Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

31 Mart 2011 Perşembe

Savcı Öz Olayı: Gaz Alma/Denge Kurma


Ergenekon savcılığında yapılan değişiklikler, Erdoğan’ın, iç ve dış kamuoyunda oluşan büyük tepkilerin gazını alma girişimidir.. Çünkü Ergenekon davası, dengesiz bir şekilde hemen herkesi çarpmaya başlayan bir “salgın hastalık” niteliğine büründü! Öyle ki, son mahkeme kararı, İmamın Ordusu kitap taslağını bulunduranı bile, ergenekon üyeliğiyle suçlama noktasına vardı! (Kitap, Dokunan Yanar başlığıyla internetten onbinlerce kişiye ulaştı!)
Üstüne üstlük, bu kez “cemaatçi olmayan” ilahiyatçılara ulaştılar!
İktidar ve adamlarının bu “ölçüsüz” pervasızlığı, önce Türkiye’de, sonra da dünyada tsunami tepki dalgaları yarattı!
Bankacılar Birliği Başkanı Ersin Özince bile, Babacan’ın “bankacılara polisiye” önlemler tehdidine, gazetecilerin alınması gibi mi, yanıtını vermesi, Ergenekonun artık komik duruma düştüğünün göstergesiydi!
Başka neyin göstergesi? Türkiye’nin öyle sıradan bir İslam ülkesi olmadığının, büyük demokratik kazançlarının olduğunun, bu ölçüsüz/edepsiz saldırılara karşı bir direncin ve bağışıklığın oluştuğunun, ve Ergenekonun artık tamamen cıvığının çıktığının!
İşte bu noktada, önce Cemaatçi olduğu ileri sürülen, operasyonların başındaki polis şefi kızağa çekildi; ardından da Ergenekon savcılığına balans ayarı yapıldı!
***
Saptamaları sıralayalım:
Ergenekon davasının simge adı savcı Zekeriya Öz’dür... Ergenekon davası siyasidir.. Davanın arkasında bizzat Tayyip Bey vardır. Ergenekon davası, ABD onayıyla yürütülmektedir... Vikiliks belgelerine göre de, Büyükanıt ile Başbakan arasındaki, içeriği nin mezara götürülmesi üzerine yemin edilen “tarihi görüşme” sonrasında, Ordu üzerinde operasyon başlamıştır.
ABD, özellikle Birinci Irak operasyonuna 2003 yılında Genelkurmay’ın hayır demesi ile, Ordu’nun ipini çekmiştir. Çuval, bunun tepe noktasıdır. AKP’nin, tam tasfiyeci bir cesaretle Ordu’nun üzerine gitmesi, ABD’nin desteği sayesindedir.
Bütün bu süreç içinde, Cemaatin adamlarına da, “temizlikçi” rolü verilmiştir. Bunu hakkıyla bşarmaktadırlar. Her türlü bilgi belge sahtekarlığında da usta oldukları ve CİA desteği de aldıkları açık bir olgu olarak ortaya çıkmıştır.
Bugün, Türkan Saylan ve Çağdaş Yaşam üzerindeki komploda olsun, Odatv baskını ve gazetecilerin tutuklanmasında olsun, kitap imhasında olsun, bunlara sözde hukuki zemin oluşturan uyduruk belgelerin en kararlı tek savunucusu olarak ortada Cemaatin medyası kalmıştır: Başta Zaman ve Samanyolu!
Böylece son komploların esas sahibi de belli olmuştur!
Zeten iktidar ortaklarının gazetelerine baktığımızda, AKP ile Cemaatin biraz ayrıştığını gözlemliyoruz.
***
Erdoğan, her ne kadar gözükara görünse de, bu gözükaralığı desteksiz değildir. En büyük desteği ABD ve Avrupa’dan alıyordu. Tabii, büyük medya desteği ile içeride yaratılan “Ergenekon inanç kamuoyu”ndan! Öyle ki, bizde bazı avukatlar bile, bu inancın bir parçası olmuşlardır!
Oysa, kamuoyunun bir mutlak parçası olmaktansa, iddialar karşısında bilimsel şüpheci bir tavırla mesafeli ve anlama çabası içinde kalmak, her zaman daha doğrudur!
Ergenekon, belki de tamamen çökecek, veya üç beş generalin “darbe tartışmasına” indirgenecek, bazı yasadışılıklar cezalandırılacak..
Bugünkü inanç sahiplerinin o zamanki halini çok merak ederim!
Bugün gelinen noktada, kamuoyunda Ergenekon’a olan inançta bir çöküş yaşanıyor!
Operasyon, bu kez, ilahiyatçı profesörlere yönelince, Ergenekon’un bir salgın hastalık gbi yaygınlaştırıldığı, ayan beyan ortaya çıktı!
Bu ilahiyatçıların hiç biri cemaat yanlısı değildir, bazılarının Cemaat görüşlerine tamamen karşı oldukları biliniyor. Zekeriya Beyaz’ın üstelik Cemaat ve Saidi Nursi üzerine yazdığı kitabın belgelerine el konulmuştur! İmamın Ordusu, olayı ile ne benzerlik!
Şahin Filiz’e gelince, sahte inançlara ve sahte din yorumlarına karşı mücadele eden ciddi bir bilim insanıdır! Kuran’da baş örtmenin ne yeri olduğunu ne de bu konunun büyük günahlar arasında yer aldığını göstermiştir!
***
Erdoğan, kamuoyunda davanın çöküşünü ve tepkilerin dirence dönüşüğünü görmektedir. Kamuoyu algısına önem veren biridir. Cemaatın çıkarları ve zorlamaları, partisine zarar vermeye yönelmiştir... Bu gelişmeye, üç hafta önceki yazıda (Bir Analiz Denemesi, 6 Mart 2011) işaret etmiştik.
Polis-Savcılık-Mahkeme zinciri, kopmaz bir şekilde inşa edilmişti. İlk iki halkada zayıflama oldu.. Önce polis şefi, şimdi de Savcılık!
Beklenen, mahkeme ayağının da, siyasi iradedeki bu gelişmelerden gerekli uyarıyı almasıdır!
--31 Mart 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

29 Mart 2011 Salı

TÜSİAD ve Anayasa: Atatürk, Başkent, Türkçe, Laiklik, Sosyal, ülkeyi bölen kavramlar oldu


TÜSİAD, düşündüğü yeni Anayasa’nın “5 ilkesini”, siparişi verdiği akdemisyenlerle açıkladı! Her ne kadar Başkanları, önerilere büyük tepkiler karşısında geri adım atsa ve “bizim de eleştirilerimiz var bunlar akademisyenlerin görüşü” dese de, ilk gün metin arkasındaki güçlü duruşları, hiç de öyle bir izlenim vermemişti!
Ayrıca öğrendik ki, “eşbaşkanlar” Prof. Ergun Özbudun ve Prof. Turgut Tarhanlı imzasıyla sunulan metin, bu ilkeleri saptama çalışmasına katılan diğer 20 akademisyeni hiç bağlamıyormuş! Yani, diğer 20 akademisyen, sadece görüş belirtmişler yapılan “yuvarlak masa” toplantılarında! İki “eşbaşkan” da, görüşleri almış, evirmiş, çevirmiş ve bu önerileri ortaya çıkarmışlar..
Umarım 20 Akademisyenin çoğunda tuhaf duygular uyandırmamıştır bu açıklama! Bu arada öğreniyoruz ki, açıklanan raporu, TÜSİAD yönetimi bile okummış önceden! Yönetim, rapora tepkilerden sıyrılmaya çalışıyor, çevir kazı yanmasın!
Ama Başkanın sevgili eşi Cem Boyner, raporun açıklandığı gün yaptığı koınuşmada “eğer yönetim, hocaların arkasında duramayacaksa, bu konuyla hiç uğraşmaylım” demişti!
***
Metin iddialı: Tarihi bağlamda Türkiye’nin “üç bölenini” –kimlikler, din ve vicdan özgürlüğü, kuvvetler ayrılığı– “3 birleştiren”e dönüştürmek.  
Bu amaçla da, hiç bir ideoloji, hiç bir ekonomik model önerisi içermeyecek; hiç bir millete, tarihe, olguya gönderme yapmayacak.. hiç bir değişmez hükmü olmayacak...
İçinde, pek çok imza atılacak düşünce olmasına rağmen, sunuş özü ve ruhu itibariyle gökten inme!
Bu karakteriyle, ülkede olabilecek her türlü değişime, her türlü biçime ve öze, bukalemun gibi uyum sağlayacak, veya olabilecek herşeye fırsat verecek ve olur diyecek bir ruhla karşı karşıyayız!
Böyle bir anayasa her türlü ayrılığı, kılıfına uydurulmuş her türlü rejimi de öngörebilir, halkı ve çıkarlarını savunacak bütün temel ilkelerden mahrum bırakır..
Görüldüğü kadarıyla tamamen “liberal” ilkeler ortaya konuyor.. Liberalizmin ata düşüncesi de “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”dir!
***
TÜSİAD’ın “anayasa ilkeleri”, değiştirilemez tek madde öngörüyor: Cumhuriyet!
Laik, demokratik, sosyal ve hukuk devleti kavramlarını atıyor veya gereksiz görüyor (Kardeşim, bu maddeler tartışma çıkartıyor ve bölücülük yaptırıyor!!!)
Veya, iyi mi kötü bilemeyeceğim bir niyetle, bu kavramların artık zaten değiştirilemezlik kazandıklarını; ülke, siyaset ve toplumsal kültür olarak içselleştirildiklerini de düşünmüş olabilirler: “Bunları koymaya ne gerek var! Biz öyle demokratik, öyle sosyal ve öyle bir hukuk devleti olduk ki, yedi düvel örnek olarak bizi alabilir!” 
Ne demişti eski İçişleri Bakanı: “Basın özgürlüğünde Amerika’dan öndeyiz!
Demek ki, demokrasi, sosyal ve hukuk alanlarında da alıp başımızı gitmişiz! Eşbaşkanlar, bunu bize haber veriyor olabilirler, teşekkür ederiz!
Tek tehlikede olan ve bu açıdan sadece değiştirilemez ilke olarak öngörülen ise, ülkenin ve devletin Cumhuriyet niteliği! Çünkü kapı arkasında kralcılar, padişahlar ve artıkları, Cumhuriyeti yıkmak için bekleşmekteler!!!
Sosyal devlet olmaktan çıkartılarak, ülke, patronların ve siyasal yardakçılarının istedikleri gibi at koşturdukları ve milletin ensesinde boza  pişirdikleri bir niteliğe dönüşecek?
Devlet ve ülke için öngörülen salt “işverenlerin çıkar ekonomisi”!
Hadi bakalım yut şu hapı!
***
TÜSİAD ve adamları, Anayasa’da “diken” olabilecek herşeyi ayıklıyor!
“Toplumu bölen”, Mesela Atatürk! Birileri, meselâ Cemaat/AKP iktidarı ile yardakçıları utanmaz tarihçiler ve bazı Prof.’lar, dahası Avrupalı / Amerikalı emperyalistler, Atatürk’ü kötülüyor, ülke tarihinden silmeye çalışıyor. Bir rezil, “Atatürk döneminde Türkiye geri gitmiştir” bile demişti! Bu kervan içinde rol alan, çeşitli açılardan Atatürk’ü silmeye azmetmiş, onlarca türevi var ortalıkta...
Anayasacılar baktılar ki bu düşünce iktidarda, ve bazıları “Atatürkü ülkeyi bölen” olarak kabul ediyor.. O halde, Atatürk de Anayasa da olmamalı! Başkent te, Türkçe de!
Öyle bir Anayasa ilkeler bütünlüğü ki, “hangi ulus, hangi devlet, hangi tarih” ile ilgili olduğu belli olmasın.
Renksiz, kokusuz, herhangi bir ülke için de geçerli!
O sözünü ettikleri, evrensel bir anaysa hazırladık, cümlesindeki “Evrensellik” de, daha çok buradan ileri gelse gerek!
----
Not: Adnan Polat ve adamları, kendi şirketinin bütçesi ile, Galatasaray’da yaptığı gibi oynayabilir mi? Onmilyonlarca Avro öde, onlarca futbolcu al işe yaramasınlar, antrenör değiştir durmadan.. Tazminatlar öde.. Bir kamuya ait kurumun, herkesin kendi kasasından, kendi şirketinden, kendi bütçesinden çok daha önemli ve değerli olduğunu, karar alır ve para harcarken en az hata ile kurumun enüst yararının düşünülmesi gerektiğini ne zaman öğreneceğiz? Polat’ın, gelecek yıl yüzde yüz, kesin şampiyonuz, lafı da tam bir işgüzarlıktı! Böyle bir şey nasıl olabilir! Bence gitmeyi çoktan hakketti! Üstelik iktidarlar karşısında boynu eğik olacakları için, işadamları kulübün yönetimine gelmemeli!
28 Mart 2011 / Bilim ve Siyaset –  Cumhuriyet

Başüstüne Paşam! (İktidar, Demokrasi ve Faşizm Tartışması)


Bizi geçmiş yönetir. Özellikle içinde bulunduğumuz toplumsal / siyasal koşulları anlamak için, kıyaslama yapabileceğimiz şey, geçmişten edindiğimiz deneyimlerdir. Bu deneyimler, hele standartlaştırılmış, ölçeklendirilmiş, kriterler haline getirilmiş ise, onları bugünü anlamak için kullanırız..
Mesela bugün Türkiye’de yaşadığımızın “rejim”i (yönetim biçimini) isimlendirmeye kalksak.. Genellikle geçmişten aldığımız deneyimleri kullanırız.. Birileri bu bir faşizm diyecektir..  Elimizdeki “cetvel”e bakacağız: “Hayır, uymuyor!”  Çünkü faşizm, tarihsel bir kategoridir!..  Ama, despotluklara, askeri diktatörlüklere de, benzer sonuçlar doğurduğu için faşizm/faşist denmiştir, denmektedir..
Şüphesiz hepsi arasında derece farklılığı, sadece nicelik değil nitelik farklılıkları da vardır!
Faşizm, şüphesiz özel bir tarihsel kategoridir!
Ama onun yerini, çeşitli düzeylerde despotluklar almıştır..
Özünde, bütün despotluklar diktatörlüktür; baskı ve insan hak ve özgürlüklerini çiğnemektir; polis devletçiliği, keyfi hukuk ve yargılamalar, devletin ve sistemin bütün güçlerine ideolojik olarak egemen olmaktır ve bunları siyasal ve ideolojik amacına uygun olarak kullanmaktır.
Günümüzde insan hakları ve özgürlükleri açısından gelinen evrensel aşamada, “eskinin faşistleri”ni de faşizmini de bulamazsınız!
Bu “kategoriler” biraz kılık değiştirmiş, biraz yumuşamış ve farklılaşmıştır..
***
Bu konuya nereden girdim?
Ertuğrul Özkök, Nuray Mert gibi bu konuda “duyarlı” yazarların, Türkiye’ye bakarak, “faşizm”den bahsedemeyeceğimiz konusundaki ortak yargısı...
Şüphesiz “Türkiye’de iktidar faşisttir”, epey abartılı bir yargı olur..
Ancak her zaman “süreçlerin” önemsenmesi gerektiğini düşünürüm!
Nereye gidiyoruz?
Temel soru budur...
İktidarın politikaları bizi nereye götürüyor?
Ergenekon davası yöntemleriyle geldiğimiz ve gittiğimiz yol açık seçiktir!
Kitap imha noktasındayız..
Suçsuz insanların belirsiz süreler için içeriye tıkıldığı, suç atfedilen insanların da toplam 10 yıl içeride tutulabileceği bir dönemdeyiz..
Medya üzerindeki baskılar, patronlar üzerindeki baskılar, sosyalistler üzerindeki baskılar, düşünceler üzerindeki baskılar...
Hatta CHP üzerine kurulan tezgahlar ve komplolar!
Bir yoketme mantığı çalışıyor!
Bütün bunlar hiç bir şey anlatmıyor mu, veya neler anlatıyor bize?
***
Nuray Mert, Başbakanın danışmanı veya epey ölçüde “kafasının içi” diyebileceğimiz kişinin, polis gücüyle ileri demokratik düzene doğru ilerlediğimizi vazettiği yazısına dikkat çekti!
Bu bile nereye geldiğimizin ve nereye ilerlediğimizin berrak bir dille açıklanmasıdır!
Peki, The Economist’in yaptığı “demokrasi skalası”nda ülkelerin yerini belirlediği araştırma, dikkate alınamayack türden midir?
Orada “otoriter rejimler” arasındaki yerimiz anlamsız mıdır?
Bu gidişatın başında Başbakanın bizzat kendisi vardır!
Kitap imhası için ne dedi: “Demek ki her araştırma yeni bir araştırmayı, yeni bir müdahaleyi getiriyor ve yargı da buna göre adımlarını atıyor. Yani bunun yürütme olarak bizimle ilgili bir yanı yok... Bunları yargı ortaya çıkartıyor.. yani “neler oluyormuş bu ülkede”, bu soruyu bir de kendimize sorsak çok daha isbetli olur diye düşünüyorum..” (Hürriyet, 26 Mart 2011)
Yani, “kafanızı kitaba falan takmayın, neler ortaya çıkıyor, bunlarla ilgilenin!” diyor..
Başüstüne Paşam!
----
Not: 1) Cumhuriyet Kadınları Derneği, Başkanları Şenal Sarıhan’ı CHP Milletvekili adayı olarak Meclis’e göndermek istiyorlar.. Şansı açık olsun. 2) Ziraat Mühendisi Ümmühani Gül Göçük de Adana’dan aday adaylığını koydu, başarılar..  3) Ömer Kaymakçalan, Tübitak Marmara Araştırmalar Merkezi eski Müdürü de, İstanbul 1. Bölgeden milletvekili için aday adaylığını koydu. Ona da başarılar dilerim.
Not 2) Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Odatv’ye verdiği ödülü, hangi baskılarla, korkularla ve hangi siyasilerin/avukatların tavsiyesi ile askıya aldı, bilmiyoruz. Yönetim bir açıklama yapmalıdır.. Üyesi olduğum Cemiyet, “Balyoz CD”lerini savcılığa servis eden bir müsait kişiye de gazetecilik ödülü vermişti. Bu CD’lerde “suç olabilecek” 11 nolusunun tamamen sahtekar CD olduğu ortaya çıktı! Bu ödülü de askıya almayı düşünüyor mu?
--28 Mart 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

27 Mart 2011 Pazar

Aaaa! İnanamıyorum!

Herşey güllük gülistanlık giderken... bu da nereden çıktı! Çoook şaşkınım! Bu devirde kitap mı imha edilir, hele hele henüz yazılmamış bir kitabı yoketmek de neyin nesi... Ortaçağda mıyız? Hitler bile henüz yazılmamış kitap imha etmemişti!.. Pes..
Lale Mansur diyor ki “İnanılır gibi değil! Anlamakta güçlük çekiyorum!. Anlayan beri gelsin..”
Adalet Ağaoğlu: “Şaşkınlıktan şaşkınlığa düştüm.. henüz basılmamış kitap.. Düşünce özgürlüğünü aşan rezalet..”
Hale Soygazi: “Yeni bir kitap yakma biçimi, kabul edilemez ve endişe verici..”
Ve daha pek çok ünlü, AKP ve yandaşlarının yarattığı büyük tsunamiye kapılan evet ama yetmez diyerek iktidara destek veren bahtı karalar, şimdi, ne oluyor, diye soruyor! Anlamak isterlerse, referanduma hayır diyenlerin itirazlarını, geri dönüp bir kez okurlar mı, bilmem!
Konum onlar değil, herkes kendi tarihini, düşünce tarihini, duruş tarihini kendi yazar..
Meselem, kimsenin kafasına bir şey kakmak da değil..
***
Kabul edemediğim şu:
SIRA BİR KİTABIN PEŞİNE DÜŞÜLMEYE GELİNCE, HERKESİN AYAĞA KALKIYOR OLMASI!
Vicdanımdan yükselen sesi dillendiriyorum sessizce, yine de hepinizin affına sığınarak!
Gazeteciler içeride olabilir. Yazarlar yıllarca içeride tutulabilirler. Erkenekon savcısı, polisi, mahkemesi tutuklamışsa, vardır bir bildikleri! Olmadığı için açıklanamayan deliller suça kanıt gösterilebilir. Odatv zaten muhalefet yeteneğiyle, mahkemelerdeki delilleri mıncıklamasıyla, Ergekenon davasını sulandırmakla bazı iktidar/cemaat ve yandaşlarına karşı sert polemikleriyle, çoktaaan içeriye tıkılmayı hakketmişti! Eh, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in Odatv ve Ergenekon bağlantısı ve suç örgütü üyeliği biraz mide bulandırsa da, hukuk sonuçta haklıyı haksızı ortaya çıkartacaktır, biraz yargılamayı lütfen hızlandırsınlar artık.. Ahmet ve Nedim, hepsinden farklı, Ergenekoncu olamazlar, sapına kadar gazeteci, kalıbımızı basarız (ben de ob!)... Ama gerisi hepsi Ergenekoncu!
Tamam hepsini anlayabiliriz, de şu kitabın imhasını anlayamıyoruz!
***
İçimden kusmak geliyor! En kutsal inek kitap! İnsanların hayatlarının savrulması, haksızlıklar, kurulan tuzaklar filan hiç önemli değil!
Düşünün bakalım, kitap neden insandan önemli muamelesi görmeye başladı, bir sorgulama aracı oldu! (Hiç de, “insan düşünme ve araştırma tembelidir, ancak çok somut bir şey görürse, kafasına dank eder”.. veya “eee kitap bu, buna da karşı çıkmazsam, artık çevreye ayıp olur” demek istemiyorum.)
Şüphesiz herkesin olan biteni anlayabilecek bir “kaynama noktası” (çan çalması) vardır, olayın kitap imhasına yönelmesi, onlar için bir zirve yapmış olabilir, ne diyebiliriz ki.. 
Ama onlardan bir sürü iktidar aşığı, kitap imhası operasyonunu, doğrular içinde bir işgüzarın yanlışı olarak görüyor.. HCemal bile, şaşkın ördek rolüne büründü! Bazı yeminli inançlı yandaşlar, her şey doğru, ama kitap yanlış, veya herşey doğru ama Şık ve Şener yanlış, herşey doğru ama... biçiminde biri dizi ama’ı kendilerine şemsiye yapıyor.
Ben şaşırdım mı? Doğrusu, işi bir cadı avına vardırabilecek bir aptallık durumu yaratabileceklerini düşünmemiştim; kapasite yetersizliğime verin. Artık büyük bir yapabilirlik yeteneklerini teslim ediyorum!

NE OLDUĞUNU SÖYLEYELİM: SENARYO MU GERÇEK Mİ?
Lale'ye, Hale'ye, Adalet'e...
Ergenekon kazanının altına ve içine, yeni yakıt atmak, ateşi harlandırmak gerekiyordu!
Komplo, Odatv üzerinde kuruldu! (Aslında en uygunlardan bir kısmı ABD’de yaşayan Dani Rodrik ve Pınar Doğan’dır! Tüm Balyoz sahtekarlığını ortaya çıkarttılar! Ama Ergenekoncuların -davayı yaratanlar yani- elleri onlara uzanamaz...)
Hanefi Avcı’nın, Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabı, belki de, komplonun hazırlanmasında “ateşleyici” oldu! Bu kitabın basımında apansız yakalanmışlardı! Kitap müthiş bir etki yaptı! Emniyet ve diğer kurumlaardki Cemaat belgelendi. Avcı, derdest edildi, kırkyılın muhafazakar polis müdürü, Devrimci Karargah üyesi bile yapıldı.. Çeşitli bhnelerle, sanırım 3 tutuklama kelepçesi bileklerine geçirildi! Kazara birinden beraat ederse serbest kalmasın diye!..
Avcı olayı karşısında vicdansızlığımızı sorgulayalım! Kitabı imhada geç kaldılar, ama yazarını imha ettiler! Ama önemli olan kitabı imha etmemektir değil mi -: , yazarı ise edebilirsin!? Avcı olayın ruhunda aslında kitap imha edilmişti! Avcı, kitabı yazmasaydı, Eskişehir Emniyet müdürüydü!
Odatv komplosunda, kazanı harlatacak kimseler, belgeler hazırdı. Pek çok liberal – yandaş vb de zaten Odatv’ye ateş püskürüyordu. Odatv’ye konacak bir “Ulusal Medya 2010” uyduruk belgesi ile de, Odatv’ciler Ergenekon örgütünün talimatlarını yerine getiren örgüt üyeleri olacaktı.. Medyadaki sürüsepet papağanlar ve maşalar da derhal harekete geçirilirdi..
Odatv’nin içine CHP de atılırdı (bir “albenili’ ajan kadını işe katarak). Ahmet Şık’ın İmamın Ordusu kitabı zaten ele geçirilmişti! O ve kitabı Odatv terör örgütü ile ilişkilendirilirdi... Kitap da örgüt belgesi olarak damgalanarak imha edilirdi!
Yetmedi: Kitabı örgüt belgesi yapınca, ona el süren herkes herkesin de canına okunurdu!
***
Lale, Adalet, Hale ve diğer saygıdeğer dostlarımız, arkadaşlarımız, hayran olduklarımız..
Bu gerçekleşen “senaryo” sizlere uyuyuyor mu?!
Yoksa bu, bir senaryodan çok, gerçekler mi?
---27 Mart 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Sağlık Çalışanları’ndan Güçlü bir Tepki



İtirazları yabana atılır gibi değildi! “Medyadan biri”ni bulunca eleştirileri arka arkaya geldi! Onlara sadece “mesajınızı aldım” diyebildim.. Çok naziktiler!.. Önceki Cuma günü Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 14 Mart Tıp Bayramı Haftası kapsamında “Türkiye’de Siyaset ve Bilim” başlıklı konuşmaya davetliydim. Eleştiriler, soru yanıt kısmında geldi. Şöyle diyorlardı:
“13 Mart’ta Türk Tabipler Birliği ve 16 sağlık örgütü “Çok Ses Tek Yürek” Mitingi Ankara’da gerçekleştirildi… Aynı gün ise Basına Özgürlük Platformu’nun mitingi İstanbul’da. Dolayısıyla bizim çok önem verdiğimiz Ankara mitingi gölgede kaldı, medyada fazla yer bulmadı ve sesimizi yeterince duyuramadık. Neden basın kuruluşları bizimle aynı gün gösterisini düzenledi?”
Herhalde “herkes kendi meselesine odaklanmıştı” demek gerekir.. Ama 30 bin kadar sağlık çalışanı, öğrencisi, uzmanı, profesörü, doçenti, yardımcı doçenti, sağlık işçisinin Ankara’daki görkemli gösterisi, sağlık ve tıp alanında yaşanılanlara güçlü bir yanıttı. Büyük kentlerden yüzlerce otobüs Ankara’ya taşıdı sağlık çalışanlarını.. İktidarın, tarafların hiç görüşünü almadan, kendine oy getirecek bütün düzenlemelerine ve tek yanlı yaptırımlarına karşı güçlü bir ses Ankara’da yankılandı! Önemli olan hem üniversite hem hastane çalışanlarının kararlılıklarını göstermesi ve bunu sürdürmesidir.

İSTANBUL VE TARİHE ÇANAK ÇÖMLEK BAKIŞI
Başbakan’ın, Marmaray Projesini, inşa sırasında ortaya çıkan bazı “çanak-çömlek”lerin geciktirdiği biçimindeki suçlaması, büyük bir “kültür talihsizliği”dir!.. Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanlığı yapmıştır üstelik! İstanbul bütünüyle bir “çanak çömlek”tir! Yani tarihtir, uygarlıktır! 350 yıllık bir geçmişe sahiptir! Avrupa’nın en eski kentidir, görkemlidir bu nedenle!
Marmaray kazılarında bulunanlar, Başbakana göre “çanak çömlek”ler, kentin tarihini hem değiştirmiş hem de zenginleştirmiştir! Belediye Başkanlığı yapmış ama bunun bilincine varamamış bir Başbakanımızın olması üzücüdür!
Yok mu danışmanları arasında Başbakan’ı ayrıntılı bigilendirecek birileri! Yoksa onların hepsi “polemik metinleri” yazmaktan başlarını kaşıyacak zaman mı bulamıyorlar?
Arkeolog Nezih Başgelen Marmaray kazılarının kente ve Türkiye’ye neler kazandırdığının envanterini çıkarttı!
Bu metnin ülkeyi yönetenlere iletilmesi ricasıyla..

JAPONYA: BİLANÇO AZAP VERİCİ
Japonya’nın deprem ve tsunami bilançosu: 20 bine yakın insan kaybı acısı ve 250 milyar dolar kadar yeniden inşa masrafı! Tsunami, bütün Japonya’yı mahvetti!
Geride, hem Japonya hem de bütün dünya için sonuçlarının ne olacağını kestiremediğimiz nükleer santrallar kaldı!
Aykut Göker, nükleer santralların elektrik işlerini yöneten Tepko şirketini ve bu şirketin nükleer santrala ilişkin yanlışlarını ve hatalarını yazıyor.. Biliyorsunuz, soğutma sistemlerinin tamamen devre dışı kalmasına neden, esas olarak, elektrik sisteminin çöp olması!
Sonuç: Elektrik yönetimi, özel sektöre bırakılamayacak kadar önemli!
Ana yazımız ise, nükleer santralları soru yanıtlarla herkesin anlayabileceği bir dille ele alıyor...
İyi okumalar...
--25 Mart, 2011, CBT gündem, sayı 1243

24 Mart 2011 Perşembe

Vahşi Kurt Sürüsü


Bir sürü edepsiz ülke, dünyanın en güçlü silah ve ordularına sahip ahlaksızlar takımı, küçücük bir ülkenin tepesine çöktü...
Mesele önce Libya’da halkın bir diktatöre karşı mücadelesiydi... Ancak tarihsel yağmacı İngilizlerin hemen “isyancıların” arkasında olduğu, kısa sürede ortaya çıktı. İngilizlerin seçkin paraşütçüleri bir çiftlikte ele geçirildi! İngilizler Kuzey Afrika çöllerinden Anadolu ve Irak’a kadarki bölgeden, askeri anlamda ne zaman eksik oldular ki!
Anlaşılan epey barışçı başlayan Libya’daki sivil gösteri, vahşi kurt sürüsünün aldığı koku ve silahlı kışkırtması ile iç savaşa dönüştürüldü; ardından da, “halkı korumak” bahanesiyle BM’den karar çıkartıldı.. Sarkozy adındaki kurtbaşının en yağlı parçayı koparmak için öncü saldırısı başladı; kurulan “kurtlar koalisyonu” şimdi küçücük bir ülkeyi parçalara ayırıyor!
Olacak şey değil! Sonu belli bir saldırının muzaffer komutanları olarak göğüslerinde böyle bir kahramanlık utanç madalyası takacaklar, rezil ahlaklarıyla ortalıkta demokrasi ve insan hakları cakası satacaklar! Batı demokrasisi, giderek ahlaksızlar yönetimine dönüşmektedir.
 Mesele artık, Libya’da halkın daha çok özgürlük ve demokrasi isteği meşru isteğini çok aşmış ve bir emperyalist saldırıya dönüşmüştür... (Hayret ki CHP bile bu durumu meşru görebiliyor! )
***
Kaddafi haklıdır; Haçlı Seferi saptamasını, nitekim Fransız İç işleri Bakanı Claude Geagant da doğrulamaktadır: Evet bu bir Haçlı Seferi’dir ve öncülüğünü de Fransa yapmaktadır!
Emperyalist saldırı ile Batı, İslam dünyası üzerindeki ekonomik ve siyasi egemenliğini şimdi “demokratik sistem” uydurukluğuyla sürdürmenin pozisyonunu almıştır. Bu ülkelerde kurulacak demokrasiler, uzun yıllar uyduruk kalacaklardır; dahası belki de bazıları hiç demokrasiye ulaşamayacaklardır bile; demokrasiler, tarihsel bir sürecin sonunda ortaya çıkmış yönetim biçimleridir.. Hiç bir zaman “kurduk” demekle kurulmamışlardır!
İslam ülkeleri, Batıya bağımlı, kukla başkanlar sistemiyle onyıllarca yönetildi, ama Batının sömürgeleri, yoksul ve parçalanmış olmaktan kurtulamadılar...
Şimdi yine uyduruk bir demokrasi rejimiyle, (çünkü zamanın ruhu!), yine batı egemenliği altında, yine yoksul ve parçalanmış olarak, onyıllarca daha yönetilecekleri yeni bir zaman başlangıcına – tüneline girmektedirler!
***
Hristiyan Batı ve İslam Ortadoğu, iki kültür arasındaki bu bin yıllık tarihsel farklılığın, bu kadar gerçek bir olgu olabileceğine hiç bir zaman inanmamıştım! Ama 10 yıldır Avrupa’nın vurguladığı “Hristiyan kültür” ve müslüman dünyaya yönelik Haçlı Seferi, bu olguyu doğruluyor!
 Bütün amaç, “Batı Hristiyan kültür”ün egemen kalması, sömürgeciliğini yani piyasalar üzerinde ekonomik üstünlüğünü sürdürmesidir.
Bunu gerçeleştirmek için kullanılan siyasi aletler, dönemin ruhuna göre değişebilir; bir zaman diktatörleri, uyduruk parlamentolu Başkanlık sistemlerini, darbeci askerleri kullanırlar.. Şimdi ise “demokrasi”yi, çoğulcu sistemleri kullanma zamanları!...
Çünkü bu zamanlar, İslam ülkelerinde insanların onyıllardır insan yerine konmamaya, baskıya, polis rejimine, işkenceye, yoksulluğa karşı ayaklanmasıyla, daha iyi bir hayat ve daha çok özgürlük istekleriyle örtüşmektedir! Batılı egemenlerin değirmeni şimdi böyle dönecektir!..
***
İslam dünyası, bilim, teknoloji ve düşün/felsefi alanda Batı karşısında üstünlükler zamanı yaşamıştı; bu çağ, 1100’lere kadar süren 300 yıllık Altın Çağ’dı; bu altın çağı diriltmeden, Batı hizmetkarı olmaktan kurtulamaz.
Ortaçağın “Haçlı Seferleri” ise, İslam Altın Çağının yıkılmasında önemli bir etken oldu! Haçlı Seferlerinin amaca ulaşmasıyla birlikte, Avrupa’nın yükselişi başladı; Batı müslüman dünyadan bilimi ve teknolojiyi aldı; bunları geliştirdi; coğrafi keşifleri yönetti ve rönesansı yaşadı. Bunları izleyen aydınlanma+sanayi devrimi+ bilimsel teknolojik devrim sayesinde bugünkü egemenlik konumunu kurdu...
İslam dünyası içinde oldu, elleri kolları çizmeleri ile..
Şimdi Batı Libya’ya acilen ve bir an önce ”demokrasi“ getirmelidir! Batı karşısında özgür davranan Kaddafi yerine, şimdi Libya’daki Aşiretlerden devşirilecek batı yanlısı Kaddafiler ile, Libya meselesini çözmek istemektedir.
Bu amaçla, Libya’nın üzerine Kurt sürüsü her yönden çökmüş durumdadır!

ÇANAK ÇÖMLEK KONUSU:
Yarınki Bilim ve Teknoloji’de, Başbakan’ın “İstanbul’da bulunan çanak çömlekler, Marmarayı üç yıl geciktirdi” anlayışına yanıt bir yazı bulacaksınız..
İstanbul’daki kazılarda, çanak çömlek değil, geçmişe ilişkin, İstanbul’un tarihini değiştiren, kenti ve ülkeyi zenginleştiren çok değerli “bilgiler” elde edildi!
Üstelik İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış bir Başbakanın bilime olan bu bakışı, “müslüman liderler”in ve ülkelerin çağımızda içinde bulundukları yoksul ve bağımlı durumlarının belirleyici bir nedenidir!..
  --24 Mart 2011 / Bilim ve Siyaset , Cumhuriyet

22 Mart 2011 Salı

Akkuyu, HES, Köprü.. Nerede Halkın İradesi


Öyle ya, madem milletin iradesini sözde “tapar halde” seviyorsunuz, o halde:
Nükleer Santrali neden halka sormuyorsunuz?
Bazı HES’leri, özellikle Karadeniz’dekileri... Rizelilerin Trabzonluların çığlıklarını duymuyor musunuz? Neden orada yaşayan milleti, alacağınız kararlara ortak etmiyorsunuz, onlara sormuyorsunuz?
İstanbul’a üçüncü köprü üzerinde büyük tartışma var! İstanbulluların, kendi gelecekleri ve yazgıları konusunda düşüncelerini dikkate almamak, “millet iradesi” inancınıza uyuyor mu?
***
Örnek olarak nükleer santrali ele alalım. Bakın,
* hem nükleer santraller üzerinde dünyada yeni bir tartışma başladı; durum açıklığa kavuşuncaya kadar projeler ve inşatlar askıya alındı;
* hem, Mersin Akkuyu’nun santral izni tartışmalı, yanıbaşındaki Ecemiş Fayı üzerinde yeterli çalışma yapılmamış, bilinmeyen pek çok yönü var.. Bu nedenle de nükleer santralin maruz kalacağı (Anadolu’dan ve Akdeniz’den) deprem ve tsunami riskleri bilinmiyor, bunların hiç biri hesap edilmemiş..
* hem, bu santralin kaça çıkacağının hesabını milletin önüne koymamışsınız. 20 milyar dolara mı çıkacak, 30 milyara mı? Yoksa 40 milyarı bulacak mı? Bu paralar AKP iktidarının cebinden çıkmayacak! Milleti, 10 yıl sonrası için büyük bir borca sokuyorsunuz, elektriği çok daha pahalıya mal edeceksiniz, ülke sanayisinin rekabet edebilirliğine şimdiden ambargo koyuyorsunuz..
* hem de bu santralin Türkiye’ye hiç bir teknoloji de kazandırmayacağı, ayrıca işletmesini de Rusların yapacağı açık seçik.. Yeni iş alanları yaratmayacak, yaratacakları da inşaat işleridir, oysa bizim ekonomiye hemen ileri teknolojik kapnaklar yaratmamız gerekir...
***
 Bunlardan, gelin Ecemiş fayını ele alalım.. Fay üzerinde bazı bilgiler var. Fakat yanıbaşında nükleer santral projelendirildiği için, bu bilgiler yüzeysel kaldı! Pek çok deprembilimci, fay konusunda farklı bilgilere sahip!
Haluk Eyidoğan’a sordum: Tartışmalı bir fay bölgesi. En son ne zaman aktif olmuş, yani deprem üretmiş, bilinmiyor! Fay bölgesini dikine kesen hendekler açılıp, son 5- 10 bin yıl içinde depremler olmuş mu, olmuşsa ne büyüklükte, bunların tarihlemesi yapılmamış..
Fayın Akdeniz’in içine doğru uzadığını söyleyen var.. Ama denizde sismik çalışma yapılmamış, deniz teknolojisi ile çalışılmamış; ayrıca son 30 yılda fay modellemeleri konusunda o kadar çok gelişme oldu ki, bunların hepsinin Akkuyu bölgesinde uygulanması gerekir.
Sonra, Akdeniz’deki deprem ve yanardağ hareketlerinin nükleer santral üzerinde yaratacağı tsunami risklerini ortaya çıkarmak zorundasınız..
Akkuyu’nun depremsellik açısından tam bir röntgenini çekmeden, oraya santral inşa edemezsiniz!
Bu iddialı bir söz gibi gelebilir size, hayır değil, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın bu konuda yönergeleri var!
Yunanistan’ın Akkuyu’ya itirazını okudunuz! Doğru bir itirazdır, santralin doğa riskleri üzerinde ayrıntılı bütün çalışmaları yapmak zorundasınız.
Çünkü tehlikeler, bütün bölge ve dünya içindir! Hiç bir iktidar keyfi olarak “ben yaptım oldu” biçiminde atom santrali inşa edemez...
Akkuyu, Akdeniz sahilinde ilk nükleer santral planıdır!
Haritadan gördüğüm kadarıyla, Fransa’nın bütün atom santralları içeridedir..
İsrail’in silah amaçlı atom santralleri çölde!
Türkiye’nin Akdeniz gibi turizm sahillerinde atom santrali planlaması ise, turizm ve gelecek açısından, zerre kadar zeki yönü olmayan bir karardır!
Akkuyu, bütünüyle saydamlaşmalı, bu verilerden sonra ancak Akkuyu’yu tartışabiliriz!...
***
Gelelim yine millet iradesine!
AKP ve Erdoğan, millet iradesi diye tepiniyor, ama, bugüne kadar millet iradesine başvurdukları tek bir konu yok!
Diyeceksiniz ki, işte Anayasa referandumları var ya! Güldürmeyin! Güçleri yetseydi, bütün yasa değişikliklerini mecliste yaparlardı!
AKP’nin ilk yıllarına gidin.. Müthiş bir katılımcı parti propagandası ile karşılaşacaksınız!
Ciddi bir konuda, bir tane, mostralık bir katılımcı icraat bulamazsınız! Hepsi “ben yaptım oldu” cinsindendir...
Yani, içi boş bir sandık demokrasisi partisidir AKP...
--
POLİTİKA NOTU: CHP ile sorunu olan politikacıların neredeyse hepsi, soluğu Zaman gazetesinde alıyor! Gazete de onları manşetlere çıkartıyor!
---- 22 Mart 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

21 Mart 2011 Pazartesi

Diktatörrrr! (Libya: Taraf Tutmanın Ağırlığı)


Karmaşık küresel ilişkiler bütününde “doğruya yakın” olan nedir? Bir tavır belirleyebilmek için “en az yanlış”ı ararsınız. Mesela dış politikacıların çoğuna göre, Ankara hemen Batı Kampı’nın yanında yer almalıydı! Ama iktidar ise fırsatçıydı, Kaddafi’nin uluslararası “emperyalist güçler”ce gönderileceğinin kesinliğini görünce, “galipler safında”, yer tuttu: “Libya pazarımızı kaptıramayız!”
Küresel karmaşıklıkta doğrular ile yanlışlar, daha doğrusu iyiler ile kötüler sık sık bir arada! En iyisi durumu anlamaya çalışmak..
***
Sondan başlayalım: Libya lideri Kaddafi diktatör! Batı şimdi oraya demokrasi getirecek, bu nedenle ayaklanan halkı savunmalı ve “diktatörün halkı öldürmesi engellenmeli!” Ya!!!
Bakıyorsunuz, gerekçeler vb Irak’ın işgali ile bire bir örtüşüyor! Orada da acımasız bir Saddam vardı, halkını öldürecekti, o uluslararası bir zehirdi!
O günkü “müdahale cephesi” ile bugünkü cephe aynı güçler! ABD başta, Fransız, İngiliz, Kanadalılar...
Bu “müdahale ekibi”, o zaman da Ankara’dan Irak’a müdahale için “izin” almıştı; bu iktidar, Irak’ın işgaline gerekli her türlü kolaylığı göstermişti; bugün de Libya’nın işgaline gösteriyor!
Peki bu “müdahaleciler”, onyıllardır demokratik hak ve özgürlükler nedir tanımayan halkların ve insanlığın kurtuluşuna adanmış “ahlaklı”, “namuslu” küresel bir güç mü?
Libya’ya “demokrasi” ve “insan hakları” götürmek için savaş uçaklarını ilk havalandıran Fransa ve liderine bakıyorsunuz.. Ülkesinde Kuzey Afrikalılara karşı savaş açmış, ırkçılığı körüklemiş birisi! Tunus diktatörünün kankası! Aynı ekip ve ABD, 1 milyon Iraklının öldürülmesinden sorumlu! En büyük savaş ahlaksızlığını işlemişler! Ama, Suudi hanedanlığı dostları, Bahreyn’e ordusunu göndermesine seslerini çıkartmıyorlar! Çünkü orada ayaklananlar Şii! (İran faktörü)
Kaddafi ise ötedenberi “yokedilmesi” gereken bir güç.. Uçak kaçırtmış ve 300 kadar insanın öldürülmesi olayının içinde.. Uyumsuz birisi!! Arap ülkeleri arasında da sevilmiyor, ayrıca “İsrail Düşmanı”.
Yani “katli vacip!”
Bu terim sadece “dini içerik” taşımıyor, görüldüğü gibi dinli dinsiz-emperyalist bir içeriğe de sahip!
***
Arap / İslam ülkelerinde halk hoşnutsuz. İlk yaygın demokratik halk ayaklanması yaşanıyor..  İnsanlar, “insan yerine” konmak istiyorlar! Uluslararası iklim, bu demokratik isyanı destekliyor. Şüphesiz ki bu ayaklanmalar özünde “devrimci”dir. Kötü ve özgürlük düşmanı bir polis devletini/ yönetim biçimini değiştirmeye yöneliktir! Bu anlamda demokratiktir.
Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesi, şüphesiz halkların direnişinin başarısıdır. Bu başarı ile, “Batı’nın buradan çıkar elde”si, farklı şeylerdir. Batının yönlendirme girişimlerine bakarak, halkların direnişini devrimci görmemek, yanlıştır.. Mısır ve Tunuslular, kazanç hanelerine (tarihlerine) büyük bir artı koymuşlardır!
Libya biraz daha farklıdır. Orası, daha önce de belirttiğim gibi, bir “Kabileler Ülkesi”. Ama ne zararı var! Diğer kabileler yönetimden önemli ölçüde dışlanmışsa, yine de isyan demokratik karakterdedir: Bir hanedanlığın diktatörlüğü yıkılmak isteniyor! İç savaş koşulları var, ama bir halk kırımı söz konusu mu bilmiyorum. Bu daha çok Kadadafi’den kurtulmak için isteyenlerin “müdahale gerekçesi..”!
Gerekçeyi güçlendirmek için, manşetlerde “diktatörrrrr” var! Kaddafi’nin bütün kötülüklerini sayıp dökmenin tam zamanıdır!
***
İki ucu kötü olan değneyin ortasından tutmak çözüm değildir! Salladıkça ortalığı batırırsınız! Olguları anlamak ise, daha önemlidir! Kaddafi’nin “Haçlı Seferi” suçlamasını da yabana atamazsınız!.. Eğer bu Haçlı Seferi tanımlamasına biraz sempatik yaklaşırsanız, Haçlı Seferi’ni müslüman ülkelerin de desteklemesini, ilginç bir tarihi raslantı olarak bulabilirsiniz!?
Bize gelince: Tarihi biz yazmıyoruz, ama içindeyiz ve etkilemeye çalışıyoruz..
***
Durumdan ise iki önemli sonuç çıkartabiliriz. Orta vadeli gerçek şudur: “Batı”, İslam ülkelerine tamamen kendi denetimlerinde ve kendi anlayışlarına uygun, istedikleri gibi çekip çevirecekleri bir “demokratik rejim/sistem/düşünce” dayatıyor...
İkincisi ise, rejimlerin/diktatörlerin/ otoriter veya otokratların, bugünün dünyasında yeri yoktur!
Güçlü olan halklardır!
Bu da “bizimkilerin kulağına küpe” olur mu, bilemeyiz! Ama küpeyi genellikle tarihin ve halkların kendileri takıyor!
Ne demiştik burada: İslam devrimleri Türkiye için bir umuttur!
Yani: Türkiye’de otokratik rüyaların bir geleceği yoktur!
---21 Mart 2011/ Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Medya, iktidar ve Sapla Saman:Katliamcı Medya!

Gazetecilere Özgürlük Platformu (92 meslek örgütü) 4. büyük yürüyüşüyle, iktidarın ve emri altındaki polis ve yargının gazeteciler üzerindeki sansürleyici ve özgürlükleri yokedici baskılarını protesto etti. Gazetecilere özgürlük sesleri, bu kez Ankara’da yankılandı! Başbakan’ın kulaklarında yankılanmış mıdır “özgürlük” sesleri? Dünya duyuyor, ama o duymuyor mu?
Başbakan ne demişti: Cezaevinde gazetecilikleri nedeniyle yatan kimse yok.. Hepsi, ya  Anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak ya silahlı terör örgütüne üye olmak…tan yatıyor..
Başbakan’a en etkili ve doğru yanıt, dışarıdaki bizlerden değil, haksızlığı ve isyanı bütün ruhuyla yaşayan içerideki Mustafa (Balbay)’dan gelmişti.
Sayın başbakan, eğer iddianamede yazılı suçlamalar doğrudan insanlara yaftalancaksa, siz şiir okuduğunuz için yargılanmadınız. 1998’de hazırlanan iddianameye görehalkı ve ırk farklılığı gözeterek,  açıkça kin ve düşmanlığa tahrik etmek”ten yargılandınız… (Ne şiirdi ama!! “Minareler süngümüz..” Toplumdaki bugünkü derin yarılma ve bölünme olgusu, Başbakan’ın bu şiire olan inancı ve bu şiirin politik ürünü olabilir mi!?)
Ve bu suçtan üstelik 10 ay hapse makum oldu Başbakan. Yani sabıka aldı.. Silivriye tıkılan gazetecilerin ise kesinleşmiş hiç bir hükmü yok…
Acaba Mustafa’nın mektubu, Başbakan’a iletildi mi, yoksa “yüreği sızlar ve gerçeği görür, üzülür” düşüncesiyle ondan gizlendi mi?
O mektubu okumalı!
***
Soruşturma aşamasında olan bilgileri medyada yaymak suçtur. Bu genellikle bilinir. Bunu göze alan gazeteciler ve gazeteler hakkında dava açılır. Olağan dönemlerde bu davaların sayısı azdır..
Türkiye üç yıldır toplumsal bir Ergenekon (ve Balyoz) medya terörü yaşıyor. Polis+savcılık+iktidar+yandaş medya marifetiyle, hazırlık aşamasındaki bütün veriler ortalığa döküldü. İktidar medyası bütün toplumu bombardıman etti!  Insanlar “kesin suçlu” yapıldı. Darağaçlarında hepsi idam edildi! Telefon dinlemeleri veya telefonda dinlenmiş gibi sürü sepet ses kaydı, yine yandaş basınca servis edildi…
Bu çok yönlü “toplu suç işleme” eylemi sürüyor!
Sadece bu nedenle bazı medya ve mensupları hakkında 5000’i aşan dava açıldığı savı doğruysa, bu rakam aslında işlenen hukuk ve yasa katliamının boyutlarını, büyüklüğünü, hacmini gösteriyor.
Başka bir şeyi değil! Hele hele gazetecilik başarısını, hiç değil!
Çünkü bu yayınlar nedeniyle, insanlar öl(dürül)dü! Ergenekon’un kasası (“örgüt”e bir de muhasebeci gerekiyordu!) ilan edilen kırk parasız Okkır ve daha niceleri! Aynı şekilde, ülkemizin en başarılı rektörlerinden Fatih Hilmioğlu’nu ve Mehmet Haberal’ı da yoketmek istiyorlar! Onlar da, büyük hukuk katliamının kurbanları!
AKP, şimdi bu “toplu katliam” suçunu ortadan kaldırmak için, yasalarla oynuyor.. En çok kullandıkları adamı da milletvekili yaparak kurtaracaklar. Gazeteciliğin bir de böyle “gazetecilik olmayan” veya “haddini fersah fersah aşmış” boyutu var! Bu gazetecilik” yapmak mıdır, yoksa iktidarın programladığı bir “siyasi linç” politikasının uygulamasına, bilerek ve isteyerek katılmak mı?
Gazetecilik nedir, tamamen tartışmalıdır!
Eh ne yapalım, gazeteciler arasında bunların da olması normaldir, cebinde sarı basın kartı var..” bakışı kabul edilebilir midir?
Zaten, iktidar basını ve kalemlerinin, Gazetecilere Öçzgürlük Platformu’nun eylemlerine karşı aldıkları utanç verici tavırlarına, yazıp çizdiklerine bakacak olursak, “gazetecilik nedir” konusunda, birbiriyle taban tabana zıt farklı görüşlerin varlığı net olarak ortadadır!
Sapla samanı ayırmak gerekir!
***
Bu arada, iktidar Meclis’de başka bir “medya oyunu” daha oynuyor: Yasadışı dinlemeleri ebedileştirecek ve insanların bütün özel hayatının deşifre edilmesini sağlayacak yasa değişikliği: “Dinlemeler bir yerde yayınlanmışsa, herkes alıp yayınlayabilir!”
İnsanların bütün özel hayatını sergilemek artık yasal hale getirilmek isteniyor!
İktidar, “nasılsa seçimleri garanti alacağım, dört yıl daha hepsinin canına okurum” diye düşünüyor! Nasıl bir dört yıllık iktidar dönemi daha planladıkları açık seçik ortada!
---20 Mart 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet