Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Haziran 2014 Pazartesi

APO-RTE Kader Birliği Ve AKP İçinde Savaş

Siyasetin odağında şüphesiz ki Cumhurbaşkanlığı bulunuyor. Kesin olan RTE’nin, “tersköşe yaparız” vb gibi çeşitli saptırmalara karşı, Cumhurbaşkanlığı adaylığıdır. RTE, Partisine, hepimiz Cumhurbakanlığı görevini yapacak düzeydesiniz, ama bunu en iyi ben yaparım ve oraya ben layıkım, konuşmaları yapıyor. Gül, eşyalarını topluyor, adamlarını dağıtıyor, Köşk’ü boşaltıyor. Arınç, Salı günü Başbakanı oraya gönderiyoruz, diyor.. garisi lafı güzaftır.
RTE, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürtlerin ikinci tur oylarını garanti altına almak için, “Çözüm Süreci”ne yönelik bir yasa tasarısını bile Meclis’e verdi. Öcalan, yasadan çok memnun! Ama yasa tasarısının aslında yeni bir şey içermediği, içinde bir kez bile Kürt adının geçmediği, tasarısının Kürt oylarını RTE’ye yönelmesini sağlamayı amaçladığı konusunda yoğun şikayetler var! Benim aylardır hiç şüphem yok.. RTE, AKP’liler ve Kürtlerin Cumhurbaşkanı olarak Köşke çıkmayı programladı, planladı.
Bakanları, ailesi ve kendisi hakkında yoğun yolsuzluk iddiaları olan RTE Köşke mi çıkacak?
Tasarıdaki “Kanun kapsamında verilen görevleri yerine getirenler için sorumluluk doğmaz” maddesi Anayasa ile sorunludur. Şüphesiz ki dağdan inerek normal hayata karışacaklara kapı açılmalı, garantiler verilmeli, ama Turgut Kazan, bunu düzenleyen maddenin, TCK’nın 220. Maddesi yerinde dururken, dava açılmasını önleyemeyeceği konusunda uyarıyor.. Bunları belirtmemdeki neden, RTE’nin uydurma bir tasarı ile göz boyama yaptığının altını çizmektir...
Öyle anlaşılıyor ki, İmralı’da yapılan görüşmelerde Öcalan’ın bilgisi dahilinde hazırlanmış bir tasarı.
Öcalan ile RTE hiç bir zaman bu kadar birbirlerine muhtaç olmamışlardı. “Kader” onları birbirine bağladı!.. Tasarı ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri arasındaki ilişkide tek söylenecek gerçek budur!
Daha çok şey göreceğiz.. Siyasi ihanetler, satışlar, bozuşmalar, kucaklaşmalar... Bekleyin..

AKP İÇİNDE SAVAŞ YENİ BAŞLIYOR

AKP içinde savaş aslında yeni başlıyor, eğer RTE seçilip Köşk’e çıkarsa, AKP’nin başına ve Başbakanlığa kimin geleceği, parti içinde derin bir hesaplaşma konusu olacaktır, bunun işaretlerini görüyoruz.
Burada yazdığımız gibi, yıllardır azar işitip durmadan bir tür “dayak” yiyenler, RTE’den kurtulma sevincini yaşıyorlar, diyebiliriz. Bu konuyu yazmıştım, “yukarıya tekmeleyerek, kurtulma”...
Parti ve hükümet içinde ekonomi konusunda da farklı görüşler egemen.. Bu ayrılık Merkez Bankası’nın para/faiz politikalarında düğümleniyor. Jöleli (!) + RTE bir kampta; Babacan, Şimşek vb diğer kampta. RTE herhalde, finans politikalarında birlikte hareket ettiği Jöleliyi Köşke taşıyacaktır..
Arınç ve arkadaşları sevinçlidir, RTE’nin Köşk adaylığından.
Parti başına ve Başbakanlığa kimin geleceği, büyük çatışmalara konu oldu. Arınç’ın, dış işlerinde büyük başarısızlığının adı Davutoğlu’nu parti içi kulisler nedeniyle uyarıcı konuşması, eskiler-yeniler tartışmasını açtı. Başbakan başdanışmanı Y. Akdoğan herkes eşittir, diyerek Başbakanın görüşünü açıkladı.
Yine Başbakanın adamlarından yazar A. Selvi, Başbakan, kendisiyle uyumlu çalışacak güçlü bir parti ve hükümet kişisi ve kadrosu istiyor, diye yazdı. Bu “uyumlu kişi” şüphesiz ki, en azından RTE’nin kafasında, Gül değildir. Bunu Gül de bildiği için, “bugünkü koşullarda siyaset planım yok” dedi ve hala o noktada.
Burada, “güçlü” ve “uyumlu”, anahtar kelimelerdir.
Yani, RTE, dün neredeyse bugün de oradadır: Köşk’den, hem partiyi hem hükümeti yönetecek bir kişi istiyor.
Bu kimdir? Hem güçlü olacak hem de RTE ile uyumlu.. Bunlar birbirleriyle çelişebilecek nitelikler olabilir. Güçlü derken, mesela “kişiliği güçlü”yü anlarsanız, RTE ile mutlaka çatışır.. Partiyi zaptürapt altında tutacak birisi, derseniz, o kimdir?.. Yani asıp kesecek ve herşeyi RTE’ye göre tasarımlayacak.. Parti takacak mı böyle birini?
Bir hükümet ve parti savaşı kapıda.. Bu hükümet içinde ve parti içinde tasfiyeleri ve bölünmeleri de beraberinde getirme, hatta RTE’yi Köşk’te yalnız bırakma gibi bütün potansiyelleri içinde taşıyor.
Herşeye açık bir sürece girecek AKP ve iktidarı..
Hele kapıda, AKP’den istifa etmiş 8 milletvekili ile Cemaatin bir “merkez sağ parti” kuruluşu için çalışmaların yapıldığının açıklandığı bir sırada!
Gün ola harman ola!
--
OKUR MEKTUBU.
Taner Derbentli: Gerek Cumhuriyet, gerek CBT okuru olarak yazılarınızın hemen tümünü okurum. 26 Haziran, Perşembe günkü ‘ Müslüman Cumhuriyet’ başlıklı yazınız için sizi ayrıca kutlamak gereğini duydum. CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Sayın İhsanoğlu, son günlerde sol, sosyal demokrat çevrelerde hem desteklendi hem de eleştirildi. Bu eleştirilerin büyük bir bölümünü ölçüsüz ve haksız buldum. Ancak sizin yazınızda sorduğunuz soru ve çözümlemeniz, kanımca en ağır eleştirilerden daha etkileyiciydi. “Yani, CHP artık bundan sonra tüm politikalarını, politik tercihlerini bu dayatma ve kabule göre mi yapacak?” Bu soru, düşünce geliştirici ve ufuk açıcı bir soru. Umarım ‘solda’ politika yapan, yazan, çizen, çoğu çok değerli insanlar da bu soruyu önemser, yol, yöntem ve politika oluşturmak için bir başlangıç noktası olarak alır ve yapıcı öneriler geliştirirler.

---
29 Haziran 2014, Pazar / Bilim ve Siyaset- Cumhuriyet


28 Haziran 2014 Cumartesi

İktidar Vakıf Üniversitelerini Kendi Adamlarına mı Devrediyor!? Eski Rektörlerden Yeni Bİr YÖK Önerisi

 CBT Sayı 1423, Gündem, 27 Haziran 2014

Bu hafta, üniversite rektörlüğü yapan ve YÖK üyeliğinde bulunan 11 akademisyenin, toplumsal ve akademik sorumluluk gereği hazırladıkları yeni bir YÖK yasa tasarısı için ilkeleri üzerine yazmak için oturdum. Ki iktidarın Meclis’e sevkettiği o ünlü torba yasalarından sonuncusunun içine, Vakıf üniversitelerinin yönetimine müdahale veya hatta hükümete bağlama anlamına gelecek madde sıkıştırdığını okudum, bu satırları yazarken...
Ama önce  “Yüksek Öğretimin Yeniden yapılandırılması Kapsamında Dikkate Alınması Gereken Temel İlkeler ve Yaklaşımlar” (http://yuksekogretimdeyapilanma.org/rapor-2014-06-19.pdf) üzerine bilgi: 
Ömer Farık Batırel, Mehmet Üstün, Mehmet Durman, Üstün Ergüder, Atilla Eriş, İsa Eşme, Recep Öztürk, Ayşe Soysal, Burhan Şenatalar ve Aydın Uğur’un hazırladıkları raporun sunumuna, fırtınalı ve gökgürültülü güne denk gelince katılamadım ve tartışmalarda bulunamadım.
Rapor, dünyanın Bilgi Çağı ve bunun bilim, teknoloji ve ekonomik alanlarda yol açtığı ve açacağı sonuçlara değinerek, üniversitelerin çok yönlü üretkenliklerini gündeme getiriyor ve ülkemiz üniversitelerinin Bilgiu Çağı’na ayak uyuduracak durumda olmadığını vurguluyor. Peki ülkemiz üniversiteleri ne yapmalı ve nasıl örgütlenmeli? Bu soruya da ilkeler çerçevesinde 38 madde ile önerilerde bulunuyorlar..
Ve bu öneriler ışığında da, bu sayfada verdiğimiz bir yüksek öğrentik üst örgütlenmesi modelini tartışmaya açıyorlar. Göreceğiniz gibi, modelde YÖk kalkıyor ve yerini “Yüksekögretim Koordinasyon ve Planlama Konseyi” almış.. Bu, koordinasyon ve planlama görevi, zaten uzun süredir dile getiriliyordu..
Geliştirdikleri yeni yönetim biçiminin şeması şöyle:


Size 38 maddeyi özetleyemem, yukarıdaki adresten raporun tümüne ulaşmanız mümkün. Ama raporun ilk 5 maddesini özetlemek isterim:
1) Yükseköğretimde bugünkü merkeziyetçi yaklaşım, üniversitelerin özerkliğine ve verimliliğine ciddi bir engeldir. Bu merkezi yapılanma terk edilmeli, ve aşağıdaki ilkeler vazgeçilmezdir:
• _Akademik özgürlük,
• _Kurumsal özerklik (çeşitlilik, mali esneklik, tüzel kişilik, kurum içi akademik ve idari karar süreçlerinin güçlendirilmesi),
• _Hesap verebilirlik (saydamlık, performans değerlendirme, kalite, akreditasyon).
2. Yükseköğretimde ve akademik yapılanmada bu temel ilkeler çerçevesinde saydam, mali özerkliği de içeren hesap verebilir bir yönetişim sistemi oluşturulmalı. Yapılanma, ideolojik ve siyasi önceliklere değil; evrensel kabul edilen bilimsel ölçütlere göre gerçekleştirilmeli.
3. Yükseköğretimde ulusal nitelikte bir üst “eşgüdüm” kurumu bulunmalı. Ancak, bu kurum üniversitelerin özerkliğini zedelemeyecek şekilde “Koordinasyon ve Planlama” organı olarak görev yapmalı. Akademik kalite değerlendirmesi için ise, ayrı ve tamamen özerk bir kurum kurgulanmalı..
4. “Yükseköğretimde Üst Yönetim” yapılanmasındaki kurullarda yükseköğretimle ilgili paydaşlara yer verilmeli (Yükseköğretim Kurum temsilcilerinin yanında; öğrenci, işveren ve işçi sendikalarından birer üye; Kalkınma, Milli Eğitim, Maliye Bakanlıklarından birer üye).
5. Anayasa kapsamında çok ayrıntıya girilmeden, sadece “planlama ve koordinasyon” görevlerini yerine getirmek üzere, kurumsal özerklik ve akademik özgürlüğü esas alacak şekilde üniversiteler ve yükseköğretim üst organlarının kanun ile kurulması hususunun belirtilmesi uygun olacak. Anayasa’da “akademik özgürlük” ve “üniversite özerkliği” vurgulanması gereken temel hususlar olarak belirtilmeli...
***
Tabii, herşeyi merkezi olarak gütmeyi-yönetmeyi ilke edinmiş bir RTE ve iktidarının, bu tür bir önerilere ne kadar kulağını açar, doğrusu yoğun şüphem var. Bildiğiniz gibi AKP liderleri iktidara gelirken YÖK’ü ortadan kaldıracaklarını ve üniversiteleri özgürleştireceklerini söylüyordu. Tabii, tam tersini yaptılar!
Şimdi de Vakıf üniversitelerini siyasi denetim altına alabilmek için Meclis'te görüşülen 'Torba Yasa Tasarısı” içine iki madde sokuşturdular.. Bu maddeler Vakıf üniversiteleri mütevelli heyetlerinin belirlenmesinde YÖK’ü egemen kılıyor. Bir de YÖK'e, kötü mali durum gerekçesiyle üniversiteleri kapatma yetkisi veriyor. Tepki çeken madde şöyle:
"Vakıf üniversitelerinin, vakıf yönetimi dışında en az 7 kişiden oluşan bir mütevelli heyeti bulunur. Mütevelli heyet üyeleri, vakıf yönetim organı tarafından önerilir ve Yüksek Öğretim Genel Kurulu tarafından, üye tam sayısının en az üçte ikisinin çoğunluğunun oyunu alırsa dört yıl için seçilir."


Yani YÖK, kendisine önerilecek mütevelli heyetini, içine istediği adamlar yerleştirilinceye kadar reddetme yetkisine sahip! Bu tam anlamıyla, para senin ama düdük bende, utanmazlığı! Daha önce de, RTE Vakıf üniversitelerinin rektör seçme hakkını hükümete- YÖK’e vermek istemişti! Tepkiler üzerine vazgeçmişti.. Demek Başbakanın ayranı kabardı yeniden...
Ama bunun bir gasp olduğunu belirtelim.. Bu işlerle uğraşacaklarına, iktidar içinde aklı başında birileri, yukarıda önerilen ilkeleri, ülkenin geleceğini gözönünde bulundurarak incelemeli ve tartımaya açmalı..
Belki de hayatlarında ilk kez, demokratik davranarak..

Gelecek Cuma yeniden buluşmak üzere..

27 Haziran 2014 Cuma

CHP Bunu Kabul Ediyor mu: “Müslüman Cumhuriyet”

Şu sıralarda çok sık tartışılıyor, özetliyeyim:
Türkiye muhafazakarlaştı, hatta bunun da ötesinde Türkiye Dindar Cumhuriyet oldu. Laik Cumhuriyet de yok artık. Türkiye’de artık bundan sonra dini referanslar olmadan siyaset yapmak olanaksız. Yaparsınız da, öneminiz olmaz ve kalmaz. Bir yere ulaşamazsınız.. İslami siyaset artık ülkeye bundan sonra damgasını vuracak. Bundan sonra bütün ana akım siyasetler dini referanslı olmak zorundadır. Tek meşru siyaset İslamı referans alan siyasettir. Bundan sonra ülkeye damgasını vuracak olan müslüman referanslı partiler arasındaki siyasettir. İyi müslüman kötü müslüman... Mesela hırsız müslüman ile dürüst müslüman...
***
Bu bağlamda, tv programlarında ve iktidar yazarlarının köşelerinde sık dile gelen bir bakış da, CHP’ye yönelik şudur:
Eğer dincileşmezsen, İslamı referans almazsan, İslami siyasetçileri baştacı etmez ve önemli yerlere aday göstermezsen, artık ne iktidar olabilirsin ne de yüzde 25’lerden kurtulabilirsin... Hatta eriyip gidersin...
Şunu kastediyorlar da denebilir: CHP köklerini bırakmalı.. Laikliği ve laiklik siyasetini terketkeli.. Bunun zamanı geçti.. Halkta bir karşılığı yok.. Bunda israr edersen, İslamcı siyaset karşısında yok olacaksın..
Belki bir tehdit kokusu bile alabilirsiniz: Türkiye’de millet İslamileşiyor dincileşiyor. Laiklik borusu öttürmeyi sürdürürseniz, müslüman mahallede salyangoz satanlara benzersiniz.. Eh, bunun sonuçlarına da katlanırsınız, halkın elini tutamayız..
***
CHP binbin türlü alavereye bulaşmı, rüşvet ve yolsuzluk batağında, ve üs tüne üstlük, bakanlarını kurtarmak için Meclis’teki komisyona adam bile göntermeyen, AKP ve İslamcıların dayattıkları bu “ideolojik oyun”u kabul mu etti? Bu oyunu mu oynuyor?
Ekmeleddin İhsanoğlu, bu genel “kabul”ün dışavurumu mu? Yani, CHP artık bundan sonra tüm politikalarını, politik tercihlerini bu dayatma ve kabule göre mi yapacak? Yani bu kabul, CHP’nin ana politikası mı oldu?
Yoksa, şu aşamada, Türkiye’yi bir diktatörlük-otoriterlik-tek adam demokrasisi cenderesine sokana karşı, taktiksel bir çıkış arayışı mı, ürünü mü? Çatı adayı  kazanamazsa bile,
a) ilk turda RTE’yi seçtirmemek de bir ileri adımdır,
b) ikinci turda RTE’nin Kürtlerin desteğiyle seçilmesi, yeni bir durum ve RTE aleyhinedir,
c) Cumhurbaşkanlığı seçimlerini etkileyici olabilmenin şimdilik tek çıkış noktası budur..
Veya çok daha temel bir politika değişikliği mi var:
a) Çatı adayı konusunda İslami bir tercih ile, bundan sonra ana politika, MHP ile bir iktidar olasılığı üzerinde gerçekçi siyaset, gereği neyse yapılacaktır,
b) yıkılan merkez sağı CHP’de toparlamaya öncelik verilecektir,
c) CHP artık bu temelde dönüştürülecektir..
***
Bu köşe, analiz ederek tavır almaya çalışır, okurlar bilir. Çatı adayına baştan, “ilkesel” bir yaklaşım”dan çok, pratik ve taktik bir yaklaşım benimsedim, ama ana çizgim doğrultusunda: RTE’nin oyun alanını sınırlandırmak, dahası bozmak ve Türkiye’yi tek adamın cenderesine ne pahasına olursa olsun sokmayı engelleyici politikalar benimsemek.. Bu açıdan, Ekmeleddin Bey’in kimliği yerine, bu politikaya hizmet edip etmemesi önem kazandı.
Epey saldırıya uğradım gerçi, ama vız gelir tırıs gider! Ben çözümleyici olacağım her zaman ve buradan politika üretmeyi deneyeceğim... Ekmeleddin adaylığının da, çoğunlukla, Kılıçdaroğlu’na zaten karşı olanlara yeni bir fırsat verdiğini de görüyorum...
Ben ne Kılıçdaroğlucuyum ne başka bir şey! Ama baştan bazı kalıplara, önkabullere dayalı politikalara saplanmak da istemiyorum. Politika yapma alanını daraltmak değil genişletmek önemli kazanıyor pek çok durumda! Mesela bugün!
Ama şüphesiz, çatı adayına karşı direniş var.. Her ne kadar CHP’ye destekçilerin çoğunluğu oluşturacağını sanıyor olsam bile..
***
Yine de bugün asıl tartışmak istediğim, “müslüman cumhuriyet” ekseni dayatmasıdır.
Hangi koşullar bu varsayımı, sanıyı gerçek gibi algılatıyor? Söyleyeyim:
a)    Bir dikta kişiliğin varlığı ve dayatması..
b)   Ve çok önemli: Eskiden ANAP- Doğru Yol seçmenlerinin, merkez sağ çatı yerle bir olduğu için, AKP çevresinde kenetlenmesi..
c)   2003 öncesine kıyasla göreceli olarak iyileştirilmiş ekonomik durumun bozulmasından endişe eden milyonlarca seçmenin, tercihini değiştirmesi için bir neden görmemesi, yeni AKP’yi iktidarda tutan ana nedenin varlığını sürdürüyor olması..
d)   c maddesinin hala iktidarın bütünlüğünü ve varlığını sürdürmede tayin edici role sahip olması..
***
“Müslüman Cumhuriyet”çiler.. dikkat edin.. zamansal gerçeklikler, sizi ebedi gerçeklikler götürüyor..
Ama, politikasını inanç üzerinde kuranların, bugünü ebedi olarak algılaması da çok doğaldır..
Veya, muhalefeti buna inandırarak ve moral bozarak, kendi iktidarlarına pay çıkarmak düüncesi diyelim, en sıradanından..
***
CHP, dayatılan “müslüman cumhuriyet ve politika” yı, eğer gerçek kabul ettiyse, vay ki vay..
Bu politikanın, bu iktidarın, ülkeyi götüreceği bir yer yok.. Bilgi Toplumu ve Çağı’nı düşünürsek..
CHP, geleceği biçimlendirecek kaçınılmaz olguların politikalarını inşa etmelidir..


--26 Haziran 2014 Perşembe / Bilim ve Siyaset - Cumhuriyet

25 Haziran 2014 Çarşamba

Bir Tek Oy Vermediniz! CHP ve Kürtler Çözüm Süreci NE?

Bu sözü Kılıçdaroğlu söyledi. Kime? Gittiği Diyarbakır’da Kürtlere.. Şüphesiz, Kürt siyasal hareketine ve temsil ettiği Kürt taleplerine sırt dönmek mümkün değil. Bayrak krizi patladığında, Kürt liderlerin “bütün ulusların bayraklarına saygı göstermeliyiz” biçimindeki, Türkiye Bayrağını yabancı ülkelerin bayraklarıyla eşdeğer gören ve sadece bu sözlerle sahiplenen açıklamaları karşısınoda, şu görüşü paylaştım:
Gelin, bu Bayrak hepimizin mi yoksa sadece Türklerin mi.. En az Türkler kadar bayrağa sahip çıktığınız zaman, Kürt meselesini çözmek kolaylaşır... İşe buradan başlayalım..
Kılıçdaroğlu, Diyarbakır’da katıldığı “Tigris Diyalogları” toplantısında örneğin “Çözüm Süreci’ne neden destek vermiyorsunuz?” sorusu yöneltildi.. CHP lideri, sürecin Meclis’te yasal bir zemine getirilmesi gereğini savundu.. Ve bir başka soru üzerine de “Siz de CHP’ye bir tek oy vermiyorsunuz..” dedi.
***
CHP’nin Diyarbakır’da aldığı oy oranı %1.. İşte o kadar. Yarın da bir tek oy alamaz! Bir zamanlar CHP’nin bölgedeki gücüne ulaşması bugünkü koşullarda mümkün değil. Çünkü çok şey değişti! O zamanlar, milletvekilliklerinin, partilere dağılan Kürt ağalar  arasında paylaşıldığı zamanlardı! Bir büyük Kürt ailesinin biri o partiden biri bu partiden..
Toplumsal ve siyasal dinamikler değişti... Kürt ağaların yerini
a) PKK-BDP milletvekilleri,
b) İktidar partisi milletvekilleri aldı;
c) Kürtlük bilinci öne çıktı;
d) AKP iktidar partisi olarak Apo ile çözüm süreci’ni başlattı,
e) Kürt bölgelerinde iktidarın (ailesel vb) ekonomik destek programlarını devreye soktu ve bu sayede de Kürt seçmenlerin oylarının BDP ile paydaşı oldu..
f) Kürt seçmeni böylece BDP-AKP kutbu arasında bölündü..
Kürt toplumunun dinamiklerini, bu iki kutup elinde tutuyor.. Dolayısıyla, ne çözüm sürecinde ne iktidar nimetlerinin dağıtımında asla paydaş olmayan, AKP iktidarda kaldığı sürece öyle gözüküyor ki ol(a)mayacak da olan CHP’ye Kürt seçmeni bir oy dahi vermeyecektir..
***
Sık sık diyorlar ki, yazarlar ve tv’lerde çok bilmişler: CHP çözüm sürecini desteklesin..
Bu kadar aptalca bir siyasi öneri duymazsınız...
Çözüm süreci denen şey, MİT ile İmralı’da A. Öcalan arasında kotarılan, hayli zamana yayılmış, RTE’nin daha çok siyasi seçim takvimine endeksli, bir al-ver ilişkileridir...
Bu ilişkiler, bazen karşılıklı okşama, bazen karşılıklı tehdit, bazen karşılıklı tavizler ile, daha çok da Abdullah Öcalan merkezli yürüdüğünü biliyoruz.
AKP’nin Öcalan’a tuttuğu en büyük havuç, serbest bırakılma umududur. Şu veya bu şekilde.. Diğeri de, henüz doğru dürüst AKP’lilerce dile getirilmeyen, Kürt’lere özerklik sözüdür... Ana dilde eğitim meselesi ise henüz iktidar tarafıdan şekillendirilmiş değildir. Ama Kürtlerin baş talepleri arasındadır.
Özetlersek 3 temel konuyu, APO’ya özgürlük, Anadilde Kürtçe eğitim ve özerklik....
***
RTE ve MİT, “çözüm süreci”ni ve Öcalan’ı diri tutarak, silah bırakışma temelinde görüşmelerini sürdürüyor. Son zamanlarda Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken bu çözüm sürecinde somut taleplerine yanıt verilmesi için, PKK adam kaçırdı, bomba koydu, işyerlerini bastı, Kışla basıp Bayrak indirdi ve RTE’ye gözdağı verdi.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu süreçte ön planda. Ertuğrul Kürkçü, RTE’ye oy yok, dedi.. Dedi ama, RTE ile İmralı’nın arasındaki anlaşmanın, ikinci turda BDP-HDP desteğinin RTE’ye kaymasına dayandığı açıktır. İlk turda herhalde Selahattin Demirtaş aday olacaktır.. APO’nun dışlamasıyla (kendisine rakip olacak bir siyasi adaya tahammülü yoktur) bir süre küsen ve kenara çekilen Demirtaş, herhalde APO ikina edilmiş olacak ki, yeniden siyasete döndü ve HDP eşbaşkanı seçildi.
Kılıçdaroğlu BDP’lilerle de görüştü Cumhurbaşkanlığı turunda. BDP’liler, Rıza Türmen’i önermişler. Rıza Türmen, ilk tur adayı olabilirdi ancak. Bu CHP’yi kündeye getirme önerisi gibiydi! İkinci turda Türmen’i satacaklar ve RTE’ye döneceklerdi. İmralı emriyle..
***
Gelelim yine “CHP çözüm sürecine katılsın” zırvalığına..
Bu şu demek: CHP’den bir heyet, MİT müsteşarıyla birlikte İmralı’daki görüşmelere katılsın ve alınan kararlardya söz sahibi olsun... CHP, aynı zamanda RTE ve yakın arkadaşlarının çözüm süreci strataji ve taktiklerinin konuşulduğu, MİT’e vb uygulama talimatlarının verildiği gizli görüşmelere katılsın, söz sahibi olsun ve kararlar birlikte alınsın.
 Gülüyor musunuz! Sürece katılmak desteklemek ortak olmak budur, gülün tabii!..
Yoksa istenen, CHP gözü kapalı RTE’ye destek çıksın mı?
Evet, zekaları en üst düzeyde seyredenler bunu istiyorlar..
RTE’nin kimsenin başını kıçını bilmediği çözüm sürecinin bir aleti olmasını..
Kürt Meselesi ya bu ülkenin, Meclis’in ana konusudur, tartışılır orada herşey..
Ya da, İmralı ile RTE arasında alver gülüm, karşılıklı tehdit, RTE’nin bazen de seni asarım ipini seçim meydanlarında salladığı biri süreçtir...
Bitirelim: RTE’nin en büyük destekçisi Kürt siyasal hareketidir, önünde başka bir seçenek görememektedir, ve RTE’yi de, eğer caymazsa son anda, Çankaya’ya oturtacaklardır..

Ne ortaklığı, allahaşkına! Tek oy fazla alamaz CHP...
-- 23 Haziran 2014 Pazartesi / Bilim ve Siyaset- Orhan Bursalı

Aptal’a Yatmak!?

Balyoz’un çöktüğünü taa ne zaman ilan ettim bu köşede, ama çöküş süreci zaman alıyor, ağrılı oluyor AKP’liler için.. İktidar alıştıra alıştıra, herşeyi günbegün Cemaatin üzerine yıka yıka, “biz masumuz, aldatıldık, bak Cemaat bize de kumpas kurdu, o zaman farkettik ki Ordu’ya da kumpas kurmuşlar.. Uyutulduk tam manasıyla...” sözleriyle milleti inandırmaya çalışıyor.
Dün, arada sırada sohbet ettiğimiz Ertuğrul Özkök, “Dani Rodrik çok iyi saptamalarda bulunuyor, tebriklerimi ilet” dedi ve söz AKP’nin “Biz ne safmışız..” savunmasına geldi.
Bu savunmayı toptan yapıp Balyoz’dan yakasını sıyırmayı uman politikacı ve AKP yazarları olduğu gibi, adım adım gerileyerek yapanlar da var.
İlk yan çiziş şöyle oldu: “Balyoz’da 360 kişinin hepsi suçlu olamaz. İçlerinde masumları da var, mahkemenin hatası, masumları darbecilerden ayırmaması oldu.”
Sonra, bir adım geri daha attılar: “Kardeşim, darbeyi planlayanlar önemli, diğerleri emir komuta zincirinde, kendisine verilen talimatları yerine getiren askerler.. mahkeme bu ayrımı yapmadı..”
Arkasından son kaçış, kurtulma umudu: “Önemli olan CD’lerin sahte olması değil, Seminer’de yapılan ve kaydedilen konuşmalar başlı başına bir darbe planı... Siz buna bakın, orada darbe var..”
***
Bunların hepsine tanık oluyorum.. Hepsi adına üzüleyim mi, sinirlenip köpüreyim mi, bilemiyorum. Geçen hafta katıldığım bir programda, sosyal demokrat tanınan, yetmez ama evetçi olduğunu belirten bir ekonomi profesörü, Balyoz davasıyla içeride bunca yıldır yatırılarak ömürlerinin çalınmasına “alçaklık” dediğimde, sinirlendi: Bal gibi darbe teşebbüsü var, dedi. Ben de, Balyoz suçlama ve belgelerinde ilk sahtelik ortaya çıktığından beri bu teşebbüsün bir uydurma plan olduğu belli oldu, inceledim, öğrendim, yanıtını verdim. O ise, ben okumadım ve incelemedim, demez mi! O mahkemenin göreviymiş, bakar karar verir ve kendisi de öğrenirmiş... Birebir değil ama yaklaşık şöyle geçti konuşma:
-Peki bir bilim insanı olarak, okuyup incelemeden, böyle bir yargıya nasıl varıyorsun?
-İktisat tarihçisi sayılırım ama Ordunun geçmişini, siyasi tarihini, darbeciliğini bilirim.. AKP gibi bir parti iktidara gelince, darbeyi düşünmesi çok doğaldır...
-Geçmişteki darbeciliğinin Balyoz için de geçerli olduğunun kanıtlanması gerekmez mi..
Kaldı ki, 12 yıldır asker darbe yapmadı! Koşulların en uygun olduğu zaman bile! Bunun nedenini bile düşünmezler!
***
Geçmişte darbeciydi, öyleyse şimdi de darbeye kalkışmıştır.. İşte bizim entelektüel-bilim insanı düzeyimiz... Türkiye’de bilim kültürünün yerleşmemiş olmasının sonuçlarıdır bunlar... Ayrıca, orduda bazı subayların düşüncelerinde darbe yapmak geçmiş olabilir. Türkiye’nin siyasi tarihine bakınca bu normaldir. Sadece bazı subayların değil, sadece bazı etkin çevrelerde değil, bugün iddia ediyorum, iktidar karşıtı yüzbinlerce kişi, milyonlar, birileri çıksa da şunları devirse, diye düşünüyordur.
Bu koşulları yaşayacak gelişmiş bir Avrupa ülkesinde de benzer düşünceler hızla filizlenir.
Şimdi insanların düşüncelerini mi yargılayacağız.. O zaman Ortaçağ papalığının kurduğu engizisyon mahkemelerinin “kafanda sapkın düşünceler olduğundan eminiz, ya onları itiraf eder öyle yanarsın, ya da işkence ile itirafını alır öyle öldürülürsün” döneminden bir adım ileride değiliz demektir.
Balyoz davasını bilmiyor, ama hepsini suçlu ilan edebilen insanları düşünürken, Irak TV’sinde seyrettiğim, dünyanın düz olduğunu ilan eden bir sakallı ile yuvarlak olduğuna ilişkin kanıtları sıralayan bilim insanı arasındaki tartışma aklıma geldi!..
***
Oray Eğin dünkü yazısında (Sözcü), Balyoz’un darbe olduğunu başından beri halka yutturma yazılarını yazanları, mahkemeye havale etti. Oray belki bir Sivil Gazeteciler Mahkemesi kurar, ama esas işaret etmek istediği, gazetecilerin Balyoz gibi çok önemli bir davada, “Ne güzel, Ordunun defteri dürülüyor, boş ver gerisine..” tutumunu alarak, bilerek alet olanların, hiç araştırmadan alet olanların, önlerine sahte belgeler konmasına rağmen gerçeklere gözlerini kapayanların... yani her halükarda alet olmaya hazır ve nazır olanların gazeteciliklerini sorguluyordu. Ayrıca, Hasan Cemal’lerin bir de “gazetecilik dersi” için dernek gibi bir şey kurduklarını yazıyordu!
Ali Bayramoğlu’nun dünkü yazısı, “aydın” diye nitelendirilen bir yazarın 180 derece kıvırtıp, yazdıklarını unutup, Balyoz’u Cemaatin üzerine nasıl yıktığının tipik bir örneğiydi.. insan yazarken utanır. Önce 3-4 yıl önceye gider yazılarını ve kendisini masaya yatırır..
***
Şimdi son numara şu: Efendim Anayasa Mahkemesi beraat kararı vermiyor ki, yeniden yargılansın diyor! Durun bakalım!..
Hadi len oradan! Balyoz mu kaldı ortada.. İddia mı kaldı, hepsi paçavraya döndü... Hala bu düşüncenin peşine takılanlara siz birşeyler deyiverin!
Cemaat, Balyoz’da ceza verecek zirciri başından tepeye kadar kurdu. AKP’nin de desteğiyle! Adli tıbbından tutun bilirkişisine, polisine, emniyetine, savcısına, mahkemesine... ve Yargıtay’ın o ünlü dairesine kadar. Zincir’de hiç bir kopukluk olmaması sağlandı. Ama AKP herşeyden haberdardı ve “ben savcısıyım” diyen Başbakan ve adamları her türlü desteği verdi. Dani Rodrik dünkü söyleşide bunu açıkça ifade etti.
 Özkök mü bana dedi, ben mi ona: “Eğer iktidar gerçekten bu sahteliklerden haberdar değilse, bizi yıllardır aptallar yönetiyor demektir”..
Ama bakıyorum da hiç biri aptal değil, zekâ bakımından maşallahları bile var!

--23 Haziran 2014 Pazartesi / Bilim ve Siyaset- Orhan Bursalı

Tip Fakülteleri Üzerine 4 Katkı

 Bu hafta köşemi, iki okur/bilim insanımızdan gelen ve tıp fakülteleri konusunu tartışan mektuplarına bırakıyorum..

***
TIP FAKÜLTELERİMİZ
Sayın Bursalı, Kanada Tıp eğitimi ile ilgili duyumları okurlarınızla paylaştınız. Birçok insanımızın biraz da gıpta ile izlediğini sanıyorum. Buradan hareketle bizdeki durumu da sizinle paylaşmak istedim.
30 yılı aşkın tarihi olan ve ülkemizin ilk 10 tıp fakültesinden biri, mezun olduğum, kurumumuza yaklaşık 20 yıldır da değişik seviyelerde araştırma görevlisi ve öğretim üyesi olarak hizmet vermekteyim. Kurulduğu dönemde 130-140 öğrencinin merkezi sınavla girdiği fakültemizin fiziki ve akademik yapısı tabi ki gelişti. Fakat son 8-10 yılda öğrenci sayımız yeni yapılan amfilere karşın sığması olanaksız olan 300 rakamının üzerine çıktı. Büyük amfiler yetmezken küçük gurup derslerine girecek öğretim üyesi konusunda ciddi sorular oluşmaktadır.
Bir saptama daha yaparsak, sınav yine merkezi ve şaibelidir. Ayrıca tıp fakültelerine girerken de mülakât sınavı yoktur. Sayı ayrıca Türki Cumhuriyet, Afrika ya da yatay geçiş kontenjanları ile daha da şişirilmektedir. Üstelik, durumu bildiği halde, YÖK yönetimi “tıp fakültesine de çift tedrisat“ önerebilmektedir. Benim kurumumda değilse de ileri sınıflardaki uygulamalı eğitimin alanı olan üniversite hastanesinde, yatan hasta sayısından çok öğrencinin olduğu ender ülkelerden biriyizdir!
Sayının artırılması ile kalitenin de artacağını beklemek gibi, çağ dışı beklenti sanırım sadece bize özgü değildir. Hangi sistem uygulanırsa uygulansın bir fakültenin 2-3 yıl içinde kontenjanını 2 kat arttırmak hangi akılla açıklanabilir?
Tıp eğitimi, çok ciddi ve zahmetli, zor bir süreçtir. Öğrencisini eğitim döneminde yeterince donatamayan bir fakülte, onun mezuniyet sonrası beklentilerini karşılayamayan bir sistem. Buna ek olarak çalışanı ve eğiticisi olan hocalarının maddi, manevi doyumunu karşılamayan yönetimler. Bütün siyasi yatırımlarını da sistemin ürünü olan hekimlerin hizmeti ve sağlık sistemi üzerine kurgulamakta, sözel yatırımları ve marifetlerini bu bir yanı eksik politikalarla halka ulaştırmaya çalışmaktalar.
Üniversitelerin kan kaybı ortadadır. Hekimler coşkusunu da enerjisini de yitirmek üzeredir. Yeni hocaların yetişmediği, eğitimi ağırlaşan ve ürünü olan hekimleri, umutsuz ve mutsuz olan SAĞLIK sistemimiz ağır hastadır.
Bi dönem, üniversite sınavlarında “hiç olmazsa öğretmenlik“ yazılması gibi, eğitimi ciddiye almayan akıl tutulmasının yaşamıştık. O dönemin ürünü öğretmenlerimiz bugün sistemimizde, bizim çocuklarımızı eğitiyor. Yarın aynı mantıkla bize bakacak hekimleri yetiştiren bizler ve yönetim, bir an önce uyanmalı ve sistemi kaliteli olarak tekrar düzenlemelidir.
Üniversitelerin çekinik tavrı, çılgınca artan kontenjanlar ve genel mutsuzluk, tıp fakültelerinin daha uzun süre sorgulanabilecek durumu olarak özetlenebilir. Şu anda Avrupa ve Amerika ayarındaki hekim kalitemiz, unutulmasın ki eski beğenilmeyen sistemler ve köhne denilen düşüncelerin sonucunda oluştu. Günümüz tıp eğitiminin sonuçlarını düşünürken Kanada’nın tıp eğitimini bir teraziye koymak beni oldukça derin bir iç çekmeye itmektedir.

***
FEN BİLİMLERİ YOKEDİLİYOR

Sayın Bursalı,
Bildiğiniz gibi Türkiye'de temel bilimler, özellikle de biyoloji, fizik ve kimya kasıtlı olarak yok edilmek isteniyor. Çünkü temel bilimler alanında zayıf olan toplumlar düşünemezler, sorgulayamazlar ve muhakeme edemezler. Böyle toplumlar birilerinin istediği biçimde güdülebilir ve kullanılabilirler.
Son iki haftadır CBT'de yazdığınız sunuş yazılarınızda ABD ve Kanada'da tıp fakültelerinde okuyabilmek için gerekli ön koşullara katkı yapmak isterim. ABD'de sadece tıp fakülteleri için değil, diş hekimliği, eczacılık ve veterinerlik için de temel ön koşul 4 yıllık lisans eğitimidir. Bu alanları seçecek adayların büyük çoğunluğu da eğitimini özellikle biyoloji başta olmak üzere kimya ve fizik alanında tamamlamış olanlardır. Bu durumda ABD hem temel bilimler alanında oldukça önde bulunmakta, hem de düşünmeyi ve araştırmayı öğrenmiş olan insanlar daha sonra ister ve göze alabilirlerse, bu eğitimlerinin üzerine 4-6 yıl daha eğitim almak durumunda kalmaktadır.
Prof. Dr. Murat Özmen, İnönü Üniversitesi, Biyoloji Bölümü, ozmenmurat11@gmail.com
***
Katkılara teşekkür ederken, gelecek Cuma yeniden birlikte olacağız..

23 Haziran 2014 Pazartesi

Önceliklerim? İhsanoğlu'na Oy Verir miyim?

Çatı Adayı, Siyaset ve Taktik” yazıma e-posta olarak destek, ama gece sosyal medyadaki tartışmalarımızda ise daha çok “köstek” geldi.. Sert zılgıtlar da yedim! Acaba okurların büyük çoğunluğu ne düşünüyor diye merak ettiğimde, şöyle bir ipucu bulduğumu sanıyorum: Yazımın doğrudan okurlarca beğenilme ve twitter gibi sosyal medyada kullanıcılar tarafından dolaşıma sokulma sıklığı ile, karşı görüş bildirenlerin sayısı arasındaki ilişkiye baktığımda, büyük sessiz bir çoğunlukça destek gördüğünü söylemek mümkün.
CHP dışındaki sosyalist/sol ile CHP içindeki kesin görüşlüler, İhsanoğlu adının asla desteklenecek bir isim olmadığını açıkladılar. Aktif ve eylemci. Şüphesiz herkesin kendi oy vereceği adayı araması, istemesi normal.
Herkesin Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir önceliği olmasına saygı duyarım.
Kiminin önceliği şu: Sağlam Atatürkçü ve/veya solcu olsun.. Seçilip seçilmemesi önemli değil. Oy vereceği kişinin kimliği öncelik taşıyor... Burada sorun, Cumhurbaşkanı seçim yasasının bu çevreye bir aday gösterme olasılığını, 20 milletvekilinin önerisine bağlı kılması. Bence haksızlık bu. İnsanlar ilk turda olsa da, kendi iradelerini yansıtacakları bir adaya sahip olmaları gerekir.. belki mesela 100 bin imzayla desteklenmiş bir adayın seçime katılabilmesi... Bu kesim açıklanan muhalefet adayına oy de verme yanlısı olmadığı için, kendi sağlam oyları görme şansına sahip olabilirler ve oyları yükseltmenin siyasi olasılıkları üzerine kafa yorabilirlerdi!
Kiminin ise şu: Tamam, çatı adayı olsun, ama yine de Atatürkçü ve solcu olsun, eğer olmazsa, Atatürk ve sola yakın olsun, en azından karşıt olmasın; veya muhafazakar olacaksa bile siyasi bakımdan temiz olsun.. Ama İslami cephede yer almış bir adam kesinlikle olmasın..
***
Benim tutumuma gelince, daha net ortaya koyayım:
Önceliğim, Cumhurbaşkanlığı seçimini birinci dereceden etkilemek.. ve iktidarın çıkartacağı Cumhurbaşkanı adayının seçilmesini önlemek için sandıkta güçlü bir olasılık yaratılması... Eğer böyle bir noktada iseniz, kendi gönlünüzün arzuladığı bir aday aramazsınız.. İktidara karşı güçlü bir aday ortaya çıkartılmasını desteklersiniz.
Peki neden böyle bir tercih?
Çünkü, RTE’nin Türkiye’nin bütün anayasal ve yasal kurumları içinde, ve tüm Türkiye’de züccaciye dükkanına girmiş fil gibi hareketi, mutlak egemenliğe tırmanması, Anayasal kurumları her an yıkıp geçme kararlığı, Anayasayı sıfırlama çabası, ülkeyi bölmesi v e daha bir dizi ekonomik toplumsal ve siyasal nedenlerden dolayı, kendisine dur denilmesini öncelikli siyasal tercih haline getirdi... Kendisine bir çizgi atmanın en önemli aracı, sandık ve Cumhurbaşkanlığı seçimi...
İnsanların yeniden ülkesine güvenini tazelemesi ve siyaset olarak bir şeylerin değiştirilebileceğini görmesi gerekir.
Çatı Adaylığı önerisi, böyle bir şansı yaratıyor.  Çatı adaylığının paylaşılması da, muhalefet arasında acil bir uzaşma düşüncesinin ağırlık kazandığını ve ortak paydada birleştiğini gösteriyor.
Çatı adayı, çoğunluk oyunu alır mı bilemem, ama bir olasılıktır ve bu olasılığı yüksek bir düzeye çıkarmak, muhalefetin sorumluluğundadır.
Oy nedir? Bir siyasal araçtır, öncelikle.. Onu siyasi, taktik, stratejik olarak kullanırsınız, bir maniveladır. Bir durumu değiştirmek, onaylamak veya yepyeni bir durum yaratmak için kullanırsınız.. Oyuma öyle kutsallık falan atfetmem! Durmadan tercihimi de, siyasal ortama göre değiştiririm.. Bunun ötesinde bir anlamı bulunmuyor, Oy’umun!
***
2010’da şu saptamayı yapmıştım: “Gülen, AKP ile giderek yol ayrımına gelecektir! Kaderleri farklıdır ve herkes kendi kaderini kendi çizmektedir..” (Neden Şaşırıyorsunuz? 6 Haziran 2010). Bu gerçeği o an gördükten sonra, bütün dikkatimle 4 yıl boyunca bu çatışmaya yoğunlaştım, olması gerekiyordu. Eğer o zaman böyle bir seçim olabilseydi, oyumu, ikisini bir an önce çatıştıracak bir siyasete –ne olursa olursa- yöneltirdim! Öncelikli konumdu.
Bugün de, önceliğim, RTE ve AKP iktidarının iktidar gücünün sınırlandırılması, aşağı doğru gidişlerini net olarak ortaya koyacak yeni bir siyasal drumun ortaya çıkması..
***
CHP ve MHP’nin Çatı Adayı çıkartalım anlaşmasının siyasi nedeni şudur: Cumhurbaşkanlığı seçimini etkileyecek ve AKP’nin oyun alanını ve gücünü daraltacak bir siyasal eylem ortaya koymak.
İkisi ayrı ayrı aday çıkartsaydılar, şansları sıfırdı. Meydan, zaten tek başına bu olasılığı elinde tutan AKP’ye kalacaktı.
Çatı Adayı kararıyla, meydana ortak atlarını sürdüler. Sonraki adım, atlarına bindirecekleri süvariydi.
Benim için sürpriz oldu isim.. Ama dediğim gibi, önceliğim böyle bir adaylığın kararıydı.
Peki aday önemli değil mi? Evet, ama ilk önceliğinizi baptadıktan sonra, adayın adı ikinci derecede öneme düşer. Peki ikinci derece önem önemsiz mi? Değil tabii, benim de bazı çekincelerim var. Ama insanı, ailesi ile vurmaya kalkışmak yanlıştır. Siyasal ahlaka uymaz. Ekmeleddin İhsanoğlu, Utku Çakırözer’e ilk demecini verdi. Söyledikleri uygun. Utku başarılı bir gazetecilik yaptı.
Evet İslam dünyasından.. Ama İhsanoğlu’nu iktidardakilerin kopyası olarak nitelendiren yaklaşımları tamamen siyaset dışı görürüm. Gülen ile Erdoğan’ı, Erdoğan ile Gül’ü yapışık ikiz kardeşler ve birbirinin karbon kopyası görmek gibi..
İnsanın kimle hangi güçlerle birlikte hareket ettiği önemli bir karinedir aynı zamanda ve insanı önemli ölçüde değiştiricidir, önünde yeni bir sayfa açmasıdır.
Önemli olan Anayasa’ya işlerlik kazandırmak, herkesin, anayasanın kendisine verdiği yetki ve sorumluluğa sahip çıkmasıdır.
Anaasa Mahkemesi bu yolda.. Çankaya da bu yola girmelidir..
Oyumu verir miyim? Neden acele ediyorsunuz?!

---19 Haziran 2014 Perşembe / Bilim ve Siyaset- Orhan Bursalı