırıyorum.. Toplumun önünü açmak için çırpınan ilahiyatçıların bir avuç olduğununu biliyoruz, ama yüzde 99’unun, çağdaşlıkla ne kadar ilintili oduğu tartışmaya açıktır. Yazık bu ülkeye diyeceğim sadece..  Aşağıda hem prof unvanlı hem de tanınmış dini hocaların müziğe ilişkin ilginç yorumlarından bir derleme.. Bu araştırmayı yapan ve gönderenlere teşekkür ederim.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğr. Üyesi Prof. Orhan Çeker; "Müzik için haram diyemeyiz ama helâl de diyemeyiz. İçeriği İslâm'a uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir"
www.habername.com/yazi-prof.-orhan-ceker-muzik-ile-musiki-farkli-midir-1890.htm
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi Prof. Dr. Hamdi Döndüren; "Çalgı aletleri, bunları çalmak, satmak ya da şarkı söylemekten para kazanmak, nefsi azdıran, örneğin diri bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkılar (çalgısız dahi olsa) caiz değildir.”
(www.hikmet.net/content/view/55197/13/)
Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Ekrem Buğra Ekinci ise şarkı denilen şeyin ancak "eğer çalgı ve kadın sesi içermiyor, sözleri de dinen sakıncalı değilse" dinlenebileceğini belirtiyor.
(www.ekrembugraekinci.com/cevaplar.asp?text=Teganni
Türkiye Gazetesi 'ilim' yazarı Mehmet Ali Demirbaş'ın dilinde ise yıllardır tüy bitmiş bulunuyor; "Müzik ne kelime, ilâhi bile haramdır" demekten.
www.mehmetalidemirbas.com/print.asp?Aid=1054
İstanbul müftü yardımcılığı, Yeni Cami ve Şehzadebaşı Camii vaizliği yapmış Timurtaş Hoca da (tüyler ürperten konuşmasında) aynı şeyi söylüyor ve
okullara müzik dersi koyanları lânetliyor.
www.youtube.com/watch?v=8CkGGVvEdm8&feature=related
Beyoğlu Belediye Başkanı'nın babası ve 'İslâmî seks uzmanı' olarak da
ünlenmiş Ali Rıza Demircan, "iş yerlerinin telefonlarında arayanı bekletme
süresi içinde İslâm zaviyesinden sakıncalı olabilecek türden müzik
çalınmaması" gereğine bile işaret ediyor.
www.alirizademircan.net/makaleler/detay.aspx?SectionID=zMZohgBeVsDvCSlSRj%2ByMA%3D%3D&ContentID=jhF5vzx1MoSQ86PDUKFTMQ%3D%3D
10. madde)
İslâm Hukuku profesörü Hayrettin Karaman "(ülkemizde mensuplarının
çoğunluğu oluşturduğu bilinen) Hanefî mezhebine göre müziğin icrası da,
dinlenmesi de haramdır. Bir değneğin, bir çubuğun bir yere ahenkli
bir şekilde vurulması bile bu hükme dahildir ve haramdır" hükmünü
aktarıyor.
www.hayrettinkaraman.net/kitap/helalharam/0135.htm*
Bir yazısında veya yaptığı bir konuşmada, Doğan Kuban hoca, bizim ilahiyatçılar arasında İslam dininde yorumlarıyla toplumun önünü açacak ve yol gösterecek pek kimse çıkmadığını söylemişti. Belki bu saptamaya şu açıdan neden aramak doğru olur mu: Bunun temel nedeni, sünni hiyerarşik siyasi yapılanmanın, ilahiyatçılara özgür bir alan tanımamasıdır. Sivrilebilecek ilahiyatçıların nasıl dışlandığına ilişkin olgular bol sayıda vardır.. Sünni kalıp yapılanma nasıl kırılabilir? İlahiyatçılara en geniş özgürlük alanı yaratılabilir?
YÜZYIL: REKTÖRÜN İSTİFASI
Daha önce bu köşede haberini verdiğimiz için fikri takıp yapalım. BİA internet sitesinde Nilay Vardar’ın haberinden özetleyelim:
Üç yıl önce kurulan Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nin 4. rektörü Prof. Dr. İzzet Bozkurt da istifa etmek zorunda kaldı. Bozkurt’a, üniversite yönetimindeki mali ve idari uygulamalara itiraz ettiği için mütevelli heyeti tarafından baskı uygulanıyordu. Makam aracı alınan, makam odasının kapısının kilidi değiştirilen Rektör Bozkurt, bir süredir yıllık iznini kullanmak zorundaydı; çünkü fiilen üniversiteye giremiyordu. Sonunda rektör üniversiteden istifa etmek zorunda kaldı.
Zaten üç yıl önce kurulan üniversitede üç rektör değişti; yedi mütevelli heyeti üyesi istifa etti; on dekan ve onlarca öğretim üyesinin işine son verildi. Son olarak bu yılın yaz aylarında üniversiteden üçü dekan 17 öğretim üyesinin işine rektörün onayı olmadan hukuk dışı bir şekilde Mütevelli Heyeti Başkan Vekili eski gazeteci Ekrem Çalkılıç’ın imzasıyla son verilmişti.
Konuyu mahkemeye taşıyan öğretim üyeleri üniversitede yaşananları anlatan bir metni YÖK’e yollamışlardı. Yazıda, Ekrem Çalkılıç’ın üniversitede adeta “rektör” gibi davranarak “iki başlılık” yarattığı kendi talimatlarına uymayan öğretim üyelerinin işlerine son verildiği, kadrolaşma olduğu, maaş ödemelerinde ayrımcılık yapıldığı, üniversitedeki evrakların çalındığı, notların değiştirildiği belirtilmişti. Üniversiteden üst düzey bir yetkili, “Üniversitede kamusal suç işleniyor” diyor, YÖK’ün hala harekete geçmemiş olmasının ciddi bir aksaklık olduğunu belirterek bunda üniversite yönetimi ile iktidar arasındaki yakın ilişkilerin YÖK üzerinde baskı unsuru olduğuna dikkat çekiyordu.
Girişine bu sene Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün büstü konan üniversitenin Mütevelli Heyeti Başkanı Alman Hastanesi sahibi ve Vatan Sağlık ve Eğitim Vakfı (VASEV) Başkanı Dr. Azmi Ofluoğlu. Üniversitenin eski İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aysel Aziz, geçen sene iş sözleşmeleri yenilenirken şartların hukuka aykırı şekilde değiştirilmesine itiraz ettiği için işine son verilenlerden bir tanesiydi. Aziz, işe iade davasında tazminat kazanmıştı.”
Acaba bu gelişmeyi neden duyuruyorum.. Mutlaka bir nedeni vardır!
***
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak üzere..

Adalet ve Eşitlik İçin Meydanlar Dolar


Yakında CHP bütün Türkiye’de adalet mitinglerini başlatabilir! CHP Aydın milletvekili Bülent Tezcan ile Kitap Fuarında Balbay etkinliğinin hemen ardından bir köşede söyleşiyoruz.. Tezcan, mahkemelerdeki adaletsizliklere ve hukuksuzluklara karşı ülke çapında adalet mitingleriyle yanıt verilmesi gerektiğini ve bu konuda parti içinde çalıştığını söyledi: Ülke çapında halk arasında güçlü bir adalet isteği var!
Çok doğru! Yapılan anketlere  baktığınızda, adalet ön sıralarda yer alıyor.. Evet, o halde!?
Tezcan aynı zamanda “Seçim ve Hukuk İşleri Genel Başkan Yardımcısı”.. Yani tam da yetki ve sorumluluğu alanına giriyor bu konu. Üstelik avukat...
***
Adalet ve eşitlik isteği, kamuoyu yoklamalarında en çok dile getirilen olgular olarak ön plana çıkıyor. Konda’nın gerçekleştirdiği son “saha araştırması”nda, milletin Anayasada yer almasını istediği temel ilkeler arasında en çok görmek istediği ve önem verdiği ilke olarak "haksızlığa karşı adalet" önplana çıkmış: yüzde 65.1.
"Her türlü farklılık arasında eşitlik" de, hemen adalet isteğinin ardından geliyor: Yüzde 50.4..
Hemen sarılmak ve mitinglerde yüzbinlerce bayrağa yazılması gereken iki büyük talep: Adalet ve Eşitlik!
Çeşitli kamuoyu araştırma şirketlerinin benzer araştırmalarında da adalet en çok vurgulanan konular arasında.
Aslında yaşadığımız 10 AKP yılının en çok neyi parçalayıp yokettiğine bakmak isterseniz, halk içinde yükselen bu taleplere bakmanız yeter! AKP 10 yıldır yönettiği ülkede, büyük kargaşalıklara ve toplumdaki derin yarılmalara yol açtı ve savaş rüzgarları estirdi, özgürlükleri baskıladı.. Adalet ve Eşitlik, iktidarca çiğnenen ve dışlanan iki önemli alan..
Adalet, Silivri mahkemelerinden ve zindanlarından yükselerek bütün dünyaya yayılan o büyük ve gür sesin de rengidir, adıdır!
***
 Adalet, şüphesiz ki salt bir mahkeme ve hukuk konusu değildir. Toplumsal yaşamda ve ilişkilerde, hemen hemen bütün katmanlarde, özellikle halkın devletle her türlü ilişkisinde, veya devletin halk üzerindeki bütün tasarruflarında Adaletsizliklerin diz boyu olmasa, bu talep anketlerde bu kadar ön plana çıkmazdı.. (Üniversite ve bütün devlet sınavlarında rezillikler dizboyu!)
Adaletsizlikler, salt mahkemeleri (hukuk) kapsamıyor dedik. İktidarın bütün işe alımlardan tutun, mağdur ettiği, haksızlık ettiği yüzlerce konu ve milyonlarca insan var. Hızlı bir çalışmayla halk arasındaki bu adalet isteğinin dayandığı bütün nedenler ortaya çıkartılabilir ve Adalet bayrakları dalgalandırılır.
Eşitlik talebi, toplumda her zaman çok güçlüdür, adaletsizliğin de hemen her alanda yarattığı büyük bir toplumsal sorundur. Kamuoyu yoklamalarında halk ilginç bir şekilde bu adalet ve eşitlik isteğini yan yana getiriyor. İktidarın belirlediği ve yönlendirdiği hemen bütün konularda yandaş kayırmalarının ayyuka çıktığını düşünecek olursak, aslında halkın bu kayırmacılığı, yasalar ve uygulamalar karşısında eşitsizliği herkesten daha iyi gördüğü söylenebilir. Çünkü o bunları bizzat yaşıyor!
Adalet, halkın çok somut kavradığı bir üstyapı kavramıdır! Hukuk değil a-d-a-l-e-t! Bülent Tezcan, buna dikkat çekiyor. Sağcıların, en çok ığdış etmek amacıyla olsa gerek, en çok kullandığı kuvramdır adalet: Adalet Partisi, mesela!
Eee, daha ne duruyorsunuz!

BEHİÇ AK SERGİSİ
Arkadaşımız Behiç Ak’ı siz o nefis Kim Kime Dum Duma bantının çizeri olarak bilirsiniz belki de daha çok. Ama o bir tiyatro yazarı, çok eserleri olan hemen heapsi de oynanan bir yazar. Yetmedi, bir öykü yazarı aynı zamanda ve Türkiye’de ve Japonya’da çocukların tanıdığı Behiç Ak ise nefis bir masal anlatıcı! Şüphesiz filmciliği ve senaryo yazarlığı da var.
KarşıSanat’da Günışığı Kitaplığı’nın düzenlediği ve Behiç Ak’ın bu “dört kol çengi” durumunu anlatan bir sergiyi izleyin derim.. Hem gülün, düşünün hem de Behiç’in dörç bir yanını tanıyın. Beyoğlu Erol Dernek Sokak Hanif Han’da, 14 Aralık’a kadar...
Sergiden bazı karikatürleri de yarın bloğuma koyacağım..
-- 29 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset - Cumhuriyet

27 Kasım 2012 Salı

RTE’nin İki Farklı Beyni ve Kulağı Var


Başka bir siyasetçi, örneğin Kılıçdaroğlu bunu yapsa, Erdoğan onu yerden yere vurur, ne tutarsızlığını bırakır ne ciddi siyasetçiliğini.. Peki Başbakan acaba ne dediklerini duyuyor mu, nasıl çelişkiler içinde yüzdüğünün farkında mı?
Başbakanın son demeçlerinden birine baktım, aaaa.. Bizim bu köşede, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de de sık dile getirdiğimiz, Doğan Kuban hocanın işaret ettiği bir olguyu dile getiriyor: “Batılı güçlerin derdi, İslam dünyasını paramparça etmektir..” (Mısır- Türkiye Ekonomik İş Forumu toplantısında).
Eh yani dedim, sevinelim mi üzülelim mi.. Bu bir kenara..
Pardon, bunu sağır sultan biliyor. İslam dünyası kendi içinde parçalanmış, Batının eli kolu da bu parçalanmışlığın içinde nemasını yiyor. Ama daha önemlisi şu: İslam dünyasını parçalamak istiyen güçlerden biri de sizin hükümet! Libya’yı yıkan ve iç savaşın içine sürükleyen, onbinlerce Libyalıyı öldürten, vee Kaddafi’nin ölümüne neden olan olaylar zinciri, NATO bombalamasıyla gerçekleşti! Sizin de katkılarınızla..
Suriye’yi anımsatmalı mıyım? Libya’nın hemen arkasından NATO’nun Esad’ı da yıkacağını sanıp hemen çalışmalara başladınız.. Suriye’ye parçalamada ve bunca ölüm ve acıda, iktidarınızın operasyonel çabalarını, silah, askeri ve sivil paylarını size anımsatmalı mıyız?
***
Acaba diye düşündüm, Başbakan bu sözleri kendisine mi söylüyor? Ama nasıl olur?! Bu durumlar için kültürümüze yerleşen bir deyim var: Ağzından çıkanı kulağı duymuyor!
İnsanda genellikle düşünce-dil ve kulak birlikteliği vardır. Dil beyinde üretileni dışa vurur, ağzından çıkan cümleler, sözcükler özetle düşünceler de bir şekilde kulak kontrolünden geçer. Böylece söylediklerin bir bütün oluşturur.
Ağzından çıkanı kulağı duymamak, tamam, bu gerçekleşiyor ama yetersiz kalıyor. Kanaat getirdim ki, Başbakanın iki ayrı beyni, iki ayrı dili ve iki ayrı kulağı var.. eylemleriyle söyledikleri arasında bir düşünce birliği kuramıyorsa, ancak böyle tarif etmek gerekmekte.
Libya, Suriye gibi islam ülkelerine karşı yıkıcılık eylemlerine katıldığı için, beyninin öte yanı onu azarlıyor.
Tabii bu tür “çözümlemelere” hiç gerek olmadan da, politikacı bu, dün başka bugün başka.. Veya burada başka Mısır’da başka diyebilirsiniz. Mısır’da tribünlere oynuyor da..
Her neyse, Batı, Türkiye’ye koçbaşı olarak az mı kullandı geçmişte.. Ve şimdi de RTE iktidarını kullanıyor!
***
ŞU PATRİOTLAR: 
Bütün saldırganlıkların ardında bir “savunma” gerekçesi vardır. Savaşlara hep bir gerekçe vardır..
Suriye’den bize sıçrayan bombalar yurttaşlarımızı öldürdü. Şüphesiz hiç bir ülke buna tepkisiz kalamaz! Ama burada sorun şu: Suriye Türkiye’ye saldırır mı, saldırma amaçlı mıydı bunlar, saldırma planları var mı, olabilir mi?
Desteklediğiniz ÖSO askerleri ve köktendicileri sınırda köşeye sıkışmış, hemen bize savaşın parçaları düşmüş. Kimse bunun kasıtlı olduğunu düşünmüyor. Kendisi varlık yokluk savaşı veren Esad ve hükümetinin Türkiye’ye füze ile saldırma planı olduğunu söylemek gerçeklikle bağdaşmaz.
Peki Patriot füze sistemini neden Türkiye’ye yerleştirmek istiyorsun?
Sanki ülke Suriye saldırı tehdidi altında görüntüsü vermek ve Suriye’ye karşı izlediği politikaları haklı göstermek için..
Bunun başka izahı yok.
Bir de şu var saklı olarak denmek istenen: 
Ben eninde sonunda seni yıkacağım.. Sıcak savcaş bile patlak verebilir aramızda. Senin bana füze atma olasılığın olabilir savaşta, bu nedenle ben Patriotları yerleştireyim, onları havada iken avlarız..
 Rusya dahil herkes Patriotlara karşı.. Bunu savaş kışkırtıcılığı olarak ilan etti.
Heeeey Ankara, komşularına ve çevreye kulak ver.. Suları ısıtma, tehlikeyi büyütme!..
---27 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Anayasa Dolandırıcılığı


“Yeni Anayasa” konusunda kent kent gezip milletten görüş aldılar mı, aldılar.
Toplantılar düzenlediler mi, evet; bizzat AKP’nin anlı şanlı milletvekillerinin öncülüğünde.
Günlerce, aylarca sürdü bu sahne gösterisi!
Anlı şanlı kuruluşlar, bilmem ne vakıfları, falan işveren kuruluşları, Türkiye’ye nasıl bir don giymesi gerektiği konusunda ölçü alıp anayasa kesip biçenler...
Meclis’te bile komisyon hala harıl harıl çalışıyordu ki, üzerinde gökten taş yağdı. Anayasanın tonlarca ağırlığında, Tayyip Erdoğan anayasası!
Yeni anayasa konusunda hep şunu dedik: Boşa çene yoruyorsunuz, yazıyor çiziyor ve para harcıyorsunuz.. bu ülkede sadece Tayyip Beyin istediği anayasaya yer vardır.
Herkes konuşur, çalçene, laklak... Ama o bi laf eder, olay biter.
***
RTE bu anayasadan şikayetçi mi? Ruhundan değil. Tek şikayeti, kendisini tam yetkili yapmaması ve parlamenter güçler ayrılığı gibi, onun gözünde zırva olan bir sisteme dayanması.
RTE tek başına bir anayasa değil mi zaten? Güçler ayrılığı gibi mavalları çoktan çöpe atmadı mı.. yargıyı bağlamadı mı... meclisi istediği gibi evirip çevirmiyor mu.. bu meclisten muhalefetin getirdiği ve desteklediği tek yasa çıktı mı..
Şimdi tek istediği, bu gerçek-pratik durumun hukuki resmiyet kazanması, ki kendini rahat hissetsin.
RTE kime ne sordu da yasa yaptı.. herşey tepeden inme, kütt milletin kafasına.. Kütt, ilçelerin topraklarını al başka ilçelere bağla.. kütt yeni belediyeler yasasını kabul et.. kütt gece yarısı operasyonuyla deniz sahillerini talan edecek, 10 metreye kadar inşaata izin verecek bir cinayet planla..
Bu meclisten çıkan ve çıkacak yasaların tek bir anlamı var: Hepsi RTE yasasıdır.. hepsinden yararlanacak tek yer vardır: RTE, AKP ve yandaşları..
Meclis’e getirdikleri her yeni yasa tasarısını, her yeni yasayı inceleyin, bu amaca hizmet eder. İki yıl sürece başka hiç bir yasanın çıkmaması bu meclisten, memleketin büyük yararınadır, bile diyecek noktaya geldik..
Yeni bir tasarı mı geldi, benden daha baştan ambargoludur, şaibelidir, reddedilmelidir! O derece yani!
RTE ve adamlarının Anayasa derdi, başkanlık derdidir diye yazıp çizdik durmadan. Gerisi palavradır.
Anayasa bir süstür ayrıca, bu tür liderler ve iktidarlar için. Arkasına dolanırsınız, ona istediğiniz muameleyi yaparsınız. Anayasa’nın sadece bazı sayısal kurallarına dikkat ederler. Meclisin işte üçte ikisi, atama kuralları vb gibi. Açık net matematiksel işlemleri içeren anayasa emirlerine başüstüne derler. Bak, işte onlar çiğnenmez!!!
Bunun dışında her maddeyi yoruma açık tutarlar. Ruhunu istismar ederler, çiğnerler, göz ardı ederler.. Hatta Anayasa maddelerine dayananları, içeri tıkarlar... Buna en tipik örnek mi ararsınız:
***
Şu basın özgürlüğü varya basın özgürlüğü.. hani anayada yazar Basın Hürdür, Sansür Edilemez.
Bazıları varya hani ortalıkta boru gibi ötüp durur: Efendim bütün kabahat eski anayasada, darbeci anayasada.. Bu nedenle ifade özgürlüklerine yasakları konuyor.. gazeteciler hapise atılıyor.. hele şu sivilini bi yapalım bakın nasıl özgür bi ülke olacak burası..
Dünyanın bütün aptalları mı bu ülkeye toplanmış, yoksa kendileri akıllı da herkesi aptal yerine mi koyuyorlar, bilemedim. Şu ülkede olan bitenleri okuyamayacak kadar, iktidarın ülkeyi nereye götürdüğünü göremeyecek kadar sapıtmışlar belki de. Eski veya yeni yetmez ama evetçiler ordusu.. yeni anayasa istiyoryar iki yıldır! Kendi istedikleri yetmiyor, bir de kamuoyu oluşturuyorlar, yeni anayasa isterük diye
O kişi ise, anayasasını açıkladı! Meclisi tek kelime ile feshedecek... Al, kes, biç, sil süpür..
Dokunmayın Anayasama” kampanyası açacak noktaya geldik..
Ben örneğin medya, basın ve ifade özgürlüğü için yeni yasa falan istemiyorum kardeşim.
Basın hürdür sansür edilemez diye, asla daha iyisi yazılamayacak bir anayasa maddesi var.
Tek sorun, RTE ve adamlarının ellerinin medyanın içinde olmasıdır.. Medya patronlarının, yayın yönetmenlerinin, icra kurulu üyelerinin kulaklarının dibinde kulak zarlarını patlatacak davullarını çalmasınlar yeter. Çekin gidin bu mahalleden!
Tek gerek olan: Ayasaya delmesinler.. Yasaları delmesinler.. basınla ilgili yasaları tam uygulasınlar.
Basın ve yayıncılığı, hükümetin icraatını önleyecek terör faaliyetlerine sokanlar, sonra da onlar gazeteci değil terörist diyenler, utanmanın ötesine taştılar. Resmen anayasayı- yasaları, aletleri vasıtasıyla işlemez duruma getiriyorlar
Çekin ellerinizi medyanın ötesinden berisinden!
Şu anayasa dolandırıcılığını da kesin, bitirin artık.
--26 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

25 Kasım 2012 Pazar

Ucube Karşısında Özgürleşmek


Bugünkü yazı TÜYAP’tan geliyor.. Evde olsaydım başka konu yazacaktım! TÜYAP’tan ise insanın içinden mutluluğu ve umudu doğrudan dillendirdirmekten başka bir duygunun dışa çıkası gelmiyor!
Toplantıya katılan dostların her biri kısa ve güzel şeyler söyledi..
Ben de söylediğim bir kaç cümleyi sizlerle paylaşayım.. Çünkü bu umut yayılmalı:

Mustafa Balbay kendini içeride sanıyor..
Biz de kendimizi dışarıda!
Özgürlük her zaman fiziksel, yani maddi bir olay veya durum değildir! En azından pek çoğumuz için bu böyledir.
Özgürlüğün, beyin ve düşüncelerimizle ilgili, nesnel değilmiş gibi görünen, çok güçlü bir yanı vardır.
Düşüncelerimizde kendimizi tutuklu duyumsadığımız zamanlar çoktur. Böyle zamanlarda bedenlerimizin de ne kadar özgür olduğu tartışmalıdır. Çünkü bir ruh / düşünce ve beden birlikteliğinden bahsedeceksen, bu birlikteliğin olmadığı her zaman ya bütünüyle ya da kısmen tutukluyuz demektir!
Çünkü düşüncenin kısmen bile tutukluğu, bedenimizi engelli yapar! Hareketimizi, davranışımızı etkiler. Bütünlüklü davranamayız!
Aslında burada söylediklerim, kendimizi Mustafa’nın; ve Silivre esaretinde adalet düşmanlığına, hak-hukuk düşmanlığına maruz kalan bütün tutukluların ve mahkumların yerine koyma çağrısıdır.
Buna “empati (yapmak)” diyorlar. Bir duygudaşlık/ düşüncedaşlık, durumdaşlık.. Bir yer değiştirme durumu..
Empati ile, içimizdeki “tutuklu bireyi” veya tutuklu yanımızı, dahası bedenimizi ve / veya düşüncelerimizi özgürleştirebiliriz!
Bu yolla, beden ve düşüncemizi maddi bir güce dönüştürebiliriz. Özgür beden ve düşüncenin yolunu açabiliriz.
Özgürleşme, bakmışsınız zalimin / zulmün duvarlarını yıkmış..”

***
İşte böyle..
Bu haksız, adaletsiz, hukuksuz davaların sürdürülmesini onaylayan, destekleyen, tezgahlayanların, davaların arkasında olanların, her kimlerse, yüzleri karadır. Nasıl bir Türkiye yarattıklarına bakarak, daha nasıl bir Türkiye planladıklarını öngörebilirsiniz.. Cemaatse cemaat, iktidarsa iktidar, medyaları ve kalemşörleriyle.. Her kimlerse ne insan haklarından kendilerine düşecek bir pay vardır ne de başka bir şeyden.. öncelikle de, hiç anlayacaklarını sanmadığım din ve imandan..
RTE, kendini ve adamlarını bu karanlıktan ve vahşilikten kurtarmak için mustafaları sözde yargılayan mahkemeleri feshetmiştir.
Ama suçsuz insanları canavarın ağzında bırakmıştır. O canavar ki, birlikte yarattıklarıdır.. Aralarında bir uzlaşma olmamıştır. RTE, iktidar ve yasa gücüyle cemaatçileri durdururken, mealen de “Sen bunları ye bitir, ama bana dokunma, orada dur” demiştir. İşte bu birliktelikten doğan ucube, veya hilkat garibesi, insanlarımızı öğütmeye çalışıyor.
Ama bu ucube, aha şuraya yazıyorum, aslında cemaatin (her kimse onlar!) ve iktidarın hapishanesidir. Olay, kendilerinin esaretine dönüşmektedir. Aslında kendi özgürlüklerini demirparlaklıklar ardına kapatmaktadırlar!
Bunun bile farkında olmamalarına ve adaletsizlik zulmünü sürdürme çabalarına ise sadece acıyorum!
***
Varsayılan “yargılama” tamamen siyasidir. Bunu herkes biliyor. Oradaki savunmalar ise ne yazık ki yasalar temelinde sürdürülmeye çalışılmaktadır. Hak, hukuk, belge, delil olmadığını bile bile.. Durum şudur:
Garabet diyor ki, hem hiç utanmadan ve hiç bir şeyden korkar görünmeden: Seni yiyeceğim, bütün bahanelerim var, sen ne desen de..
Kurbanlar diyor ki: Ama bu yasalara ve hukuka aykırı!
Bu ters durumu değiştirecek ve herşeyi normalleştirecek olan, milletin beden ve düşünce özgürlüğüdür öncelikle..
***
Balbay’a Özgürlük toplantı ve hele kitap imzasında neredeler diye sık sık sorduğumuz gençler ve gençler.. sel gibi aktılar imzaya.. saatlerce..
Dün orada varolan ülkenin vicdanıydı, adalet isteğiydi, gelecek dinamizmiydi, başkaldırı ve direnişti.. reddetmeydi..
Hepsine selam olsun!
---
Not 1: Bugün TÜYAP’ta, Cumok İstanbul’un düzenlediği, CHP İzmir milletvekili Prof. Birgül Ayman Güler ile katılacağım panel var: 12.00- 13.00 arası. Konu:Mustafa Balbay ve özgürlüğünden hukuksuz biçimde yoksun bırakılan tüm yurtseverler için; Basın, ifade ve milli irade özgürlüğü”. Saat 13.00- 14.30 arası da Doğan Kuban hoca ile birlikte Cumhuriyet Standında kitap imzalayacağız.. Bekleriz!
Not 2: Hazır TÜYAP varken, henüz üzerlerine yazamadığım iki kitabı anımsatırım: Güldal Mumcu’nun “İçimden Geçen Zaman” ve Haluk Şahin’in “Soruşturmacı Gazetecilik”..
--25 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Medreseci, Meğer TÜBA Üyesiymiş


CBT Sayı 1340, 23 Kasım 2012

Geçen haftaki yazımda “Üniversiteleri medrese ve fakülteleri de mektep yapalım, imam hatip ders programını da  bütün okullara özellikle askeri okullara yayalım” diyen, Kırklareli Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Dekanı Teoman Duralı meğer Hükümetin Türkiye Bilimler Akademisi’de atadığı “seçkin bilim adamları”ndan biriymiş. Nasıl atladık ve araştırmadık!? “SolHaber” yazdı! Tabii ya! Bu kadar parlak düşünceli profesörleri hükümetin atlaması mümkün olabilir miydi! Böylece Hükümet TÜBA’sının bileşimi de giderek daha çok netleşiyor! Artık YÖK mü atadı yoksa TÜBİTAK mı, pek de önemi yok.

Bu arada söz TÜBA’dan açılmışken: TÜBA her an uluslararası bilim camiasından dışlanabilir. Üyeliklerden atılabilir.. Gelişmelerin o yönde olduğunu belirtelim.. Biliyorsunuz dergimizide önceki sayı Avrupa Ulusal Bilim Akademileri Başkanı’nın Cumhurbaşkanı Gül’e gönderdiği mektubun haberini vermiştik. Mektupta özerk ve bağımsız bilim akademisi unvanını yitiren TÜBA’nın bu haliyle bilim akademisi olarak sayılamayacağı beirtiliyordu!

Bir de, geçen ay karşılaştığım bir TÜBA yöneticisi ilginç bir olay anlattı. Akademi, uluslararası bir bilim çalıştayına katılacak. Eski TÜBA zamanında kararlaştırılmış ve TÜBA’nın da içinde olduğu önemli bir uluslararası organizasyon… Toplantı zamanı geliyor, TÜBA’yı temsilen bir üyenin gönderilmesi gerekir.. Yoksa “kendi pişirdi ama yemeğe katılmadı” gibi komik bir durum ortaya çıkacak..
TÜBA’dan, artık istifa etmiş eski yöneticiyi arıyorlar ve soruyorlar: “Hocam, bu toplantıya gitmesi gereken kişinin/üyenin yabancı dil bilmesi gerekiyor mu?”
Ne desek hafif kalır.. dil bilmeyen bir TÜBA üyesinin gitmesi mi söz konusuydu, yoksa TÜBA hizmetlilerinden birisini mi göndermeyi düşünmüşlerdi?
***
Bu arada, TÜBİTAK’ın açıkladığı ve tartışmaya açtığı yeni YÖK yasa taslağı için, yöneticilerin büyük üniversitelere ziyareti ve öğretim üyeleriyle toplantıları sürüyor. Geçen hafta, Üniversite öğretim Üyeleri Derneği’nin düzenlediği ve YÖK Başkanı Çetinsaya’nın katıldığı Boğaziçi Üniversitesi’ndeki toplantıyı ne yazık ki izleyemedim..  Öğretim üyeleri eleştirilerinde yeni taslağın özgürlükçü olmadığı konusunda epey eleştiri yöneltmişler! Tabii burada önemli olan, YÖK’ün bütün bu eleştirileri ne kadar dikkate alacağı, eleştiriler doğrultusunda yasa taslağının ana ilkelerinde değişikliğe gidip gitmeyeceği.. Ben sanmıyorum.. Bu geziler öğretim üyelerini ikna turları gibi daha çok!
***
Şimdi Ege Üniversitesi’nde yapılan YÖK toplantısından bir izlenim:
 “YÖK Başkanvekili Şaban Çalış üniversitemizi ziyaret etti, daha doğrusu edemedi, çünkü bilgilendirme toplantısı yeri üniversite kampüsünden, şehrin ortasındaki AKM Kültür Merkezi’ne alındı. Onlarca resmi ve sivil polis ve aşırı güvenlik önlemleriyle salona girdik. 2 000 kişilik Ege Üniv. öğretim elemanlarından en fazla 200-250 kişi vardı.
Çalış, tam 45 dakika hiç bilgilendirme içermeyen bir konuşma yaptı, gaz alma konuşmasıydı! Soru-cevap istemediğini sadece görüşlerimizi dinlemek istediğini, kameraların da her şeyi kaydettiğini söyledi, bunun ise gözdağı ya da tehdit olmadığını açıklama gereği duydu. Ardından 1,5 saat hiç not almadan ve hemen hemen hiç bir yorum yapmadan salondan gelen görüşleri dinledi..”
***
Ege Öğretim Elemanları Derneği de görüşlerini açıkladı: Bildiri, varolan durumu özetliyor ve şu düşünceleri dile getiriyordu:
 “EGÖDER, hazırlanan bu yasa tasarısı önerisinin yükseköğretim sistemimizin somut ihtiyaçları, toplumumuzun talepleri dikkate alınmadan, bilim-bilim insanı ve toplum yararı merkeze konmadan, özellikle siyasetin ve sermayenin beklentilerine yanıt verme kaygısıyla düzenlendiğine, şeffaf –katılımcı–bilimi ve ortak aklı önceleyen bir anlayışla kurgulanmadığına, çıkış noktasının ve ardındaki örtülü nedenlerin yeterince ve gereğince tartışılmadığına inanmaktadır.
EGÖDER için, üniversitenin temel misyonu açıktır: yerel ve evrensel gelişime katkıda bulunma, bilim-düşünce- teknoloji üretme, yaygınlaştırma ve topluma-insanlığa kazandırma… Üniversitelerimizin bu i.levlerini layıkıyla yerine getirmeleri için akademik özgürlüğe, idari ve mali özerkliğe, kamusal finansmana kavuşturulmasını ve bunların güvence altına alınmasını ön koşul olarak görüyoruz..”
***
Evet, gelecek Cuma yeniden buluşmak üzere..

22 Kasım 2012 Perşembe

İsrail’in Büyük Özgürlüğü ve Kaynakları Üzerine


Erdoğan uzun bir aradan sonra, Gazze’ye saldırısı üzerine İsrail’i yeniden topa tuttu. Hem de öyle böyle değil! İsrail’den girdi Obama ve Birleşmiş Milletler’den çıktı! RTE’ye baktım, benim de tenime dokunan şeyler söylüyor! Ama bir haklı bin haksız bir durumla karşı karşıya!
Ülkene, İsrail’i İran füzelerinden korumayı da amaçlayan radar sistemini yerleştir.. 2004 Ocağında ABD ziyareti sırasında Küresel Yahudi Yandaşlığı örgütünden (Amerikan Yahudi Komitesi) Cesaret Madalyası’nı hâlâ taşı!.. Filistin’in durmadan kuyusunu kazan ve ABD (dolayısıyla İsrail) ile işbirliği yapan Suudi Arabistan gibi ülkelerle yakın müttefik ol! Filistin davasının savunucusu Kaddafi’nin mezarını kaz, Libya’yı parçalayarak Batı’ya peşkeş çek! Yine Filistin davasının savunucusu ve toprakları İsrail’in işgali altındaki Suriye’yi, tıpkı Kaddafi ve Libya gibi, parçalayarak yoketmeye kalkış..
Sonra Filistin için gözyaşı dök! Tek kelime ile yaaaa...huuu diyebiliriz.
Tutarsızlık dizboyu.. Davutoğlu’nun akıttığı gözyaşına inanıyorum, ama bunlar yukarıdaki tabloda nereye ve neden akıyor diye sorma hakkım var..
Neyse, amacım RTE’nin açmazlar dünyasına dalıp orada boğulmak değil... Daha çok, amansız İsrail saldırganlığının nedenini anlamak..
***
İsrail nasıl bu kadar acımasız ve saldırgan olabiliyor? Tek nedeni var: Filistin-İsrail meselesinde veya anlaşmazlığında bir küresel denge yok!
Dünyanın hiç bir bölgesinde böyle tek yanlı, dengesiz ve alabildiğine bir saldırganlık bulunmuyor. İsrail yönetimine egemen ruh ve düşünceyi anlayabilmek için, kasaplarından Ariel Şaron’un oğlu Gilad Şaron’a kulak verin:
Filistin'le savaşta orta yol yok., Gazze’de taş üstünde taş bırakmamalıyız. Bütün Gazze’yi dümdüz etmeliyiz. Japonlar yeterince çabuk teslim olmadıkları için Amerikalılar Hiroşima ile durmadı, Nagazaki’yi de vurdu.” (Jerusalem Post, Kesin Sonuç Gerekli, başlıklı makalesi)
Böylesine bir soykırım düşüncesi ve eyleme çağrı! Ama bu dizginsiz eylemin nedeni, dediğimiz gibi, Filistin meselesinde neredeyse sıfır küresel dengenin bulunmasıdır. Sadece atom bombası sahipliği değil.
***
İsrail’i dengeleyecek ve barışa zorlayacak en önemli güç, şüphesiz ki İslam Dünyası’dır. İslam Dünyası zavallıdır, bağımlıdır, parçalanmıştır, satın ve esir alınmıştır! İsrail’in karşısında savaşı önleyecek ve barışı dayatacak bir İslam dünyası yoktur.. Suudi Arabistan, Kuveyt ve emirlikler ABD ile ittifak halinde. Mısır ABD’ye bağımlı. Tunus, Cezayir zavallı durumda. Kaddafi ve Libya, öldürülerek ve parçalanarak yokedildi.
Say babam say..
Son olarak, sıra Suriye’ye ve İran’a geldi! Bu iki ülke de İsrail’e karşı olmaktan hızla çıkartılmak isteniyor.
Hadi soralım, İslam Dünyasının bu parçalanmışlığında RTE hükümetinin payına yüzde kaç düşer!
Gözyaşından, esip gürlemeden önce, RTE ve adamlarının bu soruya yanıt vermeleri gerekir.. Irak, Libya, Suriye.. Sırada İran..
Burada İsrail’e karşı bir İslami savaş cephesinden bahsetmiyorum!
İsrail’i barışa zorlayacak bir İslam ülkeleri cephesinin yokluğundan söz ediyorum! Bu iktidarın neresini, bu açıdan tutabiliriz de elimizde kalmaz!
***
Filistin meselesinde denge kurulmasını sağlayabilecek ikinci güç, Filistin’in arkasında duracak örneğin Rusya ve Çin gibi büyük oyunculardır, ama bu oyuncular burada yoklar. Bir Batı-Doğu dengesi, bir “dehşet dengesi”, “küresel denge” yoktur.. Oysa burada üçüncü dünya savaşını fitilleyecek bir ortam var!
İslam dünyasında tek at koşturan Batı dünyasıdır, ABD’dir ilk başta, İngiltere ve Fransa’dır. Filistin meselesinde de bu güçler tamamen İsrail’in arkasındadır.
Dolayısıyla İsrail Filistinlilere her türlü zalimliği yapmakta kendini özgür görüyor..
Öyle bir özgürlük ki, Gazze’yi tamamen yoketmeyi planlayan bir soykırım özgürlüğü..
Diyeceğim ki, RTE ve Davutoğlu’nun çağırmalarını ve gözyaşlarını ben, kendilerinin içinde bulundukları duruma ve açmaza dökülmüş olarak görüyorum!
---22 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

21 Kasım 2012 Çarşamba

Tutuculaşma - 2


Şunu sormuştum: İktidarın bütün yerel ve merkezi devlet gücü+ toplumsal vurucu güçleri vakıf, dernek ve medyası ile birlikte ve tabii yasalar ve fiili uygulamalar desteğiyle sürdürdüğü toplumu tutuculaştırma politikası, acaba toplum üzerinde ne kadar karşılığını bulmuştur?
Çünkü iki şey birbirinden farklı: Toplum, %100 uygulamaya ne kadar yanıt vermekte? Anketler çeşitli açılardan toplumdaki (tutuculaşma) eğilimini anlamaya çalışıyor. Farklı yaklaşımlar var. Ciddi bilimsel soruşturmalara dayanan sonuçlar üzerine farklı değerlendirmeler yapılmakta.
Değerler araştırması konusunda, “Toplum, AKP uygulamaları sonucu tutuculaşmadı, toplum tutuculaştığı için AKP’yi seçti” saptaması var örneğin. AKP uygulamalarıyla toplumda tutucu değerleri artırdı, diyen de.. Toplumu tutuculaştırma baskıların, mahalle baskısına dönüştüğü de, saha gözlemleriyle ortaya konuyor.
***
Okur yanıtları var! Mehmet Yenal bey, “Türk halkı dincileşiyor. Eğitim de gençleri buna göre eğitiyor” biçiminde genel yaklaşımda bulunurken, bir başka okur da yazınızın canlı bir örneğini bendeniz 7 yıldır yaşadığım bir sahil beldesinde birebir gördüm. İlçeye gittiğimde de hemen her esnafın o tarafa doğru kayıyor olduğunu da gözlemliyorum: www.turkcelil.com/3v/?p=16794 diyor.
Levent Demir (Ankara), kısaca: 2002 yılına kadar Ramazan’da gerçek bir hoşgörü vardı. Kimse kimsenin oruç ibadetine karışmazdı. Oruç tutmayanlar, oruç tutanlara son derece saygılı davranırlardı. Kamu kuruluşlarında yemekhaneler öğlen yemeği için açık olur, iftar için gerekli talep gelirse iftar yemeği de verilirdi… 2012 yılında: kamu kurumları yemekhanelerinin neredeyse tamamına yakını bahanelerle kapatılmakta… Tutuculuğa yöneliş, bence gözle görülür haldedir ve kadınlar üzerinden yürütülmektedir…”
Bütün bunlar şüphesiz daha çok merkezi yürütülen tutuculaştırma görüntüleri. Bunun toplum üzerinde yankı bulmaması, tabii ki mümkün değil.
Ayrıca şu saptamayı da yapalım: AKP, halka rağmen bir tutuculaştırma rejimi uygulamıyor! Kendi seçmeninde karşılığının varolduğunu bildiği bir program uyguluyor..
***
Bugün eleştirmek istediğim, “halk tutuculaştığı için AKP’yi iktidara getirdi” varsayımıdır. Dünkü Vatan’da, Türkiye’de Aile, Cinsellik, Din konulu araştırmayı yürüten Prof. Hakan Yılmaz bu söylemin paydaşlarından. Ama, kırsal kesimin tutumu olan mutaassıplığın, kentlere göç ile kentli tutumu olan muhafazakarlığa dönüştüğünü söylüyor. Özal’ın ekonomik dışa açılma politikanın ürünü olarak. Ona göre,  mutaassıp ve tutuculukta bir artış yok, hatta ibadette gerileme var (Mine Şenocaklı’ya demeci).
Halk tutuculaştığı için AKP’yi iktidara getirdi” varsayımını oldukça temelsiz buluyorum. Her ne kadar, muhafazakar Anadolu’nun ekonomik büyük oyuncu olarak ortaya çıkması, gibi bir olguya dayandırılmaya çalışılsa bile.
En önemli itirazım, 2002 ve 2012 arası üç seçimde gördüğümüz büyük seçmen kaymasını, “üst yapısal nedenlerle”  açıklamaya kalkışmasıdır.
Özal’ın kışkırttığı Anadolu ekonomisinin siyasi adresi öncelikle Demirel’di, Anavatan’dı. Daha çok dinsel temelli olanlar da ifadelerini Erbakan’da buluyordu! 2002 seçimlerinden önceki tabloya bakarsanız, seçmenlerde çok büyük ve önemli kitlesel kaymaları görürsünüz. Bu kitlesel kaymalar, Anadolu sermayesiyle açıklanabilir değil.
Peki neyle açıklamak gerekir? Geçmişte epey yazdım: Daha çok, Demirel/Çiller ve Mesut Yılmaz’ın durmadan ülkeyi batıran politikalarıyla! Bu millete 60 yılda 20 ekonomik kriz yaşatıldı ve bunların hemen hepsinin sahibi, eski merkez sağ iktidarlardır! 1994-2001 krizleri ise merkez sağ partileri bitirmiştir. Çünkü bu partiler gerçekten de milletin önünde, gelişmek ve büyümek isteyen ülkenin önünde, büyük ayak bağına dönüşmüşlerdi! Hepsi mezarı boyladı!
Bu seçmenler, Erbakan’dan kopan yeni yapı olarak AKP’ye yöneldi.. Önce yüzde 34 gibi tedrici yaklaşım, sonra üst üste iki seçimle yüzde 49.
Millet muhafazakarlaştığı için AKP’yi iktidara getirdi, varsayımını iler sürenler, şunu da diyorlar öyleyse: Krizler seçmeni ve Türkiye’yi tutuculaştırdı, tevekkül ve allaha sığınma arttı, ülkeyi batıran partileri allahsız görmeye başladı, işte tam bu noktada ortaya çıkan AKP onlara hitap etti!
Siyasi ve toplumsal bir açıklama olmaktan ne kadar uzak! Soru şudur: Bu “kayan” seçmen, tamamen AKP/RTE’leşti mi? Yoksa göreceli ekonomik istikrarın şimdilik AKP’deki esiri durumunda mı?
Bence ikincisi!
---20 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

19 Kasım 2012 Pazartesi

Türkiye Muhafazakarlaşıyor mu? - 1


Son 10 yıl içinde ülkenin giderek daha çok muhafazakarlaştığı konusunda, en azından çeşitli anketlerin sonuçları arasında, az çok bir fikir birliği var. Anketler yanılabilir, artı-eksi 1-3 puan, ama soru doğru sorulduysa eğilimin yönünü belirlemekte yanılmazlar.
Ertuğrul Özkök, bir yazısında muhafazakarlaşma işaretlerinin gerçeği ne kadar yansıttığını sorguladı. Özkök, toplumun muhafazakarlaştığına ilişkin ileri sürülenlerden pek çoğunun iddia aşamasında kaldığını, bunların bilimsel bir olguya dönüşmediğini söylemek istedi. Genel kabullerin olgu/gerçek olup olmadıklarını ancak kapsamlı bir çalışma ortaya koyabilir.
Özkök iyimser biridir, en azından yazılarına egemen olan yön budur. Ama yazısındaki iyimserlik, “ülke muhafazakarlaştı” iddialarını, “bu değil bu değil bu hiç değil” metodu ile elimine etmek biçiminde sergilendi! Ama muhafazakarlık varsa bile, bunun geleceğinin olmadığı iyimserliğiyle noktaladı. Mehmet Tezkan, nasıl muhafazakarlaştığımıza ilişkin örnekler vermekle yetindi. Tezkan’ın en önemli “sabitesi” ise şuydu: Muhafazakarlık kolay gelir, zor gider.. Diğer bir saptaması da, muhafazakarlığın kadınlar üzerinden yürüdüğünü söylemesiydi. Hani Türban özgürleştiriciydi diye de sordu.
***
Konuyu 3 noktadan katkıda bulunmayı deneyeceğim:
1) Muhafazakarlaşmanın iki yönü var, bunları birbirinden ayırmak gerekir. A) muhafazakarlığın iktidar ve tabana inen devlet ve yerel güçleri aracılığıylya uygulanan politikalar, yasalar ve kararlar aracılığyıla sürdürdülmesi.. B) bu kararların halkın yaşamında ve inancında gerçekten bir muhafazakarlığın artması..
Burada soru, iktidarın devlet aracılığıyla (iktidar ve adamları ve medyası, polis, kaymakam, vali, belediye bakanlarının kararları) geliştirdiği ve uyguladığı muhafazakarlaşma söylemi, sanıldığı tabanda ciddi bir karşılık buldu mu, bulduysa ne kadar buldu; yoksa iktidar politikaları olarak mı daha çok kaldı ve halk içinde fazla taban bulmadı mı.
İktidarın kararları ve söylemi muhafazakar, ama halk o kadar muhafazakar mı? Bunlar farklı şeyler... Ama şunu söyleyebilirim: İktidarın söylemi, henüz tabanda istediği kadar karşılık bulmamıştır. Sorayım: iktidarın söylemi 100 ise, 10 yıl içinde tabanda bulduğu karşılık yani bu söylem halk içinde karşılığı, benimsenmesi yüzde kaçtır? 10? 20? Sıfır olmasını beklemek, eşyanın doğasına aykırı olur.
***
AKP, biliyoruz ki bir karma seçmene sahip.. Erbakan’ın oyları + Süleyman Demirel partisinin oyları + Özal’ın yani Anavatan’ın oyları. Erbakan’ın çekirdek oyları, tamam muhafazakar. Demirel ve Özal’ın oyları ise merkez sağ-liberal oylardı. Şimdi bu pencereden baktığımızda, tabanda tutuculuk arttı demeknin karşılığı, DYP-ANAP da Erbakanlaştı demeğe karşılık gelebilir. Tabii, RTE yeni bir söylemle bütün bunları bir potada eritip “yeni toplum” yaratma niyetinde.. Yaratabilir mi? Bence hayır.
Şunu söyleyebilirim: İktidar ve kullandığı devlet ve yerel yönetimlerin halkı tutuculaştırma politikası, dörtte bir karşılık bulmamıştır. Özkök’ün iyimser geleceğinin bir karşılığı var: Kapitalizmin ve tüketimin gelişmesi.. Hep bu sürecin sosyolojik olarak dıya açık bir toplum yaratacağı varsayılır. Ama bunu mutlak bir değer olarak kabul etmek, tartışmalıdır.
***
Tezkan’ın tutuculaştırma anneler kadınlar üzerinden yürüyor tezi, özellikle köylerde çok geçerli: 
Üç yıl önce annemin köyüne Rize’ye gittik. Beş gün kaldık. Köylerde kadınlar üzerinden müthiş bir dinselleştirme- tutuculaştırma politikasının tam gaz uygulandığına tanık olduk.
Köye, bir cemaatin beyazlar içinde giyinmiş vaazcı kadınları geliyordu. Her hafta köyden bir kadının evine toplanılıyor ve köyün kadınlarına bir kaç saat vaaz veriliyor, çaylar içiliyor ve kuran okunuyordu..
Ev süslenip püsleniyordu, Cemaat tarafından: Toplanılan yer beyazlarla adeta yeniden döşeniyordu!
Anlıyorsunuz değil mi! Melekler, tanrının elçileri falan filan..
Köylerdeki bu dini merasimlerin kentlerde de yapıldığını varsayabiliriz.
Bir yandan sosyolojik süreç iyimserlik yönünde akacak, öte yandan kırsal ve kadınlar aracılığıyla veya onların üzerinden çocuklar ve kocalar hızaya getirilecek. Tepeden de RTE hakim olduğu bütün güçlerle bu süreci derinleştirecek ve yerleştirmeye çalışacak.
Buradan apayrı bir bölünme çıkacağı ve birbirinin dilini giderek daha az anlayan topluluklar oluştuğu kesin.. 
--19 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset , Cumhuriyet