Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

31 Aralık 2020 Perşembe

Dünyanın finans kapital sorunu: 277 trilyon $ borç vermişler.. en büyük sömürü aracı.. 490 milyar$ faiz ödedik, 18 yılda

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 29 Aralık Salı, 2020 Dünyanın finans kapital sorunu: 277 trilyon $ borç vermişler.. en büyük sömürü aracı Tam da öyle değil tabii... Yoksa bankalar ve krediler olmazdı. Aldığınız borcu yeni iş kurmakta ve önemli katma değerler yaratmakta kullanabildiğiniz süreç içinde hareket ediyorsanız borcu hakkını vererek kullanıyorsunuz demektir. Geri ödemeniz kolay olur, faizini de rahat ödersiniz, çünkü yarattığınız katma değer hepsini karşılar ve elinizde üstelik iyi bir değer kalır. Ama aldığınız parayı har vurup harman savurursanız, tüketime harcarsanız, gelirinizle borcunuzu ödeyemez duruma gelirseniz, borç boyunduruk takılmış gibi olursunuz. Tabii ağırlıklı olarak ülkelerin borcundan bahsediyorum. Ve dünyada yüzer gezer ve dayanacağı kapı arayan trilyonlarca Dolar veya Avro’dan. Bu büyük para, paradan para kazanmanın en büyük aracı.. Önümdeki grafiğe bakıyorum, küresel borç toplamı, bu yılın sonunda 277 trilyon dolara yakın olacağı hesaplanıyor. Pandeminin ülkeleri soktuğu büyük ekonomik sıkıntıların, ülkelerin borçlarını son 3 ayda 27 trilyon dolar kadar arttırdığını gösteriyor. Trilyonlardan bahsediyoruz! Türkiye’nin girdisi çıktısı ile yıllık milli hasılası 700 milyar dolar. Ne büyük zenginlik temerküzü var dünyada aslında! 277 trilyon dolar, dünyadaki GSMH’nin yüzde 365’in denk geliyor! Yani GSMİ’nın yüzde yüzünün 3,5 katından fazla! Dünyanın finans kapital sorunu Bu finans kapitalin dünya üzerindeki büyük gücünü gösteriyor, reel ekonomilerin ve üretimlerin ise bu güç karşısındaki zavallılığını. Üret üret öde sat, esas kazanan finans kapital. Riski yok veya düşük. Devletlerarası, devlet garantili borç söz konusu olduğunda riski neredeyse sıfır. Malına mülküne toprağına el koyar, tahsil eder. Üreticinin riski ile kıyaslamak mümkün değil. Burada ilginç başka bir nokta daha var. Borcun milli gelire oranı, borç ödeme kapasiten, ülke şirket risk primleri, ülkeye doğrudan yatırımın akıp akmadığı, büyüme oranın ve kapasiten, yatırım yapılabilirlik durumun, verimliliğin, yenilikçiliğin, demokrasi ve hukuk güvencelerin gibi bir dizi faktör de dışarıdan alacağın borçların faiz oranlarını etkiliyor. Aslında finans yüksek bir gelir elde edebileceğini gördüğü ülkelere de akar, vurgun... Dünyanın finans kapital sorunu var, “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” diyenlerin bu konudaki fikrini merak etmez misiniz? 18 yılda 489.5 milyar $ faiz Bu konuya niye girdime gelince, Türkiye borçlular listesinde 10.sırada. İlk 9 ülke gelir yaratma – üretme kapasiteleri çok yüksek ülkeler. Kanada, Japonya, ABD, İngiltere, Çin, Yeni Zelanda, AB, Malezya, Fransa. Ülkeler borç içinde, ama finans kapital büyük bir zenginlik içinde sürekli alacaklı, gelirlerini büyütüp duruyor. Bu 9 ülke/bölge daha düşük faizler öderken ve kolayca borçlanırken, biz daha yüksek faiz ödeyerek finans kapitalin parasını büyütüyoruz durmadan. Şuna bakın: “Türkiye, 10 yıl vadeli dolar cinsinden borca ABD’nin 7 katı faiz ödeyecek: Sözde değil özde faiz..” Ya şu haber, bu yıl: “Nisan ayındaki 22 milyar 300 milyon dolar dış borcun 5 milyar dolarını faiz oluşturdu!” Yatırımlara yönlendirmezsen Bir de şuna bakın, Eylül 2020: “AKP iktidarı, 2019 yılı sonu itibarıyla 489.5 milyar dolarla Cumhuriyet tarihinin en büyük faiz harcamasını yaptı.” Bu yeni bir olay değil tabii, mesela: 1993-2002 yıllarını kapsayan 10 yıllık dönemde, Türkiye, yılda ortalama 21.1 milyar dolar faiz ödemiş. Türkiye borçları toprağa, tüketime akıttıkça, parayı daha yüksek katmadeğer yaratıcı gelir getirici yatırımları es geçtikçe, borcuna ancak borç katar. Not: Dünya borç durumuyla ilgili ve verilerin kaynağından: www.visualcapitalist.com/debt-to-gdp-continues-to-rise-around-world/

30 Aralık 2020 Çarşamba

AİHM kararına uymak Anayasa emridir

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 28 Aralık Pazartesi, 2020     AİHM kararına uymak Anayasa emridir Evet, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Selahattin Demirtaş hemen serbest bırakılmalı kararı bizi bağlamaz” lafları boştur. Kim söylerse söylesin boş laftır. Yani Anayasamızda yazılı 90.maddede AİHM kararlarının (Milletlerarası Anlaşmaların) kanun hükmünde olduğu belirtiliyor ve üstelik bu anlaşmaların Anayasa’ya aykırılığı için Anayasa Mahkemesi’ne bile başvurulamaz deniyor. Eğer açık bir aykırılı varsa, AİHM kararları geçerlidir, yapılacak şey, Anayasa’nın ve yasaların buna göre yeniden düzenlenmesidir. Nitekim Türkiye çeşitli dönemlerde bu uyumu sağlamıştır, Anayasa ve yasa maddelerini değiştirmiştir. Uymuyoruz, bizi bağlamaz sözleri, Anayasa’yı çiğnemektir. Biliyoruz ki bu iktidar çeşitli dönemlerde Anayasa’nın amir hükümlerine uymamakta direnmiştir. İktidara bağlı alt mahkemeler bile bizim Anayasa kararlarını bile tanımazken, iktidarın AİHM kararlarına “hadi oradan..” tepkisi de normaldir. Doğrusu tersi olsaydı, şaşırır, sevinir ve “hey ne oluyor?” diye sorardım! Hukuki olmayan siyasi söylem “Demirtaş teröristtir, şu kadar kişinin katilidir..” sözleri hukuki değil siyasidir; Demirtaş ve HDP’yi, bir zamanlar dost ve müttefik olarak kabul eden, dahası onların oyuyla Başkan seçilmeyi planlayan iktidar ve yandaşlarının, şimdi siyaset değişince kin ve nefretlerinin ana öznesi yapmasından kaynaklanıyor. “Teröristtir”, hukuki ve kesin bir mahkeme ve yargılama sonucu bir karar olabilir. Siyasilerin peşinen “terörist ve katil” damgası vurması, mahkemelere de verilen bir talimattır, demokratik hukuk devletinde bu işler tamamen adil bir yargılamalara ve özgürce karar verecek mahkemelere bırakılır. Ama Türkiye’de bu iki durum da yoktur. Özellikle siyasetin ateşli konuları, yarar- zarar kazanç hesapları göz önüne alındığında ve söz konusu olduğunda, bahis konusu bile edilemez. İşinize nasıl gelirse öyle HDP kapatılmalı diye bastıranlar, bu konuda Yargıtay’a bile başvurmuyor, süreci çalıştırmıyor, ama hukuki olmayan ortamda bol bol ticaretini propagandasını yapıyorlar. AKP sözcüleri “parti kapatmalar geçti..” diyor. Küçük ortağının isteğine karşı çıkıyor. Ama HDP ve liderini şeytanlaştırıyor. Evet, HDP’nin politikalarıyla derin fikir ayrılıklarınız olabilir. Türkiye’nin çok çektiği terörü lanetleme konusunda henüz umut verici davranmadığını saptayabilirsiniz, ama Türkiye’nin bir Anayasal- hukuk devleti olma özelliklerine şiddetle uymak zorundasınız. İşinize geldiği zaman terör örgütünün kardeşini TV’ye çıkartıp belediye seçimlerinde oy dileyeceksiniz, işinize gelmediği zaman da hayatı haksız hukuksuz dar edeceksiniz. 50 yıldır yerinde sayan ülke Aslında bugünkü yazımda vurgulamak istediğim ana nokta, Türkiye’nin ta 1949’da Avrupa Konseyine, belirli evrensel idealler uğruna kurucu üye olarak katılmasına, 1950’de Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine imza koymasına ve daha sonra Avrupa insan Hakları Mahkemesi’ne taraf olmasına rağmen, yarım asırdır, hala 1949 öncesinde bocalamaktadır. Türkiye’yi 50’den beri yöneten yüzde 90’dan fazla sağ iktidarlar süreciyle geldiğimiz nokta, hak ve özgürlükler, adil yargılama, hukukun üstünlüğü, yargının tarafsız ve bağımsızlığı konusunda yerinde saymaktadır. İktidarın elinden gelse, Avrupa Konseyi’ne üye olmanın tüm yükümlülüklerinden bir an önce kurtulacak, hukuk da anayasa da benim, ne istersem odur özgürlüğüne kavuşacaktır. Evrensel temel hakları, Anayasa’yı adeta ayaklarına vurulmuş bir zincir olarak görüyorlar. Ama bunu yapmaları adeta imkansıza yakındır. Tüm yasaları, Anayasa’yı değiştirmeleri gerekir yeniden. Hangi güçle? Ayak diretenler iktidarı Her bakımdan Avrupa’ya dünyaya muhtaç bir iktidar.. Tek yaptığı, ülkeyi ekonomik krizin dibine sürükleyince, Avrupa Birliği’nin bir parçasıyız, reformları yapacağız, demek oluyor. Demokrasi ve hukuk reformlarını yapmak zorundalar demiştim yakın zamanda. Ama ayak diretiyorlar. Bütçe’den sonra Meclis’e gelecek demişlerdi, şimdi ise “bu yıl reform yılı olacak” diyorlar. Acaba nasıl olur da bu baskı rejimiyle ekonomiyi ayağa kaldırırız gibi, olmayacak bir beklenti içindeler. Otoriterin aklında fikrinde hep bu vardır. Kaldıramazsınız, üstelik yüksek faizlerle alacağınız borçlarla ülkeyi daha bataklığın dibine sürüklersiniz, ödenemez borçlar batağı. Her anınız, ülkeye yüksek fatura olarak geri dönüyor. AKP’nin tek adamlık sistemi, ülkeye gelmiş en kötü sistemdir. Siyasi, ekonomik ve toplumsal hayata büyük kötülük olarak varlığını sürdürüyor.

Benden “Baronlar Savaşçısı” çıkmaz, kesin kararım!

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 27 Aralık Pazar, 2020

Siyasi gölgeler atında uyuşturucu ticareti ve “Baronlar Savaşı”

 

 

Her şeyi tamam, bir zamanlar resmi “basın müşaviri” görevi, Avrupa’da uyduruktan bir İslamcı bir dernek adı, iktidarın önemli şahsiyetlerinin yanında bol bol fotoğraflar... sözde diplomatik pasaport, eski görevli kartı..

Ve her zamanki gibi “bir ihbar üzerine” yurtdışına çıkarken arabasının gizli bölmelerinde, 49 milyon TL’lik 100 kg eroini uzman köpekler yakalıyor.

Saygı Öztürk’e göre, “olayın basın tarafından duyulmaması için bakanlıktan talimat üzerine talimat geliyor”... Demek eroin tüccarı hemen telefonlarına sarılmış ve olayın bir an önce üzerinin kapatılması için birilerini harekete geçirmiş.

Her zamanki gibi ona “komplo” kurulmuş, “kim nasıl oraya yerleştirmiş” bilmiyormuş. Bütün uyuşturucu baronlarının yakalanan eroin, esrar vb gibi uyuşturucularla hiç bir ilgisi olmamıştır zaten! Hep birilerinin komplosuna uğramışlardır, kendileri namusu, vergisini veren iş adamlarıdır.

 

Heyecanlı bir hayat!

 

Timur Soykan’ın çok titiz bir çalışma ile yazdığı “Baronlar Savaşı – Zindaşti Olayı’nın Perde Arkası (Kırmızı Kedi) kitabına değinmek için iyi bir vesile oldu.

Çok konuşuldu, uyuşturucu baronları dünyasının birbirleriyle vuruşmaları, pusuları, cinayetleri, tüm bu operasyonları için polis, savcılık, mahkemelerle dirsek temasları, polisten gelen bilgilerle düşmanları tasfiye etmeleri, savcılıkların bazen “öldürün birbirinizi” tavırları, tabii ki tüm bu faaliyetler için milyonlarca liranın havalarda uçuşup resmi gayri resmi kişilerin ceplerine kasalarına konmaları...

Adliye’de “İstanbul Grubu”nun ortaya çıkması, adliyedeki etkin konumları... ve sürekli olarak uyuşturucu milyarlarının kokusu, bir cepten diğer ceplere transferleri.

Ve siyasi ilişkiler ağı...

Siyaset, onların yönlendirdiği etkilediği emniyet ve adliye mekanizması olmazsa, hepsinin işi zor valla..

Düşündüm, bu işi yapabilir miyim diye, olanaksız kardeşim!

Bi heyecan bi heyecan! Kalbim dayanmaz! Afganistan, Pakistan’tan, İran’dan vb. eroin anlaşmalarını yapacaksın, karadan veya gemilerle bin bir heyecan yükleteceksin, silahlı külahlı büyük çeteler kuracaksın, sevkiyatın sağ salim gerçekleşmesi için 50 tane cambazlık düşüneceksin, düşmanlarına bilgi sızdırmayacaksın, içindeki casusları ortaya çıkartıp temizleteceksin...

Devleti doyuracaksın! Polisten adamlarını ayarlayacaksın, savcı mavcı kim varsa satın alacaksın...

En önemlisi siyasetçini ayarlayacaksın, güçlü olacak, dişli olacak, utanmaz olacak, rezil olacak...

 

Her şeyi berbat ederim!

Yapamam! Öyle birilerini karşımda görünce, hele milyonları toka ederken ilk aklıma gelecek işi yaparım, yüzüne tükürürüm! Al bu paraları uygun yerine tıka derim... yani iş berbat ederim! Yani silahlı cani bir baron olup da bu alçaklara kin duyan biriysem, kafasına o an orada sıkabilirim!

Yani bu iş bana göre değil! İşi hemen berbat ederim!

Çarpışanlar arasında bir adaşım da var: Orhan Unğan! Bu heyecanlı macerada bir tek onu mu sevdim, o ne cesaret kardeşim, mahkemelerde savcıları nasıl yerden yere vurup suçluyor her celsede tek tek mahvedici belgelerini açıklıyor. Yüzü kızaran yok! İstanbul Grubu adı verilen yeraltı örgütünü ilk o adıyla açıklıyor... Ve İranlı eroin patronu Zindaşti’nin yukarıdaki siyasi ilişkilerini! Vallahi helal olsun!

 

“Yaşama sebebim kalmadı”

 

Bu davada kardeşinin ve avukatının öldürülmesini engelleyemiyor gerçi, ama faş üzerine faş kardeşim! Bakar mısınız: “..başından beri bu savcının şerefini sattığını söyledim.. benim kardeşim öldü bunların yüzünden çocuğumu kaybettim.. Hayatımı yaşama sebebimi kaybettim... İnsanların hak hukuk adalet aradığı yerde eğer insanlar şereflerini satmışsa namuslarını satmışsa bizler nerede adaleti arayacağız Başkanım, avukatım öldürülecek dedim öldürüldü, size palanlarını verdim,.. yani bu görevi alan yargı içindeki şeresizler enim öldürülmemi mi bekliyorlar...?”

Bırrrr. Mahkemeye düşmeyeceksin! Gerçi bizim meslekte bu ülkede bu mümkün değil, eğer gazetecilik yazarlık yapacaksan!

Zindaşti’nin, geçenlerde koronadan öldüğü ileri sürülen adamı keşke yaşasaydı!... Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içindeki makamından arayacak kadar yüzsüz ve alçak. Yaşaması gerekiyordu aslında... Aldığı milyarlar nerelere kaldı?! Güvendiği kimseler mi vardı, öğrenemedik. Tam da ölecek zamanı buldu! “Hiç bir ilgim yok”tan, rastlantı ilişkiye, oradan “biraz ilgim var”a, sonra onlarca telefon konuşmasına ve ilişkisine varan, olayın tam göbeğinde bir siyasi sahtekar.

 

Ölüme sürüklendi

 

Fakat Allahı var, ölüme sürüklendi; rezil ilişkilerinin ortaya çıkması ve bertaraf edilmesi için savcıların elleri serbest bırakıldı, yoksa tek bir talimatla davası kapatılırdı. Hiç bir savcı da buna cesaret edemezdi!

Fakat cehenneme gitmeden önce aldıklarının hakkını da verdi doğrusu, sonunda Zindaşti’yi serbest bıraktırdı ve büyük baron yurtdışına uçtu, oradan da İran’a sanki!

Timur kardeşim tamamen belgelere dayalı yazmış. Benim yorumlarımdan hiç sorumlu değildir!

Kitabı bitirdikten sonra baktım, hayır benim işim asla olamaz. Bana küçük heyecanlar yeter de artar bile!

Olayı ortaya çıkan Cumhuriyetteki arkadaşlarımdan Timur Soykan’a kadar herkesi yüreğine sağlık..

Yine de: Bırrrr....

26 Aralık 2020 Cumartesi

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyenlere tek soru

 24 Aralık 2020 Perşembe

Çok yaygın bir söylem dünyayı dolaşıyor, Türkiye’yi de: Artık korona salgınından sonra dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!

Ne kastedildiğini anlamakta gerçi zorluk çekiyorum.

Evet, değişecekler var ama esasta ne değişecek, temel soru budur.

Değişecek olanlar zaten değişmiş durumda: Mesela iş yapma, üretme alışkanlıkları değişiyor. Ofis çalışmaları öne çıkıyor, üretim dijital hayata entegre ediliyor, işi dijital yaşamda olanları dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar çalışmalarını sürdürebiliyorlar, mutlaka bir yerde olmaları gerekmiyor. Otomasyon, uzaktan kumanda, büyük bir hız kazanıyor, gibi.

Tüm bunların sonucunda işsizlik artıyor... Peki, bu sorun nasıl çözülecek, bu konuda devletlerin yürürlükteki şirketlerin egemenliğinde süren sisteme müdahale edecek plan ve programı ortada yok.

Aslında bu, yeni bir konu değil otomasyon zaten gelişiyordu, salgının yaptığı bunu son derece hızlandırmak oldu.

Bu hızlandırma ve işsizlik, değişimi tetikleyecek en önemli noktadır.

Evet bu, dünyada ihtilal yapacak bir konudur.

Henüz kimsenin dokunmadığı...

Belki de dünya çapında ayaklanmalarla ancak çözülebilecek.

Ne değişecek?

Peki salgın, insanoğlunun bugünkü ekonominin doğayı her geçen gün mahvetmesinin önüne geçebilecek mi?

Bu konuda dünyanın tartıştığı, rahatça kabul edilebilecek bir kapsam değişikliği, yeni strateji söz konusu mu?

İklim değişiminin yaratacağı ve giderek yakınlaşan büyük felaketleri önleyecek değiştirici bir niteliği var mı, olacak mı? Nedir?

Salgın, insanların daha çok özgürlüğünü, daha çok demokrasiyi, insan haklarını mı getirecek?

Kadınların erkek toplumların alt statüsündeki yerlerini mi değiştirecek?

Burada bir liste yapmıyorum, yer dar, herkes tamamlayabilir geri kalanları...

Tek soru...

Ülkeler arasındaki ilişkileri ve küresel düzeni temelden değiştirecek ne olabilecek, salgından sonra?

Mesela dünyada askeri düzeni değiştirecek en küçük bir etkisi olabilir mi?

Yakın zamanda açıklanan rapora göz atın. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI), dünyada askeri harcamaların 2019’da yüzde 8.5 arttığını açıkladı. Silah şirketleri inanılmaz satışlar yapıyor. 25 şirketin toplam satışları 361 milyar doları bulmuş. Ve ABD’nin 12 silah şirketi en çok satışları yapmış.

Peki, ülkeler silahlanmalarını durmadan artırırken, en büyük tüccar kapı kapı dolaşıp silah pazarlarken (Trump) ve ülkeler arasındaki dostluğu değil düşmanlığı körüklerken...

...Nasıl olacak da artık salgından sonra dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacak?

İlaç şirketlerinde altın pay

Mesela dev şirketlerin, teknoloji şirketlerinin, ilaç şirketlerinin tekelci yapıları ayakta durdukça, nasıl olacak da dünya eskisi gibi olmayacak?

İlaç şirketlerinin müşterileri tüm dünya, tüm insanlık. Ama her şeyi onlar belirliyor, tabii ağırlıklı olarak çıkarlarına göre...

Ne zaman insanlık ilaç şirketlerinin yapılarında bir altın paya sahip olacak?

Mesela halk sağlığı, hastalıkları öncelikle önleyici bir sağlık politikası mı belirlenip uygulamaya konulacak?

Bana anlatın lütfen, artık salgından sonra dünyada hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını vazedenler, ne demek istiyor?

24 Aralık 2020 Perşembe

Süper bulaştırıcı virüs, Türkiye’de var mı, aşılar iptal olur mu, daha tehlikeli mi?

 22 Aralık 2020 Salı

Sars-Cov-2 virüsünde saptanan mutasyon, yani virüsün genetiğindeki değişiklik heyecan yarattı. Heyecanın nedeni, virüsün mutasyon yani değişim geçirmesinden çok, bu değişimle virüsün yüzde 70 daha bulaşıcı özellik kazandığının açıklanması.

Çünkü virüs bir yıl içinde 50 binden fazla mutasyon geçirdi. Mesela temmuz ayına kadar 12 bin mutasyon geçirdiği saptanmıştı. Fakat bu değişimlerin virüsü bizler için daha tehlikeli hale getirdiğine ilişkin bir bulgu açıklanmadı.

Şimdi ilk kez İngiltere’de yapılan araştırmalarda virüsün bu varyantında görülen farklılıkların bulaşmada bir farklılık yarattığı belirtiliyor.

Merak edilen çok şey var. En başta gelen, yeni virüsün geliştirilen aşıları işlemez hale getirip getirmeyeceği. İlk açıklamalara göre, şimdilik hayır. İnşallah diyelim, çünkü böyle bir durum dünyayı 1 yıl öncesine götürür, aşı çalışmalarının yeniden başlamasını zorunlu kılar.

Aşılarda güncelleme yapılabilir

İngiltere ve ABD’de kullanımı başlayan BioNTech ve Moderna yeni aşı teknolojisinin, değişime uğrayan (mutant) virüslerin aşıyı etkisiz hale getirmesi halinde, aşılar üzerinde çok hızlı değişiklikler, güncellemeler yapılmasını mümkün kıldığı belirtiliyor. Fakat şimdilik aşılar etkili görülüyor. mRNA dışında, diğer klasik aşılar için mesela Çin aşısı için aynı durum söz konusu mu, bilinmiyor. Tabii virüsün bu aşıları etkisiz kıldığına ilişkin hiçbir bilgi yok.

Ama koronavirüs ailesinden örneğin gribal enfeksiyonlara yol açan diğer virüslerdeki mutasyonlar arasında, grip aşılarını etkisiz kılanlarının var olduğunu biliyoruz. Bu nedenledir ki grip aşıları, görülen virüsleri de kapsayacak şekilde her yıl yenileniyor.

Ama henüz Sars-Cov-2’de bu özellikle saptanmadı.

17 mutasyon saptandı

Birmingham Üniversitesi’ndeki ekipten Nick Loman göre, bu virüsün üzerinde dış diken proteini dahil 17 mutasyonu var. Araştırmacılar bu mutasyonların “çoğunun daha önce başka virüslerde de bulunduğunu ancak tek bir virüste bu kadar çok mutasyonun olmasının pek alışık durum olmadığını” belirtiyorlar. Bu virüsün 30 kadar mutasyon geçirebileceği, daha sonrakiler için ise artık farklı bir virüs soyundan bahsedileceği belirtiliyor.

Nasıl fark edildiğine gelince, İngiltere’nin güneyinde çok hızlı bulaşma ve ve yayılma görülünce, virüslerin genetik haritaları çıkarıldı ve buralarda 11 bin değişime uğramış virüs saptandı. Uzmanlar diyor ki bu alışılmışın dışında bir durumdu. Ancak yine de bu mutasyonların mı yayılmaya neden olduğu bilgisi net değil.

Türkiye’de var mı?

Bu mutantın daha ağır hastalığa yol açıp açmadığı da bilinmiyor. “Hızlı bulaşma daha ağır hastalığa denk gelmez, en az 1 ay boyunca hastalığın seyrini izlememiz gerekiyor” diyor araştırmacılar.

Bilim insanları şimdilik tek çarenin insanlar arasındaki ilişkiyi en aza indirmek olduğunu tavsiye edince, hükümet alarma geçti ve 4. kademe önlemler uygulamaya konuldu. İngiltere adeta tüm dünyadan tecrit edildi.

Türkiye’deki virüste de yüzlerce değişimin olduğu bir gerçek. Büyük bir olasılıkla İngiltere’deki virüs tipi de ülkemizde vardır. Fakat henüz bu konuda bir araştırma yok. Ülkemizde virüslerdeki değişimler düzenli izleniyor mu, bilmiyorum. Fakat aynı virüse İngiltere’ye komşu ülkelerde az sayıda da olsa rastlanmış.

Bu yeni durum, ülkemizde de Sars-Cov-2 virüslerinin her aşamada izlenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Tüm canlılarda mutasyon

Virüsün genetik yapısı başlangıcından itibaren sürekli değişiyor, ki bu tüm canlı yapılar için geçerlidir. Bizde de genetik mutasyonlar oluyor, bazılarından haberimiz bile olmazken, bazıları şiddetli hastalıklara neden olduğunda “genetik hastalık” olarak sınıflandırılıyor.

Tüm canlılarda mutasyonlar olur. Mutasyon, canlıların genetiğinde olan değişikliklerdir. Bu değişiklikler evrimin motorları olarak görülür, evrimin kaçınılmaz bir parçasıdır. Canlı kendi kopyasını çıkararak çoğalır, ürer. Virüsler çok hızlı bulaştığı ve çoğaldığı için mutasyonları da çok hızlı oluyor. Bunlar arasında daha ağır hastalığa ve öldürücülüğe sahip olan mutant virüsler de ortaya çıkabiliyor.

Şimdilik, mesafeyi daha açalım, maske ve hijyene daha çok dikkat edelim.

Bu bilgileri aldığım iki kaynak: 

www.newscientist.com/article/2263077- what-you-need-to-know-about-the-newvariant-of-coronavirus-in-the-uk/ 

https://theconversation.com/coronavirusnew-variant-genomics-researcheranswers-key-questions-152381?utm_ medium=email&utm_campaign=Latest%20 from%20The%20Conversation%20for%20 December%2021%202020%20-%20 1817417668&utm_content=Latest%20 from%20The%20Conversation%20for%20 December%2021%202020%20-%20 1817417668+CID_1ec8837ad480371308f c10d6492d619e&utm_source=campaign_ monitor_uk&utm_term=Coronavirus%20 new%20variant%20%20genomics%20researcher%20answers%20key%20questions


23 Aralık 2020 Çarşamba

Türkiye’de ‘aşıyı acil geliştirin’ baskısı doğru değil...

 


21 Aralık 2020 Pazartesi


Çin şirketinin ürettiği ve henüz faz 3 deneme sonuçlarının raporlanmasının bitmediği aşının “acil kullanılması” kararı çıktı; aslında karşı karşıya olduğumuz pandeminin yarattığı aciliyette doğru bir karar olmasına rağmen, saydamlık eksikliğinden ötürü, bu kararda bile yoğun şüpheler tartışıldı. Bakanlık gerçek vaka sayılarını sakladığından ötürü, insanların kafasında hep bir acaba sorusu takılı duruyor...

Bakanlık, salgında kaybettiğimiz insanların sayısını bile açıklamıyor. Ama başka kaynak ve hesaplamalardan yola çıkarak, bakanlığın açıkladığının en az 3 katı kadar daha fazla kayıp verdiğimiz ortada. Aynı vaka sayısına sahip gelişmiş ülkelerdeki ölümlerle kıyasladığımızda, “acaba bizdeki virüs bize kıyak mı geçiyor”, diye dalga geçiyor insanlar. Ama felaketten siyasi başarı çıkaramazsınız.

Çin aşısı üzerine, sanırım bakanlık, faz için deneylerinin bir ön raporu açıklanmadan ve halk saydam bir şekilde bilgilendirilmeden, aşılama kampanyasına başlamayacaktır. Bu güvenilirlikle de ilgilidir.

Bakanlar yarışıyor adeta

Aslında bu yazıda dikkat çekmek istediğim ana konu, hem Sanayi ve Teknoloji Bakanı’nın hem Sağlık Bakanı’nın aşıların geliştirildiği laboratuvarlarda çok sık görünmesi ve çalışılan aşıların ne zaman uygulamaya konacağı hakkında sık sık açıklamalarda bulunmalarıdır.

En son nisan ayında yerli aşının kullanıma hazır olacağını duyurdular. Adeta birbirleriyle yarış halinde!

Bu çok yanlıştır.

Aşı çalışmalarını yürütenler, kendilerine göre şüphesiz ki bir çalışma takvimi hazırlar.

Bakanlar ise ikide bir laboratuvarda boy göstermesinler.

Evet, bilgi alıyorlar, ama bir bakıyoruz, oradaki iyimser takvimi açıklıyorlar. Aşı geliştirme çalışmaları önceden hazırlanan takvime büyük ölçüde uymaz. Zaman sarkar, başka çalışmalar gerekir, faz 1, 2 ve 3 aşamalarının çok sağlıklı ve tüm uluslararası kurallara göre yürütülmesi gerekirken, kendilerini bakanlıkların “hadi bir an önce üretin” baskısı altında hisseden araştırmacılar, çalışmaları sıkıştırabilir ve sonuçta üretim aşamasında kısa zamanda - hemen sonuç alma sürecine girilir.

Başarı hikâyesi politik değil, bilimsel

Bu tehlikelidir, sonrasında çıkabilecek beklenmedik sonuçların üstesinden gelmek mümkün olmaz. Hem insanımıza zarar veririz hem de uluslararasında sarsılacak güveni tamir etmemiz mümkün olmaz..

Bu nedenle, bakanların yerli aşı üretimi üzerinde bağlayıcı açıklamalardan kesinlikle kaçınmaları ve araştırmacıları gönül rahatlığı içinde işlerini gereği gibi yapmaya bırakmaları şiddetle önerilir.

Aslında madalyonun öteki yüzünde de araştırmacılarımızın bakanlara takvimli ve umutlu konuşmaktan kaçınmaları gereği var.

Hükümet üyeleri, bakanlar ve Cumhurbaşkanı bir an önce bir başarı hikâyesi istiyorlar. Fakat bu başarı hikâyesinin onlara değil, yerli aşıyı üreteceklere ait olduğunu da bilmeliler. Aşı üretiminde siyasi şovun yeri olmamalı.

Çin aşısına 500 milyon dolar, peki bizim araştırmacılara?..

Şüphesiz ki desteklediniz, para da verdiniz.

Zaten bunu yapmak zorundasınız. Ayrıca verdiğiniz para, bugün kullanıma giren dünyadaki iki aşının geliştirilmesine harcanan paranın yanında devede kulak bile değil.

Acaba Çin şirketlerinin geliştirdiği iki aşının maliyetlerini merak etmiyor musunuz? Dudaklarınız uçuklar... Dünya çapında denemeler yapıyorlar, en az 50 bin - 100 bin kişi üzerinde sonuçlarını alıyorlar.

Bizim yerli aşı(lar) acaba sadece Türkiye’de mi denenecek, uluslararasına çıkacak mı?

Araştırmacılarımızın plan ve programında denek sayısı kaç öngörülüyor?

Aşı geliştirenlere dağıtılan paraların çoktan bittiğini sanıyorum.

Ama 50 milyon doz Çin aşısına yaklaşık 400- 500 milyon dolar ödeyeceğiz. Yani para var!

Yerli aşı geliştiricilere bunun en az beşte birini hazır etseydiniz, çok daha hızlı, seçenekli, bir laboratuvarda iki üç aşı adayı ile değil 10 - 15 aşı adayı üzerinde paralel çalışmayla daha hızlı sonuç alınabilirdi.

Özetle önemli olan nisanda yerli aşı değil, yıl içinde, sağlıklı, her şeyiyle saydam üretilen doğru aşı..

Yanlış politikalarla hızlı ve doğru kararlar alamazsınız.

Başarı ölçüsü: Yaşasın, artık günde 5-15 TL ile geçinen yok!

   

20 Aralık 2020 Pazar


Bakan Zehra Zümrüt AKP’nin ülkede aşırı yoksulluğu bitirdiğini büyük bir gönül rahatlığıyla açıkladı. Aşırı yoksulluk uluslararası bir tanım. Neyi bitirmişler? Günlük kazancı 1.90 dolardan daha az bir gelirle yaşayan kitleler varmış ülkemizde, buna son vermişler.

Bakan Zümrüt, 2003’te Türkiye’de 2.5 milyon yaşayan insanımız olduğunu söylüyor. Diyelim ki 17 yıllık iktidarlarının döneminin mesela 2007’sinde 1.9 dolar altında olanlardan artık ülkemizde kalmadı.

O tarihte dolar 2 liraydı.

Günde 15 lira ile övünmek

Yani günde 4 lira gelirle yaşayan insanlarımız mı vardı? Yani ayda 120 TL ile.. Bakanın açıkladığı aşırı yoksulların sayısına ulaşamadım.

Aşırı yoksulluk hep Ekvator altı Afrika ve dünyanın bazı bölgelerinde yaşayanlar için söz konusuydu.

Bakan Hanım, artık ülkemizde bugünkü dolar karşılığı ile günde 15 TL ile yaşayan kimse yok diyor ve bununla övünüyor. Bir insan 15 TL ile nasıl yaşar? Gerçekten bu insanlar var mıydı?

O zaman şu soru gelir: Bugün bu geliri en yoksullar için diyelim 3 dolara, fazlasıyla 25 TL’ye çıkardınız. Peki, günde 25 TL ile yaşayan kaç milyon insanımız var.

Türkiye için “artık 15 TL alan insanımız yok” demek, çok ayıp, zerre övünç konusu olamaz.

17 milyon insan yoksul

Ama Türkiye için TÜİK’in hesap ettiği “yoksulluk sınırı ve altında” yaşayan insanlarımız var. Sayıları 16-17 milyon olarak hesap ediliyor...

Bir övünme payı çıkaracaksanız, döneminiz içinde bu yoksulluk sınırı içinde yaşayan birey-aile sayısını düşürüp düşürmediğinizi açıklayacaksınız.

Bu sayı hep 16-17 milyonda kalmıştır.

AKP yoksullukta eşitlemeye gitmiştir daha çok.

Ülkemizde açlık ve yoksulluk sınırı diye tanımlamalar var.

En son hesaplamalara göre, 4 kişilik aile için hesap edilen gıda endeksine dayalı açlık sınırı kasım ayında 2 bin 600 TL’yi aştı. Sadece gıda ihtiyacı!

Yoksulluk sınırı ayrıca var: Ayda 8 bin lira bir eve girmiyorsa, yoksul sınıfına giriyor. Asgari ücretin 2 bin 400 TL civarında olduğu bir ülkede, 8 bin lira kaç eve giriyor? Bu nedenle de ülkemizde yoksul ailelerin 18 milyona yükseldiği hesap ediliyor.

Utanılacak durum

Cumhuriyet’in ekonomi sayfalarında yayımlanan ciddi araştırma haberlerine baktım.

* Türkiye’de çalışanların içinde asgari ücret ve buna en yakın ücret alanların oranı en yüksek: Yüzde 57! Utanılacak bir durum! Bu oran Yunanistan’da yüzde 4. Avrupa ülkeleri arasında, bize en yakın ülke Romanya, o da yüzde 16! (8 Aralık)

Asgari ücret, ülkemizde yoksulluk altındadır ve artık aşırı yoksulluğun bir tık üzerinde sayılmalıdır. Ki Türkiye’de asgari ücretli 7 milyon insan var!

Bakan Hanım bunları konuşmalı!

Asgari ücretin neden en az olduğu ve neden en yüksek verginin kesildiğini konuşmalı ve sendikaların yaptıkları hesaplar doğrultusunda asgari ücretin 3 bin 800 TL’ye yükseltilmesini istemeli, üstelik vergi kesintisinin de kalkmasını talep etmeli!

Karnına kırıntı gidiyor ya

Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Hanımefendi, ancak o zaman bakanlığının adına layık bir bir uygulama yapmış olur. Hükümetinin baskılarına ve dayatmalarına, patronların dayatmalarına karşı koyduğu ölçüde, halkın çalışma ve sosyal hizmetler bakanı olabilir.

Ama bu konuda en küçük bir işaret görmediğimiz gibi tam tersine, Türkiye’de artık 5 TL-15 TL’ye günde geçinen kimse yok diye böbürlenmesi, aslında ülkedeki giderek artırdıkları yoksulluğu, yoksul sayısını örtbas etmek istemesinden kaynaklanıyor!

Aşırı yoksulluğu bitirdik, artık günde 5 TL kimse almıyor ama muazzam bir işsiz kitlesi yarattık, insanlar işsizlikten kırılıyor, işçileri sendikasızlaştırdık, artık iş hayatına huzur geldi, bakın grev mrev oluyor mu, arada bazen densizler çıkabiliyor, kendini asmış ve bebeği ölmüş süsü veriyor!

Ne dedi AKP’li milletvekili: Karnına kırıntı gitmişse, doyuyor demektir halkımız!

Hey muhalefet, napıyorsunuz siz?

19 Aralık 2020 Cumartesi

CAATSA, zayıflayan süper gücü ayakta tutmaya yeter mi?

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 17 Aralık Perşembe, Cumhuriyet, 2020


 

Trump’ın giderayak Türkiye’ye yaptırımı, çok mu önemli, bir sonuç verir mi, Savunma Sanayini etkiler mi, arkası gelir mi, Biden gelirse yaptırımı kaldırır mı yoksa ağırlaştırır mı, S-400’leri çöpe mi atarız gibi bilinmezlikleri anlamaya çalışıyor herkes.

Dünyada gerileyen ABD 2016’da kendini toparlayan, etkinliğini artıran Rusya’yı resmen düşman ilan eden CAATSA yaptırımlarıyla tecrit etmeye, engellemeye ve boğmaya çalıştı.

ABD’nin bu yaptırımları, aslında soğuk savaş döneminin bakışı - stratejisi zamanından kaldı. O zaman ABD “hür dünya” masalının savunucusu ve jandarmasıydı. Baş düşman Rusya (SSCB) idi. Çin henüz uğraşılmaya değer güçte değildi.

O zamanlar soğuk savaş sözde hür-komünist dünya çatışmasıydı. ABD ve Batı bloğu “özgürlükleri” savunuyordu.

SSCB yıkılınca, hamamlar ve taslar aynı kaldı. ABD- Rus çatışması eksilmedi, bir mihrak olarak aynen sürdü.

Üçüncü bin yıla girdikten sonra üstelik bir de Çin- ABD çatışması doğdu.

İki büyük düşmanı oldu ABD’nin böylece, üstelik Çin daha etkin bir “düşman” olarak sahneye çıkmıştı.

 

CAATSA emperyalist araç

 

Demek ki, soğuk savaş dönemindeki esas mesele de, emperyalist egemenlikle ilgiliydi. Dünyayı, bölgeleri, ülkeleri kontrol, dünya piyasalarını kontrol, silah ve petrol sanayini kontrol, ve dünya zenginliklerini ABD’ye akıtarak ülke zenginliği ve bu arada “Amerikan rüyası” yaratmak.

Rusya’ya karşı geliştirdiği CAATSA, ABD jandarmalığını ve liderliğini ayakta tutmanın yaptırım aracıdır.

Trump, AB’yi de boğmaya çalıştı, Rusya ile özellikle petrol – gaz ilişkilerini kesmesi için çok bastırdı, özellikle Kuzey petrol boru hatları nedeniyle AB’yi CAATSA yaptırımlarıyla tehdit etti. TürkAkım’da da bazı şirketlere yaptırımlar gündeme geldi. Ama AB kararlılıkla direndi.

ABD kucağında bir de “AB Sorunu” buldu sonuçta! Kendi savunmasını inşa politikalarına başladı.

 

“Bir twitlik canın var”

 

Türkiye’yi Trump “ekonomiyi bir twitle yerle bir ederim” bakışıyla değerlendirdiği için, iktidarlar sürekli dış borçla, sermaye yüksek teknoloji ithalatıyla, hammadde ve ara mal ithalatıyla ülkede fabrikaları ve ihracat değirmenini döndürebildikleri için, Trump’ın twiti gerçeğin önemli bir parçasını yansıtıyordu. Zaten iktidar da hemen gereğini yaptı ve çatışma konusu olan İzmirli rahibi serbest bıraktı.

Yani Türkiye’nin ekonomisi güçlü tehditlere karşı koyabilecek bir yapıda olmadığı için, iktidar satın aldığı S-400 savunma füzelerini kurup çalıştıramıyor.

Savunma Sanayi yöneticilerine ve şirketlerine açıkladığı yaptırımlar, aslında bir twitle yıkarım seni politikasının devamı, parçasıdır.

Emperyalist güç böyledir. Şikayet edemezsin, hakkını arayacak uluslararası mahkemeler yoktur.

Olay siyasidir, egemenlik büyük alan savunmasıyla ilgilidir, büyük ekonomik çıkarları savunmanın bir parçasıdır.

Gücün yoksa direnemezsin.

 

İki NATO var

 

Saray’ın büyük lafların ötesine geçebilecek gücü sıfırdır.

Savunma Sanayini şüphesiz belirli ölçülerde, özellikle parça, bilgi transferi gibi, ülkede olmayan üretilmeyen ihtiyaçların tedariğinde engeller çıkartacaktır. Mesele sadece ABD’den ithal etmeyiz onları ile ilgili değil, ABD’li şirketlerin savunma sanayileriyle içli dışlı ilişkileri yatırımları vb var. Adım attığın anda yaptırım mekanizmasının asında ne kadar geniş bir ağı etkileyeceğini göreceksin.

Saray idare etme politikası izleyebilir ancak. S-400’ler bekler.

Endişem, iktidarın, Ortadoğu’da Amerikan politikasının bir parçası olmaya yönelmesidir, ilişkileri düzeltebilmek için. İran ve Suriye konusu!

Biden koltuğa oturunca temel bir değişiklik olur mu, sorusu var.

Biden yalnız değil, Pentagon var.

Ayrıca Biden’ın da Amerikan çıkarlarını savunmada geri kalacağını kim söyleyebilir?!

Evet, NATO içinde iki ülkenin hasım politikası, aslında NATO’nun parçalanmışlığının göstergesi. İki NATO var, AB NATO’su ve ABD NATO’su.

Bu sürecin gelişmesini izleyeceğiz.

 

16 Aralık 2020 Çarşamba

Cumhurbaşkanı, Azerbaycan, Ermenistan ve İran

 

13 Aralık 2020 Pazar

Ön not: Konuya girmeden önce koronavirüs üzerine. Günlük vaka sayısını açıklamaya başlayan iktidar/Sağlık Bakanlığı, açık ve net olarak gerçek ölüm sayılarını baskılıyor.  

Sadece karşılaştırma yaparak bir denklem kuracağım. 11 Aralık’ta Almanya’da 32 bin 734 vaka ve 604 ölüm gerçekleşti. Türkiye’de ise 32 bin 106 vaka ve 220 ölüm açıklandı. Yani aynı vaka sayısı ama bizde ölümler Almanya’nın üçte biri... Denklemi kurarsanız bizde ölüm sayısı 560 olmalı. Bu şüphesiz yaklaşık bir hesap. 560 ölüm de Türkiye’de tedavi olanaklarının en az Almanya kadar iyi olduğu varsayımına dayanıyor. Eğer Almanya’nın koşullarının çok daha iyi olduğunu söyleyecek olursanız, günlük ölümleri 600’lerin üzerine çıkarmanız gerekir.

Şimdi ana konumuza girelim.

Önce iyi haber:

Cumhurbaşkanı, Azerbaycan’da zafer gününe katıldı, yaptığı konuşmada bir iyi vardı bir de kötü... Bugün iyi üzerinde yorum yapacağım: Ermenistan! 

Azerbaycan haklı bir zafer elde etti ve Ermenistan’ın hangi akılla işgal ettiği sorgulanacak Azeri toprağı Dağlık Karabağ’ı kurtardı. Tabii Dağlık Karabağ’da azınlık bir Ermeni nüfusu olması, Erivan’ın bahanesiydi. Önceki gün İlker Başbuğ Cumhuriyet’te bu konuyu yazdı, özellikle de Atatürk’ün o zamanki Nahçıvan ile ilgili öngörüsüne vurgu yaptı. 

Azerbaycan’ın haklı ve önemli zaferinde şüphesiz ki Türkiye’nin katkısı büyük. Hem Azeri ordusunun baştan sonra yenilenmesinde hem de savaşta silah desteğiyle. Ama başarı şüphesiz 2 binden fazla şehit veren Azeri ordusuna ait. Ayrıca Türkiye’de hangi siyaset iktidarda olsa Azerbaycan’a destek verirdi. Nitekim, Azeri ordusunun inşasına destek bu iktidardan önce başladı.

Mesele kim kazandı -kaybetti değil

Bu savaşın kaybedeni kazananı üzerine herkes yazıp çiziyor. Bol laf.

Bu savaş bence iki şeyi gösterdi: 

En önemlisi: Günümüzde artık bir ülkenin topraklarını işgal ve ilhak edemezsiniz. Bahaneniz ne olursa olsun. Eninde sonunda yüzyıl bile geçse işgal topraklarını kaybedersiniz. 

İkinci en önemli nokta: Böyle işgaller ve yarattığı savaşlar büyük yıkım getirir. Hem ülke insanı için hem de zenginlikleri ve refahı için. Acı, gözyaşı, insani ve büyük maddi kayıplar.

Üçüncü nokta da şu: Özellikle komşular arasında bu tür savaşlar, sadece uzun süreli düşmanlıklar eker. Nesiller, milliyetçi veya ırkçı zehirli söylemlerle büyür. Dostlukları ve işbirliklerini uzun vadeli baltalar; yüzyıllarca bir arada yaşamış, benzer uygarlıkları paylaşmış ve birbirlerine katkılarda bulunmuş topluluklar arasına kan girer, bin yılda inşa edilen iyi niyet ve uygarlık ölçütleri, yüzlerce yıl süren büyük yıkımlara uğrar.

Bu nedenle savaşa kimse evet dememeli. İnsanlığın barışa, iyi niyete ihtiyacı vardır; iktidarların milliyetçi söylemlerle iç kamuoyunu kışkırtmaya ve böylece iktidarını sürdürme payandaları elde etmesine hiç fırsat verilmemelidir ve karşı çıkılmalıdır. Ermenistan’ın en büyük hatası budur. Fakat bu hatadan ve savaştan ders alacak çok ülke ve kimse vardır.

Doğru konuşma

Gelelim Cumhurbaşkanı’nın konuşmasına: Ermenistan’a el uzatması iyidir. Bölge ülkeleri arasında geniş işbirliği çağrısı yapmıştır. Ermenistan’a kapıların açılabileceğini gündeme getirmiştir.

Evet, yeni bir fırsat doğdu Türkiye ile Ermenistan arasında. Düne kadar Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgalde tutması, iki ülke arasındaki ilişkileri de zehirliyordu. Tabii sadece bu değil, Ermeni diyasporasının Türkiye aleyhine küresel kışkırtmaları da Türkiye- Ermenistan arasındaki ilişkilerin düzelmesine büyük engeldi. Çünkü Ermenistan, diyasporanın etkisi ve baskısı altında, kendi çıkarlarını izleyemiyordu. Üstüne bir de Azerbaycan işgali bindi.

Şimdi normale dönmenin yolu açıldı bölge ülkeleri arasında.

Paşinyan doğrusunu yaptı

Ermenistan Başbakanı Paşinyan, halk hareketinin desteğiyle iktidara gelen bir lider. Ama ülkeye mutluluk ve yenilik getiremedi. İç zorluklarını aşmak için yeniden Azerbaycan’a saldırıp kışkırtmalar yapınca, Azerbaycan’a topraklarını kurtarması için iyi bir fırsat yarattı.

Sonuçta, büyük kayıplarla yenilgiye uğrayacağını anlayınca, Fransa ve Rusya’dan savaş desteği talepleri de karşılık bulmayınca, Rusya el uzattı ve savaşı bitirici anlaşmaya imza atmak zorunda kaldı. Çok iyi yaptı. Gerekçesi de çok haklıydı: Askerlerimizi ve ordumuzu tamamen kaybedecektik! Haksız savaş yenilgiyle sonuçlanır.

Fakat ülkede milliyetçiliğin gözü dönmüş bir noktaya geldiği de ortaya çıktı. Umarım Ermeni halkı gerçeği görür.

Yarın, Cumhurbaşkanı ve İran.