Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

DOĞAN KUBAN YAZILARI





NNN

Halka Dayanmak

Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir.”
 Bu Cumhuriyet’in mottosu ve çağdaş devletin de temelidir. Bütün çağdaş demokrasilerin ulaşmak istedikleri son nokta budur. 600 yıllık kul devletine karşı ülkesi işgal edilmiş Türk toplumunun tarihi tepkisinin varmak istediği amaçtır. 

Doğan Kuban


Çağdaş dünya, insanın bir takım koşullarla başka bir insan otoritesine bağlı olmasını kabul etmeyen bir dünyadır. Fakat bu ideal milyarların zorbaların kölesi olarak yaşamalarını henüz engellemedi. 
Cumhuriyet Motto’sunu çağdaş dille tekrarlarsak “Egemenlik hiç bir koşula bağlı olmadan ulusundur.” bu Türk insanının çağdaşlık andıdır. Cumhuriyetin dünya vizyonunun temelidir. Halk arasından seçilmişlerin görevlendirildiği yönetici sisteme hükümet diyoruz. Ödevi halka hizmet etmektir. Bu görevin yanlış anlaşılması pratikte halkın görev verdiği bir hizmet sisteminin, Osmanlı’dan kalan alışkanlıklar biraz da insanların doğasından kaynaklanan davranışlarla egemenliği çalması ile başlıyor. Bizim görev verdiğimiz hükümettir. Hükümet hükmeden demek. Fakat hükmettiği şey nedir? İnsan mı? Yoksa insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler mi?

SEÇİLEN YÖNETİCİ EGEMEN DEĞİLDİR

Asıl egemen halk olduğuna göre, yöneticinin görevi, kendisine tanrı tarafından verilen bir egemenlik statüsü değildir. Halkın ona verdiği bir görev ve gerektirdiği bir sorumluluktur. 
Bu onun her hangi bir kişiye egemen bir konumda olduğunu ifade etmez. Kişilerin yaşamlarını ilgilendiren genel ya da özel konularda sistemin çalışmasından sorumlu bir görevlidir. Kişiye baskı yapma hakkı yöneticilere verilmemiştir.
Bu bizim anayasamızın tanıdığı, çağdaş ve uygar bir insanlık anlaşmasıdır. Bir bakan, vatandaş olarak bir köylüden daha önemli bir değildir. Fakat toplumsal statüsü, kendisine değil, devlete karşı gösterilen saygı ve sevginin odağı olabilir. 
Bu bağlamda abartılı tutumların kökeni İmparatorluk geleneğinden kaynaklanır. Bu aşiret reisi, bey ya da sultan adını taşıyan tesadüfi yönetici ile halk arasında tesadüfi bir egemenlik durumudur. Bu gelişme sürecinde bir menfaat alışverişi sistemine dönüşmüş, kimi yöneticilere neredeyse tanrısal statüler kazandırmıştır. Çağdaş toplum bu statüleri ortadan kaldıran toplumlara deniyor. 
Kulluktan yeni çıkmış, dünya görgüsü sınırlı bir toplumda, bu statü cumhuriyetle ortadan kalkmıştır. Çünkü insan onurunun yaralayan ilkel bir durumdur.
Halkın mutlak egemenliği sorunu toplumların dünya bilgisi ve öğretim düzeyi, toplumsal gelişmesi ile orantılıdır. 

CUMHURİYET İLE GELEN
Cumhuriyet Türkiyesi yitik imparatorluğun harabesi üzerine, bazı deneyimlerin varlığı ile başladı. Batı ile buluşmağa çalışan bir geç Osmanlı yapısından Batıyı kesin örnek alan Cumhuriyet yapısına uzanan süre 18. Yüzyılda başladı. Türk halkı Cumhuriyete seçim, mebus, muhtar, hakim, savcı, öğretmen, vali, jandarma gibi hükümet kurumları temsilcilerini tanıyarak geldi. Cumhuriyet dönemi Ankara’da düzenlenen programlanan etkinliklerini yurt yüzeyine yaydı. Eğitim ve öğretimle ve büyük bir vatanseverlikle güçlendirdi, 
Seçimler Cumhuriyet ideolojisini pratiklerle yaygınlaştırdı. Anadolu-Rumeli halkı o dönemin hala sömürge rejimi altında yaşayan Müslüman ülkeleri halklarından çok farklıydı. Halk Tanzimattan bu yana, dünya ile bir şeyler paylaştığını biliyordu. Gerçi kul henüz vatandaş olmamıştı. Fakat ülkenin kalbi olan İstanbul’da Belediye, yeni öğretim kurumları, Avrupa üslubunda konut ve yapılar, 100.000 yabancı pasaportlu Avrupalı yaşıyordu. 
 Türkiye katı bir İslam toplumu değildi. Müslüman olmayanların sayısı Anadolu ve Rumelinin kent ve köylerinde çok büyük orandaydı. Bu birikim Osmanlı kozmopolit imparatorluğunun son yüzyılının mirasıdır. Biz 1950’den önce çağdaş bir hükümet yapısı ulusal ve laik bir devlet kurduk. 1938’de Mustafa Kemel Atatürk ölmeden önce Cumhuriyet bütün kurumları ve potansiyeli ile kurulmuştu. 

1950’DE BAŞLAYAN MANİPÜLASYON
Politik kavga 1950’den sonra Batı güdümlü islamcılık ideolojisinin manipülasyonu ile başladı, bugün de devam ediyor. Cumhuriyet bürokrasisinin gücünü kıran, yeni kurulan partilerin, Amerikan kaynaklı İslami toplum programlarını sisteme aşılamaları ile başladı. Bir ölçüde başarılı oldu. Bunun sonucu bugünkü durumdur. 
Ne var ki tüketim, teknoloji, küresel ekonomi ve çağdaş iletişim, Suudi Arabistan’da bile, Batının Müslümanları çekmeğe çalıştığı ilkel ideolojilerle uyuşmuyor. Bizde hükümetler dolaylı ve dolaysız olarak bu mücadelelere araç oldular. Birleşik Amerika ve Batının 150 yıllık Ortadoğu politikalarının piyonu olarak, bilinçli bilinçsiz çalıştılar. Fakat iletişim ve tüketim dünyası eski usul emperyalizmin belini kırdı. Teknoloji egemenliğinin Asya merkezli ortakları Batının gücünü sınırladılar. İletişim, yerli zorbalığın sınırını kısıtladı. 
Yine de bir yandan tüketim üzerinden haraç alan, öteyandan egemenliğini cehalet üzerine kuran hükümetler ile bu toplumları şimdi içinde bulundukları kaosa sürükledi. Teknolojik geri kalma örneğin hükümetin uzmanlık düşmanlığı, din vurgusunun politika aracı olarak kullanılması ve teknoloji müşteriliği ve eğitime din baskısı, toplumu çağdaşlıktan uzaklaştırıyor. hükümetlerin devlete yüklediği borcu ve onunla birlikte işsizliği en üst düzeylere yükseltiyor. 
Bu durum insanları kaygısız ve ahlaksız yapan bir faktör olarak toplumun belini büküyor. Keyfilik ve despotizm bunun hükümete yansıyan sonucudur. Kuşkusuz bu sonuçta toplumsal cehaletin olanak verdiği bilinçsizliğin de etkisi büyüktür. Bu yargılar benim kişisel yorumlarım değil, genelleştirilmiş nesnel gözlemlerdir. 
Bu durum, özet olarak, bir tarafta bütün kademeleri ile kazan kapaklarının, öteyanda halkın rahatsız olduğu, bir kavga ortamı yaratıyor. 

CAHİLİN BİLDİĞİ VE POLİTİKANIN DİN’İ
Sevgili Okuyucular, 
Toplum büyük bir kriz geçiriyor. Geleceğin tarihçileri toplumun belini büken çağdaşlık dışı cehaletin, dış kışkırtmalarla güçlenerek ve çağdaş medya ve reklamın teknik olarak gelişmiş yardımlarıyla toplumu uyutarak ya da afyonlayarak, nasıl bu sonuca ulaştığını bilimsel olarak kanıtlayacaklardır. 
 Gerçi bu sadece bize özgü değil, özellikle İslam Dünyasının hali. Her ülkede toplumun dokusuna ve dış etkilerin gücüne göre durum değişiyor. Milletvekili, müdür, başkan, polis, jandarma zorba ise halkın ‘adam sen de demesi’ doğaldır. Bu yozlaşmış demokraside uydurma imgeler icat ediliyor. Eski imgeler yeni amaçlarla kullanıyor: Rüşvet sosyal yardımla örtüşüyor; Yalan devlet sırrı ile örtüşüyor. Eğitimde gericilik demokrasi ile örtüşüyor. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet halkın egemenlik bilinci kazanması amacını güdüyordu. Bu bilinç Türk halkının çağdaş uygarlık düzeyine gelmesini sağlayacaktı. 
Neden olmadı? 
 Çağdaşlık imgenin yozlaştırılması yöntemi din düşmanlığı ile eşdeşleştirildi. Bu yöntem cahil halk üzerinde her zaman etkilidir. Çünkü cahilin bildiğini sandığı tek şey din. Aslında Türkiye bunu aşmıştır. 
Şimdi savaş cehalete ve uzun sürmüş bir beyin yıkamağa dayalı vurdum duymazlıkladır. Cehalet boş bir sav değil. Bir Osmanlı gerçeğidir. ‘Osmanlı olalım’ sözünün arkasında şu gerçekler var: 

OSMANLI OLALIM’IN ARKASINDAKİ GERÇEKLER
 *Avrupa’da ilk Üniversiteler 13. Yüzyılda; Osmanlı Türkiyesi’nde üniversite açma çabası Abdülmecit’le başlamış, 1896-1916 arasında 10 yıl çalışmış. Sonra Cumhuriyetle yenisi açılmış.
* Avrupa’da 1447-1500’dE (53 yıl) 30 000 kitap basılmış. Osmanlı Türkiyesi’nde 1728-1800 (72 yıl) 80 kitap basan sade bir matbaamız var.
Bugünkü Türkiye’nin hali, 15. yüzyılda daireyi kareleştirmeye çalışan Alman Kardinal Nicolas Cusa’nın savına benzer. Cusa felsefi olarak minimum la maximum arasında bir ilişki olduğu savını matematik olarak kanıtlamağa çalışıyordu. Bunun olanaksızlığı Ispatlanmıştır. 

 Olanaksız hayallerle halkı oyalamaktansa halka çağdaş gerçekleri ulaştırmak bir kutlu görevdir. Hayal kurmağı bıraksak ve Türkiyeyi kaostan çıkarmak için politikadan başka şeyler düşünsek. Örneğin dünya üniversiteleri içinde 500-600’ler arasına düşen ODTÜ ve İTÜ’yü eski düzeylerine getirmek için çaba sarfetsek! 

CBT sayı 1490  - 9 Ekim 2015





TÜRK TOPLUMU HOROZLAR AŞİRET

Geleceğimizin Kadınları

Gelecek kadınlara hak ettikleri toplumsal statüyü

 veren ülkelerin olacak!


Doğan Kuban


Türk toplumunun büyücek bir bölümü sadece erkekleri değil, kadınları da içeren bir dev aşiretten oluşuyor. Bugün bu ilkel ‘Horozlar Aşiretinin’ etkisini ortadan kaldırmak zorundayız. Eğitilmeleri zaman alacak. Ama toplumun doğal öğeleri olduklarını da unutmamak gerek. Fakat bu yazıyı, böyle düşünceleri anlamaları olanaksız, hala geçmişte yaşayan insanlar için yazmadım.
Çocukluğumda yıllarca köylerde, küçük kentlerde Anadolu’da yaşadım. Kimliğimin bir parçası orada oluştu. Kadının statüsünün ne olduğunu orada öğrendim. Türkiye’nin en gelişmemiş insanlarının en yaygın küfürü, hakaret ettiği insanın anasının …….la ilgilidir. Bu anaya hakaret etmekten çok, kadını bir cinsel alet olarak gören acınacak bir ilkellik ifadesidir. Gazetelere de yansır. Olumsuz ve olumlu yankısı güçlüdür.
Hiç olmazsa büyük kentlerde seks ağırlıklı hakaretlerden bir ölçüde kurtulduk, ama bu söylem sokaktan yetişenlerin jargonu olmakta devam ediyor. Erkek merkezli az gelişmiş bir dünyanın içinde yaşadığımızı unutmayalım. İktidar da hala onların elinde. Toplumun gelişmemişliği de, insanın beynine ulaşamayan dünya görüşünün, vücudun aşağısı ile ilişkisini koparmakta çektiği güçlükten kaynaklanıyor. Temelde bu, yaşamın tavuk, keçi, koyun, inek ve eşek üzerindeki deney ve gözlemlerinin biraz yontulmuş özetidir. Bunda şaşılacak bir taraf yok. Bu halkın %90’ı yarım yüzyıl öncesine kadar köylerde yaşıyordu.

ARAP GELENEĞİNDEN GEÇTİ
Bugüne uzanan kadın statüsü, Pagan Türk kökenli değildir. Müslüman olan Türklere geçmiş Arap geleneğidir. Göçer Türkler kadın ve erkek iş bölümüne dayalı daha eşitlikçi bir toplumda yaşıyorlardı.
Toplumda pek çok öğesi yaşayan, geçmiş bir değerler sistemi var. Örneğin ırz sadece kadında var. Dağa kaldırılıp ırzına geçilen kadındır. Öldürülen kadındır. Bu günlerde neden arttı? Çünkü Horoz Aşireti güçlendi. Savaşta erkekler öldürülür. Kadınların ırzına geçilir. Bu ilkel yargılar aşılmadan çağdaş uygarlığa ulaşılamaz.
 Aşiretin söylemi ve davranışları topluma egemen olursa ‘emancipé’ olmuş, yani, çağdaş özgürlüğüne kavuşmuş, okumuş ve toplumda erkekle eş bir toplumsal konuma erişmiş kadınların önümüze açtığı uygarlık yolunu izlemekte zorlanacağız. Oysa gelecek ona bağlı!
Gerçi çağdaş kültür de sekse kolunu kaptırmıştır. Penis hala erkeği temsil ediyor. Gözde bir simge. Bacaklarını gösteren kadın da en gözde reklam konusu. Fakat güya örnek aldığımız Batı toplumunda bunları dengeleyen bir bilgi birikimi, hoşgörülü bir yaşam felsefesi ve örgütlenmesi var.
Sözünü ettiğim ‘Horoz Aşireti’ Müslüman Türkün davranışlarıdır. Davranışlarımızda gelişmemişliğin olumsuz tortuları var. Bunun en acı sonuçlarını kadın yaşamında ve eğitiminde görüyoruz Bu sadece bir tahminden öte, mesleksel bir gözlem. Giderek artan kadın cinayetleri de Horoz Aşiret geleneğinin dengesini yitirdiğini gösteriyor.

ERKEK POLİTİKACILARIN PSİKOLOJİSİ İNCELENMELİ
Toplumun büyük bir bölümüne egemen olan ve kadına baskı ile başlayan bir zorbalık geleneği çağdaş dünya koşullarında deforme olursa yaşama nasıl yansır?
Kadına baskı geleneğinin politik yaşama yansımış gibi görünen bir görüntüsü var. Dış baskılar karşısında kolayca yön değiştiren bir politika. Dış odaklar hangi yönü gösterirlerse Türkiye o yöne boynunu uzatıyor. Suriye ve Kürt politikası bunun damgalı bir belgesi.
Kadınların erkekler karşısında eski çaresizlikleri azaldıkça, bunun erkek psikolojisini olumsuz etkilediği kesinlikle söylenebilir. Bu deformasyon politikaya da bir korku bileşeni getirir mi? Bunu uzmanlara bir sormalı! Fakat Türkiye’yi idare edenlerin düşünce yapısında giderek dejenere olmak zorunda kalan önyargılar ve eğilimler varsa bunun yaygınlığını ve toplum yaşamına etkilerini, istatistiklerle de besleyerek, irdelemek zorundayız. Görüntüler uygar toplum görüntüleri değildir. Ve uygar olmamakla çağ dışılık eş anlamlıdır.
Bu sadece kadın- erkek ilişkilerinde kalabilecek bir özellik değildir. Aslında Türkiye Horoz Aşireti aşamasını çoktan geçti. Okullarda, sokaklarda bütün iş alanlarında Osmanlı döneminin bütün nüfusundan fazla kadın çalışıyor. Türkiye’yi yönlendirenler arasındalar. Bu basit bir oran sorunu değil. Fakat geriye bağlı bu zincir bazı amaçlara ulaşmamızı engelliyor.
Sevgili Okuyucular,
Bu gözlemleri doğru değerlendirirsek uygarlığın alternatif tanımlarını da yapabiliriz. Kadın-erkek yarı yarıya bir toplumu oluşturuyor. (biyolojik bir gerçek!) Erkekler kadınları kısrak ve kadınlar da erkekleri aygır olarak görür , kimlikleri, akılları, yetenekleri, davranışları ve estetik duyarlıklarıyla değişik varlıklar olarak görebilseler ve insan toplumunu biyolojik olarak farklı fakat yaratıcı olarak eşit, birbiriyle ahenk içinde çalışan iki büyük varlık grubu olarak görseler, tıpkı akıllı ve mutlu bir evlilikte eşlerin seksüel kimliklerinin çok ötesinde gerçekleştirdikleri bir dostluk, akılsal ve entelektüel bütünlük olarak görseler, mutlu bir aile gibi mutlu toplumlar olabilir.

KADINLARIN YAŞAMA GETİRDİKLERİ
Gerçi en uygar toplumlarda bile kadın ve erkek arasındaki ilişkiler istediğimiz ya da hayal ettiğimiz kadar mükemmel değildir. Bu bağlamda insanların tümünün biyolojik ve psikolojik yapının sınırlarını aştığını söylemek zordur. Fakat kadınları iş yaşamına sadece bilgi ve yetenek değil, bir yumuşaklık, bir konfor, bir acıma ve şefkat getirdikleri, katı öğretimin, bürokrasinin sertliğini yumuşattıkları söylenebilir. Kadınların biyolojik ve geleneksel olarak insanlara daha iyi davrandıklarını düşünüyorum. Acıma duyguları daha gelişmiş. Yardım eğilimleri daha fazla.
Geçenlerde bir Kadın Belediye Başkanı ile görüştüm. Nezaketi, verdiği güven, yarattığı insani ortam sevinç verici idi. Bunlar onun kişisel özellikleri miydi? Bilmiyorum. Erkek gibi davranan kadınlar da var. Fakat bu soru düşüncemi değiştirmiyor.
Kadın ve erkek değişik varlıklardır. Birbirlerini tamamlarlar. Toplumun gerçek potansiyeli ikisi bağımsız ve eşit oldukları, işbirliği yaptıkları zaman ortaya çıkabilir. Çağımız bu potansiyelin farkına vardığı için tarihin en gelişmiş aşamasını temsil ediyor. Bunu anlayamamış İslam dünyası da onun için dünya sahnesinde sefilleri, zavallıları, en güçsüzleri temsil ediyor.
Gelecek toplumların yaşamını hayal etmek olanaksız. İnsanlığın kadın yarısı, erkek kadar aktif olduğu zaman nasıl bir mükemmellik yakalayacağımızı bilemem. Fakat öğretmenler, doktorlar, mimarlar, bilim adamları ve iş kadınları sahneye girdiklerinden bu yana dünyanın daha zengin ve güzel olduğunu, her alanda erkekle baş başa kadınlar yetiştiğini biliyorum. Bugün öğretimi, laboratuvarı, sanatı, mimariyi onlardan bağımsız düşünmek olanaklı değil. Artık politikayı, askeri, polisi bile onlardan uzak düşünmek olası değil. Çok etkili cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, millet vekilleri , belediye başkanları var. Üniversitede öğrencilerim arasında erkek ve kız öğrenciler arasında hiçbir fark olmadı.

DOĞA KADINI ÖNCÜ YARATTI
En ilkel ve saf hallerinde düşünseniz bile kadın yavrusunu karnında taşıyan, doğuran, emziren, büyüten ve yuvayı yapandır. Erkek kapıyı kollar. Yiyecek getirir. Getirmediği zaman kadın onu da sağlar. Doğa kadını yaşamda öncül olarak yaratmış. Fakat toplumsal örgütlenme de, ilk çağlardan başlayarak bir kavga var. Erkek de %10 bir kas farkına bağlı olarak kavga yapan olmuş.
İlk çağlardan başlayarak toplumun beslenme ve savunma gereksinimi erkeğin görevi olmuş. İnsan neslinin sürdürülmesi ise kadına bağlı. Çocuğu evde güvende büyüyecek.
Sevgili Okuyucular,
Teknoloji çağında kadının varlığı erkek kadar önemli. Belki biraz daha öncelikli. Sayıları ve akılları eşit. Horoz Aşiretinin tasfiyesi zaman içinde kendinden oluyor. Uygarlık bu aşamaya yakın!

Sorun Türkiye’nin değişmeye ne kadar yakın olduğu. Aydının sorumluluğu da burada!
CBT Sayı 1489, 2 Ekim 2015



***

TÜMEL DEĞİŞİM
Türkiye, çağdaş kurumlaşmayı gerçekleştirerek, bilimselleşerek kurtulabilir. 

Osmanlı, Abbasi Rönesansı’nın izleyicisi olmadı. Felsefe kapısı kapandı. Bu tutum Rönesans’ın Avrupa’ya getirdiği bilimsel, sanatsal ve felsefi olanakların dışında kalmalarına neden oldu... Bu sadece İmparatorluğunu yıkılmasıyla değil, bugün Türkiye’nin geri kalmış eğitimi, bilimi ve teknolojisinin de temel nedenidir.

Doğan Kuban
 İkinci Dünya Savaşından sonra, Batı’nın politik, kültürel ve ekonomik alanları kapsayan sistematik çabalarıyla, özellikle İslam ülkeleri büyük felaketlere uğradı. Dünyanın da boğazını sıkan, bütün insani ve ahlaki değerleri çöpe atan, paraya odaklanmış bir yaşam Türkiye’ye kültürel yozlaşma ve çöküntü getirdi. Gerçi dünya bütünüyle çürümez. Kesildikçe yeniden biten doğal bir dokusu var. Herkes namussuz da değil. Eğitimde, adalette ve ekonomide neredeyse çılgınlaşan toplumsal ve yönetsel davranışlar, toplumun yaşamını zorlaştırıyor.
Eğer tarihin yorumuna uzanan bir onarım söz konusu ise, buna Türk-İslam buluşması ile başlamak gerekir. Bunu dine karşı bir çıkış olarak da algılamamalı. Çünkü insanlık tarihinde dinden daha yaygın ve dayanıklı bir sosyal olgu yok. Kişinin dindar olup olmaması din olgusunun önemini azaltmaz.

TÜRK’ÜN İSLAM YORUMU FARKLI
İslam’ın bizim toplum için iki kökeni var: Kuran ve Türklerin içinden geçtikleri Türk diliyle yorumlanmış İslami doğmanın özümsenme süreci. Türkün İslam yorumu homojen değildir. Toplumlar okyanus adaları gibi yaşamıyor. Sadece kendi iç dinamikleri ile değil, dünya ile etkileşim sonucunda da değişiyorlar.
 Bunun en bilinen görüntülerinden biri, İslam kültürünün geri kalma nedenlerinin başında gelen, ve Bizans ikonoklast akımından aktarılmış resim yasağıdır. Abdülmecit devlet dairelerine resmini astırmak istediği zaman, şeriat yanlıları karşı çıkmışlardı. Bugün politikacılar duvarları, komünist diktatörler gibi, dev resimleriyle dolduruyorlar. Öte yandan din propagandası yapıyorlar. Heykel yıkıyor, dinozor heykelleri yapıyorlar.
Bunlar kültürün yozlaşma gösterileridir. Dini doğmayı değiştiren etkenlerin dışarıdan geldiğini gösterir. Batı etkisi bir bütün olarak girer. Pazardan sebze alır gibi, ‘bu iyi, bu kötü’ diye seçemezsiniz. Fotoğraf ve otomobil batı teknolojisinin eş zamanlı ürünleridir. ‘Otomobil isterim, ama resmimi çektirmem’ diyemezsiniz. Toplumun yozlaşması da aynı kökenlidir. Batı etkisi bir bütündür. Onun için güzel sanatlar okulu, konservatuar açılır, dersler İngilizce yapılır, Heykel ve resim sergileri olur. Gece gündüz her köşeden musiki yükselir. Futbol halkın yaşamını yönlendirir ama klasik batı musikisi yok gibidir. ‘Foto var, resim yok, hıyar heykeli var, insan heykeli yok’ çelişkili komedilerdir. Vitrinlerdeki çıplak alçı mankenleri ne yapacağız?
Oysa bir tablo ya da heykelin yılda on kişi öldüren Mercedes’ten daha zararlı olduğu söylenemez. Çağdaş uygarlık bağlamında bir heykel bir füzeden, bir musiki yapıtı atom bombasından daha önemlidir.
İthalat iyi ve kötü ayrımı yapmıyor. Sadece mal değil, düşünce ve imgeler de ithal ediyoruz. Sorun, silah müşterisi olmak yerine bilim ve sanat üretiminin ortağı olmaktır. Onları gelişmesine katılmaktır. İslam dünyasındaki ürkütücü çöküntünün kökü sadece kendimizde değil, İslam’ın cehaletini istismar eden Batıdadır.

 İSLAM KÜLTÜR TARİHİNİN İKİ AŞAMASI
İlk aşaması Avrupa Ortaçağına 12 yüzyıldan başlayarak etkili olan Rönesans’ın da bileşenlerinden biri olarak kabul edilen Abbasi dönemi İslam Rönesansı’dır. Bu gelişme Yunan, Hellenistik ve Roma kaynaklarının çevirisi üzerine kurulmuştur.
Erken İslam İran, Hellenistik Yakın Doğu ve Doğu Roma ülkelerini fethederek İslam inancını yaydığı dönemde gelişen kültürünü Yunan-Roma kültürüne dayamıştır. Bütün İslam fetihleri Hellenistik imparatorluklar, Roma İmparatorluğu ülkeleri ve Eski İran İmparatorluğunun topraklarıydı. Harunreşid ve Oğlu El-Memun’dan başlayarak Antik bilim ve felsefe yapıtları Arapçaya çevrilmiştir. Bu sistematik çeviri sayısı 900’den fazladır. Ortaçağ İslam kültürünün gerçek çizgisini gösterir.
9.-12. yüzyıllarda İslam bilim ve felsefesi gelişmiş, dünya bilim ve felsefe tarihine geçen Harezmi, El hazen, Farabi, İbni Sina, İbn Rüşt gibi düşünürler yetişmiş, yapıtları Latinceye çevrilerek İspanya’ya egemen olan İslam kanalı ile, Ortaçağdan başlayarak, 16. yüzyıla kadar Avrupa kültüründe etkili olmuştur.
İslam Tarihinin ikinci aşaması Türklerin İran ve giderek Yakındoğu fetihleri dönemidir. Karahanlıların ve Gaznelilerin Orta Asya’ya egemen olmalarından sonra Selçukluların 11. Yüzyıl ortalarından başlayarak Anadolu ve Yakındoğu fetihleri ve İran’da güçlenen Şiilik, Arap İslamı’nın, koyu bir dogmatizme dönmesine neden olmuş, bu da Abbasi döneminin Antik düşünceye açılımının sonu olmuştur.

İSTANBUL VE ARAP SÜNNİLİĞİ
Türkler Hoca Ahmet Yesevi’nin irşatlarıyla Müslüman olmağa başladıkları zaman Horasan Şii idi. Bektaşiler, Anadolu abdalları, Babai isyanlarını çıkaranlar Şiilikle Şamanizmi birbirine karıştıran Horasan kökenli bu Alevi tarikatları oldu. Hacı Bektaş Osmanlı döneminde en etkili Türkmen babası idi. Orhan Bey zamanında esir edilen çocuklarından ilk devşirme askerlerin ruhani lideri olarak Hacı Bektaş uygun bulunmuştu. Ertuğrul’un ailesi de Ahilerle ve Babailerle yakın ilişki içinde idiler. Onlar da Horasan kökenliydi. İran Selçuklularına karşı baş kaldıranlar, Şaman geleneğini sürdüren babalardı. Bunların etkisi Constantinopolis’in fethine kadar sürdü.
Cami ve medreselerden önce Osmanlı döneminde, Ahi zaviyeleri açıldı. Anadolu’da medrese, Konya Selçuklu egemen alanının temel yapısıdır. Fakat Batı Anadolu Türkmenlerin ana yapısı zaviyedir. Osmanlılarda ise Ahi zaviyesidir. Yıldırım döneminden başlayarak zaviyelerle birlikte Cami ve medreseler yapılmağa başlandı. Fetihten sonra ise zaviye yapısı ortadan kalktı. Fakat Yavuz Selim dönemine kadar Osmanlı ailesinin Bektaşilerle ilişkisi sürdü. Bu ilişkinin kopmasına neden olan Yavuz’la Şah İsmail arasındaki savaştır. İran etkisinde Şii Türkmenlere karşı Osmanlılar Arap Sünniliğini kendilerine destek aldılar. Böylece İstanbul Arap sünniliğinin önemli bir merkezi oldu.

OSMANLI, İSLAM RÖNESANSINI İZLEMEDİ
Osmanlı Abbasi döneminin Antikiteye açılımını ortadan kaldırdı. Osmanlı bilimi, Abbasi Rönesansı’nın izleyicisi olmadı. Felsefe kapısı kapandı. Bu tutum Rönesans’ın Avrupa’ya getirdiği bilimsel, sanatsal ve felsefi olanakların dışında kalmalarına neden oldu. Bu matbaanın bile Türkiye’ye girmesini 275 yıl erteledi. Bu sadece İmparatorluğunu yıkılmasıyla değil, bugün Türkiye’nin geri kalmış eğitimi, bilimi ve teknolojisinin de temel nedenidir.
İkinci Dünya Savaşından sonra Batının Ortadoğu politikaları, İslam dünyasıyla birlikte Türkiye’yi de Kurtuluş Savaşı sonrası çağdaşlık açılımını da, ve bugünkü kültürel ve politik kara çukura düşürmüştür. Bu 19. yüzyılda planlanmış bir sömürge statüsünün çağdaş versiyonu olabilir. Batı’nın eski sömürge taktiklerini incelmiş politikalarla sürdürmektedir.

İLKEL DÜŞÜNCE TEMELİNDE MİYİZ
Doğu Asya’nın kazandığı yeni küresel statü, Batı politikalarında değişiklik yapmış olsa da, Batının İslam politikası değişmemiştir. Eğer bu, son on beş yılda anlaşılamamış ise hala çok ilkel bir düşünce düzeyinde yaşadığımızın kanıtıdır. Durum halkın teknolojik oyuncaklarla aldatılmış olduğunu göstermektedir. Bu az gelişmiş toplum kültürünün açık göstergesidir.
Her yeniliği ithal ediyoruz. Halk kendine yeni oyuncak verilen çocuklar gibi bir süre oyalanıyor. Müslümanlar birbirlerini öldürüyor, Yeni İslam İmparatorluğu hayalleri kuruyorlar. Bütün İslam dünyası yeni İslam mücahitlerinin eline geçse, dünya karşısındaki statüleri daha mı güçlü olur? İsrail’i ortadan kaldırabilirler mi? Yoksa tümel olarak yeniden sömürge mi olurlar? İslam’ın gelişmemişliği cehalet, entelektüel cılızlık ve özgürlük yokluğu, parçalanmışlık ile ayakta tutulmaktadır. Hıristiyan Batının, İsrail’le birlik olarak uyguladığı strateji - ki bunun arkasında hala Ortaçağın Hıristiyan-İslam karşıtlığı kokusu alınır- sürüp gidiyor.
Türkiye kendini, toplum kültüründeki Ortaçağ kalıntısı kurumlara karşı çağdaş kurumlaşmayı gerçekleştirerek kurtarabilir. Bu, bilimselleşmektir. Bunu Uzakdoğu gerçekleştirdi. İslam dünyasında bu gerekliliği ilk anlayan Türkiye Cumhuriyeti idi. Çünkü o aşamaya 1923 de ulaşmıştık.
Hala şansımız var.
CBT Sayı 1488, 25 Eylül 2015


DÜNYADA TEMEL MESELE SÖMÜRÜ: YİYEN VE BAKAN

Zamane Aydınları ve Halk

Türkiye aydınlarının çağdaş dünya konusunda yeni uyananları ve uyandıklarını sananlar, 10-15 yıl kendilerini aldatıp yeniden uyandıklarında, son 10 yılda Türkiye’nin özgür bir demokratik yasaya tümüyle sırtını dönmüş bir ülkeye dönüştüğünün farkına vardı. O zaman liberalizm ve özgürlüğün soyut bir şey olmadığını ve despotizmin sade askerlere özgü bir davranış olmadığını, geç de olsa herhalde anladılar.

Doğan Kuban
  
Aslında olaylar asker ya da sivilden değil, halkın ortalama kültüründen kaynaklanıyor. Bu halkın tarihi doğru yazılırsa yüzyıllarca ithal düşünce ile yaşadığını, özgün düşünemeden kentlere dolduğunu herkes anlayacak. Tarihçilerimiz Osmanlı İmparatorluk tarihini doğru ve ayrıntılı yazdılar, ama Osmanlı halkının ve kültürünün doğru bir yorumu, bazı duyarlı ve entelektüel yazarların kitaplarındaki sayfalarda kaldı.
 Kentlere taşınmış, yarı kentleşmiş, giyimi kuşamı evi, çevresi ve dünyaya ilişkin hayaller kurup turistik gezilere çıkanlar kendilerini çağdaş uygarlığın ortağı olmuş sanıyor. Bu sonradan görme çağdaşların kültürel kaygısızlığı ise, ülkenin geleceği için çok ürkütücü. Bu halkla politik partiler arasında temel bir ayrılık yok.
Bu toplum, yeni iletişim teknolojisinin ekonomiyi de etkileyen yeni bilgilerin, aydınlanmalara ve davranışlara zorladığını, bugün yaşamını tehdit eden kaosun kendi cahil davranışlarından beslendiğini anlamakta zorluk çekiyor. Çelişkiler içindeki ülkede sosyal, ekonomik ve politik çöküşleri biraz hissedenler bunun, dünyada yaygın bir hastalık olsa da, Türkiye’ye özgü farklarını göz ardı ediyor. Ama dünyayı eleştirel bir gözle görmüyorlar. Kozmopolit karar merkezlerinin ve uluslararası menfaatlerin yönlendirdiği hareketlerin, evrensel coğrafyalarda yaratacağı çatlaklardan haberleri yok! Tek tepki, biraz daha duyarlı ve uyanık olanların ne olacak bu ülkenin hali tekerlemesi.
Sizin, bildiğinizi sandığınız ülke yok. Deve kuşu gibi kafanızı kuma gömseniz de davullar kapınızın önünde çalıyor. Eskimiş dünyanın bir çaresi yok, ha bugün ha yarın diye, dış savaş, ekonomik çöküntü hatta iç savaş sözü ediliyor. Yaşam aynı düzeyde devam ediyor ya da kimine öyle gözüküyor.

TÜRKLER BÜYÜK SÖMÜRGECİLİĞİN PROTO TİPLERİ
Türkler “biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar;” der. İki çocuktan biri çikolata yerken öteki yutkunarak bakarsa sonu kavga ile bitebilir. Bir aşiret ötekini esir alırsa ortada ölümcül bir kıyamet vardır. Asya göçerlerinin kahramanlık nişanları, kurdukları imparatorluklardır. Türkler büyük sömürgeci devletlerin prototipleridir. Çöl Arapları da öyledir. Biz fetih yaptık onlar cihat. Avrupalılar dünyada sömürge kurdular. Bir taraf yedi diğer taraf baktı. Başta ve sonda kıyamet vardı, şimdi sömürücüler yiyor, sömürülenler bakıyor ve kıyamet kopuyor.
Coğrafi koşullar, tarihi koşullar, toplumsal ilişkiler değişir, biri yer öteki bakar bu sonucun tanımıdır. Yiyen ve bakan önce kavga ederler, bu ilk kıyamettir. Daha sonra bakan ikinci kıyameti koparır, kıyametin sonucu belli değildir. Yiyen ve bakan aynı işi yapmaya devam eder. Dünya tarihi yiyen ve bakanı birlikte içerir. Bu karagöz ve Hacivat gibi iki kimlikten oluşur: sömüren, öldüren işkence eden zorba bir yandadır. Kurbanlar öte yanda. Gerçekte bunlar birbirlerinin komşularıdır.
Çağdaş uygarlık tarihi çok kısadır. İkinci Dünya Savaşından sonra başlar; galip, mağlup yenen yenilen; fatih, köle, aşiret reisi, köylü, sultan sayısız hikaye ve tiyatro var. Bu ön plandaki kavganın arkasında toplumların sanatı, kültürü, bilimi teknolojisi hatta uygarlığı gelişmiştir. Sonsuz ilişkiler içinde bu gelişme devam eder. Şiirler, felsefeler yazılır, resimler heykeller yapılır, musiki bestelenir. Fakat birileri yemeğe diğerleri bakmaya devam ederler.
1950’den sonra dünyada insanları eşit haklara sahip olarak gören bir aşamaya girdik. Düşünsel özgürlük, demokrasi çok moda oldu. Bu arada kapitalist sisteme bir şey olmadı. Sömürme ve sömürülme yasallaştı. Fakat hastalık çok nedenli bir insanlık hastalığı olarak uluslararası boyutlarda kanlı ve kansız devam ediyor. Bu hastalığa daha iyi çare bulan toplumlara uygar deniyor. Hastalığı kaosa dönüşenlere de az gelişmiş.

TEMEL MESELE SÖMÜRÜ: YİYEN VE BAKAN
Uygar denen toplumlar sömürüye kendi içlerinde daha kontrollü, dışlarında daha acımasız devam ediyorlar. Bu bir tarih teorisi değil. Bir gerçek gözlemi. Sömürü silah ya da uluslararası finans ile devam ediyor. Sonunda kahramanlar aynı: bir yiyen, bir de arada bir dayak yiyen de var. O şiirler, yapılan heykeller, resimler, dinler, felsefi düşünceler sonuna sahnenin iki oyuncusu değişmiyor. Yiyen ve bakan.
Bir orta Amerikalı diktatörü ABD besler. Afrikalı bir diktatörün, Belçikalı bir hamisi vardır. Daha küçük boyutlarda bir zorba valinin ya da polis müdürün üzerine politika gölgesi düşebilir. Dünyanın bütün coğrafyalarında ve tarihlerinde sonsuz örnek var. Dünyanın en tanınmış coğrafyacısı ve sosyal kuramcılarından biri olan David Harvey 2009’da Cosmopolitanism and the Georgraphies of freedom (kozmopolitiklik ve özgürlüğün coğrafyası) adlı kitabında, masada oturup dünyanın ürettiklerini tıkıştıranlarla masa etrafında dizilip onları seyredenler konusundaki tiyatronun küresel coğrafi yaygınlığını çok iyi anlatıyor.

BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU İLGİLENDİREN OLAYLAR
Sevgili Okuyucular.
Toplumu şekillendiren ve yönlendirenler politikacılar, gazeteler, beyin yıkama mekanizmaları; kendilerinden menkul medya allameleri değil. Çünkü düşüncelerinin ve söylemlerinin halka inen versiyonunu da yine kendileri yayıyor. Halkın vurdum duymaz, günlük rutini içinde yaşayanlar kimin ne dediğine pek kulak asmadan, sürü içgüdüsü içinde yaşarlar. Bu Ortega y Gasset’in dediği gibi, dünyanın en gelişmiş ülkelerinde de aynıdır.
Halkı uyandıran ve bir parça gözünü açan, kendi başına gelen, doğrudan malını canını alan olaylardır. Su baskınları, depremler, asker, polis şehitler, okullara giremeyen çocuklar, eşlerini öldüren yabani adamlar, pazar fiyatları, borçlar, işsizlik, gelecek... Kentleri ve imarın kargaşası, kentsel trafik, tüketim tutkusunu yerine getirememek, gelecek güvensizliği...
Aydınlanmak için başkalarını okuyup dinlemek gerekmiyor. Bunlar yaşamsal çevrenin kendine özgü evrensel hastalıkları. Toplum, doğuştan rahatsız bir insanın ruh haliyle, alışık olduğu hasta ortamda yaşıyor. Denizdeki balık gibi. Denizin üstünden haberi yok.
Akıl erdiremediğim, ülkeyi yöneten kimi sorumluların da benzer davranışlar göstermeleri. Bu bağlamda iktidar ve diğer partilerin bu halkın içinden çıktıkları ve onu temsil ettikleri mutlak bir gerçek. İktidarda olanların bundan kendilerine bir pay çıkarmaları da anlamsız. Çünkü diğer partiler de aynı. Tencerenin kapağı kendisinin. Tencere düşüp kapağını bulmadı. Kapak düşüp kirlenmiş ya da çamura bulanmış olsa bile kendi kapağı.
Dinci ile devrimci ya da özgürlükçü ya da milliyetçi arasında, sokaktakilerden daha duyarlı bir söylem henüz işitmedim. Fikirler hatta amaçlar farklı da olsa, tümünün çağdaş dünya konusundaki saflığını sergilemek açısından çok homojen. Partilerin bazı klişeleşmiş jargonları var. Orada, Günaydın, Aleyküm selam gibi sözcükler kullanılıyor. Fakat ‘bye bye’ ortak. Osmanlı döneminde de ‘bonjour’ vardı.
Bunları işittikçe bu toplumun yüzyıllar boyunca Doğudan ya da Batıdan, ithal ettikleriyle yaşayan geri kalmışlığının damgası gibi görüyorum. Aklı başında kalanlar, toplumun içine düştüğü bu vurdumduymazlıktan çok acı duyuyorlar. Sayıları az değil. Ama sesleri davul zurna kalabalığının çıkardığı sesi bastıramıyor.
Sonuçta halkın partileri. Ama demokrasi yokmuş. Ne gam!
Biz zaten çağdaş da uygar da olamadık. Sormağa devam edin!
CBT Sayı 1487, 18 Eylül 2015



***

Aydın, Entelektüel Olamadı

Güncel sözlükte ‘Aydınlanma’ İngilizce ‘Enlightment’ sözcüğü karşılığı kullanılıyor. Aydın ise iyi öğretim almış, bazen entelektüel, bazen de, aydın kafalı, ileri düşünceli, çağdaş anlamına kullanılıyor. Bizde entelektüel karşılığı bir sözcük yok. Bu da doğal. Çünkü felsefeyi yadsımış bir gelenekte dünyayı kavramsal düzeyde yorumlayacak adam yetişemezdi. Batılıların kullandığı ‘entelektüel’ sözcüğü okumuş, iyi yetişmiş ya da çağdaşın üstünde kavramlarla düşünen, felsefi düzeyde düşünen bir aydın demek.

Doğan Kuban


Biz önce din kökenli Arapça, sonra Fars edebiyatından Farsça bir sözlük aldık. Sonra bunlardan bir ‘Hybrid’ Osmanlıca icat ettik. Fakat Osmanlıca yazılmış, özgün entelektüel ve bugün okunan hiçbir yapıt ve düşünce yoktur. Belki medreseyi hortlatmaya çalışan İmam-Hatip okullarında olabilir.
Düşünce tarihimizi incelersek Omanlı’dan İslam’a geçmiş, ya da Cumhuriyet çağına uzanmış, uluslararası bir değer taşıyan hiçbir kavram yok. Varsa Arapça ve Farsça kökenlidir. Osmanlı’nın düşünce ve yayın tarihinde kopya etmediğimiz hiçbir fikir yok! Kopya etmediğimiz bir teknik de yok. Dolayısıyla ürettiğimiz, patenti bize ait, araç da yok.
Bu gözlem şok edicidir. İrdelenmelidir. Günün birinde, göçer döneminde yarattığımız, ‘üzengi’ türünden bir araç belki bulunur. Bunlara karşın bizim bir çok dilden önce gelişmiş, ve hala gelişmeğe devam eden olağanüstü bir dilimiz var. Dilin bu özel durumu ile göçerin her şeyi taklit etmesi arasında bir ilişki kurulabilir. Sosyal antropologlar ve dilciler bu konuya aydınlık getirebilirler.

SADECE ALICI VE TAKLİT EDİCİ
Lale Devrinden başlayarak İmparatorluğun batışına kadar Osmanlı dünyası her alanda sadece alıcı ve taklit edicidir. Bunun Cumhuriyet yolunu açtığını yadsıyamayız. Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı askerleridir.
Bilimsel aydınlanmamızı ve İslam dünyasında başka eşi olmayan çağdaşlık devrimimizi doğru anlamayanların bir çoğu, geçmişi geleceklerine üstün düşünen tutuculardır. Bunların çoğunluğu ne aydın ne de entelektüel’dir. İslam dünyasının dış dünya ile ilişkilerini kuran iş adamları ve politikacılardır. İlişkiler ise içeriden dışarı değil, dışarıdan içeri doğru kurulur. Başka türlüsü olanaksızdır. Çünkü biz hiç satıcı olmadık. Hep müşteri olduk.
Sevgili Okuyucular,
Bu sorunlara entelektüel açıdan, yani kavramsal boşluklar açısından bakarsak, dünya ile ilişkilerimizi daha doğru bir yola sokmak olanağı olabilir. Türkiye’deki kaosun 1950’den bu yana kamuoyuna empoze edilmiş, parçalayıcı ve çağ dışı, kavramsallaşamamış ikilemlerden kaynaklandığına inanıyorum.
Türkiye’de ideolojinin kuruluğu ve yavanlığı, daha doğrusu politik pragmatizme feda edilmiş varlığı, partilere egemen olan düşüncenin entelektüel düzeye çıkamamasından, ve halkı uyutacak sloganlara indirgemesinden kaynaklanır.

EMPERYALİZMİN KAOSU VE AMACI
İslam dünyasındaki eşsiz devrimci hareketi gerçekleştiren Kurtuluş Savaşı sonrası rejiminin, Avrupa’da moda olan politik ideolojilere saplanmadan imparatorluktan arta kalan fakir ve cahil Anadolu’da, saplantısız bir çağdaş demokrasi ideolojisini yerleştirmeğe çalışması, dünya tarihinde eşi olmayan bir politik ve pragmatik deha eseridir. Ve Türkiye’nin Bunu Mustafa Kemal’in dehası kadar ona yardımcı olan genç Osmanlı kuşaklarının sağduyusuna da borçluyuz. Bu devrim sade İslam tarihinde değil, dünya tarihinde de eşsizdir.
 İkinci Dünya Savaşı galipleri önce CHP’yi devirerek yerine İslam’a taviz vererek iktidarda kalmağa çalışan bir idealsiz politik grup oluşturdular. O günden başlayarak Türkiye’deki partiler Batıdan içeriksiz olarak alınan etiketler arkasında torbalar içine sıkıştırılan kütle partileri oldu. Halk demokrasi sözcüğünün ne anlama geldiğini bugüne kadar öğrenmiş değil. Başımıza gelen ve adına hükümet dediğimiz yönetim kurguları demokrasi sözcüğünü de sık sık tekrarlayarak, İslam dünyasının tek çağdaş devriminden taviz verdiler.
Bugünkü kaos Batılı emperyalistlerin her zaman destekledikleri ortaçağda kalmış ilkel ve tavizci bir İslamcı hareketin başarısıdır. Fakat İslami bir başarı değildir. Neo-kapitalizm’in son ayakta kalma şansı, ya da yaşamını uzatma şansı olan 1.5 milyarlık İslam dünyasının sömürge statüsünü uzatma stratejisinin karmaşık oyunlarının sonucudur.
Türkiye bu oyuna hayır diyebilecek bir ekonomik güce ve entellektüel olgunluğa, 1960’dan bu yana devam eden ve 1980’de bir fırtınaya dönüşen politik süreç içinde erişememiştir. Gerçi benim gibilerin bu yorumları yapabilmeleri bile İslam dünyasına Cumhuriyet Devriminin açtığı pencerelerden olmaktadır. Ne var ki bu pencereler demokrasi komedisinde oynayan son aktörlerin kafalarında henüz açılmış değildir.

BATILI POLİTİKANIN OYUNCAĞI
Türkiye’nin içinden geçtiği uluslararası politik macerada Batılı politikanın oyuncağı olan aydın sınıfının olayları az gelişmiş etki-tepki ve korku mekanizmaları içinde nasıl geçirdiğini biyografilerden, röportajlardan, romanlardan, biliyoruz.
Bu kişisel işkence, cinayet, eziyet öyküleri ve bunlara eklenen hukuki ve politik komediler gelişememiş bir toplum manzarası sergilemek ötesinde, ilkel bir entelektüel ortamı teşhir ediyor. Bu ilkelliği hemen her gün idarecilerin ve politikacıların iç karartıcı, utandırıcı davranış ve konuşmalarında izliyoruz. Bunların gazetelerde sergilenmesi onları etkilemiyor. O zaman Türk toplumunun sadece bilgisinden, duyarlığından değil, daha önemlisi, kesinlikle geri kalmış entelektüel yetersizliğinin içine düştüğümüz kaosun nedeni olduğunu hissediyoruz. Türkiye’de gerçek aydının umutsuzluğu bu noktada başlıyor. Sömürücüler çok acımasız, halk çok bilgisiz ve kaygısız, halkın temsilcileri de çok gaddar olabiliyor.
Bizim gibi toplumların (Milyarlar), iklimsel bir felaket bekleyen bir dünyada, kurtuluşları mucizelere bağlı. Bunlar da ilkel politik örgütlenmenin değil, toplumların entelektüel güçlerinin yoğunlaşıp etkili olmasını gerektiriyor. Bu gerçekleşmezse sonuç önce sömürge olmak. Sonra dünyanın sonunu beklemek.

Sevgili Okuyucular,
Bu yorumlar size çok ürkütücü gelmesin. İnsanların çoğu, farkında olmasalar da, zaten bu koşullarda yaşıyorlar. Sömürülüyorlar. Hem içeriden, hem dışarıdan. Yarınlarından emin değiller. Gelecekleri ve politikacı ya da güvenlik güçlerinin elinde değil. Devletleri idare edenler de insanların yaşamı ile kumar oynayabiliyorlar.
Dünyanın bir çok ülkesinin, İslam dünyasının ve Türkiye’nin yakın geleceğinin uçurum kenarında olması, ve bazı ülkelerin, özellikle kuzey yarım küresinde yaşayan Avrupa, Kuzey Amerika ve Kanada’nın (buna Asya’da Japonya da katılabilir) daha dengeli, biraz daha güvenli bir gelecek umut etmeleri, bugünkü egemen konumu elde etmeleri, entelektüel gelişmelerinin bize göre çok uzun bir dönemde oluşmasının sonucudur.
Bunu dünya tarihçileri Rönesans’tan bugüne uzanan 500 yılın ürünü olarak görür. Bu gelişme hiçbir kendini bilen tarihçinin yapıtında ya da düşüncesinde bir askeri zaferler tarihi değildir. Doğu Asya’nın Batıya bilim ve teknolojide yaklaşmış olması Avrupa’nın öncülüğünü değiştirmiyor. Bir ortaçağ davranışı ile buna dini motivasyonla karşı çıkmak, İslam dünyasının geri kalmış olmasını ve zavallılığını da ortadan kaldırmıyor.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasını Batının bir piyonu olarak oynamanın cezasını çekiyor. Bunun politik boyutu yanında, ondan da ağır bir kültürel boyutu var. İslam’ın en parlak çağını yaşamamış olan Türkler Osmanlı döneminde ne İslam’ın gerçek kültürel mirasçıları oldular ne de Avrupa Rönesansı sonrası Batılı gelişmelere ortak oldular. Osmanlı İslam kültür tarihinde marjinal bir fenomendir. Avrupa kültür tarihinin bir parçası olmamıştır. Dünya kültür ve uygarlık tarihinde de adı geçmiyor.
15 yıllık Cumhuriyet dönemi bize bir basamak atlattı. Ve orada kaldık. Bu geride kalışın en önemli nedeni çağdaş uygarlığa ulaşmamızı sağlayacak entelektüel düşüncenin gelişmemesidir. Bunun sonucu da kavram üretme kısırlığıdır. Cumhuriyetin çağdaşlık ölçütleri ad olarak kullanıldı. Fakat kavramlaşmadığı için sadece içi boşalan kabuk olarak kaldılar.

CBT sayı 1486,  11 Eylül 2015



***

Türk Toplumu Çağdaş Uygarlığın 

Üyesi mi?

Kimileri Türk toplumunun uygarlığından söz edilince aslan kesiliyor. Fakat uygar kavramının hiçbir boyutundan haberleri yok. Türk tarihini ve uygar dünyayı tanımıyorlar. Türkiye’yi Türk Milli Takımı gibi tutuyorlar. Büyük bir toplum cehalet ve patavatsızlığı ülkeyi çağdaş dünyadan uzaklaştırıyor.
Doğan Kuban


Durumu bu insanlara çağdaş ve uygar ülkelerle Türkiye ile karşılaştırmalar yaparak anlatmak yararlı olabilir. Kente gelmiş, fakat kentlileşememiş toplum, televizyonda, sinemada, reklamda ve alış-veriş merkezinde taklit ettiği, yani varlığından haberi olduğu bu dünyayı seyrediyor. Hangi koşullarda yaşadığını öğrenirse kendi yaşamına eleştirel bir gözle bakmayı belki akıl eder. Hollanda uygarlığının Osmanlı’da ve Türkiye’de olamamış çağdaş özelliklerine ilişkin birkaç gözlem sunacağım. Sanırım kolayca anlaşılabilir.
Uygarlık basit ve tek boyutlu bir olgu değil. Bileşenleri içinde kültürün bütün verileri, bilim ve teknoloji, üretim, toplumsal örgütlenme, toplumsal davranışlar, toplumsal dayanışma var. Bunlar günümüze özgü bir çağdaş çerçevede, birbirlerini tamamlayan bir bütün olarak örtüşüyor ve kendilerine özgü bir yaşam düzeni yaratıyorlar.

BÜTÜNLEŞEN BİR TOPLUM YAPISI
Toplumun uygarlığı dediğimiz zaman, tarihte var olan bir ürün ya da niteliklerden değil, günümüzün bilim, sanat ve güncel davranışlardan, etkinliklerden ve onlarla bütünleşen bütün toplumsal yapıdan söz ediyoruz. Böyle bir karşılaştırmada Mozart’ın musikisinden söz ettiğimiz zaman bugünün yaşamında hala yeri olan bir varlıktan söz ediyoruz. ‘Bizde de Itri vardı’ demek çağdaş uygarlık bağlamında anlamsız. Bugün Itrı’nin ne adını bilen var ne de dinleyen.
Geçmiş kültürle ilgili bilgiler birkaç uzmanın rafında ya da dolabında olabilir. Doğrusu istenirse, geçmişte var olduğunu söylediğimiz kültürel ve uygar varlığımız, eğer bugünün yaşamına olumlu bir katkı getiriyorsa anlam taşır. Yoksa boş bir övüntü olur. Ne Türk tarihinden ne de İslam tarihinden haberi olmayan sokaktaki adamın ben İslamcı’yım, Türkçü’yüm demelerinin de anlamı yok. Yahudiliği kabul eden Hazerlerin ne olduğunu anlamadan, hatta nerede, hangi tarihte yaşadıklarını bilmeden, Hürrem sultanın bir Hazer casusu olduğunu TRT’nin televizyon serilerinde seyrederek kültürleşen bir toplumda, uygarlık savlarının çok komik boyutları var.
Sevgili Okuyucular,
Bu toplumun dünyaya katılması için Anadolu halkının İstanbul’a gelmesi, hatta hali vakti yerinde olanların Paris’e gitmesi yeterli değil. Otomobil, gökdelen tarlası, elin uzantısı telefon, televizyon dizisi de yeterli olmuyor. Uygarlık konusunda aydınlanması gerek. Batı dünyasını tanıyan biri olarak beni etkileyen bazı çağdaş özelliklerden söz etmek istiyorum.

HOLLANDA-TÜRKİYE
Hollanda Konya ili kadar küçük bir ülke. Nüfusu İstanbul’un yarısı kadar. Toprağını Kuzey Denizinin istilasından duvarlarla koruyor. İklimsel değişikliğin getireceği felaketleri şimdiden düşünen Hollanda hükümeti yıllardır Kuzey Denizinin yükselmesine karşı gereken setleri yenileme için bütçeye para koyuyor. Bu denizden çalınmış topraklar üzerinde Hollanda’nın tarım ürünleri ihracatı, kendisinden on kat kalabalık Türkiye’ye nerede ise eşit.
Orada toprak gerçekten vatan toprağı. Aşık Veysel’in sadık yârim dediği vatan toprağı. Çünkü yüzünü balta ile parçalasa bile halkı zenginleştiriyor. Bizim köylünün yüzüstü bırakmağa mecbur kaldığı, ya da bir hayal uğruna terk ettiği tarlalar gibi çorak kalmıyor. Orada toprağın ve tarımın ülke ekonomisine bu katkısı sadece bir teknoloji farkı değildir. Bir uygarlık farkıdır. Hollandalı toprağının potansiyelini en üst düzeyde kullanmaktadır. Bu toplum yaşamında aklın egemenliğini göstermektedir. Türkiye’de tarımın sefaleti toplumsal aklın yeterince çalışmadığını kanıtlamaktadır. Bu fark akıl, bilim, teknoloji, insanlık ve uygarlık farkı olarak anlaşılmalıdır.
Hollanda Kuzey Denizine setler yükselterek toprağını koruyor. O denizin rüzgarı ile elektrik üretiyor. Bizim ülkenin aklını kullanmağı öğrenememiş insanı Karadeniz’de rüzgar esmediği için (!) köylerdeki dereleri kurutarak toprağı susuz, köylüleri aç bırakıyor. Sellerin taşıdığı toprağı da, Hopa’nın ortasına yığıp insanları öldüren kent planları yapıyor.

BİLGİSİZLİK VE PLANSIZLIĞI BAŞARI GÖSTERENLER
Bu tür olaylarda sadece bilgisizlik ve plansızlık söz konusu olsa neredeyse onu bile bir başarı olarak görecek cahil-ötesi bir kamuoyu var. Fakat bunun da ötesinde bir de önlemeyen bir spekülasyon hırsı var. Karşılaştırma ölçütleri anlamını yitiriyor. Bu noktada cehaletin hoş gördüğü ahlak boşlukları ortaya çıkıyor. Bu ahlak boşluğu fakir bir ülkede en kolay aktığı çukuru dolduran su gibi, doğru dürüst yapılaşamamış kentlerde can alıyor.
Türkiye’nin en büyük uygarlık boşluğu yapılaşmanın çirkinliği ve ülke kentlerinin tarihi doku ve karakterinin yok edilmesidir. Bu çağdaş Türk kültürünün vebasıdır.
Türkiye’nin 19. Yüzyılı, İstanbul ve bir iki liman kentindeki gelişmeler dışında, Anadolu kentlerinde bir vilayet binası, tren yolu, varsa bir istasyon, bir iki okul ve kışla yapılarından ibarettir. Kentler nüfus olarak büyümezler. Kasabalar bir iki mahalleden oluşur. Köyler hiç değişmez.
Cumhuriyetin ilk aşamasında özellikle Ankara’daki yatırımlar dışında, Atatürk ölene kadar fazla bir şey yapılamazdı. İkinci Dünya Savaşı tehlikesine karşı 1936’dan başlayarak ülke yeniden bir hazırlanma dönemine girdi. Bu duraklama 1955’e kadar sürdü. Türkiye yapılaşmağa Menderes’le ve İstanbul’da başladı. O zamandan bu yana aynı ağırlıkla devam ediyor. Kente göçün 1980’den sonra hızlanmasından sonra, Türkiye ekonomisi yapı spekülasyonuna kapılandı. Bu ekonominin motoru olarak devam ediyor. Kente akan köylü hareketi ile örtüşerek günümüzün uygarlık standartlarını saptıyor ve saptırıyor.
 Hollanda ile bir uygarlık karşılaştırılması bağlamında iki tipik konuyu anlatmağa çalışacağım. Bunlardan biri tarihi kentlerin korunması sorunu, diğeri Musikinin toplum yaşamı içindeki yeridir.

UYGARLIK KARŞILAŞTIRMASI
Avrupa’nın bütün uygar ülkelerinde olduğu gibi, Hollanda’da da büyük küçük kentlerin tarihi karakterlerinin korunması, Avrupa uygarlığının en duyarlı olduğu konudur. Hollanda kentlerinin en eskisi Roma çağında kurulan Maastricht’dir. 2000 yıllık bir tarihi var. 2000 yıllık yapıtları ve dokusu kuşkusuz yok. Fakat bu bilinç ve algı, Maastricht gibi bir kente gittiğiniz zaman, kentin ve doğal çevrenin halk tarafından nasıl korunduğunu ve sayıldığını yabancı gözlemciye iliklerine kadar hissettiriyor.
Avrupa kentlerinde, İtalya başta olmak üzere, kentler arkeolojik sitler olarak değil, toplumun tarihle bütünleşmesinin simgeleri olarak yaşıyorlar. Kent halkları tarihlerinin bir dönemini, ya da bazı dönemlerini kendilerine tarih içinde bir yer ve bir statü sağlayan bir kutlu belge olarak bakıyor. Anıtlar ve konutlar, o toprağın tapuları, kendilerine uygarlık statüsü sağlayan belgelerdir.
 Batı uygarlığının bu fiziksel çevre duyarlığına uygarlığın olmazsa olmazı olan musikiyi de katmam gerek. Maastricht nüfusu 122.000. Bir konservatuarı ve dünya çapında bir tıp fakültesi olan üniversitesi var. Bir musiki kenti, ünlü bir bilim ocağı. Dünya çapında bir hafif klasik orkestrası da var.
Amsterdam müzeleri, konser salonları ile bir dünya kenti. İstanbul’da 18. Yüzyıl sonuna kadar sadece medrese vardı. Ama bir Osmanlı Erasmus’u yok. Felsefe yok. Spinoza da yok. Bruegel, Rembrand, Van Gogh da yok.
Amsterdam kanallarında 17-18 yüzyılın küçük evleri var. Bizim Haliç kıyısında evimiz kalmadı. Boğaziçi’nde birkaç ahşap yalı restorasyonu kaldı. Hollandalıların Philips’i var. Endonezya’ya gidip koca İslam ülkesini sömürge yapmışlardı. Cezayir Korsanı Barbaros olmasaydı donanmamız da olmayacaktı.
Musiki yok, resim yok. Bilim yok. Sanayi de yok. Felsefe de yok.

YASAK var!

CBT Sayı 1485, 4 Eylül 2015


***





Kaos devletten başlar

Doğan Kuban

Halkın devletle ilişkileri yasalar, yönetmelikler ve kurallarla düzenlenir. Yasalar yaşamın her alanını kontrol eden kurumları ve onların halkla ilişkilerini tanımlar. Devlet ve halk, iki taraflı bir sorumluluk bağlamında, yasa ve yönetmeliklerle tanımlanmış kurallara uyarlar.

Bu karşılıklı ilişkide emir alan ve veren yoktur. Devlet memuru üst, halk alt değildir. Halk bir hak satın almaz. Yasanın kendine verdiği hakkın gereğini yerine getirilmesi için gerekli işlemi sorumlu memurla birlikte yapar.
Demokratik olmayan, halkın ve memurun, görgüsüz ve eğitimsiz olmalarına bağlı olarak, birbirlerini veren ve alan olarak gördükleri az gelişmiş ülkelerde, yani henüz uygar olmamış toplumlarda, vatandaşlar kendilerinin yasal haklarını, işi bu hakkı vermek olan sorumlulardan, muhtardan, polisten, gümrükçüden, belediye ya da bakanlıktan alırken, bunu bir lütuf olarak görüyorlarsa, o ülkede bazı mekanizmalar çalışmıyor demektir. Bu da despotizmin, nepotizmin ve sonunda diktatörlüğün işaretidir. Gelişmemiş toplumlarda buna paralel sayısız kuralsızlık, sorumsuzluk ve hepsinden kötüsü, rüşvet yerleşir.
O zaman hiyerarşinin başından başlayarak, jandarma çavuşuna kadar herkes zorba olabilir. Kuşkusuz her insan zorba değildir. Bu olasılık toplumsal gerilimi azaltır. Fakat dejenere olmuş bir sistem bu eğilimi her an gösterebilir. Kavram olarak zorbalık devlet kontrolünün bir güç (eski deyimi ile tahakküm) aracına dönüşmesidir.

ZORBALIK TEPEDEN BAŞLAR
Bugün Türkiye’de pek çok bürokratik işlem, halk için ürkütücü ve panik uyandırıcıdır. Zorbalık küçük memurdan başlamaz. Çok daha yukarılarda başlar. Aşağıya iner. Halkın yasal hakkının gasp edilmesi anlamı taşır. Bu dejenerasyon akımına kapıldığı zaman her sistem rüşvet, yeğencilik, torpil, iltimas vb. gibi kötülüklerle dolar. Yani sağlıklı çalışmaz.
Toplumun kültür ve uygarlık düzeyi yükselmedikçe, özellikle halkı yüzyıllar sürmüş dayatıcı sistemler içinde yaşamış ülkelerde, devlet zorbalığı, hepimizin bildiği bir korku ortamı yaratır. Bu korku ortamı zorbalığın besleyici aşıdır. Korku, düşüncenin özgür ifadesini, kendiliğinden, kısıtlar. Köyde muhtarı eleştirirsen o da sana gerekli bir yazılı belgeyi vermez. Özgür düşüncenin kısıtlanması zorba idarenin başta gelen özelliklerinden biridir.
Bürokrasinin bu özelliği kendiliğinden kaos doğurmaz. Bazı hallerde bir düzenin devamına yardım eden otoritenin sağlanması için yararlı olduğu da düşünülür. Fakat bu sadece otorite kurallara saygılı olmak anlamına gelirse doğrudur.
Bürokrasinin, zaman içinde, devletin halka zorbalık etme aracına dönüştürülmesi zorba devleti oluşturur. Bu toplumun yavaş yavaş kendine güvenini yitirmesine neden olur. Çünkü her işiniz önünüze çıkan devleşmiş bir zorbanın iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olacaktır. Bu ezilmiş halk ürkek bir sürü gibi davranır. Türkün kentlere yeni göçmüş ezik halkı ile 18- 19. yüzyılların devrimler yapmış eğitimli Avrupa toplumları arasındaki temel fark budur. 20 yüzyılda uygar Alman toplumunun zorbalığa nasıl boyun eğdiğini düşünürseniz, Türk halkının bugünkü ezik, boyun eğişi şaşırılacak bir durum değildir. Kul toplumunun torunları az eğitimli ve fakir oldukları zaman zorba bir yönetime karşı çıkamazlar.

AVRUPADA HİÇ BİR DEVRİM OSMANLIDA OLMADI
Türk toplumu tepeden gelen çoğu şeye boyun eğmiş, iyi ya da kötü diye genellikle direnmemiştir. Avrupa’daki hiçbir devrim Osmanlı tarihinde olmadı. Savaşlarda ölen halk, Kurtuluş Savaşı’nı yapan halk, Cumhuriyet Devrimlerine katılan halk bunlarla beslenen halk, bunlar sahip çıktığına ilişkin hiçbir işaret vermeden 1950’de iktidarı Bayar-Menderes ikilisine vermiştir. Kulluktan daha yeni kurtulmuş olan halkın kendi tarihinin bilincinde olmadığının bundan daha açık kanıtı olamaz. Kore’ye asker olarak gönderilmesi de doğru yorumlanması gereken garip bir olgudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu gelişmelerin sadece bir iç karar sonucu olduğunu kabul etmek olanaksızdır.
1950 sonrasındaki 50 yıllık toplumsal gelişme bu günkü durumu yaratmıştır. Bu gelişmeler analizi zor ekonomik, politik ve kentleşmeye bağlı sayısız kültürel komplikasyon içeren olgulardır. Ve bunlarda Ortadoğu politikasını uygulamaya koyan ABD etkisi kesindir.
Irak Savaşı ve AKP iktidarı bu gelişmelerin arkasındaki gücün kim olduğunun kanıtlar. Bu değişim bu güne kadar süren bir iç montajın, bugün paralel denen ve olasılıkla başlangıcında da aynı adla kurulan ikili bir dış kökenli iktidar komplosunun Irak savaşından önce ayrıntılı olarak kurulduğuna işaret ediyor. Ordu içinde ve dışında, gazeteciler ve aydınlar arasında yapılan acımasız müdahale ve buna yandaş olan kalemlerin birdenbire ortalığı sarması bunun kesin gösterisidir. Son günlerde o davaları gören savcıların yurt dışına kaçması ise tarihin bir onayıdır. Hatta bu gün çok eleştirilen devlet üyelerinin savunma tedbirleri kişisel paranoyadan çok paralel yapıya, yani dolaylı olarak ABD korkusuna bağlanabilir.

SINIR TANIMAZ KEYFİLİK
Fakat bu sualtındaki politik gelişmelere paralel, başka bir iç paralel politika yapısı ortaya çıkmıştır. Bu sınır tanımaz bir keyfilik ve yasa dışılıktır. Bu en tahrip edici etkisini kentleri ve özellikle İstanbul’u yok eden inşaat sektöründe göstermiştir. Bunun ülke için öldürücü sonucu sanayi gelişmesini kösteklemesi, kent planlamasını yok etmesi, meclis otoritesini sıfıra indirmesi, eğitim sistemine getirdiği ağır bir ortaçağ vurgusudur. Kaos bu günkü iki taraflı bir korkuya dayanan, oraya buraya yalpalayan sistemin durumudur.
Bu gelişmelerin yurda getirdiği kargaşanın farkına varanların tepkileri ise ancak Gezi olaylarında ortaya çıkmıştı. Halkın bu değişiklikten haberi olduğunu da 2015 Haziran seçiminde öğrendik. Bir Osmanlı subayı olan babam Türk halkının olaylara tepki hızını hem komik hem acıklı bir hikaye olarak yineleyip dururdu.
Bu bağlamda Türk halkını suçlamak doğru olmaz. Çünkü köyden kente ancak son elli yılda gelen bu halk yeni uyanan bir İslam toplumudur. Aydını, politikacısı, üniversite hocası da dahil, çağdaş uygarlık düzeyinde olmayan bir 20 yüzyıl ürünüdür. Sayıları az olmasa da, bu tablonun dışına çıkabilecek aydınların sayısı ülke nüfusuna göre çok sınırlıdır.
Avrupa’nın 500 yılda gerçekleştirdiği devrimleri 1923-1938 arasında 15 yıla sığdırdık. Kuşkusuz bu ‘toplum devrim yaptı’ anlamına gelmez. İslam dünyasında, sömürge aşamasından geçmeden, devrim yapan tek ülke olan Türkiye, cumhuriyet, halk egemenliği, demokrasi, laiklik, çağdaş eğitim, devrimler yapan, sanat ve müzik eğitimi yapan tek ülkedir. Mustafa Kemal, onun için, sadece İslam dünyasının değil, dünya tarihinin de en büyük devrim lideridir. Buna en hızlısı sıfatı da eklenmelidir. Anadolu halkının buna katılan gencecik insanları da benim Anadolu okullarında öğretmenlerimdi.

‘TÜM İNSANLIK’IN DIŞINDAKİLER
Sevgili Okuyucular,
 Halk satıldığının farkında olmaz. Müslüman halkların o düzeyde çağdaş kültürü sınırlıdır. Kentsel çevrenin görkemi Batı ürünü, beyin yıkama yerli üründür. Bu durum yeni sömürgeciliğe ve despotizmin cehalete yaslanan düzenine uygundur. Milyarlarca insan kimsenin umurunda değil. Tarih boyunca sadece bir sürü olarak bırakılanlar ‘Tüm İnsanlık’ kategorisine üye olamamışlar. İnsanların çoğunun yaşamı, şimdi biraz daha iyileşmiş olsa da, bir sürünme idi. Fakat iletişim uyuyanları uyandırdığında fırtına olacak!
Sevgili okuyucular,
 Olasılıkla bu dünya düşünemeyen canlılar için yaratıldı. Akıl, evrimin yanlış attığı adımlardan biri olabilir. Ama düşünenler sorgularlar, eleştirirler, direnirler. Tarih boyunca farkında olmayan milyarlar için değil, aydınlanmağa başlayanlara yardım edin. Onlar da yüzlerce milyon.
Asıl insani dayanışma budur.

CBT 1484, 28 Ağustos 2015 




***

Akıl ve Oy

Doğan Kuban
Hiç bir toplum, etnik olarak bu kadar karışmış bir dünyada, aptal değildir. Hele Türkiye gibi genetik çorbası sayılamayacak kadar çok öğeden oluşan, eski dünya coğrafyasının göbeğindeki bir ülkenin insanları için aptallık söz konusu değildir. Fakat kültürel davranış bağlamında, aptallık birikmiş ve koyulaşmış toplumsal cehaletin bir fonksiyonu olarak anlaşılırsa, zeki bir adamın aptallığı başka bir içerik kazanır.


Bu da güncel yaşamda zeki sandığınız bir adamın, dünyanın çoktan çözdüğü sorunlar karşısında, geleneksel bir kültürel tıkanma içine hapsedilmiş olduğunun işaretidir. Geri kalmış ülkelerin dünyaya göreceli olarak az açılmış halkları bu hapishanenin mahkumlardır. Bedelini toplum olarak öderiz.
Türkiye halkına atfedilen aptallık, geleneksel kültürün dünyaya açılmamış pencereleridir. Bu, toplumsal cehalet denilen şeydir. Televizyon, otomobil, gökdelen, telefon, AVM geleneksel kültürünün pencerelerinin bazılarının açılmasını sağlayabilir. Fakat hepsinin açılmasını sağlayamıyor.
Tarihte bu pencereleri devrim adı verilen toplumsal depremler açmıştır. Yazı ile, dinlerle, bilimle, sanatla, teknoloji ile, felsefe ile, ve örgütlenmiş toplumların insan ilişkileri bağlamında bilinçlenmeleri sonucu gelen bu devrimler, çağdaş dünyayı yaratmıştır. Fakat bu aydınlanmalar dünya toplumlarına, coğrafi, tarihi nedenlerle, homojen olarak dağılmamıştır.
Türkiye insanı aptal değil, fakat sayısız güncel konuda neredeyse kör cahil, ya da kaygı veren bir vurdum duymazlık sergiliyor. Bunları ayrıntılı olarak sergilemek zorundayız. Toplumu ve kendimizi tanımlamaz ve davranışlarımızı yeterince kontrol edemezsek bugünkü kargaşadan kurtulamayız. Çağdaş kent uygarlığının temel ilkesi paylaştığımız yaşamda birbirinin hakkına saygıdır. Bu ayni zamanda bir insanlık ilkesidir. Kalabalıkta herkes birbirini iterek yürüyemez.

TEPKİ VERMEYEN TOPLUM OLURSAK
Giderek daha karmaşık hale gelen dünyanın cahil toplumların geri kalması dünyadaki değişmelere olumlu tepki verememekten kaynaklanıyor. Açılmamış kültür pencereleri dünyayı algılamalarına olanak vermiyor. Ne izleyebiliyorlar. Ne de nefes alıyorlar. Bizde bir politikacı büyük bir hata yapıyor, ya da suç işliyor. Bir şey olmamış gibi işine devam ediyor. Toplumdan ses çıkmıyor. Toplum kültürünün o penceresi kapalı. Aynı suçu işleyen Avrupalı işinden oluyor, ya da istifa ediyor. Oraya yasal bir yama yapıyoruz. Yama politik bir basın kampanyası ile unutuluyor. Bunlar çoğaldıkça toplumsal yaşam yamalı bir bohçaya dönüşüyor. Yasalar, yönetmelikler birbirlerinin yırtıklarını yamalıyorlar. Kötü planları daha kötü planlar yamalıyor.
Yetersizlik, toplumsal cehaletin her alana yansımasıdır. Ekonomik yama, hukuksal yama, eğitimsel yama, örgütsel yama, politik yama.
Her halde bütün aklı erenlerin farkına vardığı gibi, yamasal hukuk torba yasalardır. Torba yasa, topluma egemen olan yamalı bohça psikolojisinin yasalara yansıyan adıdır.

YAMALI TOPLUMSAL DÜZEN
Eğitim tam bir yamalı bohçadır. İlkokuldan üniversiteye kadar her eğitim kurumunun devlet, özel, vakıf türleri var. Hocalar üniversitelerin kadro alamayan, az maaşlı hocaları. Hoca başına öğrenci sayısı, ya da eğitim niteliğinden, yayın sayısından söz etmeyelim. Bir de eğitimin kalitesini düşüren bir virüs var: Türkçe bilmeyenlere İngilizce öğretim.
Toplumsal kargaşa açık olarak gazete ve televizyonlara yansıyor. Hiç bir uygar ülkede bu kadar kaza, kadın cinayeti, bu kadar yolsuzluk, bu kadar yasa dışılık, kural tanımazlık, polis baskısı suçlu gazeteci, hiç suçu olmayan politikacı, alay edilen politikacı var mı?
Bunların çokluğu Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştırdı. En iyi dostlarımız, Türkiye’de arsa ve bina alan petrol şeyhleri. Bunlar dünya basınından öğrendiğimiz kadar, dünyanın en zengin despotları. Fakir İslam dünyasının petrol ağaları büyük dostlarımız oldu. Türkiye’nin bu büyük tuzağa nasıl düşürüldüğünü 1951 Kore Savaşından başlayarak biliyoruz. Ama halk ne bir şey hatırlıyor, ne de gördüğünü değerlendirecek bir bilgisi var.
Türkiye halkı en büyük bilinçli tepkisini haziran seçimlerinde gösterdi. Menderes’den 65 yıl sonra. Fakat verdiği oyun bir sonuç vermediğini de öğrendi. Bu politik oyunu anlayacak bilgisi yok. Bunca yıl oy toplama şampiyonları halka iktidarda onların oyları ile oturduklarını söylediler. Ama oy alamazlarsa ne yapacaklarını söylemediler. Şimdi yamalı bohçayı bir çarşafla değiştirmeyi düşünüyor olmalılar.

DEMOKRASİ ÖYKÜSÜNÜN SONU
Sevgili Okuyucular,
Cahil toplumun demokrasi hikayesi son seçimde bitti. Ama daha çok dinleyeceksiniz. Biz 1950’den bu yana içini boşalttığımız demokrasi kavramını, ayni şekilde içini boşalttığımız ‘din’le birlikte , bu toplumun düşsel standartları olarak dayattık. Her şeyin sonu, bütün kurumların kimliklerini yitirmesiyle geldi. Her kurumun adı var, bazen görkemli yapıları var. Ama etkinliği simgesel. Toplumsal cehalet temelde bu anlama geliyor. Büyük Millet Meclisi, anayasal kurumlar, öğretim, sendikalar, demokrasi, hukuk, yasalarla ve uluslar arası uygulamalarla tanımlanmış işlevlerini yerine getiremiyorlar.
Toplumun cahil geleneğinden miras kalmış kapalı pencereleri var. Bunun en basit örneğini seçimde gördük. Partiler, yıllardır hırsız, soyguncu vb., diye suçladıkları parti ile koalisyon yapmak için kuyruktalar. Namuslu insanlar ‘AKP iktidarda oldukça %51 oy demokrasi idi, muhalifler %60 oy alınca demokrasi bitti mi?’ demeyi akıl etmezler mi?
Halk bu çelişkileri anlamıyor. ‘Demek şimdiye kadar yalan söylüyorlardı’ diye düşünebilir. Ama politikacılar gibi ince numaraları bilmez. Bu basit olgu, politika dediğimiz sözde demokratik mekanizmanın halkı yalanla avuttuğunu gösteriyor. Bizde Demokrasi, politikacılar arasında oynanan oyunun adına indirgenmiştir. Bunun sağdıçları da gazetecilerdir.
Neden ‘Demokrasi deyip duruyoruz? Demokrasi insanlar arasında eşitlik olduğunu ifade eder. Bu adaletin de tanımıdır. %60 oyun gücünü Meclis’e aktarma olanağı yoksa, demokrasi yoktur. Bazı yasal mekanizmalar bu gecikmeyi ya da yok etmeyi sağlıyorsa neye güvenebiliriz?
Eğer ülkenin kurumlarının başına gelenleri incelerseniz, bugün yırtılanı yarın yamayan bir sistem, daha doğrusu, bir ‘ha babam sistemi’ çalışıyor. Bunu en tipik örneği ‘torba yasa’dır. Başka yasaların ya da yasal olmayan uygulamaların açıklarını kapatıyor.
Bu yamalı bohça mekanizması Avrupa’nın Rönesans’tan sonra yüzlerce yıl içinde, insan için daha uygun transformasyonlara yol açan gelişmeler sürecine benzer bir mekanizmadır. Avrupa o gelişmelerle dünya egemeni olmuştur. Onun sonucu uygarlığın son aşamasının da Avrupa’da gerçekleşmesidir. Bizdeki gelişme Türk toplumunu bugünkü kaosa getiren ve Cumhuriyetin bütün kazanımlarını yok eden bir ters mekanizma sonucudur.

AKIL GERİDE, DUYGU VE TUTKU ÖNDE
Uygarlık, kişisel aklın kazanımlarının toplumsal akla dönüşmesi ve orada birikmesidir. Bu birikim zaman içinde oluyor. Uygarlık daha ulaşılmamış bir ideal. Kişiler binlerce yıl önce bugün hala ulaşılmamış insani idealler tanımlamış olabilir. Çünkü modern bilimin keşfettiği gibi, insan hep aklıyla değil, duyguları ve tutkularıyla da davranıyor. Örneği de, uygar diye bildiğimiz toplumların son bir yüzyılda dünyayı sürükledikleri savaşlar. Böyle kaos dönemlerinde kavramlar dans etmeğe başlar. Geri kalmış toplumların kaos ortamına girmeleri için savaş gerekmiyor.
Türkiye’nin en temel kaos’u planlanamamış azman kent ve onun ayrılmaz öğesi olan otomobildir. Savaş dışında en büyük cinayet aleti otomobildir. Gerçi otomobil sahibi olmak isteği, insanın başka ilkel tutkularını karşılamağa yarıyor. Kimse insan öldürmek amacı ile otomobil almıyor. Teröristler hariç. Fakat otomobil insan çevresini çirkinleşiyor, kirletiyor, gürültüye boğuyor ve mekanikleştiriyor.
Akıl yani uygarlık kontrol ederse, kent Berlin, edemezse İstanbul oluyor. Oy mekanizmasının kaosdan yana işlev görmesi planlanmış bizim ülkemizde. Ama, ‘Yalancının mumu yatsıya kadar yanar’ diyen de bizim aklımız.
CBT 1483, 21 Ağustos 2015




***
  ABD ve AB Bir Kürt Devleti İstiyorlarsa


Avrupa halkları ve devletleri arasında Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmasını isteyenler çoğunluktadır. Belki de hepsi. Onlar için Müslüman Ortadoğu’da gelişmemiş, zavallı bir Batı aracı daha olması sadece bir pozitif gelişme olur. Birleşik Amerika bir Kürt devletini Birinci Dünya Savaşından bu yana politikası için daha uygun görmüştür. Bu onların İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da kesinleştirdikleri bir politik doktrindir. Nedeni İsrail’in varlığı ve Arap petrolüdür.

Doğan Kuban

Kürt devletine engel Kürtlerin İran, Türkiye, Irak ve Suriye’ye dağılmış olmalarından kaynaklanıyor. Fakat aynı coğrafyayı, yani Yukarı Mezopotamya ve Kuzey Suriye’yi (Harran) işgal ediyorlar. Araplar ve İranlılar arasında Hint-Avrupa kökenli dillerini Antik çağlardan bu yana koruyorlar. KsenofonOnbinlerin Dönüşü’ adlı ünlü kitabında onlardan söz eder. Bu, bütün Çağdaş Batı’yı onlardan yana getirmek için yeterlidir.
Tarihi açıdan diğer iki özellik var: Müslümanlık ve Haçlı savaşları. Sonuncusu bir Ortaçağ hikayesidir. Yahudi sorunu ve Filistin yüzyıllık ve Batı lehine çözülmüş bir hikayedir. Temelde İslam ülkelerindeki fiili sömürgeciliğin sona ermesi karşılığı olarak görülebilir.

BUGÜNKÜ DURUM DEĞİŞİK:
Irak gitti. Kuzey Irak Barzani’nin, Musul petrolleri de Kürtlerin elinde. Kuzey Suriye’ye de Kürtler egemen. Türkiye en kalabalık Kürt nüfusun yaşadığı ve en büyük alana ve ünlü kentlere sahip oldukları temel ülke. Kürtler 19. Yüzyılda üç kez Osmanlılara isyan etmişler, Cumhuriyet döneminde Dersim İsyanını yapmışlardı. Çok uzun yıllardan bu yana da PKK’ları var. Cumhuriyet döneminde, Osmanlı döneminde de olduğu gibi, yeterli bir toprak reformu yapıp aşiret düzenini ortadan kaldıramadık.
1934’te ilkokul üçüncü sınıfta Elaziz’de okurken dağdan Kürtler inecek diye korktuğumuzu anımsıyorum. O yıllarda kış geldiği zaman Elaziz’den Diyarıbekir’e gidilemezdi. Ona karşın, İkinci Dünya Savaş içinde üniversiteye giderken en iyi arkadaşlarım arasında Kürt te vardı.
Türkiye Cumhuriyetinin görkemli günleriydi. O yıllarda Türkiye’de yaşayan sayısız etnik grup arasında etnik, dinsel ve dil açısından ayırım yapmadık.
DİN, DİL, IRK, MEZHEP KAVGALARI
Cumhuriyet bunu çok uzun yıllar korudu. Fakat 1950 dincilik akımları ile birlikte başlayan ırkçılık akımları giderek güçlendi. Din, dil, ırk, mezhep kavgaları 1970’den sonra politik kavga araçları olarak topluma şırıngalandı. Bunun dış odaklı olduğuna inanıyorum. Fakat buna parasal ve politik nedenlerle alet olan iç odaklar olduğunu da unutmuyorum.
Çoğu kez, tarih ve strateji yoksunu, ilkel yerel politikalar ürünü olan kavgaların, ülkenin dengesini bozması ve giderek ülkenin parçalanmasına yol açacak bir yara olması, kapitalist ekonominin her şeyin satın alınması yöntemine uygun yaşamın ülkeye yerleşmesi, ve Irak Savaşı sonrasında Amerika’nın yeni Ortadoğu planlarının uygulanması sonucudur.
O dönemde Türkiye ideoloji olarak Cumhuriyet ilkelerini dışlamış, pek çok Ortadoğu ülkesi gibi Amerikan politikasının piyonu olmuştur. Bu bağlamda ABD’yi suçlamak anlamsızdır. Bu işbirlikçilik, gelişmemiş ve aç ülkelerin yapısından kaynaklanıyor. Bu da çağdaş sömürünün ekmeğine bal sürüyor.
Ortadoğu’yu Amerika ve İsrail politikalarının yönettiğini söylemek harcıalem bir bilgi. Arkalarında Yahudilik, Hıristiyanlık, onlara bağlı Müslüman düşmanlığı ve Petrol var.

TÜRKLERE SAYGININ 3 NEDENİ
Filistin gideli çok oldu. Kala kala Müslüman Gazze kahramanları var. Her ülkede birkaç tane. Ama İsrail’in adam başına geliri Suudi Arabistan’dan çok daha fazla. Bunun nedenini de bilmeyen varsa, Müslüman halklara akıl öğretmeğe kalkmasın. Lübnan ve Suriye’de önemli Hıristiyan azınlıklar var. Mısır’da da büyük bir Kopt Hıristiyanlığı var. Bu ülkelerin hem iç, hem dış statüleri ve Batı ile ilişkileri kendine özgüdür. Osmanlı Devleti de öyle idi.
Bu statü, özellikle azınlıklara karşı davranışlar, 1970’den sonra düşmanlık yönünde değiştikten sonra, Türkiye, Batı gözünde, barbarlığına ek olarak, Suudi Arabistan düzeyinde bir dinsel kategoriye indirildi. Bunun sonuçlarını Batı ile ilişkili bütün Türkler öğrenmiştir.
 Eğer Türklere yurt dışında bir az saygı gösteriliyorsa bu sadece Cumhuriyeti kurmalarından gelen niteliklere saygıdan kaynaklanır. Laiklik, kadın statüsü ve modern eğitim bunun başlıca araçlarıdır.
Günümüzde bunların hiç biri Türkiye’nin özelliği değildir. Onun için evrensel ekonomik yaşamda bir tüketim sömürgesi olarak algılanan Türkiye’nin, sınırlarının değişmesi dünyada kimseyi ilgilendirmiyor ve rahatsız etmiyor.

BATI VE KÜRTLER
Bu bağlamda Kürt bağımsızlığı dünya ajandasında Türkiye’dekinin tersine, bir kurtuluş savaşı olarak algılanıyor. PKK’nın bir terör örgütü olarak kabul edilmesi ise Kürt halkının Türklerle eşit haklara sahip olması ve Kürtlerin parlamentoda bulunmalarından kaynaklanıyor. Fakat bu yasal ve formel eşitlik, çok uzun yıllar Kürtlerin Doğu illerinde gördükleri baskının anılarını ortadan kaldırmıyor.
 Bu arakesitte bize özgü bir özellik var: Fakirlikten, kendi aşiretlerinin baskılarından, devlet baskısından kurtulmak için Batıya göç ederek Türklerle bütünleşen orta sınıf, ya da Batıya yerleşen büyük göçer grupları Türkiye’deki Kürt nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturuyor.
Bunların çoğunluğu Kürt topraklarında değil, büyük kentlerde ve batıda yaşıyor. En eğitimli onlar. Türk üniversitelerinde okudular. Profesör, doktor, avukat, büyük iş adamı, zengin müteahhit oldular. Türk parlamentosundalar. İçlerinde Cumhurbaşkanı olan bile var. Aslında değişik etnik kökenlilerle kaynayan Anadolu’da bu doğal bir gelişimdir. Almanya’daki Türkler gibi, İstanbul Kürtleri Hakkari’ye dönmek istemiyor. Bu da Kürt sorunun çekirdeğini oluşturuyor.
Bugün yörelerinden uzaklaşmamış köylü ve kentliler ve yörelerine politik nedenler, milliyetçilik ve kökeni karışık nedenlerle dönmüş olanlar, PKK terörüne karşı çıkma cesareti gösteremezler. Türkiye’nin hiçbir köşesinde kimse, kökeni ne olursa olsun, zorbalığa karşı çıkacak cesarete fazla sahip değildir. Gazeteler bu konuda her gün yeterince örnek veriyor.

POLİTİK OYUNLAR VE ÇÖZÜLEMEYEN SORUN
Kürtlerin yurt içindeki durumu İngiltere’de İskoçların, İspanya’da Bask’ların durumu ile aynıdır. Fakat orada demokratik ortamda çözülen sorunlar, Türkiye’nin demokratik olmayan ortamında, politik oyunlara alet olmuş, oy kazanma aracı olarak kullanılmış, çözülmeden ve topluma pahalıya mal olarak, kapatılmıştır. Bu gözlemleri, ayrıntılı olarak çok iyi yapan araştırmacılar var.
Geçmişi ve yurt dışı gelişmeleri anımsamadan gelişen düşmanlık söylemi ve cinayet ve terör eylemi akıl dışıdır. Bunu politik olarak yapmak Türkiye’yi parçalamağa itmek ve 12. yüzyıldan bu yana, şu ya da bu şekilde, birlikte yaşamış halkları Müslüman olmayan emperyalizmin kucağına atmak demektir. Bu hiç bir islami ya da yöresel politikanın temeli olamaz. Dünya hiç aldırış etmeden Türkiye parçalanır. AB’nin bir Asya adası olan Kıbrıs’ı, bir Hıristiyan ülkesi olduğu için, Avrupa Birliğine kattığını unutmayalım. Bugün Türkiye lehine her kararda bir Kıbrıs vetosu var.
Amerika ve Avrupa’nın petrol ortakları Arap şeyhleridir. Bizim Hükümetin en iyi dostları da onlar. Büyük İslami kültür ülkeleri Mısır, Suriye, Irak ve İran iyi dost değil. Araplar Türkleri sevmez. Onları Müslüman saymayan da gördüm. Arapça konuşmayanı bile Müslüman saymayan bir Faslı imamı anımsıyorum.
Arapların Türk düşmanlığı örneklerini Birinci Dünya Savaşında görmüştük. Zaten tarih bilmeyen kırsal kültürlünün ‘Lawrence of Arabia’ adlı filmi görmediği de kuşkusuz. Halife’nin Osmanlısını düşman bilen Arap, bugün Cumhuriyet dostu mu oldu?
Türkün cahil politikacısı için bunları öğrenmenin yolu tıkalı mı? 
CBT Sayı 1482, 14 Ağustos 2015


***


TÜRK TARİHİ EĞRİSİ, 65 YILDIR AZALAN EĞRİ UCUNDA

Ölen Gencine Acımayan Toplum Uygar Değildir

Şarkı söyleyenle onu öldüren yirmi yaşında iki genci birbirlerinin karşısına getiren bir düzen, insanlık adını taşımamalıdır.
Doğan Kuban

Yıllardır uygarlık basamaklarında asılı kalan Türk toplumunun kültürünü kendime göre tarihi analizler yapıp, dünya kültürü ile karşılaştırarak anlamağa çalışan biri olarak, hep iyimser bir tavırla bizim insanların eskiden ve şimdi yaptıklarını öğrenmeğe çalıştım. Fakat güncel olayların küçüğü ve büyüğü, 90 yaşına kadar iyimser kalan bir düşünceyi bir yıl içinde devirdi.
Bu kötümserliğe neden olan ve birbirleriyle ilgisiz gibi görünen olaylar, eğer nalına, mıhına girişirseniz, saymakla bitmez.
 Para akışının en yoğun olduğu ve neredeyse bütün halkın, şu ya da bu şekilde, ‘Kaçak’ sözcüğü çevresinde, katılmak zorunda kaldığı, bilgi yoksulu, arsız bir gayya kuyusu olan inşaat sektörü başta olmak üzere, temelde tümü, uygarlaşamamış bir toplumun, kişi ve grup boyutunda, gelişmemiş güncel davranışlarını, bilgisizliğini ve entelektüel hamlığını yansıtıyor.
Kişi boyutunda bu anlattıklarımın karşıtları da kuşkusuz var. Fakat onların varlığı, bu üst üste biriken ve kabaran bilgisizliklerin, kabalıkların toplumu neredeyse boğan etkilerini azaltmağa yetmiyor. Toplum boyutunda, bazen alay konusu olan, fakat komikten çok, dramatik boyutlara ulaşan kaygı verici bir bunalım dönemde yaşıyoruz.

İŞTE BAZI GÖZLEMLER:
Bir kadın fırına girdi. ‘Şu krikkrakların tadına bakabilir miyim? Fırıncı, ‘Alacaksan alırsın. Ben aldıklarımın tadına bakmam.’ Kadın ‘Ben bir doktorum’ dedi. ‘Ukalalığından belli!’ yanıtını aldı. İçimde insana saygıya ilişkin bir uygarlık boyutu kırıldı.
Bir dost evimize bahçesinden bir kutu elma göndermişti. Güzel bir jest! Yarısından fazlası çürük çıktı. Jeste anlam kazandıracak dikkat noksandı.
Gençlerin yaşlı meclislerinden uzak durmaları doğal. Fakat aile güçlü bir birimdi. Köylüler arasında hala önemli. Toplum dayanışmasını sağlayan bir bağ. Bugün çok zayıfladı. Oysa ahlakın ve uygarlığın da geriden gelen kanalları bunların açık olmasına bağlı.
 Ticari ürünlerle ilgili haberler ürkütücü. Ünlü firmalardan birinin tarihi eskimemiş süt kutusunu açtık. Bozuk çıktı. Elma kesmek için eve yeni alınmış gösterişli bıçaklardan beş tanesi işe yaramadı
Bir gazete açtık. Polis silahsız birini vurmuş. PKK iki polis infaz etmiş (?!). Kin sınırsız. Bir kaç gün önce Suruç’ta bir canlı bombacı tarafından, 32 Türk genci öldürüldü, 100’ü yaralandı. Bir politikacı ölenleri suçladı. Acımak kavramını sözlüğünden silmiş.
Jetler PKK ve İŞİD kamplarını bombalamışlar. Adres belli değil. Bunu Amerika da yapıyor. Onlarda adres belli. Cinayet, maskeli soygun, kaza, intihar, cenaze törenleri. Bunlar günlük kıyamet haberleri gibi. Ama ‘rating’ yapıyorlar. Her gazete onlarla dolu. Sayfalarını açmağa cesaret edemiyorsunuz.
Hükümet kurulamıyor. Politik pazarlık, ulusun iradesinin hakkından geliyor. Mecliste muhalefet çoğunlukta imiş? Vadesi geçmiş hükümet savaş kararı alıyor. Özgürlük sözcüsü CHP koalisyon hesabı yapıyormuş.
Metro’yu su basmış. Yapı ve toprak spekülasyonu haber değil Türkiye’de. Çünkü gazete sayfalarına sığmaz.
400.000 lise öğrencisi sınavları kazanıp üniversiteye girememiş. Ama 1.000.000’uncu İmam…. Hatip diyorlar ama, ne Türkçe ne de Arapça bilmedikleri için ben inanmıyorum.
Akdeniz’de 40 kaçak göçmen boğulmuş. Kaçmasalardı. Geçiş ücretini de peşin ödüyorlar. Tam bizim fırıncının istediği müşteri.
Gazeteler ‘zihne küşayiş veren’ haberleri de ihmal etmiyor. Sosyete güzelleri, sakallı dostları, dekolte giysileri ve iç gıcıklayıcı pozlarıyla gazete sayfalarında arz-ı endam ediyorlar. İngiliz ya da Hollanda futbolcusu, törenle karşılanıyor. Yılda bilmem kaç milyon dolar alacakmış. Türkiye’de 5.000.000 işsiz var.
Avrupa basını Türkiye politika değiştirdi, diyormuş. Yani uçaklar başkalarını bombalayacak.
Yanında kara çarşaflı kadınlarla dolaşan sakallı, biçimsiz kılıklı adamlar görürsek İŞİD’li olup olamadıklarını bilemeyeceğiz. Ama içimize bir ateş düşecek! Acaba allame-i kiram ne öneriyorlar?
Gerçi Mercedes’in içinde altın kaçıranları da bilmiyoruz. Bu ülkede her gün işitip, içeriğini öğrenmediğimiz o kadar çok şey var ki !
Doğrusu biz anayasayı, yasaları, tarihimizi, coğrafyamızı ve dilimizi de bilmiyoruz. Onun için bütün bu olanlara ne diyeceğimizi de bilmiyoruz. Nedenleri değişik. Fakat temel cehalet.

GENÇLERİN İDEALLERİ ÇOK SOMUT
Sevgili Okuyucular,
Yaşlandığımız dünyanın sonuna gelmiyoruz. Yeni bir şeylerin başına geliyoruz. O yeni şeyi görüyoruz. Ama ona tam katılamıyoruz. İletişim çağı böyle bir başlangıç. Biz gençlere yetişemiyoruz. Onlar da bizim sorunlarımızı tam anlamıyorlar.
Fakat şimdiye kadar insanların en akıllı olanlarının ulaşmaya çabaladıkları bir düzey var. Çünkü insanoğlu kendi varlığı üzerine kurulu bir özgül değer taşıyor. Bu çağdaş uygarlığın da ulaşamadığı bir düzey. Belki de bir hayal. Belki de insana gerektiğinden çok değer veriyor. Aklı yüceltiyor. Sevgi ve Ahlakı yüceltiyor. İnsan yaşamının önemini vurguluyor. Bazen ölümsüzlük hayalleri kuruyor. Felsefede, sanatta, edebiyatta aklı şaşırtan duygusal zirvelere ulaştığımızı düşünüyoruz. Bunlar genç kuşakları, bundan böyle, bizim gibi etkilemeyebilir. Bilimsel olarak, bunların geçmiş koşullar içinde ulaşılmış halusinasyonlar olduğunu keşfedebilirler.
Fakat geçmiş kuşakların bugüne kadar hal gerçekleşememiş idealleri çok somut. Bu, fiziksel yoksullukları atlatmış, sömürülmeyen ve öldürülmekten korkmayan bir insanlık. Bu basit amaçlar, eski ve yeni kuşaklar için, hala ulaşılmamış bir uygarlık aşaması. Yaşlılarla gençlerin iletişimini hala sağlayan da bu konu.
Türk insanı, ne yaratılış olarak, ne zekasıyla başka toplumların insanlarından daha kötü değil. Böyle bir genelleme hiçbir ülke için söylenmemeli. Sorun, bazı olumsuzlukların üst üste geldiği, ya da örtüştüğü ve buluştuğu bir tarih arakesitinde bulunmamız.

TÜRKLERİN TARİH GRAFİĞİ
Türklerin tarih grafiği 1300 ile 1453 arasında bir maksimumda idi. İmparatorluğun çöküşünde bir minimumda, Kurtuluş Savaşı ile 1938 arasında bir maksimumda, 2015’de 65 yıllık bir azalan eğrinin minimumunda bulunuyor.
 Bugün ülkenin bünyesi bir yobazlığı, bir PKK’yı, belki de bir İŞİD’i doğuran olumsuzluklar içeriyor. Ve bunun semptomları bu yazının başındaki, irili, ufaklı uygarlık dışı bütün davranışların temel nedenidir. Bir toplumun tarihini matematiksel bir olasılık eğrisine indirgemek fazla abartı olur. Bu sadece bir metafor.
Fakat burada söz konusu etmediğim sayısız olumsuz davranışın her gün bir köşede patlak vermesi dikkatimizi, belki normal koşullarda ikinci plana bırakacağımız bazı sorunlar üzerinde yoğunlaşmamızı gerektiriyor.
65 yıldır ilk kez sağcı bir iktidara karşı çıkan bir çoğunluk var, mecliste. Fakat bu olağanüstü sonucun mecliste koalisyon konuşmalarıyla geçmesine neden olan partiler var. İŞİD denen sözde bir dış gücün, Türkiye içinde etkinlikte bulunması, HDP’nin seçim başarısına karşın devam eden PKK terörü. Amerika ve Avrupa karşıtı bir politika sürdüren desteksiz bir hükümetin İncirlik Hava Alanının kullanılmasına izin vermesi gibi garabetler var. Bu sivri olguların ötesinde bunları destekleyen toplumsal hastalıklar, kişilerin kabalığından, güçlü bir ‘desinformation’ dalgasına ve ekonomik çöküntüye düşüş var.
Bu yeni bir tarihi minimumdur. Yükselme işareti olabilir mi? Bu gerçekleşmeyebilir. Ama umut hala son seçimin işaret ettiği yöndür. Örgütlü politika bu düzeyden aşağıda olduğu izlenimi vermektedir.
Türkiye’de akıllı odaklar ve insanlar var. Biraz aydınlanmak için Yılmaz Özdil’in 26 temmuz Sözcü gazetesindeki makalesini okuyun.
CBT sayı 1481, 14 Temmuz 2015




***

Temel Sorunumuz Özgürlüktür

Uygarlığın temel özelliği, insan hakları düşünme ve düşündüğünü söyleme özgürlüğüdür. AKP özgürlük sözü veriyor, CHP de bunu sağlayabiliyorsa, koalisyon yapsın! Yapamazsa kilidi kendine vurmuş olacak..
Doğan Kuban

Norveç’te, ABD’de, Fransa’da terör cinayetleri oldu. İslam ülkelerinde de günlük haber. Şimdi de Türkiye’de. Yüzlerce insanı hedefleyen toplu cinayetlerde 32 ölü! Biz bunun on katını maden kazasında, yüzlerce katını trafik kazalarında, binlerce katını iç savaşlarda gören, cinayete kanıksamış bir toplumuz.
Dünya nüfusunun kontrolden çıkmış büyüklüğü, her olan biteni doğal olarak gösteren paraya kilitlenmiş modern kapitalizm, ve bunu sürdürebilmek için harekete getirdiği mekanizmalar ve kontrol ettiği medya, cahil insanların gözlerine perde çekiyor. Vurdum duymazlık yıkanmış beyinlerin ataletinden kaynaklanıyor.
Çağdaş tüketim politikasının kişi yaşamına sokuşturduğu çöplük, spor tutkusu, ünlü sevgililer, otomobil reklamları, televizyon, telefon günlük yaşamın bütün az gelişmiş, entelektüel olmayan içgüdülerini besliyor. Şikayetini dile getiremeyen, kargaşa içinde bir insanlık.
Kılıçdaroğlu ‘Gün suçlama günü değil!’ demiş. Bunu, ülkenin kargaşaya düşmesinden çekinen politik bir tavır olarak kabul edelim. Diğerlerinin hiç bir açıklama getirmeyen, hedef saptıran hamasi mesajlarını da unutalım. Fakat bu cinayetin politika dışında boyutları yok mu? Acılar gazete haberleri gibi, çöp sepetine mi gidiyor? Bütün yaşam sevincini yitiren aileler, ölmek isteyen anne ve babalar var. Bu kanlı cinayette öldüren cennete gideceğini sanan bir ideolojiye sahip. Öldürülen gençler insani bir ideoloji için toplanmışlardı. Tarafların ideologları var. Bunların arasında cinayetleri kınayan ideolojiler egemen olamıyor.
Cinayet haberi, bir takıma gelen yeni futbolcu, piyasaya yeni çıkan bir otomobil kadar etkili değil. Bu bağlamda politikacılar, politik reklamcı olarak görev yapıyorlar. İnsan, toplum, ahlak, vatan kurtarmak kadar önemli değil.
BAŞAŞAĞI GİDİŞ
Bütün ekonomik göstergeler yokuş aşağı gidiyor. Eğitim yerlerde sürünüyor. Türkiye, hırsız, cani, cahil, ahlaksız, sömürülen bir toplum olmağa kuşkusuz boyun eğecek bir ülke değil! Fakat suçların yoğunlaşması genetik bir patlama olabilir mi?
Cinayet furyasının insanlıkla, dinlerle ilgisi yok. Kaynakları saf değil. Terörizm, uyuşturucu kaçakçılığı, silah kaçakçılığı, kara para kaçakçılığı ile aynı düzeyde bir eylem. Canlı bomba fenomeni dışında cinayetlere alet olanlar için açlık, emperyalizm ajanlığı, güç hırsı, para kazanmak gibi motivasyonlar da söz konusu.
Tehlike buradan başlıyor. Cinayete dönüşen hiçbir eylem insanlığı kurtarmamıştır. Din savaşları, uygarlık savaşları, sömürgecilik, kölelik, esir ticareti... Bir milyar aç insan. Barbarlarla savaş yok. Haçlı savaşları yok. Sömürge yok. Kızılderili tehlikesi yok. Ama mafya, çete, terör, hırsız, soyguncu, zorba tehlikesi var.
Müslümanlar birbirlerini kesiyor. Tarihte cinayetler, değişik tabelalar altında, hep aynI amaçlarla yapılıyor. Kahramanlar, kendini feda edenler, genel tabloyu değiştirmiyor. Ölen ölüyor. Sömürü ve cinayet devam ediyor. Bu günkü cinayetlerin amacı da güç ve ona bağlı servettir. Romalı aristokrat, Avrupalı dük ve kral, Çağdaş zengin, ya da kalantor politikacı ayni koşularda yaşıyorlar. Ayni oranda insafsızlar. Cinayetler ulusların sefaletini azaltmıyor. Öldürenler ve ölenler uluslararası emperyalizmin kurbanları. Canlı bombalar bunu anlamadan kendilerini feda ediyorlar.
KILIÇDAROĞLU’NUN TUTUMU SAYGIN
Sevgili Okuyucular,
Kılıçdaroğlu’nun politik tutumu bir kaygı göstergesidir. Bu önemli bir tavır. Namuslu bir politikacı olduğunu da kanıtlıyor. Fakat Suruç’taki gibi toplu ve politik cinayet bağlamında, Türkiye’de politikacıların aşması gereken bir bilinç düzeyi var. Bunu kişisel olarak aşmış olmaları sorunu çözmeğe yetmez.
Gazetelerdeki yorumlar ve haberlerde bir sürü sorumlu sayılıyor. Başta İŞID. Sonra PKK, HDP, AKP. Yapan da saptandı. Yapan bir kişi olduğuna ve bu suç odakları ortak çalışmadıklarına göre, iddialar dayanıksız. Kılıçdaroğlu’nun tutumu aydınlık kazanıyor. Ona özel bir değer de kazandırıyor.
Fakat toplumun sorunu farklı ve bundan çok daha önemli. Birincisi Türkiye’den de beyni yıkanmışların katıldığı uluslararası bir terör örgütü var. Bu sorunları yaratanlarla koalisyon yapmağı düşünen bir CHP var. İşe suçlama yapmadan başlasak bile, olayın nasıl geliştiğini analiz etmeyecek miyiz? Eğer AKP suçlu ise işbirliğine devam mı edecekler? Halkın politik eğilimini bu kadar hafife alan partiler politika mı yapıyor?
Bundan daha önemli ahlaki ve kültürel bir sorun daha var:
Suruç’a gidenlerin eylemi doğru muydu? Haklı mıydı? CHP ona katılıyor mu? 32 genç insanın canı, nedeni sorulmadan, kim vurduya mı getirilecek? Burada Kılıçdaroğlu’nun, aydınların, yazarların bir görüşü neden ortaya çıkmıyor, ya da, vurgulanmıyor?
Türkiye’de insanların bunu yapma hakkı var mı, yok mu? Bu özgürlük var mı, yok mu? Devletin burada takınması gereken tutum ne olmalıydı? Gezi olaylarında polis yedi kişi öldürürse, İŞİD de 30 kişi rahatça öldürür. Şimdi CHP bunlar tartışmaz ve ‘Suçlu aramayalım’ sloganı arkasına sığınıp, koalisyon pazarlıkları yaparsa, bu uygar ve hatta politik bir tutum olmaktan çıkar. İnsan özgürlükleri karşısında CHP’nin AKP’nin davranışlarını onaylaması olarak da yorumlanabilir. Gerçi Kılıçdaroğlu ‘yolsuzlukların hesabını sormamak, CHP’ye kilit vurmak demektir’ de demişti. Ama bundan koalisyon nasıl çıkar? Bunu pek hesaplayamıyorum. Çünkü cahil ve kafası karışık bir toplumda poker masası blöfleriyle yaşıyoruz. Adetim olmadığı halde, hiç sevmediğim politikadan söz ettim. Üstelik ad kullanarak. Özür dilerim. Fakat Kılıçdaroğlu en güvenilir politikacılardan biri. Ve ölenler torunlarımdan daha genç. Çok canım yandı.
SORUNUN CAN ALICI NOKTASI:
Batı uygarlığı bir kavramı aydınlattı: İnsan, toplumu idare eden politik sistemden daha önemlidir. Büyük bir sanatçı, büyük yaratıcı bilim adamı ve düşünür yanında bir politik unvanın tarihi önemi yoktur.
Politikacının unvanının içi ancak iki koşulla doldurulur: Birincisi insan sevgisi, ikincisi düşünür olmak. O zaman politikacı da büyük insan olabilir. Ama tarihin çöp sepeti ünlü krallarla doludur. Kimse yaptıklarını anımsamaz. Yaptıkları kötülükler bile unutulur. Sadece Yezid gibi adları kalır. İnsanlar her kötülük yapana ‘yezid’ demeğe yatkındır.
Başta Avrupa ve sonra ABD dünyanın en uygar ülkeleri. Buna şüphe yok. Fakat bu uygarlık kendi içlerinde, kendi evleri için. Dünyaya öyle davranmıyorlar. Özellikle Amerika acımasız. Olayları saymağa değmez.
Bu uygarlığın temel özelliği, insan hakları düşünme ve düşündüğünü söyleme özgürlüğüdür. Bu da demokrasi denen politik sistemin temelidir. Bu olmadığı zaman Batı uygarlığı yoktur. Amerikalı Müslümanlara Amerikalı gibi davranmaz. Yahudilerin davrandığı gibi davranır.
Şuhud’un düşündürmesi gereken özgürlüktür. Ülkeyi sağduyuya ulaştıracak tek yol koalisyon’dan önce özgürlüktür. AKP özgürlük sözü veriyor, CHP de bunu sağlayabiliyorsa, koalisyon yapsın! Yapamazsa kilidi kendine vurmuş olacak! O zaman özgürlüğün kilidini kim açacak? Özgürlük, uygarlık ve refah birbirini izler. Refahdan başlayan uygarlık yok!
Sevgili Okuyucular,

21. yüzyılın bu ilkel ve ölüm ve cinayetle sonuçlanan olaylarının bilimsel bir açıklaması olabilir mi? Ünlü bir Amerikan filminde beş Amerikan komandosu bir Taliban liderini yakalamağa giderler. Yaşamlarını hiçe sayarak insan avına çıkanın canlı bomba ile farkı var mı? Biri dini bir ideoloji, diğeri politik bir ideoloji. Her ikisi de beyni yıkanmış, ölüme hazır, ötekini yok etmeğe koşullanmış genç insanlar. Biri uygar bir ülkeden. Bu ideolojik cinayetlerin sınır tanımayan yaygınlığı çağdaş tüketim kapitalizm’inin insan genetiği üzerinde, olumsuz etkileri sonucu olabilir mi?
CBT sayı 1480, 31 Temmuz 2015




***

İletişim Çağında Yapısal Değişiklik 


Gerekiyor

Sanayi Çağının ikinci aşamasına geldik. Bu İletişim çağıdır. Artık insanların İstanbul ve Ankara gibi hantal arsa ve yapı spekülasyonu kentlerine üşüşmesi gerekmiyor. Ününü geçmişinden alan İstanbul’da Cumhuriyet Türkiyesı sanayi, eğitim ve kültürünü kurdu. Bugünün İstanbulunda ise dünyaya övünerek göstereceğimiz yapı, kentsel düzenleme, yeşil alan yok. Bilim ve sanatta yok. Neden?

Doğan Kuban


Çünkü kentin insanları bu niteliği taşıyan bir çevreyi isteyen bir dünya vizyonuna henüz sahip değiller. Megalopolis birkaç iyi yetişmiş insanın varlığı ile şekillenmiyor. Küçük sanatçı ve aydın gruplarının dev bir kentin biçimsel düzenini ve estetik niteliğini saptayacak etkileri yok!
Geleceğin kapısında olduğumuzu topluma duyurmak ve Türkiye’nin dünya ile birlikte başka bir çağa girdiğini anlatmak zorundayız. Sanayi çağı parametreleri artık geçerli değil. Dünyaya egemen olan tüketim çeteleri, sömürüye devam edebilmek için, halkın kendine olan güveninin de altını oyuyorlar. Bunu anlamak için uzun tartışmalara gerek yok. Günlük gazete okumak ve Türkiye ile dünyayı karşılaştıran istatistikleri incelemek yeterli.
Bundan önceki dönemin tartışılmasının yararı yok. Türkiye’nin geleceği modası geçmiş ve ülkeyi bir çöküntüye sokmuş bir sistemin restorasyonu üzerine kurulamaz. Bu koalisyon tartışmalarına benzer.
İçine girdiğimiz İletişim çağının sorunlarının tümü yenidir. İletişim teknolojisi dünyayı bilgisayar ve telefonların içine soktuktan sonra, insanların büyük kentlere gereksinimi kalmadı. Bugün büyük kent gelişmemiş bir iletişim ve ulaşım çağının kanseridir. En büyükleri fakir ve az gelişmiş ülkelerdedir. Bizde bu kentler köylü sınıfının toplum yaşamına geç katılması sonucudur. Gelişme İstanbul ve Ankara gibi, kontrolsüz insan yığınlarının kaotik yapılaşması ile sonuçlandı. İstanbul’un sanayi kenti olarak şimdiye kadar başaramadığı işi, bundan sonra yapması olanağı kalmamıştır. Buna dayanacak bir Türkiye yok. Ülkenin iletişim Çağı için yeniden örgütlenmesi gerekiyor.

ONLAR NE YAPIYOR, BİZLER NE?
Sevgili Okuyucular,
Durumu anlamak için başka ülkelerin gelecek için aldıkları tedbirleri anımsayalım: Danimarka enerji üretimini Baltık kıyılarında inşa edilen rüzgar türbinlerine yükledi. Alman hükümeti nükleer enerjiyi yasakladı. O da Baltık’ta büyük rüzgar enerjisi santralları kurdu. Çin hükümeti CO2 salınımını azaltmak için, kömürden elde ettiği enerji programını, sanayi üretimini azaltmak pahasına, kısmaya karar verdi. Bu Çin gibi bir sanayi devi için çok radikal bir karardır. Amerikan eyaletleri alternatif enerji için kongre ile savaşıyorlar.
Bütün enerjisini dışardan alınan petrole ve kömür madenlerinin sınırlı potansiyeline dayamış Türkiye, çok sınırlı yerel kullanım için HES projeleri ile ülkenin en güzel doğal sitlerini tahrip ediyor ve halkla kavga ediyor. Atom Santralı yaptırmayı planlıyor. Türkiye’de rüzgar ve güneş enerjisi potansiyeli ülke gereksinmesinin neredeyse on katı iken bu yola giremiyor. Neden olduğunu uzmanlarına bir sorun! Propaganda ile dünyadan soyutlanmış toplum kesimleri bunları politik tartışma konusu sanıyor. Oysa bu tutumlar ülkeyi dünyanın kölesi yapan, ekonomik sıkıntıya sokan sorunların başında geliyor.
Kaldı ki CO2 salınımsız enerji elde etmek, dünyanın başındaki en büyük doğal bela olan iklim değişikliği tehlikesinin temel engellerinden biri olarak bütün dünya tarafından kabullenmiş bir olgu. Büyük petrol şirketlerinin engellemelerine karşın giderek güç kazanıyor. Uluslararası bu olgular devletlerin enerji ve onunla ilgili iklimsel değişim konusunda büyük endişelerle çok ciddi tedbirler aldıklarını kanıtlıyor. Biz bunun da dışında kalıyoruz. Bedelini çok ağır ödeyerek bizi bunun dışında kim tutuyor?
Fakat daha kökten gelişme İletişim çağının büyük kent kaosunu yoketmeye olanak veren ve ülkeyi bir çöküşten kurtacak potansiyelidir. Bu yeni bir devrimdir. İletişim ve yeni ulaşım olanakları üretim odaklarının yayılması (desantralizasyonu), ülkenin tümünün üretime katılımı, ülke nüfusunun yurt yüzeyine dengeli yayılımı, terkedilen tarım arazisinin daha verimli kullanılmasına da olanak verecek. Bunlar Sanayi de nal toplayan çok geri kalmış bu ülke için bir imdat simidi. Alternatif enerji olanaklarıyla birleştirince 80 000 000 insanın geleceği için bir bayram müjdesi olabilir.

MİLYONLARCA İŞSİZ VE KOCAYAN KENTLER
Sanayinin, insanların ülkeye homojen yayılımı bu günden yarına olacak bir şey değil. Fakat zor da değil. Üniversiteyi Bayburt’ta açıp Kocaeli’li öğrenciyi oraya gönderiyoruz. Van’da hastane açıp Batıdaki doktorları orada zorla çalıştırıyoruz. Ülkede milyonlarca mevsimlik yer değiştiren toprak işçisi var. Yaşamak için büyük kentlere gelip sokaklarda işsiz dolaşan milyonlar var. İstanbul’da işsiz sayısı milyonlarca. Sınırdan girip Batı kentlerinde sürünen Suriyeli zavallıları saymayalım. Üniversiteler, hastaneler, insanlar gidecek, fakat sanayi gitmeyecek. Kaldı ki, o da olanak verilirse, Anadolu’da gelişiyor.
Her şeyin merkezi sayılan İstanbul, Ankara, Kocaeli, Batı Anadolu kocadılar. Sanayi Türkiyesi de oluşmadı. Ankara merkezli politika demokrasiyi ortadan kaldırdı. Eğitimi yok etti. Yöreselin yaşamsal özgürlüğünü kısıtladı.
Sevgili Okuyucular,
Türkiye son elli yılda kırsalın kentlere yığılması sürecine paralel olarak, kökten bir değişim geçirdi. Bu değişimin karmaşık sosyal, ekonomik , kültürel ve politik bir tarihi, hikayeleri, masalları, gerçeği, yalanı, mitos’u , akıl almaz boyutsal değişimleri, geleneksel insan davranışlarını allak bullak eden toplumsal yenilikler, hortlayan bir ortaçağ efsanesi ile birlikte , ahlaksızlık ve cehaletin dans ettikleri ülke büyüklüğünde bir sahnesi var. Birlikte oynuyoruz. Bazıları daha aktif. Kimilerinin ipleri dışarıda. Bunları kimin oynattığı bazen belli, bazen değil.

BOŞ KAFALILARLA DOLU MODERN TOPLUM
Bu cilalı, renkli, ölümlü, gökdelenli, AVM’li, üniversiteli, hastaneli, imam- hatipli, futbollu, otomobilli, telefonlu, televizyonlu, bilgisayarlı, Face book’lu, Twitterli, uçaklı, turistli, yıldızlarla dolu otelli, lokantalı ve kahveli, fakat kitapsız, boş kafalı insancıklarla dolu modern tüketim toplumu, sıkışık, gecekondu üsluplu dev dünyasında nefes alamıyor. Aslında hapis. Bu fizikselden çok zihinsel bir hapishane. Gardiyanlar da hapis.
Türkiye’nin sorunu şişinen kişiler değil, savrulan toplum.
Sevgili Okuyucular,
Türkiye’nin sorunlarını bir süre düşününce , bilimsel düşünme gücüm azalıyor. Aziz Nesin’in üslubunun bu olup biteni hazmedebilmek , hatta halka yansıtmak için tek üslup olduğunu keşfediyorum. Onun becerisine sahip olmasam da, mizah’ın dışında, ciddi bir söylem bazen üretemiyorum. Aşağıdaki benzetme de o nitelikte.
Komşunun beslediği 100 tavuk, iki horozlu bir kümes var. Ben de tavuk besledim. Fakat bu türü bilmiyorum. Neredeyse bir hindi büyüklüğünde alaca koyu renkli tavuklar. Hindi kadar büyük iki ak horoz. Korkunç yem ve atık yiyorlar. İyi yumurtluyorlar. Yumurtalar bildiğimiz yumurtalardan küçük. Fakat içlerinde iki sarı var. Bu birbirinden ayrılmayan büyük bir tavuk aşireti.
Türk toplumunun homojen olmayan toplum dokusunda farklı gruplar var. Üniversitelerde, iş çevrelerinde, politikada boy boy, renk, renk farklılaşmalar pek çok deformasyonın habercisidir. Güç odakları, amaçlarına uygun yasa ve yönetmelikleri, bilimsel ve yasal üslupla yazılmamış bir dille, uzman olmayanlara yazdırır, bunları da kısa aralarla değiştirirlerse bugünkü yasal ve ‘procedural’ kargaşa ortaya çıkar.
Eğer uzman olduğunuz alanda yazılmış yasa ve yönetmelikleri bilim, mantık, gramer ve sözlük açısından incelerseniz, şaşkına dönebilirsiniz. Toplumsal deformasyon, vücudunuzda olduğu gibi, moleküler boyutlarda olursa, bunu estetik ameliyatla çözemezsiniz. Bu koalisyon oyununa benzer.
 Gelecek haftanın konusu tümel yapısal değişiklik gerekliliği!

CBT sayı 1479,  24 Temmuz 2015

***

Mimarlık ve Kent- Çöküş Süresi
Doğan Kuban

Kent Planlaması ve Mimarlık Tasarımının son yarım yüzyılı bir çöküş sürecidir. Her şeyiparaya indirgeyen bir ortamda bu yargı, bu işlerden anlamayanlara garip gelebilir. Kaldı ki inşaat arasında iyi niyetli insanların yaptırdıkları ve yetenekli mimarların tasarladıkları yapılar da var.

Sevgili Okuyucular,
Bu yazıda ülke için gelecek bir felaket işareti olan yapılaşma furyasının doğasını anlatmağa çalışacağım. Kent ve Mimarlık, toplumun içinde bulunduğu bilinçsiz sözde gelişimin hemen her alanda çaldığı tehlike çanlarıdır. Onlara kulak tıkamayın!
Daha kentlileşememiş Anadolu halkı gökdelenler, büyük yüksek yapılardan oluşan konut siteleri, alış-veriş merkezleri, her yanı dolduran otomobiller, lüks mallar karşısında çok etkileniyor. Bundan elli yıl öncesinin Anadolu insanı için bu yeni kent çevresi bir Walt Disney dünyasıdır. İki katlı taş, ahşap kerpiç evinden, toprak ve kaldırımlı sokaklarından bir cennete geldiler! Çok sıkıntı çekseler de İstanbul gibi bir kent, bütün boyutlarıyla şaşırtıcıdır. Beni bile şaşırttığını itiraf ederim.
Halk deyiminin içinde partiler, hükümet, üniversiteler, sanayi kuruluşları, turizm işletmecileri, müteahhitler, herkes var.
Bugün 60 yaşında olan bir insan 1980’den sonra bilinçlenen bir insandır. Adı üniversite olan kurumların %40’ı da 2006’dan sonra kuruldu.
Ülkenin bütün kurumlarıyla tepetaklak gitmesi Anadolu halkının suçu değildir. Toplumsal bir deformasyondur. Nedenleri de sayısızdır. Temelleri Osmanlı toplum yapısından kaynaklanır. Fakat genç mimar başarısız bir uygulama yapmışsa, bunun kişisel bir yeteneksizlikten çok, toplumsal bir yoksulluğun, bir hamlığın sonucu olarak görmek daha doğru olur. Projeyi yaptıran mal sahibi, yetiştiren hoca, kabul eden belediye, o sokakta oturanlar ortak ve az gelişmiş bir kent kültürünün ortak temsilcileridir.
Sevgili Okuyucular,
Bu olumsuz ve bugünün İstanbul’unun çirkinliğinden söz ederken, ‘1930 İstanbul’u daha güzeldi’ diyemeyiz.
İstanbul’a 1930’da 100 mimar ancak vardı. Nüfus 500.000’i geçmiyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış, işgalden yeni kurtulmuş fakir ve harap bir kentti. Tek üniversitesi yeni açılmıştı. Sanayi diye fazla bir şey yoktu. Boğazda elektrik olmayan çok mahalle vardı. Bu gün kurumlar daha geri, öğretim daha kötü, İstanbul halkı daha ilkel değil. İstanbul halkı daha yobaz değil.
Bu başka bir İstanbul. Değerlendirme sadece bugün için geçerli evrensel parametrelerdir. Tarihin hiçbir çağında bugünkü iletişim ve ulaşım olanakları olmadı. Bugüne göre 20. Yüzyıl başında dünya kentleri birbirlerinden soyutlanmış olarak yaşıyorlardı. O İstanbul’u Paris, Londra ile karşılaştırmak anlamsızdı. Ne Cambridge’le karşılaştırılacak bir üniversite, ne Louvre ile karşılaştırılacak bir müze, ne de bir konser salonu vardı. Son saraylar da Versailles ile ya da Buckingham ile karşılaştırılacak yapıtlar değildi.

ÇAĞDAŞLAŞTIRMANIN HIZINI KESEN NEDENLER
Bu değerlendirme nüfus boyutlarıyla Paris ve Londra’yı geçmiş, Türkiye ekonomisinin yarısını bünyesinde toplamış, üniversitelerinde İngilizce öğretim yapılmağa çalışılan bir megapolis’in, gökdelenleri, alış veriş merkezleri 5 yıldızlı otelleri, lüks yaşamı ile kendini dünya toprak ağası da markası olarak sunan bu dev kentin megalomanisini irdelemek için yapılıyor.
Bu bir yapılar karşılaştırması değil. Tarih karşılaştırması da değil. 21 yüzyılda ülkenin %25 inin yaşadığı bu en gelişmiş en ünlü Türk kentindeki insanların yaşam kalitelerini ve uygar niteliklerini irdeleyen bir değerlendirme. Fiziksel yaşam koşulları, öğretim, sanat ortamı, tarihi ve estetik çevre, entelektüel çevre, planlama, ulaşım. Toplumun uygarlık düzeyi, başka bir deyişle, insan davranışlarının kentin uygarlık düzeyini yükselten ya da düşüren nitelikleri.
İstanbul tarihi boyunca, Türkiye’nin Avrupa’dan uygarlık ve bilgi havası aldığı açık pencere idi. Bugün bu olanak neredeyse sonsuz. Fakat pencere ne kadar açık? Kuşkusuz bunu kapamaya hiç bir güç yetmez. Ne var ki Türkiye’de ekonomik, politik ve kültürel iç ve dış mekanizmalar, kentsel değişimi etkileyen parametreler olarak, kentin çağdaşlaşma hızını kesiyor.
Bunların başında ulusal kültür, öğretim düzeyi ve politik ve ekonomik yozlaşmanın olumsuz etkileri geliyor. İstanbul’a göç ile kent nüfusu neredeyse 20 milyona çıkacak. Halkın kentlileşmesi daha gerçekleşmedi. Bunun eğitimle ilgisi var. İstanbul halkı, dünyanın benzer Avrupa kentleriyle karşılaştırılırsa, daha kentli değil.
Bunun en temel eksikliği insan saygısının eksikliğinden kaynaklanıyor. Kalabalık bir kentte insanlar arasındaki ilişkiler sayısal olarak, köy ve küçük kente göre çok fazla. Kalabalığın uymak zorunda olduğu kurallar çok artmış. Kalabalık bir kentte başka türlü yaşamak olanağı yok. Anadolu insanı bunu memleketinde, evinde, ne de okulda ve sokakta görmemiş. Birbirinin hakkını yeme nüfusun yarısı için bir kabadayılık ya da bir açıkgözlük. Fakat bu davranışların sonucu bazen yaşamsal bir önem taşıyabilir. Hastanız arabada, sıkışık trafik, ya da dikkatsiz bir şoförün kaygısızlığı yüzünden ölebilir. Türkiye’de kentleşemeyen halkın dikkatsizliği ya da kaygısızlığı nedeniyle kaybedilen zaman, para bu ve yaşam kuşkusuz hesap edilmiyor. Fakat bunun toplum yaşamına ödettiği bedel çok ağır olmalıdır.

HALK İKTİDARDA!
Türkiye, halkın ülkesi olmak açısından olağanüstü üniform bir ülkedir. Halk iktidardadır. Halk ne kadar cahilse iktidar da o kadar cahildir. Türkiye’de sınıflaşma yoktur. Aristokrasi olmamıştır. Kentlere göçten sonra toprak ağası da yoktur. Entelektüel, güç sahibi değildir. Büyük şirketler güç sahibi olmak için politik iktidarla iyi geçinmek zorundadır. Politik iktidar halkın yol açtığı iktidardır. Fakat bu iktidarların uluslararası güçlerden ne derecede bağımsız olduğu belli değildir. Halkın politik yönlendirilmesi de aynı şekilde karanlıktır. Uluslararası konjonktür’ün nasıl etkili olduğunu, doğru olarak anlayacak özgürlüğe sahip değiliz.
Bu politik koşullarda halk desteği ile oluşan iktidarlar, içinden çıktıkları halkın tavırlarıyla davranırlar. Bu tavırların iki bileşeni cehalet ve kaygısızlıktır. Tarihi temele oturan toplumsal koşullarda cehaletin okumuşlukla değil, toplumun entelektüel ataleti ile ilişkisi vardır. Cehalet sözcüğü, okumuş ve yazmışlıkla ilgili bir değerlendirme olarak anlaşılmamalıdır. Fakat, çağdaş dünyada, gelişmiş ülkelerle eşit koşullarda yaşamak için, gerekli bilgisel, entelektüel ve insana saygıda temellenmiş davranışsal birikimlere sahip olmaktır.
Bu bağlamda herhangi bir politikacı ile halk arasında bir fark yoktur. Halk, kendi evinin sorunu ile uğraşırken nasıl davranırsa, Bakan ve Belediye başkanı da kent sorunlarına o perspektifle yaklaşmaktadır. Bu tutum devlet idaresinde uzmanlığı saf dışı etmiştir. Belediye, kendine gökdelen dikmek için uğraşan arsa sahibi gibi, bir tünel açmak, bir parkı ortadan kaldırmak, köprü yapmak, tarihi bir sit alanını ortadan kaldırmak için hiçbir uzman görüşüne iltifat etmemektedir. Uzmanı dışlamak plansızlıktır.
 Plan yapamamanın bir başka nedeni daha var: İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerin düzenlemek zorunda oldukları sorunların verilerini toplamak bu kurumlar için olanaksızdır. Bunu gerçekleştirecek yetişmiş uzman kadrosu belediyelerde barınmamaktadır. Kaldı ki büyük boyutlar, sürekli göç, hızla değişen veriler bunu, bizim koşullarımızda olanaksız kılmaktadır.
Buna, Türkiye’nin dengesini bozan temel hastalığı olan bütün sanayileşmenin yapı yapmaya feda edilmesini de eklerseniz, karşınıza plansız ve kaotik, tarihi dokusu yok edilmiş bir kent ve çirkin bir mimari çıkar. Otomobil denilen çekirge istilasını da unutmayalım. Her şey kötü değil. Ama büyük Kent İstanbul bir iflastır.
Olumsuzluk da bir birikimdir.

CBT sayı 1478, 17 Temmuz 2015


*** 


Çağdaşlık üzerine Hüseyin Rahmi

Doğan Kuban
Hüseyin Rahmi’nin bugünlerde yeniden basılan ‘Şıpsevdi’ romanının girişini okursanız bir şok’a girebilirsiniz. Aradan yüzyıl geçtikten sonra, çok farklı fiziksel, ekonomik ve fiziksel koşullar içinde, AKP, kendi ağzıyla yineleyip durduğu Osmanlılığı, görünüşte 2. Abdülhamit rejimini bu günkü koşullarda yinelemeğe çalışıyor. İstenilen Osmanlılık buymuş anlaşılan. Bunu uygun gören başka parti olduğunu da bilmiyordum. Onu da öğrendim.

Bu günlerde gazetelerde çığlıklar arttı. Fakat çığlık yetmez. Gazetelere yansımayan çığlıklar çok daha fazla. Bu gün kanımca gazete yazarının, yorumcunun çok daha önemli bir görevi ortaya çıktı. Artık filancanının ne söylediği, falancanın ne yaptığı, birinin hırsızlığı, diğerinin yalanı, doğru inşaat izni gibi şeyler önemli değil.
Yıkılan bir sistemde hangi kiremitin nereye düştüğü, taşın kimin kafasını yardığı, binlerce adamın öldüğü otomobil kazalarında kimin bacağının koptuğu haber, ama Türkiye’nin kaderi ona bağlı değil.
Bütün bunları bir arada yaşatan cehalet sisteminin politikaya egemen olan sultasını kırmak için, düşüncenin daha üst düzeylerinde çözüm araması gerek. Seçim öncesı ve seçim sonrası MHP Başkanını anlamak benim idrakimi aşar. Bir gün önce hırsız dediklerine bir gün sonra olası koalisyon olanakları içinde düşünen CHP başkanı da, benim idrakimi aşar. Bütün bunlar, kanımca, politikanın halkın yaşamından soyutlanmış, sadece onun şikayetlerinin manipülasyonu üzerine kurulu zavallı bir iktidar oyunu olmasından kaynaklanmaktadır. Bu oyuna indirgenmiş politik ortamda, Türkiye, devlet olarak hayal bile edemiyeceğimiz Yemen, Sudan ve İşid’le içiçe yaşıyor.

ALAFRANGA VEYA ŞIPSEVDİ
Sevgili Okuyucular,
Bu yozlaşmanın 19. Yüzyılda başladığını gösteren bir yazar olarak Hüseyin Rahmi’yi tesadüfen seçtim. Eğer okuyucular dilini anlarlarsa çok eğlenirdirici bir yazardır.
1911’de ‘Alafranga’ adı altında tefrika edilmeye başlayan roman kısa bir süre sonra yayından men edilmişti. Rejimi eleştiriyordu. Abdülhamid devrildikten sonra 1914’te yeniden basıldı. Yeni adı ‘Şıpsevdi’ oldu. Bunu ‘Alafranga’lığa yani çağdaşlığa karşı bir eleştiri olarak görenler çıktı. Hüseyin Rahmi de romanın başına bir açıklama yazmak zorunda kaldı. Bu girişin bazı bölümlerini günümüz diline çevirdim.
“Benim çağdaşlığı kötülemek için yazdığım sanılıyormuş. Bu yanlış ve kaba bir kanıdır. Fakat çağdaşlığı züppelikten ayırmak gerekir. Türklüğümüz ve Osmanlılığımızla iftihar ederken, yükseliş nedeni olacak şeyleri kötülemek, yurdunu yücelmek amacı taşıyan bir yazara yakışır mı?” diye başlamış Hüseyin Rahmi.
“Batı Uygarlığı bizi aydınlattı. Bundan sonra da gelişmemize yol göstecektir. Despotluk yıllardır kitaplıkları engelledi. Çocukların kalplerinde vatan sevgisini yücelten dersleri kaldırdı. Öğretim düzenini bozdu. Bütün okulları sıbyan mektebine çevirdi. Ülkenin manevi gıdası, varlığı ve geleceğinin temeli olan yayınları yasakladı. Ülkenin gazetelerini despotu öven, yalanları telleyip pullayan kağıt parçaları haline soktu. Hep bozdu, yok etti, gurbete yolladı. Fakat bu kahredici, sindirici tavra karşın hiç bir şeyi yenilemedi.
 “Maarif müfettişlerinin, gümrük memurlarının şiddetli teftişlerine karşın özel kıtaplıkların en saygın köşelerinde gençlerin düşüncelerini güçlendiren yabancı kitaplar var. Bu bağlamda bir şey ilgimi çekiyordu. İkbal, Tefeyyüz, Şafak gibi parlak yayıncıların gösterişli, resmi izinlerle yayınlanmış kitapları, yaldızlı ciltlerine karşın vitrinlerde sinek avlarken, yabancı yayın satan kitapçılar karınca yuvası gibi işliyordu. Babıalide buların sayısı birden dörde çıkmıştı.
“Ülkenin eğitimi iflas edince imdadına yabancı eğitim yetişti. Gözler dışarıya çevrildi. Avrupa filozofları, tarihçileri, yazarları, şairleri bizimkilerden fazla tanınır ve okunur oldular. Avrupa yayınları rafları dolduruyordu. Zorbalıktan kaynaklanan yasaklardan dolayı Türkçesini ihmal etmiş, Fransızca öğrenmiş gençlere rasladım. Avrupa edebiyatı- üzülerek söylüyorum- yetenekli gençlerimiz üzerinde çok etkili oluyor.”
Bu arada Hüseyin Rahmi, Poincaré’nin kitaplarını cebinde taşıyan bilim düşkünü gençlerin varlığından mutlu olduğunu da yazar.

KASABIN SATIRI ALTINDAKİ KOYUN
Kuşkusuz bu gözlemler, İstanbul’un küçük bir bölgesinde yabancı dil bilenler arasında yapılmıştır. Fakat bu ülke sorunlarının kapsamı bağlamında açıklayıcıdır. Bugün biz öğretimi İngilizce yaptık. Bu bana kasabın satırının altına kendiliğinden giden koyunu hatırlatıyor.
Daha sonra alafrangalığın yaniçağdaşlığın baskı rejiminin nerede ise söndürmek üzere olduğu düşünce özgürlüğü ateşine Batıdan gelen ve umut getiren bir kıvılcım olduğunu söyler.
Hüseyin Rahmi ‘Şıpsevdi’de bizim bugünkü alaturk alafrangalarla alay eder. Şıpsevdi alafrangalara çağdaşı zevzeklik, züppelik, hoppalık ve cehaletle karıştıran ve halka çağdaşı yanlış tanıtan zararlı yaratıklar olarak bakar, onlarla alay eder.
Onun binbir ayrıntı ile alaya aldığı o küçük alafranga grup bugün Türkiye’yi istila eden modern görünüşlü geri kafalı milyonların yanında bir damladır. Ve artık alay konusu olmayacak kadar ciddidir. Bu sayısal, niceliksel sıçrama, niteliksel bir değişmeyi de beraberinde getirdiği için Hüseyin Rahmi’nin analizlerinden bugün için bir sonuç çıkaramayız. Fakat onları yaratan politik baskının bugün de var oluşu toplumun cehalet ve davranışlarında değişmeden kalmış bir kültürel niteliğe, ya da niteliksizliğe, en azından bugünün dünyası ile uyuşmayan bir tortunun toplumsal gelişmeyi engellediğine işaret eder.
Çağdaş nedir? Hüseyin Rahmi bu konuda kendisini yeterli bulmaz. Fakat kendince verdiği yanıtları da sıralar.
O sırada ülkelerin geleceğinin belirsiz olduğunu ve hiçbir ülkenin de bunun dışında kalamayacağını düşünür. Manda altında yaşamak gibi düşünceleri anımsatır. Böyle durumlarda akıllılarla ahmakların herzaman kavga ettiklerini söyler. Bunun kültürel dengesizlik ve toplumun zayıflığından kaynaklanan utanılacak bir durum olduğunu vurgular. Güce güçle, ticarete ticaretle, ekonomiye ekonomi ile, eğitime eğitimle karşı gelineceğini, fakat Osmanlı ile büyük devletler arasında büyük eşitsizlik olduğunu belirtir.

ABDÜHAMİT’İN BURNUNDAN DÜŞENLER
Sevgili Okuyucular,
Bugün o farklar duruyor. Ama bunu yineleyen Hüseyin Rahmi’ler çok değil.
Kimi sivri akıllının ‘biz de onların kadınlarıyla evlenelim’ dediğini söyler. Çocukları Avrupa’da okutmak, Fransızca konuşmak, ata binmek, kumar oynamak, salon adamı olmak gibi özellikleri olan bu ‘monşer’lerin bir kongrede ince menfaatleri belirtmekten aciz olduklarını söyler. Diplomasiyi ağızdan dinleyerek öğrenen diplomatlara bunun okulları olduğunu anımsatır. Biz de doğuştan şair, doğuştan yazar var. Ama doğuştan bilim adama, doğuştan maliyeci olmaz.  Bizde Divan katibinden diplomat oluyor. Dün istibdatçı olan bugün meşrutiyetçi oluyor, der.
Bu bizim, son seçim sonuçlarından sonra kimi parti başkanlarının tutumlarıyla aynı. Abdülhamid döneminin burnundan düşmüşler. Bizim zadeganın bütün marifeti poz, jest, kostüm. Güya öğrenmek için Avrupa’ya milyonlar döküyorlar. Bunlar yerine öğrenci yetişseydi, der.
 Türkiye’deki niteliksel değişiklik bu bağlamda çok açık. Bizim bugünkü zadeganlarımız partilerden yetişiyor. Avrupada okumuyor. Sokaklarda ve parti binalarında büyümüş halktan çocuklar. Avrupa’da okuyanlar çoğunlukla dışlanıyor. Bu bakımdan bir halk egemenliği var. Hatta okumuşun horlanmasını da son zamanlarda değerli büyüklerin ağızlarından dinliyoruz. Bu demokrasi açısından iç açıcı olurdu, eğer halktan çıkan yeni zadeganlar halka hürmet etseler, halka insan muamelesi yapsalardı. Fakat sokak çocukları gibi ‘a… a….’ ile başlayan yüz kızartan, çok elegan konuşmaları var.
Hüseyin Rahmi bu alafrangaların kendi düşüncelerine meftun olup, suyun akıntısına kapılıp gidenler olduğunu ve onların dünyasında yaşadıklarını söyler. Biz de akıntıya kapılanlarla birlikte gidiyoruz. Laz’ın ‘Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete’ diye anlattığı hikayeye benziyor.
CBT Sayı 1477, 10 Temmuz 2015


***

Tanpınar Sendromu

Ahmet Hamdi Tanpınar Cumhuriyet döneminde yetişen en önemli düşünürlerden biri, bence başta gelenidir. Osmanlı edebiyat tarihine, Tanzimat’a eleştirel bir bakış getirmiştir. Onun bütün analizleri yaptıktan ve sorunları ortaya koyduktan sonra Osmanlının ve Cumhuriyet’in 27 yıllık yarım kalmışlığının temel nedenini söylememesi, ya da yeterince dile getirmemesine ‘Tanpınar Sendromu’ diyorum.
Doğan Kuban

Bu Cumhuriyet aydınına özgü çekingenlik, olasılıkla, tarihte ‘Türk’ imgesini yaratmakla kendini sorumlu hisseden bizden önceki, bizim, hatta bizden daha genç kuşakların özel bir tutumudur. Bugün bunun zarar verdiği bir aşamaya geldik. Toplumun gerici kültürel bağlarından kurtulmasını engelliyor.
Tanpınar milliyetçi, içinde yaşadığı toplumu ve onun tarihini seven bir düşünürdü. Bugün yaşları 65’e ermiş, geçmişi dışarıdan seyreden, milliyetçiliği yadsıyan ya da takma Müslüman, takma milliyetçi bir düşünür değildi. Ulusal kültürün boşluklarından endişe duyan bir vatanseverdi. Bugün vatanseverlik, postmodernist’ler için modası geçmiş bir nitelik oldu. Ben ve olasılıkla benim öğrencilerim olah daha yaşlı bir grubu, vatanseverliği hala kalkınmanın motoru olan bir birikim olarak görüyoruz.
Fakat ulaştıkları sonucu dile getirme açısından, pek çok Osmanlı ve Cumhuriyet aydınında var olan suskunluğa, Tanpınar Sendromu adını koydum. Bu Tanpınar’a saygımdan.
 Demokrat partiyi iktidara getiren Halk partisi karşıtı eleştirileri, ve bir Osmanlı özlemini ortaya çıkaran gelişmeleri açıkça ortaya koyan düşüncelerini 1951’de yazdığı makalelerde buluyoruz.
 Tanpınar’ın Ülkü dergisindeki ‘İnsan ve Cemiyet’ (Ocak, 1944) ve Cumhuriyet gazetesinde ‘Kültür ve Sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlık’ , ‘Medeniyet değiştirmesi ve iç insan (Ocak-Mart 1951) adlı iki makalesi var. Bunları tamamlayan bazı düşünceleri de 1960’da yazdığı bir başka yazıda buldum.
 İlk Türk Akademisi Abdülmecid’in de katıldığı bir törende Mustafa Reşit Paşa’nın Nutku ile açılmıştı. Encümen-i Daniş akademinin danışma grubu idi. Encümenin ilk kararı bir Osmanlı tarihinin yazılması idi. Bu tarih Hammer’in tarihinin bittiği noktadan başlayacaktı. Cevdet Paşa Tarihi bu amaçla yazılmıştır. Bu karar o zamana kadar Osmanlıların Hammer’den sonra kendi tarihlerini bile yazmadıklarının kanıtıdır. Encümen İbn Haldun çevirisi yapılmasına da o zaman karar vermişti. Bu da Osmanlıların bir İslam klasiğinin farkına 400 yıl sonra vardıklarını gösteren ilginç bir örnektir.
Bu arakesitte Tanpınar nasıl bu kadar geriden geldiğimiz konusunda düşüncelerini açıklamıyor. Bu belki bugün bir sorun haline geldi. Türkiye’de kendilerinden icazetli allameler var. Fatih Medreselerini Bologna ve Cambridge üniversiteleriyle eşdeşleştirdikten sonra her şey yerli yerine oturmuş görünüyor. İstanbul Üniversitesi de Cambridge gibi algılanabilir. Biz kendimizi aldatıyoruz!
 Encüme-i Daniş, uzman bilim adamlarından, düşünürlerden oluşmuyordu. Kaldı ki o dönemde İstanbul’da bilim adamı, filozof türünden tanınmış bir bilim adamı ve düşünür de bilmiyoruz. Üyeler vezirler, medrese hocaları ve yüksek bürokrasiden seçilmişti. Bu günümüzün davranışına da uygun görünüyor. Bu üyeler arasında birkaç yabancı oryantalist ve dil uzmanı vardı.

AKP TÜBA’YI ORTADAN NEDEN KALDIRDI?
Adı bugüne gelmiş iki kişi biliyoruz. Ahmet Cevdet Paşa ve Ahmet Vefik Efendi. (henüz paşa değildi.) Bu sözde akademinin çoğu tayinle gelen memur olduğu için idarede terfiler, değişiklikler oldukça üyeler de değişiyordu. Bunlar toplantılarda birbirleriyle tartışıyorlardı. Bu günümüzdeki YÖK’e, Koruma Kurullarına ve Devlet memurlarından kurulan kurullara benziyordu. Cevdet Paşa, bu işe yaramaz Akademinin Ali Paşa tarafından ortadan kaldırıldığını yazıyor. Akademinin kaldırılması bir tasarruf kararı idi. Akademiden başka her şey olan Encümen-i Daniş sadece gereksiz bir masraf kapısıydı. Fakat idari davranışların o zamandan bu güne değişmemesi de açıklayıcı.
AKP hükümeti TÜBA’yı (Türkiye Bilimler Akademisi) neden ortadan kaldırdı? TÜBA’dan birbirlerini seçen tanınmış akademisyenler vardı, maaş da almıyorlardı. Herhalde Osmanlı Encümen-i Daniş’ine benzemediği için ortadan kaldırılmıştır. Çünkü kapı kullarından oluşmuyordu ve özgürdü.
1840 ile 2010 arasında 170 yıl sonra Türkiye’nin başında bir Osmanlı hükümeti mi var? Belki olamıyor ama gelmişti. Biz onu Cumhuriyet hükümeti sanıyorduk. İlginç olan, kimsenin böyle bilim, düşünce kurulu olur mu, dememesidir. Cevdet Paşa böyle üye olur mu, demiştir ama, kendisi de üye olduğu zaman bir şey demediği anlaşılıyor. Nasılsa bugün de aynı olduğunu düşünürsek, AKP’nin Osmanlı hayaline yaklaştık sayılabilir.
Tanpınar, Encüme-i Daniş’in akıbetinden sonra hep bir Türk akademisinin açılmasının düşünüldüğünü söyler. 1993’de açılan Türk akademisi 10 yıl içinde kapatılmıştır. Bu Osmanlı cehaletinin bugünün Türkiye’sinde devam ettiğini gösterir.
 İtalyan, Fransız akademileri 16-17 inci yüzyıllarda, Ruslarınki büyük Petro tarafından 18.yy. da kurulmuştu. Bunlar gerçek bilim adamı ve düşünürlerden oluşuyorlardı. Bu yüzlerce yıl açılamamış Türk Akademisi sorunun bu gün sorgulanıyor mu? Hayır! Bunun toplumun bilimsel gelişmesine olumsuz etkisi tartışılıyor mu? Hayır!
Tanpınar, Cevdet Paşa’nın bir çok örnek verdiğini ve bütün bu göstermelik kapıkulu kurullarının bu benzer nedenlerle kapandığını söyler. Ne var ki, Tanpınar gibi bir düşünür de, bunun nedenini kurcalamak istemez.
600 YIL SONRA İLK ÜNİVERSİTE
 İstanbul’da bir üniversite açılması da bir komedidir. Avrupa’da ilk üniversiteler 13. Yüzyılda açılmışlardı. Bizim allamelere sorarsanız Fatih medresesi de bir üniversite idi. Eğer bir akademisyen 15.yüzyılın Oxford’u ya da Heidelberg üniversitesini Fatih Medresesine benzetiyorsa, kendisi bir medreseliden ileri gidemediği içindir.
Üniversite açılması Encümen-i Daniş tarafından kararlaştırıldığı halde açılamayan ilk üniversite, ikinci kez 1870’de (Avrupa dan 600 yıl sonra) Abdülaziz döneminde açılmış, iki yıl sonra Mollaların müdahalesiyle kapatıldı. Abdülhamit döneminde varlığı anlaşılmadan kapatıldı. 1905’de tekrar açıldı fakat 14-18 savaşına girdik, kısacası bu ülke hiç üniversite görmeden Cumhuriyet’e geldi. Aslında orta mektep ve liseler de (Rüştiye, idadi) Tanzimattan sonra açılmış, fakat yeteri kadar gelişmemişlerdi. 19. Yüzyıl’da Osmanlı eğitiminin durumunu bugün kimse bilmez. Kaldı ki Cumhuriyet başında nüfusun okuma yazma bilmeyeni %90’dı. Köylüler oluma yazma bilmiyorlardı.
Osmanlı Anadolusu ise kentsel yapı açısından gelişmemiş bir ülke idi. Öğretim de bir kent kurumlaşmasıdır. Avrupa’ya yakın öğreti 18.yy. dan sonra sadece askerler gördüler.
AVRUPA’YA HER ALANDA YÜZYILLIK GERİLİKLER
19. Yüzyılda Osmanlının batılılaşma programı içinde tiyatro vardı. Abdülmecid Batı müziği ve tiyatroyu getiren sultandır. Dolmabahçe Sarayının arkasında bir tiyatro yapılmıştı. Tiyatroya muhalefet, onu ortadan kaldırdı. O tiyatroyu kim yaktı? Bugün Türkiye’de tiyatroya karşı olan gibileri. Abdülhamit dönemi başında bazı tiyatrolar vardı. Namık Kemal’in ‘Vatan Yahut Silistre’ oyununun yarattığı coşku nedeniyle tiyatrolar kapandı.
İttihat Terakki döneminde ve Cumhuriyet yıllarında Türk kadını sahneye çıkar. Cumhuriyet döneminde serpilir. İlk opera 1940’larda yapılır. Bunlar Avrupa’ya her alanda birkaç yüzyıl geri olan temel eğitim alanlarıdır.

Osman Hamdi Bey’in arkeoloji müzesine karşın İstanbul’da bir resim – heykel müzesi henüz yapılıyor, yıl 2015. Bu ülkede bugünlerde toplum eğitimini yönlendiren üç büyük kurum var. Üniversite, Gökdelen, Alışveriş merkezleri. Politikacılar için üçü arasında fark yoktur. Ama çağdaş medresenin 1.000.000 öğrencisi var. Fakat kadının arkasında namaz kılınmaz. Yakında kadınlar için sözel mescit düşünen yaratıcı müteşebbisler çıkabilir. Kültürel İntiharın çok değişik yöntemleri var.



Tanpınar Sendromu

Ahmet Hamdi Tanpınar Cumhuriyet döneminde yetişen en önemli düşünürlerden biri, bence başta gelenidir. Osmanlı edebiyat tarihine, Tanzimat’a eleştirel bir bakış getirmiştir. Onun bütün analizleri yaptıktan ve sorunları ortaya koyduktan sonra Osmanlının ve Cumhuriyet’in 27 yıllık yarım kalmışlığının temel nedenini söylememesi, ya da yeterince dile getirmemesine ‘Tanpınar Sendromu’ diyorum.
Doğan Kuban

Bu Cumhuriyet aydınına özgü çekingenlik, olasılıkla, tarihte ‘Türk’ imgesini yaratmakla kendini sorumlu hisseden bizden önceki, bizim, hatta bizden daha genç kuşakların özel bir tutumudur. Bugün bunun zarar verdiği bir aşamaya geldik. Toplumun gerici kültürel bağlarından kurtulmasını engelliyor.
Tanpınar milliyetçi, içinde yaşadığı toplumu ve onun tarihini seven bir düşünürdü. Bugün yaşları 65’e ermiş, geçmişi dışarıdan seyreden, milliyetçiliği yadsıyan ya da takma Müslüman, takma milliyetçi bir düşünür değildi. Ulusal kültürün boşluklarından endişe duyan bir vatanseverdi. Bugün vatanseverlik, postmodernist’ler için modası geçmiş bir nitelik oldu. Ben ve olasılıkla benim öğrencilerim olah daha yaşlı bir grubu, vatanseverliği hala kalkınmanın motoru olan bir birikim olarak görüyoruz.
Fakat ulaştıkları sonucu dile getirme açısından, pek çok Osmanlı ve Cumhuriyet aydınında var olan suskunluğa, Tanpınar Sendromu adını koydum. Bu Tanpınar’a saygımdan.
 Demokrat partiyi iktidara getiren Halk partisi karşıtı eleştirileri, ve bir Osmanlı özlemini ortaya çıkaran gelişmeleri açıkça ortaya koyan düşüncelerini 1951’de yazdığı makalelerde buluyoruz.
 Tanpınar’ın Ülkü dergisindeki ‘İnsan ve Cemiyet’ (Ocak, 1944) ve Cumhuriyet gazetesinde ‘Kültür ve Sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlık’ , ‘Medeniyet değiştirmesi ve iç insan (Ocak-Mart 1951) adlı iki makalesi var. Bunları tamamlayan bazı düşünceleri de 1960’da yazdığı bir başka yazıda buldum.
 İlk Türk Akademisi Abdülmecid’in de katıldığı bir törende Mustafa Reşit Paşa’nın Nutku ile açılmıştı. Encümen-i Daniş akademinin danışma grubu idi. Encümenin ilk kararı bir Osmanlı tarihinin yazılması idi. Bu tarih Hammer’in tarihinin bittiği noktadan başlayacaktı. Cevdet Paşa Tarihi bu amaçla yazılmıştır. Bu karar o zamana kadar Osmanlıların Hammer’den sonra kendi tarihlerini bile yazmadıklarının kanıtıdır. Encümen İbn Haldun çevirisi yapılmasına da o zaman karar vermişti. Bu da Osmanlıların bir İslam klasiğinin farkına 400 yıl sonra vardıklarını gösteren ilginç bir örnektir.
Bu arakesitte Tanpınar nasıl bu kadar geriden geldiğimiz konusunda düşüncelerini açıklamıyor. Bu belki bugün bir sorun haline geldi. Türkiye’de kendilerinden icazetli allameler var. Fatih Medreselerini Bologna ve Cambridge üniversiteleriyle eşdeşleştirdikten sonra her şey yerli yerine oturmuş görünüyor. İstanbul Üniversitesi de Cambridge gibi algılanabilir. Biz kendimizi aldatıyoruz!
 Encüme-i Daniş, uzman bilim adamlarından, düşünürlerden oluşmuyordu. Kaldı ki o dönemde İstanbul’da bilim adamı, filozof türünden tanınmış bir bilim adamı ve düşünür de bilmiyoruz. Üyeler vezirler, medrese hocaları ve yüksek bürokrasiden seçilmişti. Bu günümüzün davranışına da uygun görünüyor. Bu üyeler arasında birkaç yabancı oryantalist ve dil uzmanı vardı.

AKP TÜBA’YI ORTADAN NEDEN KALDIRDI?
Adı bugüne gelmiş iki kişi biliyoruz. Ahmet Cevdet Paşa ve Ahmet Vefik Efendi. (henüz paşa değildi.) Bu sözde akademinin çoğu tayinle gelen memur olduğu için idarede terfiler, değişiklikler oldukça üyeler de değişiyordu. Bunlar toplantılarda birbirleriyle tartışıyorlardı. Bu günümüzdeki YÖK’e, Koruma Kurullarına ve Devlet memurlarından kurulan kurullara benziyordu. Cevdet Paşa, bu işe yaramaz Akademinin Ali Paşa tarafından ortadan kaldırıldığını yazıyor. Akademinin kaldırılması bir tasarruf kararı idi. Akademiden başka her şey olan Encümen-i Daniş sadece gereksiz bir masraf kapısıydı. Fakat idari davranışların o zamandan bu güne değişmemesi de açıklayıcı.
AKP hükümeti TÜBA’yı (Türkiye Bilimler Akademisi) neden ortadan kaldırdı? TÜBA’dan birbirlerini seçen tanınmış akademisyenler vardı, maaş da almıyorlardı. Herhalde Osmanlı Encümen-i Daniş’ine benzemediği için ortadan kaldırılmıştır. Çünkü kapı kullarından oluşmuyordu ve özgürdü.
1840 ile 2010 arasında 170 yıl sonra Türkiye’nin başında bir Osmanlı hükümeti mi var? Belki olamıyor ama gelmişti. Biz onu Cumhuriyet hükümeti sanıyorduk. İlginç olan, kimsenin böyle bilim, düşünce kurulu olur mu, dememesidir. Cevdet Paşa böyle üye olur mu, demiştir ama, kendisi de üye olduğu zaman bir şey demediği anlaşılıyor. Nasılsa bugün de aynı olduğunu düşünürsek, AKP’nin Osmanlı hayaline yaklaştık sayılabilir.
Tanpınar, Encüme-i Daniş’in akıbetinden sonra hep bir Türk akademisinin açılmasının düşünüldüğünü söyler. 1993’de açılan Türk akademisi 10 yıl içinde kapatılmıştır. Bu Osmanlı cehaletinin bugünün Türkiye’sinde devam ettiğini gösterir.
 İtalyan, Fransız akademileri 16-17 inci yüzyıllarda, Ruslarınki büyük Petro tarafından 18.yy. da kurulmuştu. Bunlar gerçek bilim adamı ve düşünürlerden oluşuyorlardı. Bu yüzlerce yıl açılamamış Türk Akademisi sorunun bu gün sorgulanıyor mu? Hayır! Bunun toplumun bilimsel gelişmesine olumsuz etkisi tartışılıyor mu? Hayır!
Tanpınar, Cevdet Paşa’nın bir çok örnek verdiğini ve bütün bu göstermelik kapıkulu kurullarının bu benzer nedenlerle kapandığını söyler. Ne var ki, Tanpınar gibi bir düşünür de, bunun nedenini kurcalamak istemez.
600 YIL SONRA İLK ÜNİVERSİTE
 İstanbul’da bir üniversite açılması da bir komedidir. Avrupa’da ilk üniversiteler 13. Yüzyılda açılmışlardı. Bizim allamelere sorarsanız Fatih medresesi de bir üniversite idi. Eğer bir akademisyen 15.yüzyılın Oxford’u ya da Heidelberg üniversitesini Fatih Medresesine benzetiyorsa, kendisi bir medreseliden ileri gidemediği içindir.
Üniversite açılması Encümen-i Daniş tarafından kararlaştırıldığı halde açılamayan ilk üniversite, ikinci kez 1870’de (Avrupa dan 600 yıl sonra) Abdülaziz döneminde açılmış, iki yıl sonra Mollaların müdahalesiyle kapatıldı. Abdülhamit döneminde varlığı anlaşılmadan kapatıldı. 1905’de tekrar açıldı fakat 14-18 savaşına girdik, kısacası bu ülke hiç üniversite görmeden Cumhuriyet’e geldi. Aslında orta mektep ve liseler de (Rüştiye, idadi) Tanzimattan sonra açılmış, fakat yeteri kadar gelişmemişlerdi. 19. Yüzyıl’da Osmanlı eğitiminin durumunu bugün kimse bilmez. Kaldı ki Cumhuriyet başında nüfusun okuma yazma bilmeyeni %90’dı. Köylüler oluma yazma bilmiyorlardı.
Osmanlı Anadolusu ise kentsel yapı açısından gelişmemiş bir ülke idi. Öğretim de bir kent kurumlaşmasıdır. Avrupa’ya yakın öğreti 18.yy. dan sonra sadece askerler gördüler.
AVRUPA’YA HER ALANDA YÜZYILLIK GERİLİKLER
19. Yüzyılda Osmanlının batılılaşma programı içinde tiyatro vardı. Abdülmecid Batı müziği ve tiyatroyu getiren sultandır. Dolmabahçe Sarayının arkasında bir tiyatro yapılmıştı. Tiyatroya muhalefet, onu ortadan kaldırdı. O tiyatroyu kim yaktı? Bugün Türkiye’de tiyatroya karşı olan gibileri. Abdülhamit dönemi başında bazı tiyatrolar vardı. Namık Kemal’in ‘Vatan Yahut Silistre’ oyununun yarattığı coşku nedeniyle tiyatrolar kapandı.
İttihat Terakki döneminde ve Cumhuriyet yıllarında Türk kadını sahneye çıkar. Cumhuriyet döneminde serpilir. İlk opera 1940’larda yapılır. Bunlar Avrupa’ya her alanda birkaç yüzyıl geri olan temel eğitim alanlarıdır.

Osman Hamdi Bey’in arkeoloji müzesine karşın İstanbul’da bir resim – heykel müzesi henüz yapılıyor, yıl 2015. Bu ülkede bugünlerde toplum eğitimini yönlendiren üç büyük kurum var. Üniversite, Gökdelen, Alışveriş merkezleri. Politikacılar için üçü arasında fark yoktur. Ama çağdaş medresenin 1.000.000 öğrencisi var. Fakat kadının arkasında namaz kılınmaz. Yakında kadınlar için sözel mescit düşünen yaratıcı müteşebbisler çıkabilir. Kültürel İntiharın çok değişik yöntemleri var.
CBT sayı 1476, 3 Temmuz 2915

***


UYGARLIĞA GİRİŞ


Öldürmek bir uygarlık bileşeni olabilir mi?
Doğan Kuban

Sevgili Okuyucular,
Bizim tiyatro açısından Yunandan 2400 yıl geride olduğumuzu hiç düşündünüz mü? Gerçi bir allame çıkıp bizde de Karagöz vardı, diyebilir. Bir Karagöz oyunu teksti ile Euripedes’i hiç yan yana okudunuz mu?
Uygarlık kişi bağlamında ya da toplum bağlamında eğitim ve öğretim anlamına gelmiyor. Bunlar sadece bileşenler. Eskiden imza atabilenin okuma yazma bildiği düşünülen bir ülkede yaşıyoruz. Uygarlık bağlamında bilinç, imza atmasını bilenler kadar.
Bu kavramın en aldatıcı yanı, uygar diye bilinen ülkelerin en büyük cinayetleri işleyenler olması. Silah en çok onlarda. Bir bomba ile 100 000 kişiyi öldürenler Amerikalı kahramanlar. Kahramanlık artık Leonidas dönemindeki gibi değil. Her saçma ideoloji için adam öldüren kahraman olursa, uygar olmayan kalmaz. Eğer öldürmek uygarlık bileşeni olursa, dünya kovboyların ‘Free country’ (özgür ülke) dedikleri, hızlı çekenin önüne geleni soyduğu çağa dönebilir. Eskiler buna için ‘Tut kelin perçeminden!’ derlerdi.
“İNSANCA..” DAVRANIŞ MODELİ
Uygarlık, ‘insanca’ dediğimiz sayısız davranışı içeren, kişiden başlayıp toplumlara yayılmış, sözlere, düşüncelere, atasözlerine, felsefelere, inançlara sızmış, dünyanın her köşesinde duyarlı, akıllı insanların davranışlarını yönlendirmiş, insanların birlikte yaşamalarına olanak veren toplumsal ve psikolojik davranış modelleridir. Temelde, insana saygıda temellenmiş olmalıdır.
Cinayet, yalan, hırsızlık ve sömürü ile dolu bir dünyada yaşadığımız için, olasılıkla kötü örnekler iyilerden daha çok ‘rating’ yapıyor. Medya da onu yansıtıyor. Fakat arada bir ‘uygarlık bu olmalı !’ dediğiniz durumlar var.
Hollanda’nın yeni kralını seçen törenlerde Amsterdam’da André Rieu Orkestrasının konserini dinledim. Daha doğrusu Hollanda halkının musiki ile akıl almaz coşkulu ilişkisini seyrettim. Orkestranın çaldığı şarkı ve marşların söylenmesine binlerce dinleyici katılıyordu. Kuşkusuz bu çok özel bir konserdi. Fakat musikinin temel uygarlık ölçütlerinden biri olması gerektiğini kanıtlıyordu.
Musiki kadar hiç bir şey bu duygusal ortaklığı sağlayamaz. Belki aklınıza spor yarışmalar ve maçlar gelecektir. Fakat bunların uygarlık gösterisi olduğunu sanmıyorum. Örgütlenmeleri uygarca bir davranış olarak görülebilir. Konserde 15-20 marş ve şarkının büyük çoğunluğuna binlerce kişi katıldı. Musiki dinleyicisi olanlar onun kendilerini bir nehir gibi alıp götürdüğünü bilirler.
ÖPÜŞME
Daha basit bir uygarlık gösterisi daha keşfettim: Sevgili ya da karı koca kalabalıkta utanmadan öpüşüyorlarsa bu bir uygar toplum gösterisidir. Öpüşme seks’den çok sevginin gösterisidir. Müslüman bir toplumda yan yana bile yürümeyen karı koca ne kol kola girer, ne el ele tutuşur, ne birbirlerini öperler. Neden? Çünkü kadınla erkeğin birbirlerine yakınlaşmaları İslam toplumunda ancak seks olarak görülür. Kadın ve erkek arasında sevgi dışlanmıştır. Bu yorum, sosyal gerginlikler yaratmakla kalmaz, toplumun sevgi potansiyelini de azaltır.
Dinin toplumlar üzerindeki etkisi küçümsenemez. Dünyada dinden daha güçlü olarak insanları etkileyen hiç bir ideoloji yoktur. Kaldı ki bu kadar uzun etkili olan da yoktur. Fakat bu uzun yaşam ve etkili güç, tarih boyunca politik ve ekonomik amaçlarla, dini inancın saptırılmasına ve din dışı amaçlarla yönlendirilmesine olanak vermiştir. Bunu en uygar toplumların tarihinde bulmak, insanların karakterleri bağlamında umut kırıcıdır.
DİNLERİN ORTAK YASAKLARI
Bütün dinler pek çok günah arasında üç tanesini büyük günah sayarlar. Öldürmek, Hırsızlık, ve yalan söylemek. Dindar insanlar buna inanırlar. Dini kitaplar bunların cezasını da söyler, örneğin İslam şeriatında çalanın eli kesilir. İnsanın bu günahlara kapılmaması için öğretimli olması gerekmez. Benim dindar anneannem dahil, tanıdığım pek çok iyi insan okuma yazma bilmiyordu. Dünyanın en uygar toplumları da, kişi ve toplum olarak öldüren çalan ve yalan söyleyenlerle dolu.
Din, çalmayı hukuk gibi tanımlamaz, tanım sade ve dolambaçsızdır. Hukuk ise bir kılıf bulup geçirme yöntemidir. Bütün dünya parlamentoları bu işi yapan uzmanlarla doludur. Politika da, uluslararası bir yalan söyleme ve safsata (sofizm) yöntemidir. Toplumlar geliştikçe bu bilgiler bilime bile dönüşürler.
Yalanı doktrin haline getiren devletler var. Kısacası Uygarlık-Din ilişkisi suç bağlamında bir anlam taşımaz. Uygarlık daha kapsamlı bir birikimdir. Din aracılığı ile tanımlanamaz.
Uygarlık bir Milliyet de tanımlamaz. İnsanlık iyi çalanı, iyi öldüreni hangi amaçla olursa olsun mahkum ediyor. Safkan dindar olmaz, bütün dinler kazanç hanelerine yeni devşirmeleri yazarlar ve şimdiye kadar hiçbir tarih ve bilim safkan Türk, Arap, İranlı, Alman’ın daha namuslu olduğunu kanıtlamamıştır.
Hitler, Mussolini ve dünyanın her köşesinde sayısız irili ufaklı diktatörün yaptıkları uygar toplumla diktatörlük arasında doğru ilişki olduğunu gösteren bir gerçek sergilemez.
Cumhuriyetçilikle uygarlık arasında ilişki daha karmaşıktır. Herhangi bir insanın dindar ya da Milliyetçi olması Cumhuriyetçi olmasına engel olmamıştır. Türkiye halk partisi üyeleri de ötekiler gibi dindar ve milliyetçidir. Eğer yalın akıl perspektiflerinden bakılırsa dinci parti, Milliyetçi parti, cumhuriyetçi parti yaftaları uygar insanlar tanımlamaz. Galatasaraylı-Fenerli-Beşiktaşlı olmak da insanı daha uygar yapmaz.
 UYGAR’I TANIMLAYAN NEDİR?
Herhangi bir parti mensubu olmak değildir. İstatistik farklılıklar olduğu zaman bunun nedeni başkadır. Bilgi, görgü, kentsel gelenek, yaşam kalitesi bazı farklılıklar yaratır. Fakat bunlar da doğrudan uygarlık nedenler değildir. Dünyanın en büyük insanlık cinayetlerini Avrupalıların işlediler. Fakat toplumsal uygarlıkla ilgili en ileri düşünceleri de onlar geliştirdiler. Ne var ki insan beyni iyilik ve kötülüğü birbirine yakın oranlarda üretiyor. Yin ve Yang dengeli. Kadın erkek nüfusu da dengelidir.
İnsanları davranışları bağlamında bazı doğru gözlemler yapılabilir. Bunlar bilimsel değil, istatistiksel gerçeklerdir. Örneğin, hırsız ya da sahtekar politikacı ve tüccarlar arasında daha çok çıkar. Matematikçi, ressam ve müzisyenden çıkmaz.
Olasılıkla bilim, sanat ve uygarlık arasındaki ilişki daha çok irdelemeye değer. İdama giden fizikçi ya da biyolog sayısı pek bulunmaz , ama politikacı, tüccar hatta asker bulunabilir. Yani nedeni ne olursa olsun, bilim adamı daha güvenilir bir yafta gibi gözüküyor.
Öte yandan kilise Galileo Galilei’yi mahkum eder. Sünni Müslümanlar sufi Haccac’ı yakarlar. Atina hakimleri Sokrates’e zehir içirebilirler. Bunlar daha çok geçmiş, daha uygar olmamış dönemlerin hikayeleridir.
Uygarlık insan toplumunun dini ve politik yaşamındaki insan merkezli kuralların birbirleriyle buluşarak politik özgürlük, toplumsal ahlak, adalet, estetik konularında geliştirip kurallaştırdığı insan merkezli davranışlar bütünüdür. Zaman zaman sınıfsal despotizmin,kişisel despotizmin, savaşların zorladığı gerilim ya da sömürü dönemleri yaşanmış, politik, dini, ekonomik baskılar olarak toplumların yaşamını alt üst etmiştik.

Bu toplumsal- evrensel süreçlerin en uzun aşaması kapitalizmdir. Günümüzde insan için uygarlıktan toplumsal uygarlığa, uygarlık için uygarlığa doğru bir gelişmenin içinde yaşayan ülkeler var. Bunun en önemli göstergesi de kişi özgürlüğünün en az kısıtlamalara tabi olmasıdır. Uygarlığın hiçbir konfor aracı ve olanağı ile ilgisi yoktur. Temeli insan güvenliği ve özgürlüğüdür, ve bu yasa ile değil, tarihi birikimle gerçekleşiyor. Kültürler farklıdır. Fakat her kültürün kendi uygarlığını yaşadığı düşüncesi boş bir övünmedir.
CBT Sayı 1475, 26 Haziran 2015

***


TÜMEL DEĞİŞİM
İslamlaşma tarihimizle derin bir hesaplaşma
Doğan Kuban
Batı’nın sistematik çabalarıyla İslam ülkeleri büyük felaketlere uğradılar. Türkiye her alanda dengesini yitirdi ve akıl dışı semptomlar sergiliyor. Paraya odaklı yozlaşma çöküntü getirdi. Gerçi dünya bütünüyle çürümüyor. Sağlam kalan bir dokusu, yaşama direnci var. Herkes namussuz değil, kimi dış kimi iç kaynaklı, toplumu yozlaştıran virüsler var. Kişisel davranışlardan devlet İdaresine kadar eğitimde, adalette ve ekonomide dünya ile iç içe 80 milyon, ayağına kurşun sıkıldıkça zıplayan insanlar olduk.
Türklerin İslamlığı ile başlayan tarihle hesaplaşmamız gerek. Çünkü toplumu yozlaştıran düşüncelerin çoğu uydurma, politik amaçlı tarih yorumlarından kaynaklanıyor.
İslam’ın iki kökeni var: Kuran ve Türk diliyle yorumlanmış İslami doğmanın özümsenme süreci. Bu yorumlar homojen değildir ve kendi iç dinamikleri ile değil, dünya ile etkileşim sonucunda değişiyorlar. Tarihimiz de bunun en iyi bilinen görüntüsü, Bizans ikonoklast akımından aktarılmış olan resim yasağı. Abdülmecit devlet dairelerine resmini astırmak istediği zaman tepki gördü. Bugün politikacılar duvarları resimleriyle dolduruyor, heykel yıkıyor, köpek ya da karpuz heykeli yapıyorlar. Bu, toplumun kültürel yozlaşmasını ve dini doğmayı değiştiren etkenlerin yabancı kökenini gösteriyor.
Batı da yozlaşıyor. Batı etkisi bir bütündür. Pazardan sebze alır gibi, bu iyi bu kötü diye seçmiyoruz, tümünü ithal ediyoruz. Güzel sanatlar okulu, Konservatuar açmak zorundasınız. Dersleri ingilizce yapıyorsunuz, futbol var ama Batı musikisi yok, foto var ama resim yok, hıyar heykeli var ama insan heykeli yok demek saçmalamaktır. Bir resim, yılda on kişi öldüren Mercedes’ten daha önemlidir. Bir heykel bir füze’den, büyük musiki yapıtı da Atom bombasından daha önemlidir. Bu değer yargılarını şaşırırsanız, teknoloji ithal etseniz de elinizde kalır.
Gelecek için Türkiye’nin sorunu, silah müşterisi olmak yerine, evrensel bilim ve sanatın gelişmesine katılabilmektir. İslam dünyasını yıkan gericiliğin kökü kendimizde değil, cehaletimizi istismar eden Batı politikasının başının altındadır.
İslam’ın iki dönemini iyi tanımlamak gerekir. İlk aşaması Avrupa Ortaçağına 12 yüzyıldan başlayarak etkili olan, Avrupa Rönesansı’nın da bileşenlerinden biri olan Abbasi Rönesansı ile sonlandı. Buna Rönesans denmesi yanlış olmaz. Çünkü Avrupa’dan önce, Yunan, Hellenistik ve Roma kaynaklarının çevirisi üzerine kurulmuştur.

TARİHİN İLK ÇEVİRİ ÖRGÜTLENMESİ
Erken İslam, İran, Hellenistik, Yakın Doğu ve Doğu Roma ülkelerini fethederek İslam inancını yaydığı dönemde, gelişen kültürünü Yunan-Roma kültürüne dayamıştır. Bütün İslam fetihleri Hellenistik imparatorluklar, Roma İmparatorluğu ve Eski İran İmparatorluklarının toprakları idi. Harunreşid ve oğlu El_Memun’dan başlayarak, sistematik olarak bütün bu kültür alanlarının ürettiği yapıtlar Bağdat’ta Arapçaya çevrildi.
Bu, dünya tarihinin en büyük sistematik çeviri örgütlenmesidir. Ve İslam kültüründe gerçek çizgisini gösterir. Bu çeviri etkinliği çerçevesinde İslam Bilim ve Felsefesi gelişmiş ve 12-13 yüzyıllara kadar etkili olmuş, İspanya’ya egemen olan İslam kanalı ile de Ortaçağdan sonra 16 yüzyıla kadar Avrupa’da etkili olmuştur.
İslam Tarihinin ikinci aşaması, Türklerin, İran ve giderek Yakındoğu fetihleri dönemidir. Karahanlıların ve Gaznelilerin Orta Asya’ya egemen olmalarından sonra Selçukluların 11. Yüzyıl ortalarından başlayarak Anadolu ve Yakındoğu fetihleri ve İran’da güçlenen Şiilik, Arap İslam’ının, Abbasi döneminin tersine, koyu bir dogmatizme dönmesine neden olmuştu, bu da Abbasi döneminin Antik düşünceye açılımının sonu olmuştu.
Fakat Sünni Arap, çeşitli şeri yorumlarla Kuran’da olmayan yasaklar uydurmuştur. Türkler Hoca Ahmet Yesevi’nin irşatlarıyla Müslüman olmağa başladıkları zaman, Horasan Şii idi. İlk Türk tarikatları. Bektaşiler, Anadolu abdalları, Babai isyanlarını çıkaranlar Şiilikle Şamanizm’i birbirine karıştıran bu Alevi tarikatları oldu.

ARAP SÜNNİLİĞİ GELİP YERLEŞİYOR...
Hacı Bektaş, Osmanlı döneminde en etkili Türkmen babası idi. Orhan Bey zamanında esir edilen çocuklarından ilk devşirme askerlerin ruhani lideri olarak Hacı Bektaş uygun bulunmuştu. Ertuğrul’un ailesi de Ahilerle ve Babailerle yakın ilişki içinde idiler. Onlar da Horasan kökenliydi. İran Selçuklularına karşı baş kaldıranlar Şaman geleneğini sürdüren babalardı. Bunların etkisi Constantinopolis’in fethine kadar sürdü.
Cami ve medreselerden önce, Osmanlı döneminde Ahi zaviyeleri açıldı. Yıldırım döneminden başlayarak zaviyelerle birlikte Cami ve medreseler yapılmağa başlandı. Fetihten sonra ise zaviye yapısı ortadan kalktı, yine de Yavuz Selim dönemine kadar Osmanlı ailesinin Alevilerle ilişkisi sürdü. Bu ilişkinin kopmasına neden olan Yavuz’la Şah İsmail arasındaki savaştır. İran etkisinde Şii Türkmenlere karşı Osmanlılar Arap Sünniliğini kendilerine destek aldılar. İstanbul’da Ahi zaviyesi yoktur. Böylece İstanbul Arap sünniliğinin önemli bir merkezi oldu.

VE BİLİME SANATA KAPI KAPANIYOR: SÖMÜRGELEŞME DÖNEMİ
Fakat 15 yüzyıldaki bu yeni gelişim, kendisi ile birlikte Abbasi açılımına son darbeyi vurdu. Osmanlılar Abbasi Rönesansı’nın bilim ve felsefedeki açılımlarına kapıyı kapadılar. Bir yandan Avrupa’yı hatta İtalya’yı tehdit ederken, Rönesans’ın Avrupa’ya getirdiği düşünsel, sanatsal ve felsefi olanaklarını dışladılar.
Sonuç sadece İmparatorluğun yıkılması değil, Türkiye’nin geri kalmış eğitimi ve teknolojisinin de nedenidir. Kurtuluş Savaşı sonrası açılımı ise, 1945 sonrası Batı politikasının Ortadoğu politikaları nedeniyle baltalanmış ve bugünkü kültürel ve politik kara çukura düşülmüştür. Batının ve ona eşdeş olan Hıristiyanlığın İslam dünyasına seçtiği gelecek, Ortaçağ’da planlanmış bir sömürge statüsüdür. İslam ülkelerinin bu tuzağa düşmüş olması, 18.-20. yüzyıl sömürgeleşmesinin sonucudur. Sömürge olmaktan kurtulmuş görünseler de, Batı ile ekonomik ilişkileri, daha incelmiş sömürü politikalarıyla sürmektedir.
Yeni dünya koşullarında Doğu Asya’nın kazandığı yeni küresel statü Avrupa ve Amerika’nın politikalarında değişiklik yaptı, fakat küresel egemenlik liderliğini kaptırmamak isteyen Amerika’nın İslam ülkelerini kendi patronluğu altında tutmak istediği açıktır.
Eğer hala anlaşılmamışsa, bu İslam ülkelerinin kaygısızlar, aptallar ya da ortaklar tarafından idare edildiğini düşünmek gerekir. Neredeyse Ortaçağ’dan bu yana süren bu egemenlik savaşını Müslümanların anlamamış olmaları, hala çok ilkel, 11. Yüzyıldan bile geri bir düşünce seviyesinde yaşayan kalabalıklar olduğunu kanıtlıyor.

İSLAMI SEVİNDİREN BATININ CİCİ-BİCİLERİ
Cahil halklar, gelişmişlik tekerlemeleri ve teknolojik oyuncaklarla aldatılıyorlar. Kolay aldanacak kadar az gelişmişler. Otomobil, televizyon, ve telefon sahibi olunca yeni oyuncak verilen çocuklar gibi ağlamayı kesip susuyorlar. Kardeşleriyle kavga ediyor, ve küçük, yapay ordular ve hayallerle İslam devletleri kuruyorlar. Bütün İslam dünyası yeni İslam mücahidlerinin eline geçse, Dünya karşısındaki statüleri daha mı güçlü olur? İsrail’i ortadan kaldırabilirler mi? Yoksa tümel olarak yeniden sömürge mi olurlar?
İslam toplumlarını bu çırpınma ortamında tutmanın en güzel aracı silah satmak, parçalamaktır. Cehalet, entelektüel cılızlık ve gelişmemişliği, parçalanmışlığı ayakta tutmaktır. Ben de Hıristiyan ve Batılı olsam daha iyi bir yöntem bulamazdım. İşid ve El Nusra yeni bir devlet kurarlarsa Suudi Arabistan saltanatı ayakta kalmak için ne yapar?
Türkiye Ortaçağ kalıntısı kurumlara karşı çağdaş kurumlaşmayı gerçekleştirmek zorundadır, bu bilimselleşmektir, bunu Uzakdoğu gerçekleştirdi. Her ülkenin stratejisi farklı olmak zorunda.

Bizim de şansımız var. Çünkü o yola 1923’de girdik. Kısa zamanda çok yol aldık.
CBT Sayı 1474, 19 Haziran9 2015

***

Seçim Sonuçları Halkın Koyun Olmadığını Gösteren Ulusal Uyanma İşaretidir

CBT 1473, 12 Haziran 2015

Herkes bilmiş bir tavırla bu halkla olmaz, bu cehaletle olmaz diyordu. Ben de halkın cehaletinin toplumun en büyük handikapı olduğunu düşünen biriyim. Fakat cehalet kadar önemli bir kalite var: Yüzlerce yıllık bir yaşamın sağladığı bir sağduyu. Bu sağduyunun varlığını gördüğümüz için çok mutlu olmalıyız.
Seçimden başarı ile çıkan sağduyulu liderlere teşekkür ediyor, halkın iradesi etrafında kilitlenmelerini beklediğimizi duyuruyorum.
Doğan Kuban
Şimdi en büyük tehlike, bu uyanmayı, seçim sonu oy analizleri, 65 yıldır klişeleşmiş yargılar ve içinde doğup büyüdükleri az gelişmiş toplum algıları içinde, yolundan saptırmak isteyenleri engellemektir. Gazete ve televizyonlar bunlarla dolu.
Türkiye, 1980’den sonraki yıkımdan sonra bocalaya bocalaya, son 13 yılda ülkeyi diktatörlüğün eşiğine getiren bir koyu cehalete teslim olmuştu. Bugün de seçmenlerin %40’ı bunun farkında değil. Bunda da şaşılacak bir durum yok. Öyle olmasaydı zaten bu günlere gelmezdik.
Halkın % 60’ının seçimdeki politik iradesinin odağı, kanımca AKP’yi devirmekten çok, kendisini ülkenin kaderi gibi gösteren RTE’ye karşı sağ duyulu, fakat daha çok sezgisel tepki idi. Halk iradesini kanıtladı. Partiler bu akan nehrin kanalları oldular, toplumun %60’nın bu sezgisi ülkeyi uçurumun kenarından uzaklaştırdı.
Cumhuriyetin bütün uygar kazanımlarının 10 yıl içinde yok edildiği bir cehennem yaşadık. Bu yıkımın toplumun eğitim ve öğretimine, ahlakına hatta dinsel kurumlarına getirdiği alışılmamış davranışlar ve kontrollar, adalet mekanizmasını, ordusunu, neredeyse doğal işlevlerinden uzaklaştıran ve onları adeta köleleştiren idari müdahaleler, dış politikasına, kentsel gelişimine, ülkenin doğasına ve genel ekonomik yapısına getirdiği hasarlar düşünülürse, halkın bu tepkisini ilahi bir aydınlanma olarak görmek olasıdır. Kimse, AKP de dahil, bunu beklemiyordu.

BİR MUCİZE DİRENİŞ

Bu mucize direnişi ucuz politik tartışmalara kurban etmek günah olur. Akıl almaz bir ters gidişi durduran bu aydınlık gösterinin yok edilmesini sağlamak için harcanan enerjinin boşa gitmesi, kazanılmiş bir savaşın kaybedilmesi demektir. Bugün politik tartışma zamanı değildir. Kanımca, Cumhuriyet tarihinde mücadele Sakarya savaşı kadar önemlidir. Bu hükümet bir milyon gencin geleceğini imam-hatip okullarıyla yok etmeyi göze alabilen bir öğretim politikasını bir yıl içinde, kimseye sormadan ve bu gençleri nasıl kullanacağını bilmeden gerçekleştiren bir programı uygulamaya koyan bir politikanın yürütücüsüdür.
Halkı harekete getiren AKP= RTE idaresinin, çağ dışı, ülkeyi dünyanın diline düşüren diktatoryal eğilimi idi. Halk güdülmek istemediğini kanıtladı. Tehlikeyi savuşturdu. Ve kendisine inanmayanların da yanıldıklarını gösterdi.
Gerçi %40’ı AKP’ye oy veren halk kesiminin varlığı, aydınlanmış bir toplumun varlığını kabul etmeyi zorlaştırıyor. İçinde yaşadığı karanlığın farkına varmayan 22 milyon insan var. Bu, Türkiye’nin yaşamını tehlikeye sokan bir oran. Çünkü bunların üzerine gelişmiş bir ekonomi inşa edilemez. Bunun 6-7 milyonu bilinçli bir menfaat grubu olsa bile, dünyadan habersiz 15 milyon vatandaşımız var. Onları bilgilendirmemiz, dünyadan haberdar etmemiz gerekiyor. Ülkenin geleceği henüz güvende değil. Eski çarkları çevirmek isteyen milyonlar var.

CEHALETE KARŞI YENİ BİR ÖĞRETİM DEVRİMİ

Cehaletin gelişen ülkeler kategorisindeki ülkelerde suça teşvik eden nedenlerini bilimsel olarak saptamak, istatistiklerini hazırlamak, yeni bir öğretim devrimine girmek gerek. Bu toplum yıllarca politik, psikolojik beyin yıkama yöntemleriyle uyutuldu. Tüketim tutkusu kurbanı yapıldı. Halk fakirleştikçe ülke daha zengin gösterildi. Üniversiteler arttıkça eğitim kalitesi düştü. Bu ortamda cezalanmayan suç sayısı ile, ülke ekonomisi arasındaki ilişkinin ne olduğunu kimse bilmiyor. Çağdaş bir toplumda ekonomik bir araç olan istatistik Türkiye’de güvenilmez oldu.
Kanımca çağdaş yaşamı rayından çıkaran suçların frekansını ölçmek yeni bir bilim dalı gerektiriyor. Çünkü irili ufaklı suç işleyen insanlardan oluşan garip bir toplum olduk.
Ekonomi, adalet, eğitim ve sonuçta demokrasi AKP rejiminde tek bir mikrofondan dikte ediliyordu. Seçim sürecinde bütün ülke bunu izledi. Ve istatistikler bu performansı büyük bir dikkatle saptadılar.
Sevgili Okuyucular,
Diktatörlüğe gidişe ‘dur!’ diyen milyonların gerçekleştirdiği sonuç, 1950’den sonraki olanların hesabını sormayı, düşünmeyi ve tartışmayı gerektirmiyor. O zaman olan oldu. Tarihçiler yazsın. Bugünkü Türk halkının bilinçli olarak ulaşabileceği en erken tarih 1990’dan sonra bir yerden başlıyor. Bunun ağırlığı AKP dönemidir. AKP kendi ayağına kurşun sıka sıka çöktü. Daha da uzun iktidarda kalabilirdi. Çünkü AKP de, aynı cahil toplumun ürünü ve temsilcisi idi. Cesareti de aynı iskeletin kemiği olmaktan kaynaklanıyordu.

BU AÇILIMI KİMSE FEDA ETMEMELİ

Türk toplumunun %6o’nın bu aydınlık açılımını feda etmek bu toplum partilerinin yapacakları en büyük hata ve günah olur. Bu Kurtuluş savaşının daha zor bir aşamasıdır. Şimdiye kadar böyle bir fırsat yarım yüzyıldan fazla bir sürede elimize geçmedi.
Bugün yolların açık olması hep açık olacakları anlamına gelmez. Halkın açtığı aydınlık yolda yürümek, yani onun iradesini sürdürmek istiyorsak, son 13 yılın tekerlemeleriyle konuşmamak gerekiyor. Televizyonlarda hala o küçük hesaplarla dolu tartışmaların, bilgiç gevezeliklerin, insanın gözünün içine baka baka söylenen yalanların adı, politik yorum. Eski menfaatler, yıkılan yapılara asılı kalmış söylemlerini sürdürmeğe çalışıyorlar.
Partilerin başkanları ve üyeleri seçimde gösterdikleri cesaret ve sağduyuyu göstermeğe devam etmeliler. Amaç partiler değildir, toplumdur. Millet Meclisi demokratik bir meclise benzesin. Böyle bir meclisi uygarlık gösterisi olarak çok özledik.
Demokrasi karşıtı barikatları yıkalım. Başta seçim olmak üzere, üniversiteyi, iletişimi, adaleti, güvenliği idarenin kölesi olmaktan, kentleri spekülasyondan kurtaralım. Politikacının gaspettiği bilimsel otoriteyi yerine koyalım. Herkes halk için çalışırsa, kendi partisi için de en büyük işi yapmış olacaktır.
Bu arada Kürt sorunu da kendinden çözülecektir. Çünkü HDP Türkiye’nin partisi oldu. Bu, tartışmaların ulusal sınırlar içince yeniden tartışılmasına olanak verecektir. Bundan korkmağa da gerek yok. Kürtler vatandaşsa sayıları oranında partileri olacak. Bu Türklerin de daha bilinçli olmalarını sağlar. Her şey bir kaç liderin sağduyusuna bağlı görünüyor. Yeni Kurtuluş savaşını onlar yönetecek.

Seçimden başarı ile çıkan sağduyulu liderlere teşekkür ediyor, halkın iradesi etrafında kilitlenmelerini beklediğimizi duyuruyorum.

***

Sempati, Ahlak ve Seçim Üzerine Çağrı 

CBT sayı 1472 - 5 Haziran 2015

Seçim sandıklarına kafanızda bir silah ve düşman imgesi ile gitmenizi isteyenler insanlığa da Din’e de zarar veren cahillerdir. Acımak ve bağışlamak sempati duymak demek. Türkiye insanları birbirilerine sempati ile bakan bir toplum olsaydı, acaba daha ahlaklı bir toplum olmaz mıydı? Her işe Bismillah ile başlayan cahilin acımakla ve bağışlamakla ilgisi yok...

Bir İngiliz felsefe profesörü olan A.C. Grayling, felsefi konuları sıradan okuyucunun anlayacağı düzeye ve boyuta indiren çok etkili bir yazar. Bir makalesinde David Hume ve o çağ İngiliz filozoflarının ahlakın temelinde sempati yattığını vurguladıklarını anımsatmış. 
Türkiye’deki politik mücadelenin ön planında din geliyor. Türk toplumu da bundan nasibin almış, ağırlıklı olarak Müslüman bir toplum. Seçime din kavgası vurgulanarak giriliyor. Bugün Almanya’da ya da Fransa’da Protestan -Katolik karşıtlığı üzerinden bir seçim yapılması komik olur. Dünya kamuoyunda İşid Müslüman ve Hıristiyanlara uyguladığı terörle Engizisyonu anımsatıyor. Dünya basını bu sorunu oldukça ayrıntılı olarak yorumladı ve yayınladı. Türkiye basını da, küçük bir bölümü ile bunu halka anlattı.
Ama din tartışmaları yapan ya da ona taraf olan toplum katları Kuran’ı Allahın en güzel adları ile başlayan Surelerin neden Acıyan (Rahim ve Bağışlayan (Rahman) bir Tanrıdan söz ettiğini hiç akıllarına getirmiyorlar. Her işe Bismillah ile başlayan cahilin acımakla ve bağışlamakla ilgisi yok. Fakat İnsanoğluna ve canlıya acımak ve onu bağışlamak Allah’ın sıfatları olduğuna göre öncelikle Müslüman’ın da sıfatları olmak zorunda. Acımak ve bağışlamak sempati duymak demek. Türkiye insanları birbirilerine sempati ile bakan bir toplum olsaydı, acaba daha ahlaklı bir toplum olmaz mıydı?

ACIMAK YOKSA DİN DE İMAN DA YOK
Biz İslamda İngiliz filozoflarında bin yıl önce, ‘Sempati insan davranışlarının, yani ahlakın temelidir.’ düşüncesini kutsal kitabın her suresinin başına koymamışız mı? ‘Tatlı söz şeytanı deliğinden çıkarır!’ demesek bile, acımak ve bağışlamak, sempati ve sevgi başlangıcıdır. Bu da bizim dini inancımızın ve ahlakımızın temelidir, diyebiliriz. 
 Acıyan ve bağışlayan Tanrı İslam’ın müslümanlara en büyük hediyesidir. Ne yazık ki camilerde din propagandası yapanlar Kuranın her Sure’nin başında inananlara sempati ve sevgi emrettiğini öğrenmemişler ya da unutuyorlar. Vebal onların. 
 Sempati ahlakın temellerinden biri mi ? İnsanların büyük çoğunluğu insanı, kediyi, köpeği, kuşları, kelebekleri, çiçekleri, ağaçları, korkmadığı her şeyi, güzel şeyleri sever. Ya da onlara sempati duyar. Daha bilimsel olarak buna pozitif empati diyoruz.
Kimisine karınca ezmez deriz. Nazik, kimseye eziyet etmeyi akıllarından geçirmeyenler var. Fakat Bilim adamları acımasız, sempatisiz adamların var olduğunu, sadistlerin yaygın olduğunu saptamışlardır. Eskiden büyüklerimiz insafsız adamlara ‘gavur’ derlerdi. Gavur sözcüğü açıklayıcıdır. Müslümanlar, yani gerçekten müslüman olanlar acıyan ve bağışlayan olmanın Allah’ın esma-i hüsna (güzel adları) yani güzel özellikleri olduğuna inanırlar. Tanrının güzel özelliklerini (99 tane) taklit etmekten daha iyi müslüman özelliği olmaz. Onun için acımayan, katı yürekli kaba insanlar ‘Gavur!’ demeleri Müslüman sıfatına sahip olmayan acımasız, insafsız adama söylenir. 
Onların kalpleri yumuşamaz. Acimasız, insafsız adamlara ‘dinsiz,imansız ‘ dendiği de olur. Acıma duygusu ile donanmış bir Müslüman için katı yüreklilik kötü bir vasıftır. Eğer bir işe Bismillahirrahmanirrahim diye başlayanın, bağışlamaya da hazır olması gerek. Eğer öyle değilseniz, Müslümanlığınız da su götürür. 

BÖLÜCÜLÜK, İSLAMİ VE DİNİ BİR ÖZELLİK DEĞİL 
Sempati, sevgi, acımak, insanların acı çekmelerini önlemek için çaba göstermek, karşılıksız yardım eli uzatmak insanoğlunun özellikleridir. Toplumsal dayanışma insanların birbirleriyle kavga etmelerini engellemektir. Kavga edenleri ayırmaktır. Bazı insanlar bunu ölümü bile göze alırlar. Bunlar gerçek kahramanlardır. Davranışları sevgi ve acımadan kaynaklanır.
 Nifak, yani bölücülük, İslami ve dini bir özellik değildir. Birleştirici olmak insanın ahlaki bir özelliğidir. Tanrılar insanları birleştirmek için gelmişlerdir. Bu tür mesajlar dini ve insani mesajlardır. 
Din neden insan nezdinde bu kadar önemli? Sevgi önerdiği için.
En büyük insanlık göstergesi sevgi ise, silah yapan gerçekte dindar değildir. Din adamları ellerine silah almazlar. Silah üretenler, nifak çıkaranlar dindar olamaz. Haçlılar İsa’nın temsilcileri değildi. İnsan hem kendisini aldatabilir, hem de başkalarına karşı hiç sempati duymayabilir. Her şeyin iyisi kötüsü var. İnsanın da akıllısı var, delisi var.
 Sempati ahlakın temelidirSevgi olmazsa insanlık olmaz. Sempati akılla sevgiye dönüşür. İnsanları bir araya getiren sevgidir. Sevimli, yüzü gülen insanlar kalabalıkları bir araya getirir. Kendinize yakın bulduğunuz insanlar var. Bir iyilik gözlerinizi yaşartır. Boğulan birisini denizden kurtarmak ve bunun için yaşamını tehlikeye atmak, uçaktan bomba atmaktan daha kahramanca bir davranıştır.
Gülen ve yardım eden insanlarla ortak olun. Güzeli sevenlerle ortak olun. Yardım edenlerle ortak olun. Çocuklarınız daha iyi bir dünyada yaşasın. Sevgi ve yardımseverlik dağıtın. Buna da yardımcı bir davranış var. Yetinmek ve alçakgönüllü olmak bunları yapmanızı kolaylaştırır. Dünyayı gönlünüzün gözüyle görmeğe başlamak Tanrıya insanları yakınlaştırır. Islam tasavvufu bu düşünce ve davranışın bütün çeşitlerini sergiler. 
Onun için Hume sempati ahlakın temeli demiş. Acıyan, canlı varlığa acır. Onu kendini tamamlayan olarak görür. Sempati bundan kaynaklanır. Ahlak bundan kaynaklanır. Buna da insanlık ya da uygarlık diyoruz..

BİRLİKTE YAŞAMAK=ORTAK VARLIĞIN PARÇASI OLMAK
Hayvanlar gibi insanlar da birlikte yaşamak zorundalar. Toplumu birlikte yaşatan sempatiye dayalı saygıdır. Bu genel bir hoşgörü mekanizmasıdır. Arkasında toplumda farklı insan ve gurupların varlığını kabul etmek yatar. Başka türlü seksen milyon insan birlikte yaşayamaz. Peki, insanlar birbirlerinden farklı olduklarını öğrenmeye nasıl başlayacaklar? Bunun yöntemi öğretim ve kolaylıkla ulaşabildiğimiz medya, televizyon, radyo gibi iletişim araçlarıdır. Farklılığın bilincine ulaşmak, uygarlığın temel özelliklerinden biri. Birlikte yaşamak demek, bilerek yaşamak demektir. Biz tavuk ya da at değiliz, onların birlikteliği bilinçaltı. Bizim ki bilinçli. 
Birlikte yaşamak, bir ortak varlığın parçası olmak demek. Çağdaş politik söylemin hastalığı bu ortak söylem gerekliğini varlık bilincini yarattığını unutmak. Ya da anlamamak. Bu ortaklıkta insanların duyarlılıklarını keskinleştiren edebiyat, sanat ve müzik gibi etkinlikler var. Bunlar ortak duyarlılıkların gelişmesini sağlar,
 Bunların birikimi dünyayı zenginleştiriyor ve uygarlaştırıyor. Evler, camiler, kiliseler, düşünceler, melodiler, inançlar, değişik entelektüel estetik ilgi ve duyarlılıklar uygar toplumu tanımlar. Bunlardan ne denli çoğuna sahip olursak, o denli dünyanın zenginliğine ortak oluyoruz.
 Benim gibi düşünmeyen Japon ve Çinli’yi kesip atmıyoruz. Birbirleriyle aynılaştırmak diye dünyanın bir sorunu yok. İnsanlık var ise, bu çoğulculuktan kaynaklanıyor. Uygarlık var ise, bu çokluğun kabulünden kaynaklanıyor. Dünyanın insanları bu olanağı sürdürmek için çabalıyorlar. İnsan bilmediği şeyi sevmiyor, hatta onu doğru kullanamıyor. Oysa Fiat yerine Honda seçmek için bile bilgi gerekiyor. Bu biliçlenme ile insanlığınız başlıyor. Horlamak ve dışlamak akıl işi değildir. Her düşmanlık bir cehalettir.


Seçim sandıklarına kafanızda bir silah ve düşman imgesi ile gitmenizi isteyenler insanlığa da Din’e de zarar veren cahillerdir.



***

Sempati, Ahlak ve Seçim Üzerine Çağrı

Doğan Kuban
 Seçim sandıklarına kafanızda bir silah ve düşman imgesi ile gitmenizi isteyenler insanlığa da Din’e de zarar veren cahillerdir. Acımak ve bağışlamak sempati duymak demek. Türkiye insanları birbirilerine sempati ile bakan bir toplum olsaydı, acaba daha ahlaklı bir toplum olmaz mıydı? Her işe Bismillah ile başlayan cahilin acımakla ve bağışlamakla ilgisi yok...

Bir İngiliz felsefe profesörü olan A.C. Grayling, felsefi konuları sıradan okuyucunun anlayacağı düzeye ve boyuta indiren çok etkili bir yazar. Bir makalesinde David Hume ve o çağ İngiliz filozoflarının ahlakın temelinde sempati yattığını vurguladıklarını anımsatmış.
Türkiye’deki politik mücadelenin ön planında din geliyor. Türk toplumu da bundan nasibin almış, ağırlıklı olarak Müslüman bir toplum. Seçime din kavgası vurgulanarak giriliyor. Bugün Almanya’da ya da Fransa’da Protestan -Katolik karşıtlığı üzerinden bir seçim yapılması komik olur. Dünya kamuoyunda İşid Müslüman ve Hıristiyanlara uyguladığı terörle Engizisyonu anımsatıyor. Dünya basını bu sorunu oldukça ayrıntılı olarak yorumladı ve yayınladı. Türkiye basını da, küçük bir bölümü ile bunu halka anlattı.
Ama din tartışmaları yapan ya da ona taraf olan toplum katları Kuran’ı Allahın en güzel adları ile başlayan Surelerin neden Acıyan (Rahim ve Bağışlayan (Rahman) bir Tanrıdan söz ettiğini hiç akıllarına getirmiyorlar. Her işe Bismillah ile başlayan cahilin acımakla ve bağışlamakla ilgisi yok. Fakat İnsanoğluna ve canlıya acımak ve onu bağışlamak Allah’ın sıfatları olduğuna göre öncelikle Müslüman’ın da sıfatları olmak zorunda. Acımak ve bağışlamak sempati duymak demek. Türkiye insanları birbirilerine sempati ile bakan bir toplum olsaydı, acaba daha ahlaklı bir toplum olmaz mıydı?

ACIMAK YOKSA DİN DE İMAN DA YOK
Biz İslamda İngiliz filozoflarında bin yıl önce, ‘Sempati insan davranışlarının, yani ahlakın temelidir.’ düşüncesini kutsal kitabın her suresinin başına koymamışız mı? ‘Tatlı söz şeytanı deliğinden çıkarır!’ demesek bile, acımak ve bağışlamak, sempati ve sevgi başlangıcıdır. Bu da bizim dini inancımızın ve ahlakımızın temelidir, diyebiliriz.
 Acıyan ve bağışlayan Tanrı İslam’ın müslümanlara en büyük hediyesidir. Ne yazık ki camilerde din propagandası yapanlar Kuranın her Sure’nin başında inananlara sempati ve sevgi emrettiğini öğrenmemişler ya da unutuyorlar. Vebal onların.
 Sempati ahlakın temellerinden biri mi ? İnsanların büyük çoğunluğu insanı, kediyi, köpeği, kuşları, kelebekleri, çiçekleri, ağaçları, korkmadığı her şeyi, güzel şeyleri sever. Ya da onlara sempati duyar. Daha bilimsel olarak buna pozitif empati diyoruz.
Kimisine karınca ezmez deriz. Nazik, kimseye eziyet etmeyi akıllarından geçirmeyenler var. Fakat Bilim adamları acımasız, sempatisiz adamların var olduğunu, sadistlerin yaygın olduğunu saptamışlardır. Eskiden büyüklerimiz insafsız adamlara ‘gavur’ derlerdi. Gavur sözcüğü açıklayıcıdır. Müslümanlar, yani gerçekten müslüman olanlar acıyan ve bağışlayan olmanın Allah’ın esma-i hüsna (güzel adları) yani güzel özellikleri olduğuna inanırlar. Tanrının güzel özelliklerini (99 tane) taklit etmekten daha iyi müslüman özelliği olmaz. Onun için acımayan, katı yürekli kaba insanlar ‘Gavur!’ demeleri Müslüman sıfatına sahip olmayan acımasız, insafsız adama söylenir.
Onların kalpleri yumuşamaz. Acimasız, insafsız adamlara ‘dinsiz,imansız ‘ dendiği de olur. Acıma duygusu ile donanmış bir Müslüman için katı yüreklilik kötü bir vasıftır. Eğer bir işe Bismillahirrahmanirrahim diye başlayanın, bağışlamaya da hazır olması gerek. Eğer öyle değilseniz, Müslümanlığınız da su götürür.

BÖLÜCÜLÜK, İSLAMİ VE DİNİ BİR ÖZELLİK DEĞİL
Sempati, sevgi, acımak, insanların acı çekmelerini önlemek için çaba göstermek, karşılıksız yardım eli uzatmak insanoğlunun özellikleridir. Toplumsal dayanışma insanların birbirleriyle kavga etmelerini engellemektir. Kavga edenleri ayırmaktır. Bazı insanlar bunu ölümü bile göze alırlar. Bunlar gerçek kahramanlardır. Davranışları sevgi ve acımadan kaynaklanır.
 Nifak, yani bölücülük, İslami ve dini bir özellik değildir. Birleştirici olmak insanın ahlaki bir özelliğidir. Tanrılar insanları birleştirmek için gelmişlerdir. Bu tür mesajlar dini ve insani mesajlardır.
Din neden insan nezdinde bu kadar önemli? Sevgi önerdiği için.
En büyük insanlık göstergesi sevgi ise, silah yapan gerçekte dindar değildir. Din adamları ellerine silah almazlar. Silah üretenler, nifak çıkaranlar dindar olamaz. Haçlılar İsa’nın temsilcileri değildi. İnsan hem kendisini aldatabilir, hem de başkalarına karşı hiç sempati duymayabilir. Her şeyin iyisi kötüsü var. İnsanın da akıllısı var, delisi var.
 Sempati ahlakın temelidir. Sevgi olmazsa insanlık olmaz. Sempati akılla sevgiye dönüşür. İnsanları bir araya getiren sevgidir. Sevimli, yüzü gülen insanlar kalabalıkları bir araya getirir. Kendinize yakın bulduğunuz insanlar var. Bir iyilik gözlerinizi yaşartır. Boğulan birisini denizden kurtarmak ve bunun için yaşamını tehlikeye atmak, uçaktan bomba atmaktan daha kahramanca bir davranıştır.
Gülen ve yardım eden insanlarla ortak olun. Güzeli sevenlerle ortak olun. Yardım edenlerle ortak olun. Çocuklarınız daha iyi bir dünyada yaşasın. Sevgi ve yardımseverlik dağıtın. Buna da yardımcı bir davranış var. Yetinmek ve alçakgönüllü olmak bunları yapmanızı kolaylaştırır. Dünyayı gönlünüzün gözüyle görmeğe başlamak Tanrıya insanları yakınlaştırır. Islam tasavvufu bu düşünce ve davranışın bütün çeşitlerini sergiler.
Onun için Hume sempati ahlakın temeli demiş. Acıyan, canlı varlığa acır. Onu kendini tamamlayan olarak görür. Sempati bundan kaynaklanır. Ahlak bundan kaynaklanır. Buna da insanlık ya da uygarlık diyoruz..

BİRLİKTE YAŞAMAK=ORTAK VARLIĞIN PARÇASI OLMAK
Hayvanlar gibi insanlar da birlikte yaşamak zorundalar. Toplumu birlikte yaşatan sempatiye dayalı saygıdır. Bu genel bir hoşgörü mekanizmasıdır. Arkasında toplumda farklı insan ve gurupların varlığını kabul etmek yatar. Başka türlü seksen milyon insan birlikte yaşayamaz. Peki, insanlar birbirlerinden farklı olduklarını öğrenmeye nasıl başlayacaklar? Bunun yöntemi öğretim ve kolaylıkla ulaşabildiğimiz medya, televizyon, radyo gibi iletişim araçlarıdır. Farklılığın bilincine ulaşmak, uygarlığın temel özelliklerinden biri. Birlikte yaşamak demek, bilerek yaşamak demektir. Biz tavuk ya da at değiliz, onların birlikteliği bilinçaltı. Bizim ki bilinçli.
Birlikte yaşamak, bir ortak varlığın parçası olmak demek. Çağdaş politik söylemin hastalığı bu ortak söylem gerekliğini varlık bilincini yarattığını unutmak. Ya da anlamamak. Bu ortaklıkta insanların duyarlılıklarını keskinleştiren edebiyat, sanat ve müzik gibi etkinlikler var. Bunlar ortak duyarlılıkların gelişmesini sağlar,
 Bunların birikimi dünyayı zenginleştiriyor ve uygarlaştırıyor. Evler, camiler, kiliseler, düşünceler, melodiler, inançlar, değişik entelektüel estetik ilgi ve duyarlılıklar uygar toplumu tanımlar. Bunlardan ne denli çoğuna sahip olursak, o denli dünyanın zenginliğine ortak oluyoruz.
 Benim gibi düşünmeyen Japon ve Çinli’yi kesip atmıyoruz. Birbirleriyle aynılaştırmak diye dünyanın bir sorunu yok. İnsanlık var ise, bu çoğulculuktan kaynaklanıyor. Uygarlık var ise, bu çokluğun kabulünden kaynaklanıyor. Dünyanın insanları bu olanağı sürdürmek için çabalıyorlar. İnsan bilmediği şeyi sevmiyor, hatta onu doğru kullanamıyor. Oysa Fiat yerine Honda seçmek için bile bilgi gerekiyor. Bu biliçlenme ile insanlığınız başlıyor. Horlamak ve dışlamak akıl işi değildir. Her düşmanlık bir cehalettir.
Seçim sandıklarına kafanızda bir silah ve düşman imgesi ile gitmenizi isteyenler insanlığa da Din’e de zarar veren cahillerdir.
CBT Sayı 1472, 5 Haziran 2015



***
Toplum Cahil” Demek, Ne Anlama Geliyor?

İngiliz Doktoru ve Kimyacısı James Lovelock (1919- ) evrenle ilgili en yeni kuramlardan biri olan ‘Gaia Kuramı’nın da kurucusudur. “İnsan sadece doğaya uyarak yaşamaz. Kendi amacına uygun olarak onu değiştirir” der. Küresel Isınma bunu kanıtlayan doğa olaylarından biridir. Lovelock “Eğer kuramsal yaklaşım doğruysa en iyi gelişme evrenin insandan kurtulması olacak” diyor. Kuşkusuz insanoğlunun böyle bir niyeti yok. Fakat insanlığı kurtarmak için dünyaya saygılı bir insan türü yetiştirmek gerek. Oysa sadece dünyayı kemirmekle kalmayan, fakat insanları da sömüren bir çok haksızlıklar içeren bir dünya sisteminde yaşıyoruz.
Doğan Kuban

Bilgisizlik sömürüsünden kaynaklanan kötülükler ekonomik dengesizliğin temel nedenlerinden biridir. Çok gelişmiş toplumlar öğretim düzeyi en yüksek olanlar en zengin ve demokratik olanlardır. Bizim sorunumuz ise cahil toplumu eğitmektir. Ne var ki öğretim yarı cahilin ya da sömürücünün elinde ise amacına ulaşamıyor.
Dünya iletişim çağına gelene kadar insanlar daha bilgisizdiler. Fakat yeni araçlar bu bilgisizliğin doğasını değiştirdi. Kentlileşme ve iletişim çağı geldikten yoğun bir bilgilenme süreci yarattılar. En cahil insan bile dünyanın farkına varmaya başladı. Evler, apartmanlar, gökdelenler, otomobiller, uçaklar, gemiler, her şeyi satan pazarlar, sinemalar, televizyonlar, telefonlar. Görsel imgeler insanların güncel belleğine kazınıyor, Temelde öğretimsiz bile olsalar, insanlar dünyayı görsel boyutlar öğreniyor ve yüzeysel de olsa ortak oluyorlar.
Gençlerin son eylemleri, daha yaşlı kuşakların doğasını ve gücünü bilmedikleri iletişim çağı kuşaklarının yetiştiğini kanıtladı. Sadece iktidar değil, toplum da bu genç eylemi anlamakta zorluk çekiyor. Mısır olayları bir yıllık dinci cumhurbaşkanının ne duruma düştüğünü gösterdi. Dünya bildiğimiz ya da bize gösterilmiş dünya değil. Gelecek olasılıkla bizim şu anda bilemediğimiz biçimlere girecek.
Yakınlarda Amerikanın uzay çalışmalarını planlayan Nasa’nın (Ulusal Aeronotik ve Uzay İdaresi) Mars gezegenine gönderdiği ‘Merak’ adlı robot yeryüzünden gönderilen sinyallerle 6 ağustos günü Mars yüzünde ‘Gale’ krateri denen 20x7 km. genişliğinde eliptik bir çukurun 300m. yakınına indirildi. Zengin araçlarla donatılmış küçük bir laboratuar olan bu robot 20 kasım 2011 de, yani 7 ay önce fırlatılmış ve uzayda 250 milyon km yol alarak sadece 300 metrelik bir farkla istenilen noktaya düşmüştü. Bu, bir tüfekle 300 m ye atış yaparsanız bir insanı alnından tam ortasından vurmak demektir.

BİZ YARINI BİLE HESAPLAYAMAZKEN
Dünyanın çapından 8 kat daha fazla bir uzaklıktan ve bütün öğeleri hareket eden bir atış sürecinde istediğiniz noktanın bu kadar yakınına ulaşmak, çağdaş bilim ve teknolojinin yüksel potansiyelini gösteriyor. Robot saniyede 3600m. Hızla gidiyor (bu otomobil hızıyla saatte 12960 km. eder. Yani saatte 130km. hızla giden bir otomobilden 100 kat daha hızlı). Dünyadaki deneyimlerimizle hayal bile edemeyeceğimiz mesafelere laboratuvar gönderen, orada onların uzun zaman kalıp bize Mars hakkında bilgi vermesini sağlayan adamlar bizim gibi insanlar. Bilim adamı ya da mühendis olarak diploma almışlar. Mars’ın hareketlerini dünyanınkiler kadar doğru gözlemleyerek, araçlarıyla ölçüyorlar. Şaşırtıcı olan, bu teknik performansların bir gün sonrasını bile hesaplayamayan insanların ve toplumların yaşadığı bir dünyada gerçekleşmesi.
 Biz okumamış Anadolu göçerini tek aşamada bilim adamı yapamayız. Kaldı ki toplumu tek bir aşamada kentli de yapamıyoruz. Son günlerde öğretimi idare edenlerin aklına gelen ilk iş, kızlarla erkekleri ayırmak. Bugünün yaşamında bu ayırımın ne anlamı var? Çağdaşlık toplum üyelerinin yeni bir iletişim evresine girmesinden, yeni bilgilerden, yeni ilişkilerden, yeni motivasyonlardan kaynaklanıyor. Televizyonu, sporu, alışveriş merkezlerini, telefonu, kamu taşımacılığını, 25 milyon öğrenciyi, hastaneleri, fabrikaları, konferans ve konser salonlarını, sinemaları, kadın erkek diye ayırmak olası mı?
Böyle bir anlayışda temellenen bir öğretim bizi Mars’a götürebilir mi? Orta çağda kalan kesimleri geniş olan toplumların öğretimlerini çağdaşlaştırmaları olanaksızdır. Toplum dünya bilgisi açısından zenginleşse bile biz aya roket fırlatacak örgütler sağlamazsak, iletişimi de, şimdiki gibi, ile ithal etmeğe devam etmek zorunda kalacağız.
Uçak yapmak, silah yapmak için, otomobil yapmak, ameliyat yapmak, kalbiniz durursa çalıştırmak, beyninizin filmini almak, ilaç hazırlamak için bilim adamları, mühendisler, doktorlar gerek. Fotoğraf makinesi, televizyon, sinema yapmak için mühendis gerek. Yeni gelişmeleri fizikçiler, kimyacılar, bilim adamları gerçekleştiriyor. Bugün içinde yaşadığımız dünya o kadar çok teknoloji kullanıyor ki, Çin’in milyarlık nüfusunu beslemek için diploma verdiği mühendis sayısı yılda beş yüz bine civarında.
Türkiye’de bunu tartışan var mı?
Bilim adamlarının gelişen matematiksel yöntemler ve çok duyarlı cihazlarla yaptıkları deneyler araştırma enstitülerinde üniversitelerde ve özel kurumlar tarafından destekleniyor. Bunlar için gerekli araçları yapan fabrikalar, bilime inanan politikacılar bunu gerçekleştirecek politik irade olmadan ‘Merak’ robotunu Mars’a indiremezsiniz.

İŞTE TEMEL BİR SORU
Cahiller neden Mars’ı inceleme gereği duymuyorlar? ‘Biz karnımızı doyuramazken gökteki yıldızlarla neden uğraşalım? ‘ diyebilirler. Onlara insanların bu merakı 3000 yıldır duyduğunu, yüzyıllardır bunu gerçekleştirmeye çalıştığını anlatamayız.
Bilgi ve davranışlarıyla Ortaçağ da yaşayan insan, bilgi birikiminin çok uzun bir tarihi süreç içinde olduğunu anlayamaz. Ona karşın yaşam sürecin hızlandığını görüyor. Öküzlerin ya da mandaların binlerce yıl çektikleri sabandan traktöre kısa bir sürede geçildiğini gördü. Köyde vaktiyle hiç görmediği şeyleri kentlerde hatta kasabalarda görüyor. Sağlıkla ilgili konularda doktor, röntgen, MRI gibi teknikleri ve ilaçları kendi deneyimi ile öğreniyor. Otomobil, kamyon, traktör kullanmayan kalmadı. Hiç görmediği araçları da televizyonda görmüş olması normal.
Fakat cahil toplumun çağdaşlaşması örgütlenmemiş yüzeysel bir görsel bilgilenmedir.
Halkın dünyaya kapısını açması, Anadolu nüfusunun kentlere dolmağa başladığı 1960’lı yıllara uzanır. Ne var ki bu bilgilenme çağdaşlık bilincine ulaşmaya yetmiyor, ve gelişen dünyaya ortak olmamız anlamına gelmiyor. Toplumun cahil kalmasına neden olan politik bağnazlıklar aşırı derecede yoğun.
Bilgi, var olmanın bir uzantısı haline dönüşmedikçe toplumsal yaşamla doğal bir ilişki kuramıyor. Okullardaki bilginin yaşamla ilişkisi genelde doğrudan değil, soyut ve genel. Buna toplumun bilgi vurdumduymazlığını ekleyince durum umut verici değil. Bunu sağlayamayan öğretimin bedeli toplumsal çöküştür.
Çağdaş toplumların sorunları aynı. İnsanlar dünyanın dengesini ancak ortak olarak çalışırlarsa düzeltebilecekler. Farklı olduğumuz yalanına aldanmayın! Dünya için tek bir çözüm var. Bizim gibi cahil toplumlar bu sürecin figüranları olarak kalıyorlar. Oysa yakın gelecek bir ölüm kalım savaşıdır. Kanımca buna ortak olmayanlar ilk feda edilecek olanlardır. Soyları tükenen hayvanlar gibi olmamak için çağdaşlık sadece bilimden geçiyor. Çağdaş devletin temel ödevi toplumu bu bağlamda uyandırmaktır. İnsanlar ‘Kime soruyorsun bunları be adam!’ diyebilir. Aklı kaldığı varsayılan birilerine. Umutlarını yitirmemişlerse!
Sevgili Okuyucular,
Cehaletin iç ve dış kölelik tuzağı olduğunu anlamayan o cehaletin parçasıdır.
CBT Sayı 1427, 25 Temmuz 2014

***

CEHALET, NEREDEYSE GENETİK BİR DAVRANIŞ BİLEŞENİ

Din ile Uygarlık Arasında Aziz Cehalet

Sevgili okuyucular, bizim halkımızın 1071’den bu yana aşağı yukarı 900 yıllık okuma yazma bilmeyen bir geçmişi var. Cumhuriyetin başında %90’ı köyde oturan halkın okuma yazması yoktu. Kaldı ki bu, çifte kavrulmuş bir okuma yazma bilmemekti. Çünkü bu toplum Arapçayı, Kuran dili olduğu için dinle bir tutan bir körlükten gelmektedir. Cumhuriyetin erken döneminde imza atanın okuma yazma bilen kadar önemli olduğu dönemleri anımsıyorum.
Doğan Kuban


Günümüzde de Çağdaş uygarlığa dili, bilimi, sanatı, estetiği ve davranışlarıyla direnen Türk toplumunun en aziz varlığı cehalettir.
Bunun temelinde halkın kendi dinini bilmemek olduğunu hiç düşündünüz mü? Bu yargıyı şöyle kanıtlamak olası: Dini namaza ve oruca indirgemiş Müslümanlar ağızlarından Bismillah sözünü düşürmezler. Oysa bu bir kısaltmadır. İslam öğretisi Kuran’dan kaynaklanır. Her sure ‘esirgeyen, bağışlayan ve acıyan Allahın adı’ ile başlar. Sadece adı işle başlamaz. Kuran Allah’ın insanları bağışlayıcı, esirgeyici iradesine uyarak birlikteliğe çağıran bir inançtır. Allahın birliği insanların birleşmesi için en yüce çağrıdır.
Sabahtan akşama ayrılık çağrısı yapanlar bunun ayırdında mı? Ne var ki bizim değil Arapça, okuma yazma bilmeyen insanımız Besmele’nin anlamını (mealini) hiçbir zaman anlamamıştır. Eğer Tanrı acıyor, esirgiyor (neden? Hatadan!) ve bağışlıyorsa (neyi? Hatayı!) Müslümanların ilk uyması gereken bu davranışlardır. Bunu her ayetin başında yineliyor. Bunlar, bütün insanlık için, birlik ve sevgi çağrısıdır.
İslamda, bunun kadar önemli ve birlikteliği zorlayan bir başka özellik, Peygambere inanmanın da birleştirici olmasıdır.
Bunu anlamadan yaşamını sürdüren Müslüman, inancının temel ilkelerinden habersizdir. Arap ve Müslüman dünyasının haline bakın. Birleşmeye yönelik bir söylem işitiyor musunuz? Silahlar insanları sadece mezarda birleştiriyor. Elleri birbirlerinin boğazında olanlar bazı şeyleri bilmiyorlar.

TEMELDE TOPLAM BİLGİSİZLİK VAR
Biz Arap olmadığımıza ve Arapça anlamadığımıza göre Türkiye’de dinsel bilgisizliğin tümel bilgisizliğin temeli olduğunu hiç düşündünüz mü? Geçenlerde bir genç dostuma komşuları Arapça öğrenmesini tavsiye etmişler. İyi ki boğazını kesmediler. Siz Türklerin bütün tarih boyunca Arapça öğrendiklerini işittiniz mi? Pakistanlı, Afganlı, Bangladeşli, Çinli, Endonezyalı Müslümanlar Arapça mı konuşuyorlar?
Kimi bölücü cahiller (bunlara İslam’da münafık denir) medrese mollası ile halkı karıştırmaya başladılar. Toplumun, sabahtan akşama, ileri geri konuşan sokaklar dolusu insanına bunları soran var mı?
Arapça cahil bir toplumun dili olduğu için, Peygamberin hadislerinde de belirtildiği gibi, İslamda bilgiye çok önem verilmiştir. Bu sadece din bilgisi olamaz. Kuran’da ekmek nasıl yapıldığı, tohum nasıl ekildiği yazılı değil. Otomobilden de söz edilmiyor.
Bilgisizlik bağlamında Arapça’da çok sözcük var: Cehl = bilmezlik; Cahil = bilimsiz, bilgisiz, tecrübesiz, toy; Cühela = bilgisizler, kendini bilmezler, münasebetsizler; Cehalet = bilmezlik; Cahil-i anud = inatçı cahil; Cahilane= cahilce, bilgisizce; Cüret-ı cahilane = bilgisiz ataklık, bilgisizin cesareti; Tecahül= bilmezlikten gelme.
Bu sonuncusu Türk toplumunda yaygındır. Biraz ahlaksızlık kokar. Okuma yazmayı hiçbir zaman öğrenemeyen Osmanlı toplumu ve Arapçayı hiçbir zaman öğrenemeyen bugünkü Türk toplumu bu nüans’ları hiçbir zaman öğrenemedi.
Cumhuriyet bazı bilinçli insanlara cehaleti aşıp bilgiye uzanma yeteneği vermiş olsa da, hala ‘cahil’ sözcüğünü kullandığımıza göre bu okuma yazma bilmeyen toplumun bilgisinin sığlığını düşündürüyor.

“DÜŞÜNCESİZ TÜRKLER”
Türklere cahil diyen önce Batılılar. İstatistikler de onları doğruluyor. 16.yüzyılda sultanın ünlü vakanüvisi Naima, Etrak-bi-idrak (düşüncesiz Türkler) diyerek Arapça okuyamayanları sınıflandırmış. Sultan buna bir şey demiş mi acaba? Cumhuriyet bizi kör cahillikten kurtardı. Dünyanın en cahilleri arasında değiliz. Fakat cehalet artık sadece okuma yazma bilmemek düzeyinde algılanmıyor. Bugün dünya hakkında doğru bilgilenme gerektiren bir kültür aşamasında yaşıyoruz. Buna ulaşamamak, daha tehlikeli cehalet.
Bunu gerçekleştirememenin iki nedeni var:
a- Ortaçağdan sonra Müslümanlar dünya kültürüne hiçbir katkıda bulunmadılar;
b- Türkiye dışında Müslüman dünyasını 19. Yüzyılda sömürge idi. Bizim toplum bunların hala farkında değil. Okumuşu da dahil. Arapça bilmedikleri için dinlerini de bilmiyorlar. Dincilerin uydurma Türkçesini Kuran’ın yerine koyuyorlar. Kendi dilini bilmeyen Arapçayı da öğrenemez. İnancını kendi diliyle anlatamayan dindar da olamaz.
Osmanlının Arapça bileni Türkler’e “düşüncesiz Türkler” demiş. 26 milyon öğrencisi olan Türkiye’de biz hala Cehalet’den neden söz ediyoruz? Ne var ki geçenlerde işitip okuyuculara duyurduğum gibi, sokakları dolduran kalabalıklar aşağıda ki soruları yanıtlayamıyor: Libya nerede? Afrika da bir yerde; Van nerede? Doğuda bir yerde; 29 Ekim 1923’de ne oldu? Ben tarihle ilgilenmiyorum;1000 liraya bir milyar diyorsunuz! Alışkanlık. Ben matematik bilmem.

DİLİNİ BİLMEYEN BİR TOPLUM
Sevgili Okuyucular,
1950’den bu yana her şeyi politika gözlüğünden, politikayı da futbol gözlüğü ile gören ve Müslüman olduğu için Arapça öğrenmesi gerektiğini düşünen, fakat değil Arapçayı kendi ana dilini bile öğrenemeyen bir toplum yetişti. Bunun acıklı, daha doğrusu acı ve tehlikeli sonuçları var. Ve giderek iyileşmiyor.
 Dilini bilmeyen ve çağdaş tüketim hastası bir müşteri olarak beyni yıkanmış, yönlendirilmiş, bilimi de kendi diliyle değil, İngilizce öğrenmeğe zorlanan bu toplum, Cumhuriyetin ilk 27 yılından sonra, yavaş yavaş yozlaştı. Eskisinden çok daha fazla okuduğu doğru. Fakat bu, dünya cahili olmasını engellemiyor. Gerçi toplumlar sade yollarını kaybetmiş olanlardan oluşmuyor. Ne mutlak iyi var, ne de mutlak kötü. Her şey karşıtlıklar içinde olduğu kadar buluşmalar ve örtüşmeler içinde biçimleniyor.
Fakat çağımızın dünyası, yolunu şaşıranların bir daha geri dönemeyecekleri bir doğal dönemece geldi. Modası geçmiş ideolojilerin söylemlerini yineleyenlerin sözleri havanda su dövmek demek. Hiç birinin dünyanın susuzluğuna, enerji krizine, bilgisizliğe çözüm getircek bir önerisi yok. Çünkü tüketim ekonomisi ile iç içe geçmiş bu ideolojiler, sadece en geri kalmış, toplumları değil, sözde gelişmiş toplumları da olumsuz etkiliyor. Çünkü iletişim ve psikolojik propaganda, tüketimin hizmetinde akıl almaz bir etkinlikle çalışıyor. Günümüzün temel cehaleti de bundan kaynaklanıyor.
Yaşamak isteği, dünyaya gelenin hakkıdır. Fakat insanlar dünyadaki durumlarını değerlendirecek bilgiye sahip olamıyorlar. Örgütlü güçlerle mücadele de edemezler. İnsanların çoğunluğunun bu zavallı durumunu kendi lehlerine çeviren insanlar var. Bunlara aslan ya da çakal olarak bakmanız sorunu değiştirmiyor. Sürekli beyni yıkanan toplumların tepkilerinin bir yönde toplanması olanaksız. Geri kalmış toplumlar ileri gidenlerin pazarı oluyor ve daha çok olacak. Sonunda bu bilinçsiz tüketim dünyası kendi mezarını kazıyor.
Bu durum dinlerin, felsefelerin, bilgelerin, yüzyıllardır söylediklerine aykırı, ama sahne değişmiyor. Bu sahnelerde oynayan kişilerin bir fırtınada damdan uçacak kiremitler kadar önemsiz olduğunu unutmamak gerek. Kışın dallara tutunmuş son yaprakların dayanması, ağaçların çırıl çıplak kalmasına engel olmuyor. Kışa çıplak gireceğini öngöremeyen topluma, gelişmemiş deniyor. Arapçası cahil.

Bin yıllık bir toplumsal düşünce birikimi noksanlığı olan cehalet, neredeyse genetik bir davranış bileşenidir.
CBT Sayı 1426, 19 Temmuz2 2014



***


BAYRAK-KİTAP- ÜLKE VE HALK

Bilgisayar sınırsız, fakat orta akıllı bir ansiklopedidir. Gelişmiş telefon, bir fabrikadır. İnsanlar bu aracın aynı zamanda bir bilgi çöplüğü olduğunu anlamadılar. Bilgisayar bir sonsuz alış-veriş merkezi, evrensel bir iletişim aracıdır. Kullananın bilgisi ve aklı oranında işe yarar. Bilgisayar çöplüğünde buluşan dört madde yazdım. Bunları birbirleriyle birleştirebilir misiniz?

Doğan Kuban

I - BAYRAK
Bayrak tarihin en yüksek simgesellik düzeyidir. Entelektüel düzeyde tartışılabilir. Fakat toplumsal ve politik düzeyde tartışılamaz. Bu tartışıldığı zaman bir toplum kendi tarihi varlığını yitirmiş demektir.
Kürt çocuğu, kendisi fazla bilinçli olmasa bile, Türkiye’yi yok sayabilen, ya da yok olmasını isteyen teşvikçilere alet olmuş. Bu Kürtler için doğru bir simgesellik. Kürdistan’ın özgürlüğünün Türkiye’nin parçalanmasından da ötede yok olması anlamına gelebileceğini bizim sorumlular günlük politika sorunu sanıyorlar. Türkiye’yi yok etme isteği 19.yy.’dan bu yana var olan bir konudur. Türkleri Asya’ya geri yollamak gibi komik boyutları da vardır. Kızılderililer Amerikalı işgalcileri, Amazon yerlileri de Brezilyalı Avrupalıları geri göndermek isteyebilirler. Sömürge ve fetih tarihi coğrafi sınırların değiştiğini gösterir. Ama bu odalardaki eşyalarının yerlerini değiştirmeye benzemez.
Kürt çocuğu inançlı ve cesur. Peki oradaki askerlerden bir spontane tepki gelmedi mi? Onlar inançlı ve cesur değil mi? Savaşta ne olacak? Ben babası Sarıkamışta esir olmuş bir asker çocuğuyum. Türkiye’de bayrağa saldırı, dengesini yitirmiş devleti tehdit eden bir olaydır. Değil Amerikan ya da Fransız bayrağı ile oynamak, siz Avrupa da bir kent simgesi, bir aile armasıyla bile oynayamazsınız.
Yaşamı çok soyut entelektüel düzeyde algılayıp bütün toplumsal simgesellikleri reddetmek düşünce düzeyinde olabilir. Ama bunu Ayasofya önünde namaz kılanlara ya dağlara bayrak resmi yapanlara, gemisine-arabasına, elçiliğine bayrak asanlar kabul edemezler. Komutanlar, devlet başkanları son bayrak olayı konusunda araştırma yapıyorlarsa kendi tarihi ve toplumsal konumlarını da araştırsalar iyi olur. Bu bir adli vaka değildir.
 II. BİLMECE-SİNEK
 At sineği ve kara sinek pislikten kalkıp size yapışırlar. Kovamazsınız. Sıcak iklimlerin, nemli sıcak günlerin en rahatsız edici, pis yaratıklarıdır. Zeus’un danaya çevirdiği İo’ya Hera’nın musallat ettiği bir at sineği idi. Mikrop taşıyorlar ve hayatınızı cehenneme çeviren kılık değiştirmiş şeytanlardır.
III- KİTAP, NE ZAMAN ÇİÇEK OLUR, NE ZAMAN AÇAR?
Sevgili okuyucular,
Dahi yaratıcılar, bilgisayarı, düşünemeyen insanlar, düşüncesiz kalabalıklar için tasarlayıp yaratmışlar. İçinde yok, yok! Kitaplıklı kahveler gibi. Ama sınırsız büyük. Kumar, eğlence, oyun, bilmece, fabrika, musiki, porno her şey var. Hayal edilemeyecek kadar büyük bir çöplük! Gazete ve televizyonlar da çöplük! Neden? Çünkü ‘Pazar’ olarak tasarlanmışlar. İnsanı gerçekten bilgilendirmekten çok, mal satmağa, aldatmağa yarıyorlar. Sınırsız pazar, çarşı, alış-veriş merkezi, şarkılı gazino, konser salonu, eğlence parkı.
 Bu karnavala dünyanın küçük beyinli insanları –ki bunlar dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor- katılınca, hangi vitrinin ya da tezgahın önünde duracaklarını, neyle ilgileneceklerini bilemezsiniz. Bundan dolaylı daha bilgili ve akıllı olmazlar. Daha çok da okumuyorlar. Bilgi ellerinin altında, ama kafa boş!
Oysa benim özel kitaplığım bir bahçe. Her bitkiyi seçerek ben diktim. Her kitap aklın billurlaştığı, bir konuya konsantre olarak anlatmaya çalıştığı, berraklaştırdığı, renklendirdiği, güzel kokularla doldurduğu bir meyve ya da çiçek ağacı. Ya da bir çiçek bahçesi. Kitaplığım içinde bazı çürümüş, eskimiş, kurumuş şeyler de olabilir. Ama yine de bir bahçe. Binlerce yıl yaşayan insanların parlak düşüncelerinin ürettiği mücevherlerden bir müze yapmışım. Biriktirdiğim düşüncelerin ne tazeliği, ne kokusu geçmiyor. Kitaplar, benim her dem taze çiçeklerim! Bir resmi, bir haritası, tek bir paragrafı 50-60 sayfalık bir gazete ya da dergiden daha dolu. Aklın ışıldadığı, aydınlatan bir kaç satır.
 Onların yanında bu iletişim dünyası, bir çöp dağı, bir labirent. Kim buradan doğru bir bilgi çıkarabilir? İçinde yaşadığımız pis kokulu dünya bu iletişim ağı içinde örümcek ağlarına takılmış bir sineğe benziyor.
Bilgiden önce sağduyu ve akıl gerek. Çünkü bilgiyi seçmek için yığmak değil düzenli biriktirmek gerek. Deliye bilgisayar verince deli gömleği üzerinden düşmüyor.
 Sevgili Okuyucular,
Bazen bin yıl önce yazılmış nir kitaba, bir sayfaya hatta bir paragrafa dayalı yeni bir yaşam kuramı hayal edebilirsiniz. Kitaplar bana 2.5 milyar yıllık Ginko Biloba ağaçları gibi eski, bitmez tükenmez müzelerdir.
Bu kitaplıkların bir özelliği daha var: Kokuları her zaman keskin olmakla kalmaz, her koklayışında başka kokular alırsınız. Bunun yanında bilgisayar bir eskimiş makine çöplüğüne benziyor. İçine yeni ne atılsa kokusu değişmiyor.
IV- ÜLKE VE HALK
Her gün cinayet haberleri ile dolu gazeteler her gün kaza, her gün halka gaz sıkan polisler, köşe başlarında polise taş ve Molotof kokteyli atan halk, her gün birbirine kötü söz söyleyen yüksek ağızlar, her gün bin bir rezalet dolu bir ülke. Bu bir ülke ise cehennem nasıl bir yer olmalı? Ben güncel yaşamın böyle sahnelerle dolu olduğu bir Türkiye’yi şimdiye kadar görmemiştim. Gerçi birkaç kötü olay hatırlıyorum. Fakat bu sürekli bir çizgi film ve televizyon serisine dönüşmemişti. Sürekli polisiye film seyreden bir toplum. Çağdaş bir gelişmişlik gösterisi olmalı!
 Otomobilin çekirge gibi her toprak parçasını işgal ettiği, içinize hava yerine benzin çektiğiniz yer ülke değil, benzin istasyonudur. Biz insan değil beton kutulara hapsedilmiş fareleriz. Hoparlörlerden, sirenlerden gelen çirkin metallik seslerle , arabalardan gelen ham hum’lar duyusal ortamı dolduruyor. Buna akşamları atılan gece fişeklerini, uçak ve helikopter seslerini de katabilirsiniz. Hatta bunlar da yeterli değil. Bu uygar olmayan kentin sokaklarını, özelikle bu mevsimde, köpek sesi dolduruyor.
İnsanlar uzaylılara benzeyen polislerden, kuralsız araba süren şoförlerden, sokak köpeklerinden korkuyorlar. Kuyrukta bekleyenler banko arkasında oturan memurlardan korkuyorlar. Kredi kartı hesabı gönderen bankalardan, fiyatı artan patates, domates, soğandan korkuyorlar. Benzin ve mazot fiyatlarından korkuyorlar. Mahkemelerde neredeyse altlarına kaçıracaklar.
İnsan oğlu bu! Yine güler, yine güzel kızları, güzel gençleri gözler, yine elele tutuşur, sevişir. Yine sarhoş olur. Ama parkları ve meydanları yasaklayan polislere akıl erdiremez.
Sevgili Okuyucular,

Bunları anlatırken politikadan söz etmek gereksiz. Bu kadar sorunlu bir ortamın politikası olmaz. Böyle bir devletin çarkı dönmez. Eğer dönen çarklar varsa onlar devletin değildir. Eğer bütün bunlardan şikayet etmeyen ya da edemeyen bir halk varsa, o da halk değildir. Bir kalabalıktır. Bunlar ellerinde bilgisayarlı telefon da taşısalar onu beyinlerinin kapasitesi kadar kullanabilirler.
CBT, sayı 1423


***

Doğayı Kirleten ve Yok Eden Cehalettir

Doğan Kuban

Urla civarında deniz manzaralı bir lokantaya Seyr-i Sefa adını vermişler. Günümüz dilinde bunu doğal çevreyi seyretmenin verdiği haz ve ona eşlik eden mutluluk duygusu diyebiliriz. İnsanlar bu duyguyu unutmadılar ve arıyorlar. Şimdiki Osmanlıcılar da bunu biliyor, konutlarını seyr-i sefa anıları üzerine kuruyorlar.


Ama İstanbul’un Anadolu ya da Rumeli yakasında, bir gökdelen tepesinden gördüğünüz sizi mutlu eden bir seyir olmaz. Buna canhıraş korna seslerini, farkına varmadığınız kokuları ve içine çektiğiniz zehirli havayı da katarsanız toplumu bu tuzağa düşüren akılsızlığın nedenini düşünmeniz gerekir. Gökdelen yapanların kazandığı para arttıkça doğanın vereceği mutluluk azalıyor. Çok paradan mutlu olanlar doğal peyzajı yok ediyorlar. Büyük kentlere baktıkça seyr-i sefa’nın olmadığını görüyorsunuz. Nedim’in Kağıthane’si, Yahya Kemal’in Kandilli’si kitaplarda kaldı.
Geçen hafta bu duyguları körelmiş yaşamın aptallık boyutuna varmış bir örneğini Bozcada da gördüm. Rüzgarı, üzüm bağları, kokusu, plajları, sakin kırsal peyzajı, güzel ve iyi korunmuş kalesi ile Ege denizindeki, önemli tarihi anılarla dolu ada (eski adı Tenedos), mutluluk veren sefa köşelerinden biri idi. Ege denizinde turist çeken Yunan adaları ile boy ölçüşecek tek adamızdır. Küçücük bir ada. İskeleden plajlara yol 2-3 kilometre.
Turizm propagandası yerli turistleri adaya doldurmuş. Genç çiftler çoğunluktaydı. Yaşamımda ilk kez köylü turistler bile gördüm. Buraya kadar iyi. Fakat şaşırtacak bir uygulama var. O genç adamlar, o küçücük adaya arabalarıyla geliyorlar. Bozcaada’nın iki mahallesi var. Bir Türk mahallesi, bir de eski Rum mahallesi. Tümü 300-400 metre yarıçaplı bir daireye sığar. Gerisi üzüm bağları, tarlalar ve kır.
Gel gör ki eski mahallelerin küçük sokakları turist arabaları ile dolu. 100 metrelik yolda arabalar 20 dakika bekliyorlar. Otopark yeri pek yok. Genç turistlerimiz arabalarını on dakikalık mesafede bırakacakları yerde 20 dakika sıcakta, arabalarının içinde bekliyorlar. Bu açık bir aptallık örneğidir. Bebeklerine sarılmış onlardan ayrılmak istemeyen 30-40 yaşında bebeler. Bu kollektif nörotik tutku, bunların sonucunu düşünemeyen bir belediye, bu eğilimin adanın çekiciliğini ve turistik kapasitesinin 5-10 yılda yok edeceğini düşünüp adaya araba getirmeyi yasaklamayı akıl edemeyen sorumlular, yeterli tepki göstermeyen ada halkı tümel bir akıl tutulmasının göstergeleridir.
Adaya yerleşmiş, kültürlü pek çok insan var. Üzüm yetiştiren İ.T.Ü. profesörleri, olağanüstü titizlikle bir folklor müzesi açmış Hakan Görüney gibi insan sevgisi dolu, cömert ve iyi yetişmiş aydınlar, dünyanın en güzel şarap imalathanelerinden birini tasarlayan ve inşa eden mimar Reşit Soley, mimarinin büyük bir gösterisi olduğuna inanmış aydın otel patronları mutluluk veren ve insanın geleceğe inancını ayakta tutan aydınlık odakları. Ama araba (arrabaa!) her şeyi yok edebilir.
ÇAĞDAŞ KÖLELİĞİN ANLAMI
Türkiye’nin, gelişmemişliği teknolojinin kapitalist sömürünün temel araçlarından biri olarak kullanıldığını anlamayan bir toplum olmasından kaynaklanıyor. Gelişmiş ülkelerde bu bilinçlenmenin harekete getirdiği uygulamalar olduğunu biliyoruz. Otomobil sahipliği, ulaşım ve enerji bağlamında kontrol edici pek çok uygulama var. Bizim toplum bu aşamada değil. Sokak köpeklerini savunanlar, kadın haklarını savunanlardan daha güçlü. Aşağıdan yukarı, ya da yukarıdan aşağı, bilgi bu duyarlığı yaratacak yoğunlukta değil. Bunun her gün biçimsel, bilgisizce, dünya görüşsüz, felsefi tabansız, deneyimsiz kararlarla bir o yana, bir bu yana çekilmesi pek çok alanda ülkeyi krize götürüyor. Örneğin bütün kademelerinde öğretim içler acısı.
Türkiye’de sorun herhangi bir alanda doğru ya da eğri bir kararın yanlış sonuç vermesi değildir. Gelişmiş bir toplumda da bunlar olabilir. Fakat orada uzmanların tepkileri kamuoyuna yansır. Tepki yaratır. Bu sorumluları yeniden karar almaya zorlar. Uzman görüşü gelişmiş toplum tanımının temelidir. Toplum için önemlidir. Çünkü bu genel yargı bilimin karar almaktaki vazgeçilemez statüsüne dayanır.
Bunu anlamamış olmak evrensel gelişmenin altında kalarak gelişmiş dünyanın müşterisi ve giderek sömürdüğü toplum olmak anlamına gelir. Çağdaş kölelik bundan ibarettir. 1945’den sonraki dünya tarihi gelişmemiş ülkelerin yeni sömürge statüsünün hangi mekanizmalarla çalıştığını açıkça anlatır. İslam dünyasında petrol üreticilerin rolü öğreticidir. Okuyucular sorabilirler: Bozcaada ve Seyr-i Sefa’dan bu sonuçlara gelmek doğru bir tartışma yöntemi sayılabilir mi?
Algılamadığınız ya da önem vermediğiniz her şeyin toplumsal bilgilenmenin örgütlenememesine ve kişisel gözlemle yetinilmesine bağlı olduğunu göstermek için anlatıyorum. Genel ekonomiden kişisel davranışlara kadar her şey Türkiye kargaşasını anlatıyor. Ulaşım ve inşaat, plansızlık, tarihi çevrenin ve doğanın korunamaması ve başka şeyler.
KENTLERİN ÖLÜM NEDENİ
Otomobilin bu günkü kullanılışı kentlerin ölüm nedenidir. Bu kanıtlanması gerekmeyen bir konudur. 1945 lerden Jane Jacobs’u anımsayabilirsiniz. Aradan 70 yıl sonra ayni şeyleri Türkiye’de yineliyoruz. Bu bizim ABD den 70 yıl geri kaldığımızı kanıtlar. Buna benzer binlerce olgu genel bilgi, düşünce ve politika arasında bütün bağların bu ülkede kopmuş olduğunu gösteriyor. Bilgilenmeğe ilişkin devletin kontrolündeki bütün sistem tümüyle çağla ilişkisini kesmiştir.
Otomobil, uçak, telefon, televizyon, asfalt, gökdelen derken, bunların dünyayı kirlettiklerini, basit mutlulukları insanlara unutturduklarını göz ardı etmeğe başladık. İnsanlar Bozcaada’ya propaganda ile doluyorlar. Fakat iki kez plaja girmek, bir kez daracık, havasız sokaklarda yemek için o sıkıntılara neden katlandıklarını bilinçlendiremiyorlar. Buna kapitalist beyin yıkama deniyor. Böyle davranılırsa 5-10 yı sonra Bozcada kalmayacağını düşünmedikleri gibi, bu tür etkinliklerle doğrudan ilişkili başka gözlemleri ve bilimsel saptamaları da bilmiyorlar.
Dünya nüfusunun artması ile ilgili öngörüler dünyayı bekleyen felaket çanlarıdır. 1800’de bir milyar nüfustan 2015’te sekiz milyara. 2055’de ondört milyara. Oysa ondan önceki 300 000 000 yılda nüfus sadece bir milyar olmuş. Bunu kim söylüyor? Tabii politikacılar değil, bilim adamları. Giderek zengin olacağı söylenen dünyada akşamları yatmağa aç giden bir milyar insan var. Çağdaş dünya sistemi çok insafsız. Cahil ülkelerde daha da insafsız. Çünkü bilgi daha kısıtlı.
Bütün bunların tek suçlusu yok. Gerçi tarlasına domates dikenle Ankara’da oturan arasında bir fark var ama, işletme kötü ise çalışanlar da ortak. Geri kalmış bütün ülkeler, belki de dünyadaki bütün geri zekalılar bilgisel kaos çağında yaşıyorlar. Kuşkusuz kimse termodinamiğin ikinci yasası entropi’nin tarihe bir son biçtiğini bilmiyor. Ama arabasının kucağında plaja uçan, televizyon ninnilerinde büyüyen insanların bilimselden haberi olacağını düşünmek için fazla saf olmak gerek!
Sevgili Okuyucular,

Kara saban çağı köylüsü çevresine ve geleceğine bugünkü kentli bir üniversite mezunundan daha fazla egemendi. Şimdi evinizin konforunu, yiyeceğinizi, ulaşımınızı uzmanlar düzenler. Çağdaş toplum bilgi birikimin neredeyse sonsuzluk sınırına ulaşması nedeniyle bu örgütlenmeyi en iyi sağlayan toplumdur. Bu olabildiği kadar iyi çalışan bir mekanizmadır. Gelişmemiş toplum bilginin doğasını öğrenememiş, özümseyememiş, yardımlaşmayı örgütlemekte zorluk çeken toplumdur. Birincisi koordinasyonla, ikincisi sopayla, ha babam sistemi ile, olmazsa yolsuzlukla çalışır. Cehaletle kavga düzensizlikle kavgadır. Çağımızın mücadelesi bilginin toplumsal özümlenmesi mücadelesidir.

CBT sayı 1433, 5 Eylül 2014
***


Ayasofya’yı Bütün Dünya Bizimle Paylaşıyor

Sorumlular yine bir politiko-kültürel krize girdiler. Bu ‘Ayasofya’yı Cami yapalım!’ krizidir. İstanbul’u yeniden mi fethediyoruz? Bizans imparatorluğunun iki kat nüfusunu buraya yerleştirmişiz. Ne Bizans ne Osmanlı demeden dünyanın en ünlü kentini altını üstünü tahrip etmişiz. Türk toplumunu dünyaya bir çekirge toplumu olarak göstermek istemek uygarlığın hangi aşamasına tekabül ediyor? Biz bu dünyada yaşamıyor muyuz?
 Doğan Kuban

Karşımıza, durmadan dünya uygar kamuoyunu alan yanlış kararları hangi cehalete borçluyuz? Çağdaş dünyanın içinde miyiz, dışında mı? Dışarı atılmak üzere olmayalım? Bunun bir dünya mirası üzerinden olması da düşündürücü!

====

Türkiye’nin nüfusu, ekonomisinin büyüklüğü, adam başına geliri gibi parametrelerin uygarlıkla ilgisi yok. 1.5 milyar fakir Müslüman uygar olarak tanımlanmıyor. Amazon yerlileri ile Afrika karalarından sonra geliyorlar. Bundan bin yıl önce dünyanın en uygar kültür düzeyine erişmiş bir kültür ortamı bugün kendi dilinde üniversite öğretimi yapamıyor.
Bir büyük kültür ve sanat ürününü algılamak ve değerlendirmek toplumların küçük kesimlerinde özel bir tutkunun, incelmiş bir insan özelliğinin ifadesidir. Adına uygarlık deniyor. Az gelişmiş toplumların cahil, hoş görüsüz, bencil ve açgözlü insanlarında buna pek rastlanmıyor.
Uygarlık, kapıları bütün insanlara açık bir dergaha benzer. Bu dergahta dünyanın bütün insanları birbirleriyle bilim, felsefe, edebiyat, sanat, musiki ürünlerini paylaşırlar. Burada paylaşılan insanlığın ortak mirasıdır. Bizim geri kalmış toplum hala bu en büyük insanlık dergahına ya da kulübüne girmeye direniyor.

İNSANLIĞIN MİRASIDIR BUNLAR
Örgütlenmiş çağdaş uygarlığın bir özelliği var: Onun sahip çıktığı mirası ellerinden geri alamayız. Bunların başında mimari yapıtlar geliyor: Mısır piramitleri, Atina Akropol’ünde Partenon, Roma’da Panteon, İstanbul’da Ayasofya, Kudüs’te Kubbet es- Sahra, Roma’da San Pietro, Edirne’de Selimiye, Agra’da Tac Mahal gibi yapılar dünyanın ortak malıdır.
Fransa’da Lascaux mağaralarından başlayarak, Mısır, Mezopotamya, İran, Hindistan, Çin, Anadolu, Yunanistan, Orta Amerika’da insanlık tarihinin ortak mirası kabul edilen ve ortak insan uygarlığının malı olan yapıları, sitleri, hatta küçük objeleri geri alamayız. Vakıflara, arsa spekülatörlerine veremeyiz. Ayasofya ve benzer yapılar, arkeolojik sitler insanlığın ortak miras listesindedir. Hiçbir devletin ya da insanın malı değildir. Uygar bu evrensel mülkiyeti kabul edenlere deniyor.
 Çağdaş dönemin en önemli ekonomik etkinliklerinden birinin Turizm olduğunu öğrenmiş görünüyoruz. Turizm bakanımız bile var. Fakat turizmin otel ve lokanta açmak ötesinde daha önemli bir işlevi var: İnsanı yabancı toplumlarla buluşturan bir uygarlık mekanizması olarak çalışıyor. Bizim turizmciler bunun lokanta aşamasını geçemediler.
Ayasofya gibi dünya malı olmuş dünyanın en büyük yapıtını camiye çevirmeye çalışmak, altın yumurtlayan tavuğu kesmek anlamına gelir.

İLKEL İSTEK, ANITI TUTUKLAMAK İSTİYOR
Turizm kültüre ekonomik değer kazandırdı. Bu bağlamda sanat ve mimari, yabancı toplumların geçmişlerinin ürünü olarak, insanların ortak tarihlerini öğrenmelerine, estetik ve duygusal alanda birbirlerine yakınlaşmalarına olanak veriyorlar. Yüz bin cami yaptırmış olan bir toplum, şimdi, ilkel bir istekle Ayasofya’yı cami yapmak istiyor. Bu dünyada 2.5 milyar insanın en saygın anıtlarından birinin tutuklanması anlamına gelir. Kudüs’te Kubbet es-Sahra Yahudiler tarafından işgal edilirse Müslümanlar ne hissederlerse dünya da Türkler için onu hissedecektir. Bunun ekonomik ve politik sonuçları beklemedikleri kadar yıkıcı olabilir. Özellikle Türkiye’nin bu günkü demokratik(!) ortamında. Bu kadar ilkelleşmek için bizi dürten bir şey mi var?
Sevgili Okuyucular,
Toplumlar dünya insanlarıyla bölüştükleri değerler arttıkça uygar dünyaya katılıyorlar. Bizim toplum dışarıda gerçekten kalmak istese ve dış sömürünün hepsine hayır dese belki kültürel bağımsızlık diye bir konu da tartışılabilir. Ama yediklerini bile ithal eden, yaşamak için elini dışarı açmış adamların bu istekleri sadece ilkelliktir. Bu ilkelleşme kendisiyle birlikte başka hastalıkların da semptomudur. Biz dünyayı dışlıyoruz. Fakat dünyadan dışlanıyoruz. 
Türkiye tarihinde ara sıra su yüzüne çıkan ‘Ayasofya’yı camiye çevirme nöbeti’ ilkelleşme grafiğinin yükseldiği dönemlerdir. Bu bağlamda kamuoyunun uyanması gerekiyor. Camicilik oyunu çağdaş toplumların terk ettikleri bir tavırdır. Bu gerici gösteride direnmektir. Arabaya, telefona, uçağa, televizyona, internete, yabancı silaha, Nato’ya ihtiyacınız var. Sömürülmeye de ihtiyacımız var mı? En lüks arabalar için kuyruğa girip, ülkeyi Abdülhamit dönemine geri götürmek hayal bile değildir. Önce takke ve şalvar da gerekli mi diye düşünmek gerek.
Bu konularda karar vermeyi bir tür sandık hakkı görenlerin kendilerine ‘Biz dünyayı insanlarla paylaşmak istiyor muyuz, yoksa yeni bir fetih dönemine mi dönüyoruz?’ diye sormaları gerek! Sonra bu fetihlerin parası bize kredi olarak verilir mi, diye düşünmeleri gerek. ‘Bu dünya bize mi ait?’ diye sorabilirler. Uygar dediğimiz toplumlar bunun yanıtını vermişler:

Tarihte insanın yaratıcılığını tanımlayan bütün düşün ve sanat yapıtları insanlığın ortak malıdır. Ne bir ulusun, ne bir devletin ne de bir hükümetin malı değildir. Uygarlık düzeyi daha yüksek, dünya egemeni olanlar, daha iyi eğitildikleri, daha çok ürettikleri ve hep onlara borçlu olduğumuz için her dediklerini yaptığımız, üniversitelerde dillerini kullandığınız toplumlar Ayasofya’yı insanların ortak mirası sayıyorlar. Yani bizim değil. Hala ‘Ayasofya ‘ya kelepçe vurabiliriz’ sanmayınız.
Bu, uygar dünyanın bizi dışlaması için sandığınızdan daha önemli bir sebeptir. Benzer davranışların giderek biriktiğini değerlendiren bir uluslararası kamuoyu oluştu. Türkiye dünya nüfusunun yetmişbeşte biri. Bizi her an çökertebilecek bir dış borcumuz var.
Karşımıza, durmadan dünya uygar kamuoyunu alan yanlış kararları hangi cehalete borçluyuz?
Çağdaş dünyanın içinde miyiz, dışında mı? Dışarı atılmak üzere olmayalım?
Bunun bir dünya mirası üzerinden olması da düşündürücü!



***


Mutlu Ama Uygar Değil !

Çayıra salınan at, eşek, koyun mutludur. Karnı tok, uyuyan kedi mutludur. Uygarlıkla ilişkileri yok. Çiçeğe konan arı da mutlu olmalı! Belki farkında değildir. Onun balını yiyen ayı da mutludur. Ama uygar değildir. Kaldırımda uyuyan köpek mutludur. Ama onun yanından geçen mutlu değildir. Bunları birlikte yaşatan belediye de uygar değildir. Yolları otopark olarak kiralayan belediye mutlu olabilir. Ama uygar değildir. Kaldırıma çöp bırakan mutlu olabilir. Ama uygar değildir.

Doğan Kuban

(CBT sayı 1414, 25 Nisan 2014)

Türkiye’de daha acıklı olan 2014 yılında bizi Ortaçağ’da yaşatan kurumsal ilkelliktir. Bu denli vurdumduymaz olabilen bir halkın uygar olacağını hayal etmek olanaksız. Gerçi toplumun uygar milyonları da var. Fakat kendimizi ne kadar soyutlasak, yaşamı halkla paylaşmak zorundayız. Onun için her gün bir basamak daha aşağı inen ilkel olgular utandırıcıdır. Türk toplumunu küçük düşürücüdür.

Günlük gazetelerden bir utanç listesi:
41 ülkenin demokrasi sıralaması yapılmış. İslam dünyasının en gelişmiş ülkesi Türkiye listenin sonunda. Sıralamayı yapan oldukça ünlü bir Alman vakfı: Bertelmann Stiftung. AB ve OECD ülkelerini içine alan bu listede ekonomi, sosyal politika ve Çevre politikası verileri değerlendirilmiş. İfade ve toplantı özgürlüğünün kısıtlanması, demokratik hakların ihlali, medya yozlaşması, ve hak, hukuk konularında, Avrupa’nın eski komünist ülkelerinin, İsrail’in, Yunanistan’ın, Şili’nin, Meksika’nın, Malta, Romanya ve Macaristan’ın gerisindeyiz. Sadece insan kasapları ülkesi Yugoslavya’dan öndeyiz. Bereket Rusya, Çin, Kuzey Kore ve İslam ülkeleri var.
 AKP’li bir belediye başkanı kadınları çalıştırmayacağını söylemiş. Bunu örf ve adete uygun olsun diye yapacakmış. Bu kent Türkiye sınırlar dışında mı? Bu adam İstanbul’da kadınların çalıştığı banka, dükkan görmemiş mi? Yasa bilmiyor. Tarih de bilmiyor. Örf ve adet sandığı, ve toplumun büyük çoğunluğunun varlığını unuttuğu şeyler, bütün İslam dünyasının nüfusunun bugünkü Türkiye’nin onda biri kadar olduğu 1500 yıl önceydi. Arap yarımadası cahiliye çağında yaşıyordu. Kimsenin arabası, televizyonu, telefonu, bilgisayarı yoktu. Deve ve eşekle İstanbul’da dolaşan kimse görmüş mü bu başkan? Bu düşünce ve tutumun adını koyabilir misiniz?
Bir Türk (adı Ali imiş) Kabe’de (Ali Gate) önünde, ailesinin erkekli kadınlı fotosunu çekmişler. 1986’da Suudi Arabistan’da piyasada en son model foto makineleri satılırdı. Fakat fotoğraf çekmek yasaktı. Hele Kabe’de foto çekenleri linç bile edebilirlerdi. Suudi Arabistan ne kadar gelişmiş. E! Örf ve adet ne olacak?

İş makinaları ile gelen silahlı (?!) kişiler bir tiyatro sahnesi yıkıp, ağaç sökmüşler. Ne zaman? Gece yarısı! Bunlar ağaç ile tiyatro arasında bir fark olduğunu mu bilmiyorlar, yoksa buraya yanlışlıkla gelen mezar kazıcılar mı? Niye gece? Niye ağaç! Niye silah! Bunlardan iş isteyenin nasıl bir vatandaş olduğu konusunda bir düşünceniz var mı? Sizce bu nasıl bir toplumun üyesidir?
Bunu anlayamadığım için size soruyorum.

Maçta sahaya atlayan bir futbol tutkulusunun dövülerek öldürülmüş cesedi ertesi gün çöp tenekesinde çıkmış. Bizim toplum geçen gün oy pusulası ile çöpü karıştırmıştı. Şimdi cesetle çöpü karıştırıyor. Bu arada seçim sandığı ile mezar da birbirine karışıyor.

Bir üniversite atanması haberi okudum. Önce alınacak adaylar seçiliyormuş. Sonra onların biyografilerine göre gazete ilanı veriliyormuş . Bu ilana en uygun adaylar seçiliyormuş. Burası bir üniversite. Bir rektörü var. YÖK diye bir fetva merkezi var. Bu biyografileri bilen bir kurum seçimden önce seçilecekleri saptamış!?
Sabahtan akşama kadar bu hikayeleri dinleyen ve fıttırmayan bu toplum, kanımca, güneşte uyuyan kedi kadar mutludur. Oy’unu para ile satıp birkaç gün karnını doyuruyor. Gazeteler bir gökdelen fiyatına bir seçim satın alındığını yazıyor. Türk toplumunun bu kadar ucuz olduğuna inanmıyorum. Ama kör cahil olduğuna kalıbımı basarım.

BU SEÇİM YÖNTEMİNİ KİM İCAT ETTİ?
Partiler nasıl kabul ettiler? Zarfın açık kalması ve içine istediğin şeyin girip çıkması bir Türk yöntemi mi? İptal için bu kadar çok koşul olan bir seçim yöntemini akıllı bir toplum kabul edebilir mi? Damganın kendisi ve etrafındaki çizgi damganın basılacağı daireden daha büyük. Hiçbir Türk, eğer mimar ya da tasarımcı değilse, az okumuş ve kağıt kalem görmemiş biri ise, o dairenin içine ‘evet’ damgasını doğru basmamıştır.
En çok iptal oyu AKP nin kazandığı sandıklarda çıkmış. Güçlü olanın istediğini iptal edebildiğin bir sistem. Torba kaçırmak, torba delmek, elektrik santralına kedi girmesi türünden ayrıntılar bir kaç paraya oy atanları ilgilendirmez.
Bu komediyi demokrasi diye sunmak toplumu cehaletle damgalamak değil midir? Çok partili sistem, demokrasiyi kontrol etme amacını taşımıyor mu? Sandığı kontrol edemeyen partiler başka şeyleri nasıl kontrol edecek? Dervişçe ya da filozofça ‘Böyle gelmiş, böyle gider’ demek çağdaş bir tepki değildir. İnsanların biraz para karşılığı oy vereceğine inanmak istemesem, yani onlara böyle bir davranışı yakıştıramasam da mitinglere ücretle katılanların teşhiri ayyuka çıktığı için bunu kabul etmemek olası değil.
Kanımca bütün bu olup bitenler, uzun süreli, planlı bir beyin yıkama ve kandırılma operasyonuna toplumca kurban olduğumuz düşüncesine daha uygun düşüyor. Bu tür uzun vadeli stratejilerin devlet programları olarak emperyalist merkezlerde geliştirildiğini yıllarca okuduk. Fakat son seçimde, sayısız yasa dışı manipülasyona karşın AKP’ nin %40-45 lik bir oy düzeyinde kalması toplumun aptal olmadığını kanıtlıyor. Bu ülke için çok önemli bir aydınlanma garantisi ama, yakın geleceği kurtarmaya yetmez. Kaldı ki bütün aptalların iktidara oy verdiği düşüncesi de ‘olasılık kuramı’ içinde kabul edilemez. Ülke, kültür ve ahlak olarak, içi boşaltılmış oy torbasına benziyor. Yaşamak için gülümsemek gerek, ama ağlanacak bir durum var.
DİVRİĞİ HEYKELİNİ KURTARIN
Yaşamın hiçbir boyutu politik kararların etkisi dışında kalmıyor. Böyle bir sonuç insanları umutsuz yapıyor. Sorunları insan odaklı yanıtlamazsak uygarlık söz konusu olamaz. Fakat dünyanın fiziksel geleceği uygarlık konjonktürünün sonunda egemen olması gerektiğini düşündürüyor.
Yazımı ülkenin en büyük uygarlık ayıbını anımsatarak bitireceğim. Kanımca, yukarıdaki bütün hastalıkların arkasında düşünce ve sanat karşısında gelişmemiş bir duyarlık sorunu var.
 Romalı yaşlı Cato diye bilinen devlet adamı ve yazar her konuşmasını (Kartaca yok edilmelidir) diye bitirirdi. Ben de uygarlıkla ilgili her yazımı Divriği heykelini kurtarın!’ ile bitirmek istiyorum.
Sanat tarihi yaşamımın en büyük amacı Anadolu-Türk uygarlığının en büyük anıtı ve dünya heykel sanatının en özgün örneklerinden biri olarak kabul ettiğim Hürremşah’ın Divriği Taç kapılarını dünya sanat tarihinde hak ettiği yere çıkarmak oldu. Ahlat’lı bu büyük sanatçının başka bilinen yapıtı yoktur. Bu taç kapıların taş oymaları, İslam sanatında, Ortadoğu sanatında eşi olmayan, heykel niteliğinde, dünyanın en özgün sanat yapıtlarıdır. Elli yıllık bir çalışma ve yayın etkinliğine karşın bu başyapıt yok olma tehlikesinden henüz kurtulmadı.
Bunu yapamayan bir toplum, özgürlük ve adaleti çöpe karıştırır.
Güneşte uyuyan kedi gibi mutlu olabilir. Fakat entelektüel mutluluğa erişemez ve hiçbir boyutta uygar olamaz.

***

POLİTİKACI KENDİNİ ÇÖPE DÖNÜŞTÜREMEZ
Politik Söylem’den İnsan Odaklı Söylem’e

Aklımızı politik söylemin işgalinden kurtarmalıyız. Düşünce ve söylemi slogan, reklam ve benzer klişelerden kurtarmak, temiz bir tarih sayfasına insan odaklı yeni bir söylem yazmağa başlamak zorundayız...

Doğan Kuban

CBT, Sayıs 1413; 18 Nisan 2014

Eğer bu niteliksiz politik söylem sürerse toplum yolunu şaşırabilir. Kuşkusuz bu günden yarına değil. Bu belirsizlik, çağdaş dünyada cahil toplumların kaderi gibi görünüyor. Eğer iklim öngörüleri doğru çıkar ve enerji bağımlılığı sürerse bizim gibi toplumların geleceği umutsuz olabilir. Fakat insan savaşmadan pes diyen bir yaratık değil. Kimi biyologların dediğine bakılırsa, bütün hücrelerimiz bir savaş makinesi imiş. Sorun şu ki bu bildiğimiz fiziksel bir savaş değil. Sorun aklın sürdüreceği bir savaş.
Son seçimde, sözde demokratik bir olguyu sinema filmi gibi seyrettik. Oy pusulaları çöp tenekelerinde bulundu. Bir oy pusulası vatandaşın politik kararı değil mi? Bu matematiksel olarak, politik karar=çöp demek. Basit mantık yürüterek bir belediye başkanı, bir milletvekili, bir hükümet için politik kararın sıfıra indiği bir noktaya geliniyor.
Peki, politikayı çöpe indirgeyenler kimler? Politikacılar! Bu felsefi saçmadan akıllı insanların çıkaracağı tek bir sonuç var: Politik söylem saçma bir söylemdir. Politikacılar bunu kabul etmeseler de kendileri kanıtlıyorlar. Sokrat’ın, Lao Tzu’nun, Buda’nın, Marcus Aurelius’un, Kant’ın, Amerikan ve Fransız devrimcilerinin dile getirdikleri, uğrunda ölünen düşünceler, çağdaş politikacılar tarafından tümden yok edilmiştir.
Dünya insanlık tarihini harekete getiren düşünceleri reklama dönüştüren insanlar tarafından idare ediliyor.
Kimse politikayı çöpe eşitlemek isteyemez. Fakat varılan durum bir dünya düzeninin ömrünü tamamladığını kanıtlıyor. Yeni bir insan ve toplum söylemi tanımlama gerekliliği var. Bu yeni söylemi nasıl yaratıp topluma mal edeceğiz?
İnsan merkezli düşünceler tarihte çok. Alçak gönüllülerin varlığını Tao Te Ching’de okuyoruz. Müslümanların Allah’ı bağışlayıcı, esirgeyici ve merhametli. Yunus’u, Mevlana’yı, Tevfik Fikret’i, Mehmet Akif’i okuyan herkes alçak gönüllü, hoş gören, yardımsever insanları bilir. Gençler haksızlığa direnirler. Bütün büyük ahlaki öğretilerde, dinlerde hayvan içgüdüsü olan şiddetin kilit altında tutulması öğüdü vardır.
Hakça bir gelecek düzeninin günümüzün politik söyleminin karanlığından, yalanından, kin ve nefret söyleminden uzak olması gerekiyor. Politikacılar ilkel ve düşünceyi satılık eşyaya indirmiş bir söylem üretiyorlar. Doğrusu istenirse bu evrensel bir sömürü düzenin genel geçer jargonu.
Bunun yerine geçecek, insan odaklı söylemi bulup beyni yıkanmış milyonlara anlatmak artık zor, fakat temel bir amaçtır. Uzun yıllar ilkel ve yalan dolu politik tartışmalar yaşamı ve düşünceyi, özellikle düşünce dağarcığı sınırlı olanları, koşullandırdı. İçeriksiz politik söylemin yerine geçmesini dilediğimiz insancıl söylem sadece entelektüel bir dönüşüm değil, biçimsel ve üslupsal bir farklılık yaratma sorunudur.
AKLIMIZI İŞGALDEN KURTARMAK
Bu öneriyi örneklere indirmeden anlatamayız. CHP seçimde politik söylemin kıskacından kurtulamadı. Bu büyük bir değişim. Yıllardır beyni yıkanmış bir yarı okumuş toplum. Yoksulluk, gerilim, küfür, yalanla geçmişi karalayan ve tarih bilmeyen milyonları etkileyecek bir söylemin etkileri bugünden yarına kalkamaz. Bu kişisel değil toplumsal, birlikte yaşanan bir kültürel kriz. Çöp tenekesinden çıkan halk kararının devlet tarafından onaylanması olayı ciddi bir sorun. Politik söylemi temizleme diye bir retorik sorunumuz var.
Bunun amacı aklımızı politik söylemin işgalinden kurtarmaktır. Düşünce ve söylemi slogan, reklam ve benzer klişelerden kurtarmak, temiz bir tarih sayfasına insan odaklı yeni bir söylem yazmağa başlamak zorundayız. Bu söylem bugünden yarına ortaya çıkmayacak. Etkisini görmek ise daha uzun zaman alacak.
Sevgili Okuyucular,
Bu mekanik bir işlem değil. Entellektül bir eylemdir. Cahillerin işi de değildir. Fakat cahili politik söylemden daha fazla etkileyecek bir retorik kalitesi var. Dindar bir toplumda münafık, yani iki yüzlü söylemin de maskesini indirebilir. Halkın ve partilerin ideolojik terbiyesi ve toplumsal disiplini gelişmemiştir.
Türkiye halkı bu seçimde sanıldığından daha güçlü bir demokratik ve aydınlanmış tepki vermiştir. Bu umut verici bir gelişmedir. Fakat dünyadan haberi olmayan kütle, ülkenin geleceğini karartacak kadar büyüktür. Ve onun vurdum duymazlığının temelinde temelinde sadece yanlış ve slogana indirgenmiş bir din öğretisi değil, gelişmemiş bir bilim- teknoloji ve çağdaşlık körlüğü vardır.
Bu durumu basit örneklerle açıklayabiliriz:
Oy=çöp eşitliğiyle başlayalım: Çöp kutularında oy pusulaları bulundu. Seçim Kuruluna itiraz edildi. Bu arada bir seçim kurulu başkanının kızının seçime katılan bir Belediye başkanının danışmanı olduğu iddia edildi. Bu tükenmiş bir sistemi dile getiren bir gerçek olsa da, toplumu silkeleyecek bir tepki yaratamıyor. Çünkü politik söylem tıkanmıştır. Türkiye’de demokrasi, adalet ve özgürlük olmadığına ilişkin bir düşünceye işaret etmek için burada susmak bile daha etkili olabilir. Bu sözün bittiği ve başka bir söylemin gerektiğini kanıtlayan bir durumdur.
Artık herkesin gördüğü çıkmaz sokakları anlatıp durmak çözüm getirmez. Tekrar edip durursak sonunda etkisini, seçimde denediğimiz gibi, yitiriyor. Yalama oluyor. Ülke halkının %40’ı politik olarak uyanmamış, çağı hayal meyal algılayan bir kültür düzeyindedir. ‘Çalışıyor, çalabilir’ gibi tüyler ürpertici bir yargı bu bilinçsizliğin ve sonucunu algılayamamanın sonucudur.
Burada anlatmağa çalıştığım, politikanın yalana dönüşmemesi için söylemi ‘insanca’ya çevirme gerekliliğidir. Eğer toplumun sağlıklı bir politik refleksi olmasını istiyorsak, politik kararın eşitliğine, yani insani, çağdaş ve dini inancın ‘Adl= eşitlik ilkesine uymasını sağlamak gerekir.
POLİTİK SÖYLEMDEN İNSANCIL SÖYLEME
Basit bir örnekle başlayalım:
Arş yiğitler vatan imdadına!’ derseniz bu bir vatansever fedakarlık çağrısıdır. Politik çağrı değildir. Eğer ‘Kahraman vatandaşlarım, gelin düşmanı kendi kanında boğalım!’ derseniz bu politik bir söylem olur. İnsanın hayvani içgüdülerine hitap eder.
Lao Tzu “İyi bir komutan savaşı sürdürüp ustalığını kanıtlamaya uğraşmaz. Gerektiği için savaşır” der. Bu savaşta bile insancıl bir söylemdir
Eğer ‘Bu köprüyü vatandaşlarımızı evlerine bir an önce ulaştırmak için ağaçları kesmeyi de göze alarak çalışıyoruz’ derseniz bu politik bir söylemdir. Eğer ‘halkın evi ile işi arasında en az zaman sarf etmesini sağlamak çağdaş bir kent politikasıdır’ derseniz ve övünmezseniz, bu insancıl bir söylemdir. ‘Bu köprü şu yoğunlukta bir trafik taşıyacak , kent trafiğini yüzde şu oranda hafifletecek’ demek, teknik bir söylemdir.
Toplum gereksinmesi bütün bu söylemlerde vardır. Fakat vurgu neden yana ise söylem o niteliği taşır. Kişisel, partisel, ulusal sözcükleri ekonomik menfaati saklamak için vurgulamak politik söylemdir.
İnsani gereksinme çağımızda yalnız başına bir anlam taşımıyor. Politikacılar herhangi bir uygulamaya uzman kararından sonra varmadıkça, söylem politik olur. Kılıfı da artık modası geçmiş bir ideoloji olmak zorundadır.
Eğer biraz insan duyarlığı kalmış olanlar el ele vermezlerse, toplumlar ortaçağ koşullarına dönebilirler.
21. Yüzyıl içinde bir toplumsal çöküş öngörüsü sadece Türkiye için değil, bütün dünya için söz konusudur.

***

ÇALAN ADAM’IN ELİ YA DA KOLU KESİLİR; MÜNAFIK İSE CEHENNEME GİDER.

Seçim Neler Öğretiyor!

Sevgili Okuyucular,
Türkiye’de henüz demokrasi olmadığını kanıtlayan seçim gösterisi, toplumun kültürel ilkelliğini kanıtladı. Ülkenin politik radyografisi olarak Türkiye’yi dünya kamuoyunda yaraladı. Bu oyun, bütün oyuncularıyla, insanı yerin dibine sokan bir durum olarak Türkiye tarihine girecek. Sadece bir politik yolsuzluktan çok ötede, alnımıza vurulan bir geri kalmışlık damgası.

Doğan Kuban
CBT Sayı 1412, 11 Nisan 2014


İslam toplumlarının gelişmemişliğin kanıtlarından biri olarak tarihlere yazılacak. Bilinçli ve eğitilmiş bir Türk bu ayıbın altından kalkamaz. Gerçi on milyonlarca vatandaş geleceği kollayacak güce sahip. Fakat bu utandırıcı performans demokrasi ve uygarlık gösterisi olarak hiçbir yabancıya yutturulamaz.
 Seçim olayının değerlendirilmesinin toplumun ortalama cehaletini aşması için ilkel politik jargonun ve kokuşmuş sözlüğünün dışlanması sağlanmalıdır. Türkiye’de halkın seçimi belirleyici bir politik ideolojisi oluşmamış. Bazı küçük grupların varlığı temel boşluğu doldurmuyor. Hamasi sözleri bir yana bırakarak bu seçimlerden edinilen bilginin geleceği aydınlatabilecek boyutlarını irdelemek gerek.

ÇAĞDAŞ DÜNYA BİLGİSİZLİĞİ
Halkın yarısı çağdaş dünya hakkında bir şey bilmiyor. Bunu anlamak için seçimlerin nasıl geçtiğini hatırlamak yeterli. Fakat dünyadan haberli olanlar da halkın hangi düzeyde olduğunu bilmiyorlar. 1950’den bu yana İslam motifinin politikada peynir ekmek gibi yendiği bu ülkede ne okumuş, ne okumamış hiç kimse İslam’ın ne olduğunu bilmiyor. En çok söz edenler en az biliyorlar. Demokrasi ile seçim sandığını birbirine karıştıran çok. Toplum kendi tarihini, yakın ya da uzak, bilmiyor.
Bir ay boyunca sıradan, güvenilir, güvenilmez, aptal, akıllı, deneyimli, deneyimsiz, pek çok politikacı, gazeteci, yazar, çizer, okudum ve dinledim. Doğrusu Türkiye’nin sorumlularını politik kavganın dışına taşıyanlara pek rastlamadım. Gerçi belediye başkan adayları bir çok projelerinden söz ettiler. Onların içinde iyi ve akıllı olanlar da vardı.
Halk Partisi bir sevgi söylemi üzerine kurduğu propagandasını, başkanının ağzından, saygı duyulacak bir sağduyu ile sürdürdü. Fakat genelde gelişmesi öngörülen bir toplumun çağdaş insan kavramı üzerine kurulmuş bir proje ortaya çıkmadı. Ağırlık neredeyse 50 yıldır konuşulan maddi alt yapı sorunları üzerine idi. Bunun da nedeni Türkiye belediyelerinin hala elli yıl önce yapılmış olması gereken alt yapı uygulamalarını gerçekleştirememiş ve araba trafiğinde boğulmuş olmalarıydı. 21.yy.’da kanalizasyon, ulaşım sorunları, ısıtma, hava kirliliği sorunlarıyla boğuşan, parksız, müzesiz kentler geri kalmış ülke kentleridir.

TEHLİKELİ TÜKETİM EKONOMİSİ
Çabuk büyüyen pis kokulu ağaçlara benzeyen yükselen yüksek bina yapmak, ve dünyanın bütün mallarını modern bit pazarlarında sergilemek, sınırsız ve tehlikeli bir tüketim ekonomisinin göstergeleridir. Bunların çağdaşlıkla ilgisi yoktur. Gökdelen ya da alış-veriş merkezi Amerika’da yüz yıl önce de vardı. Bu yapılaşma köylerden akıp gelen cahiller şaşırtıyor, oy da sağlıyor ama, yaşamı kolaylaştırmıyor. Anadolu kasabasından gelen için İstanbul bir Eldorado olarak algılanabilir. Fakat sağlıklı yaşamak açısından Anadolu köyünden beterdir. Kentleşememiş köylü aşamasında insanlar belediyeleri hayırsever vakıf olarak görüyorlar. Onlar da para ile oy satın alıyorlar.
Seçim günü sonrası güneşli havada gezen, eğlenen insanlar, oynayan, mutlu çığlıklar atan çocuklar seçim sonuçlarını hiç hatırlamıyorlardı. Televizyonda gördüklerimiz, platformlarda konuşulanlar unutulmuştu. Türkiye, bu kaygusuz insanlarındı. Belediye seçimlerinin sonuçları hepsini etkileyecekti, ama sandığa atılan listelerden çıkan adlar kimseyi ilgilendirmiyordu.
Halk Partisi 64 yıl sonra hala %30’a ulaşamamıştı. Bu ülkeyi soymak, aile boyu dünya çapında zengin olmak, rüşvet almak, oy verenler için önemli değildi. “Çalıyor, ama çalışıyorlar” diyen %45. Çoğumuza garip gelen bu yanıt halkın ahlaksız olduğunu değil, kaygısız ve cahil olduğunu gösteriyor. Bu sadece bir algı sorunu değil, Türkiye de yaygın yaşamsal bir gözlemdir.
Köyden büyük kente gelen köylü, orada yeni bir dünyanın varlığını öğrendi. Daha güvenli bir evde oturuyor. Bunun sahipliği de o kadar önemli değil. Çünkü köyde de her zaman kendisine ait olmayan, ağanın toprağında oturuyor, maraba olarak o toprağı işliyordu.
Kentte suyu var, elektiriği var, çocuğunu okula daha kolay yolluyor. Bugün %70’i kente göçmüş olan köylü nüfus, özellikle gençler babalarının, annelerinin bilmedikleri bir dünyanın üyeleri. Eskiden köylü kenti bir fantasmagori olarak seyrediyordu. Şimdi bütün bu ilişkiler değişti.

BİR KÜRT AİLE
Bir kürt ailesi tanıyorum. Okuması yazması pek olmayan zeki bir genç olarak İstanbul’a gelen baba inşaat işçisi olarak başladığı kent yaşamına, inşaat bekçisi, inşaat çavuşu olarak devam etmiş, işbilir ve güvenilir olduğu için bir apartmanın kapıcılığına yerleşmişti. Bir Türk kızı ile evlenmiş ve apartman bodrumunda da kendisine bir daire verilmişti. Kızı öğretmen, oğlu iyi bir hastane teknisyeni olmuş sonra da üniversiteyi dışarıdan bitirmişti.
Kürt inşaat işçisinin, iki okumuş çocuğu, iki küçük apartman dairesi vardı. Bu insanlar Türkiye’yi ancak AKP döneminde algıladılar. Bu iki kentli okumuş Kürt-Türk karması gencin, ne dinle ne de hükümetle bir sorunları yoktu. İstanbul’dan başka yer bilmeyen yeni kent halkının, yüzleri geleceğe dönük üyeleri. Etnik köken ya da din bağının önemi kalmamıştı. Her şeyin politize olduğu sanılan bir ülkede politika ile ilgisiz yaşıyorlardı. Bu ailenin CHP’ye oy vermesi için bir neden yoktu. Dünyayı Kenan Evren’den sonra (1980) görmüşler, 2000 yıllarında kent olgusunu algılamaya başlamışlardı. Bu sınıfın “herkes çalar!” gözlemi ya da algısı, çağdaş bir 1980 sonrası algısı idi.

SAHTE DİNİ SÖYLEM
Sevgili Okuyucular,
Bu seçimin bir de sahte dini söyleme dayalı utandırıcı alt yapısı var. Daha beş yaşında iken, adı Çelebi olan çok eski bir molla ailesinden geldiğim için, büyük teyzemden ‘münafık’ sözcüğünü duymuştum. ‘Münafıklık etme!’ derdi. Münafık, peygamber döneminde kendini Müslüman gibi gösteren ihtida etmemişlere verilen addır. (İngilizler ‘Hypocrit in religion’ derler.) Bu nifak çıkaran, ikiyüzlü anlamına gelir.
Allah’ın ve İslam öğretisinin başında adalet vardır. Allah adildir. Adalet eşit haklılıktır. Kuran’ın Nisa, Maide, A’raf, Şura, Rahman, Hadid surelerinde (IV/61,128, 134; V/ 12, 46; VII/28; XLII/14; LV/8; LVII/ 25) eşitlik yani adaletten söz edilir.
Çalan adam’ın bir eli ya da kolu kesilir. Fakat münafık cehenneme gider. Çalana oyu vermek demokratik bir haktır. Fakat sandıktan bir oy çalmak demokrasinin reddidir. Müslümanlığa da aykırıdır. Tartıda hile yapmak, eşitsizlik ve adaletsizliktir. Bunu insan çok dindar olduğu için değil, Müslüman aile içinde yetiştiği için öğrenir.
Kuran’da hırsızlık, rüşvet, adaletsizlik var. Yalan da var. Cezaları da var. Bunları Müslümanlık bağlamında tartışmak abesle uğraşmaktır. Kutsal kitapta olanları kabul etmemek de günahtır.
Fakat neyin arkasına sığınıp cahil halkın aklını karıştırdığımızın farkında olmayınca, topluma çok büyük kötülük ettiğimizi anlayamamak, herhalde günahların en büyüğü..

***

ÖLDÜRÜLEN ÇOCUKLARIMIZ BİZDEN DAHA ÖNEMLİDİR

Belagat, Mugalata ve Seçim

Türkiye çizgisinin, dünya çizgisini zaman içinde bir yerde yakalaması gerekiyor. Bu bir ölüm-kalım sorunudur. Ve geleceğin uygar temelidir. Ancak bu buluşma noktasından sonra bilgi, üretim, sağlık ve yaşam kalitesinde uygar dünya ile bütünleşmiş olacağız. Bunlardan mitinglerde söz edildiğini işittiniz mi?

Doğan Kuban, CBT 1411, 4 Nisan 2014

Genç Çiçero M.Ö.80’de şunu söyler: “Güzel konuşmak, özel ya da genel, her işin parçasıdır. Güzel konuşma devlete destek olur. Hatiplere ün, şeref kazandırır ve dostlarınızı esirgeyicidir.”
Perikles’den Mustafa Kemal’e, Curchill’den Kennedy’ye pek çok etkileyici politik konuşma okumuş, dinlemişizdir. Fakat güzel konuşma sadece kendi için yapılan bir etkinlik olmağa da yönelebilir. O zaman yanıltıcı olur. Arapça ve Osmanlıca’da Belagat, güzel söz söylemedir. (Fransızca ve İngilizce de ‘eloquence ve rhetoric ) Mugalata ise yanıltıcı söz söylemektir. ‘galat= yanlış, kural dışı’ kökünden gelir . (İngilizce sophistry). Seçim de politikaların konuşmalarıyla başlar.
Sağlıklı seçim söylemi vatandaşa bir gelecek tanımlayan ve umut verendir. Önümüzdeki seçim acıklıdır. Çünkü arkasında ölüm önünde umutsuzluk ve soru işaretleri var. Seçim söyleminin yolsuzluk tartışmasına dönüşmesi ve vatandaşların kısa vadeli umutlarına yanıt vermenin ötesinde, daha uzun bir gelecek imgesi içermemesi. bugünkü kargaşa içinde doğal görünebilir. Bir partinin seçim retoriğinin kurgusu politik vizyonunun gelecek bağlamında olgunluğunu yansıtır. Bunu algılayan bir toplum olduğu kanısında herkesin kuşkusu var.
Tarihte hiçbir söz son söz değildir. İnsan sondan söz edemez, İnananlar için son söz Tanrıya aittir. Bilime inananlar ise zaten yaşamın sürekli bir soruşturma olduğunu kabul ederler. Güvenilir adayların savunmaları gereken bir gelecek imgesi bağlamında yaşama doğrudan yansıyacak uygulama önerilerdir. Hala ortaçağı sayıklayan bir ülkede demokratik olması kuşkulu bir süreçte, bütün partilerin gelecek bağlamında güvenli bir çalışma ve eğitim ortamı, enerji bilinci olan bir üretim ortamı gerekliliğini halka anlatmaları gerekir.

KRİTİK SOYSUZLUK SINIRINDA
Bizim toplumumuz yalana kolay inanan, az okumuş, çağdaş dünya bilgisi çok kıt bir toplumdur. Yozlaşmış bu politik ortamda bu temel söylem dile getirilmezse, seçim, çürümüş bir kültürün ifadesi olan karanlık bir oyun olur. Bir seçim süreci zaten var olan durumun aydınlanmasına yani somutlaşmasına neden oluyor. Kuşkusuz bunun ne kadar gerçekleştiğini bilemiyoruz. İşte bu arakesitte toplumun aydınlık güçleri, iyi niyetlileri, vatanseverleri halkı uyandırmak zorundadır.
İki gün önceki Kırım referandumunda Ukrayna denen devletin bir gölge oyunu olduğunu öğrendik. Fakat Türkiye 900 yıllık kaya üzerine oyulmuş tarihi olan bir ülkedir. Karagöz oyunu oynanmasına izin veremeyiz.
Sevgili Okuyucular,
Düşünenlerin düşünemeyenlere anlatmaları gereken sorun şu: Türkiye’de politik söylemi yemek yemek, elini yıkamak, hacet’ini yapmak gibi bir iş olarak gören milyonlar olabilir. Bunların arasında politikacılar da var. Oysa Türk toplumu kritik bir soysuzluk sınırında yaşamaktadır. Burada aydınlatıcı bir söylemin yaratılması gerek. Halka Bu konuları anlatmak kolay değil. Fakat Türk insanı yaşamanın bir ideal değil, bir hak olduğunu, idealin ise varmak istediğimiz, ama tam ulaşamadığınız bir şey olduğunu öğrenmelidir.
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan ve vatan işgal edildikten sonra, Türkiye’nin varmak istediği tek amaç, çağdaş dünyaya erişmekti. Bu toplumsal savaşın sözcüsü Mustafa Kemal’dir. Adı demokratik ve laik Cumhuriyet olan bu amaç, dünya tarihinin dayattığı bir zorunluluktu. Ve bir insanlık göreviydi. Türkiye o zaman tümüyle sömürge olan İslam dünyasını da uyandırmak sorumluluğunu da taşıyordu. Bu Türk toplumunun sırtından çıkaramayacağı bir sorumluluk elbisesiydi. O zaman sırtımıza geçirilen elbise, yaşadığımız çağın geçmişten daha önemli, geleceğin de bugünden daha önemli olduğu anlamına geliyordu.
Bugün aynı sorun var: Öldürülen çocuklarımız bizden daha önemlidir. Kaldı ki bu bir doğa yasasıdır. Ana babanın işi, gelecek kuşakları önce dünyaya getirmek, sonra yetiştirmektir.
Dünya bizimle bitmiyor. Dünyayı kendileriyle bitirmek isteyenlere Latince kökenli deyimle ‘nihilist’ denir. Bu aşırı bencil ‘hiççilik’, dinsizlik anlamına da gelir. Hatta Peyami Safa’ya göre bir zırdeliliktir. (Türk Dil Kurumu Sözlüğü) Çağdaş olmak çağda yaşamak değil, çağı yaşamaktır. Çağı yaşamanın özellikleri var: Kentlileşmek (kentleşmek değil), bilgi sahibi olmak ve yaşama saygı duymak. Avrupa uygarlığı, romantik 19 yüzyıldan doğallık, özgünlük, içtenlik gibi özelliklerle bunu zenginleştirdi. Buna Batı uygarlığı deniyor. Çağdaş dönem ise bu özelliklere bir de Innovation (yenilik yaratma) gereksinimi ekledi.

KONUŞMALARDA GERÇEKLER NEREDE?
Peki Seçim konuşmalarında bu gerçekleri anlatan politikacı var mı? Bir taraf leblebi şekeri dağıtıyor. Öteki taraf 1923-38 arasında ulaştığımız çağdaşlık düzeyine tekrar nasıl ulaşabileceğimizi anlatmaya çalışıyor. Ne var ki yıl 2014! Bir toplumda Biz de hırsızız! diyen insanlar hangi koşullarda yetişir? Bu toplumsal eğitimin, 1946’dan bu yana “Yetmez ama, kabul! ” diyenlere kadar nasıl geldiğinin tarihini yazmak büyük bir entelektüel serüven olacak!
Sevgili Okuyucular,
Elinizi kalbinize koyun. 1938 ya da 1950’den 2014’e kadar bir Çağdaşlık eğrisi çizin. Bu farklı etkinlik alanlarında olabilir. Fakat Türkiye çizgisinin, dünya çizgisini zaman içinde bir yerde yakalaması gerekiyor. Bu bir ölüm-kalım sorunudur. Ve geleceğin uygar temelidir. Ancak bu buluşma noktasından sonra bilgi, üretim, sağlık ve yaşam kalitesinde uygar dünya ile bütünleşmiş olacağız. Bunlardan mitinglerde söz edildiğini işittiniz mi?
Halk anlamaz, diyeceklerdir. Peki öğreten bir yer mi bıraktınız? Köşe yazılarında mı? politik söylemlerde mi? Bürokratik örneklerde mi? İmam-Hatip okullarında mı? Dershanelerde mi? YÖK komutasındaki üniversitelerde mi halkımız geleceğini öğreniyor?
Kimse geri dönmeğe uğraşmıyor. Gökdelen yapanlara neden iki katlı ahşap ev yapmadığını soran var mı? Tarihte hiç kimse geriye dönmeğe çalışmadı. Eğer Abbasiler geri dönmek isteselerdi Abbasi Rönesansı yapamazlardı. Bunu akıllarına getirirler miydi? Fatih 1300’e dönmeye çalışmıyor, acaba yeni bir Roma İmparatorluğu kurabilir miyim, diye düşünüyordu. Bu toplumda uçuruma doğru yarış yapan isteyen kimse yaşıyor mu?
Sevgili okuyucular,
Türk halkının psikolojik dengesini sağlamak zorundayız. Devlet, dünya ile ve kendi halkı ile futbol maçı oynuyor. Çocuklarımızı çağa yetiştirmek, bir gökdelenden başlamıyor. Köprüler, Boğazın bir yakasından öbür yakasına geçtikleri zaman uygar olmuyorlar. Füze’nin başında duran İslam gerillası, ya da alışveriş merkezinde vitrinlere bakarak dolaşan yarı köylü de uygar olamıyor. Dünya halkları için Müslüman’la uygar eş anlam taşımıyor. Cahil idareciler Müslüman’la ilkeli neredeyse sinonim yaptılar.
Halka söylenecek tek doğru, geleceğini sorgulamasını öğrenmek zorunda olduğudur.
Bunu birkaç yüz liralık sadakaya satmayacak kadar uyanmasını çalışmak her vatanseverin görevidir.



***

Cehalet-Yalan-Felaket


Politikacılar, televizyonda konuşanlar Türkiye’nin gülünecek bir yanı kalmadığını anlamamış görünüyorlar. Bu günlerde ülkenin sorunlarından söz ederken gülebilmek, bana, ağır hastaların yanında gülmek kadar saygısızlık olarak görünmeğe başladı.
Doğan Kuban, CBT sayı 1410

Halkla konuşanlarda durumun ciddiyetine uygun bir ifade arıyorum. Halk ciddi bir kriz içinde olduğunu anlamak zorunda. Gelecek birkaç yıl içinde, cehaletle bütünleşen menfaatlerinin kazdığı bir felaket çukuruna düşebiliriz. Kuraklık, enerji sıkıntısı, ekonomik bunalım ve politik baskı, bundan yararlananların kaynaştığı ve insanların öldüğü bir ülke isteyen insanlar mı var aramızda? Irak, Suriye, Mısır, Libya, Ukrayna yeterli ders değil mi? Şimdiden teröristlerin öldürdüğü askerler yok mu? Toplumsal bir şizofreni olayı mı var?
Yalanlar ağında yaşıyoruz. İstanbul’a doğru dürüst yağmur ve kar yağmadan barajlarda su hacminin 1/6 sı kadar arttığını yayınlayan istatistik yayınlanıyor. Gerçi böyle bir haber kimseyi ilgilendirmiyor. Eskiden köyün deresi kurursa, ya da mahallenin çeşmesi akmazsa, yağmur yağmadığı için ekinler iyi büyümezse halk başına geleni anlar ve şikayet ederdi. Bugünlerde HES inşaatı bağlamında halkın deresi kuruyup tarlasının suyu kesilince ara sıra direndiğini işitiyoruz. Eğer etkiyi algılarsa, bir deney ve bilgiye dayandırabilir direnişini. Kentlere dolan halk artık kendisi için seçilmiş bir bilgi dünyasında yaşıyor.
Oysa doğayla birlikte yaşamanın halk bilgeliğine yansımış deyimleri vardır. Tarlaya tohum atarken ‘Kurda, kuşa, aşa’ deyimi derin bir ekolojik anlam içerir. Çünkü köylü tohumların bir bölümünü kuşların yiyeceğini, mahsulün bir kısmını kurdun, tilkinin götüreceğini bilir. Yaşamın doğa ile bir bütünlük içinde sürüp gittiğini öğrenir. Gökdelenl, arabalı, asfalt yollu dünya, bu doğrudan bilgiyi yok edip onu modern yalana abone yaptı.

ASIL CEHALET NE
Sevgili Okuyucular,
Türkiye cehalet batağında dendiği zaman bu artık ‘okuma yazması az, imzasını bile atamıyor’ anlamına gelmiyor. Kimsenin okuma yazma bilmediği, kitap, gazete okumadığı dönemlerde, cehalet ölçütü okuma yazma bilme olabilirdi. Bugün bir üniversite profesörü de cahil olabilir. Bu kendi konusunu iyi bilmiyor anlamına gelmez. Gerçi onu da içerebilir.
Fakat asıl cehalet dünyanın ulaştığı bilgi düzeyi dışında kalmak, bilginin insan yaşamını yönlendirmesi ve geleceği çok yakına getirmesi bağlamındaki aymazlıktır.
Bu günün insanı kendi geçmişi, geleceği, yaşamın hayal bile edilemeyen boyutlarıyla biliyor. Ekonomiyi sayısal verilerle denetliyor, iletişim ve ulaşım, aklının erişemediği büyüklüklerde.
 Öte yandan cebine bir ellilik konup miting meydanlarına giden halk konuşulanlardan bir şey beklemiyor. Çünkü geleceğin karşısına çıkaracağı gerçek gelişmelerden haberi yok. Bir toplumsal varoluş gösterisini yerine getirip küçük bir bahşiş de almaktan memnun. Televizyonlarda gördüğü yapıların, oyuncakların, güzel kadınların, çocukların kendisi ile ilgisi olmadığını anlayacak kadar uyanmış bile olmayabilir. Onları, alamayacağı eşyaları lüks mağazaların vitrininde seyredenler gibi seyrediyor.
Gerçi kente gelen ve biraz okuyan genç kuşaklar bunun farkına vardılar. İstekleri topluma yol değiştirtecek. Ne var ki halkın bir bölümünün, dünyadan haberi olmadığını anlatan sahneleri de seyrediyoruz. Toplumdaki aydınlanma çekişmesi daha bitmedi. Tarih bir toplumun aydınlanması için ikiyüz yılın ve bir devrimin yeterli olmadığını gösterdi. Değişme evrensel. Bunu en aptal bile hem öğreniyor, hem de istiyor. Fakat anlamadığı için her yalana inanıyor. Ne var ki dünya ve teknolojinin değişme temposu çok hızlı. Abdülaziz’le Mustafa Kemal arasındaki değişme, bugün beş yılda gerçekleşiyor.

TEK ARAÇ: BİLİM VE TEKNOLOJİ
Dünyaya ayak uydurmanın tek bir aracı var: Bilim ve teknoloji. Eskiden bilimsel gelişme teknolojiyi yönlendiriyordu. Şimdi teknoloji bilimi sürüklüyor. Dünya yaşamını yönlendiren bu gelişmeleri cahil toplumlar izlemekte zorlanıyorlar. İslam dünyası bunun tipik örneği. En zengin petrolcü Araplar bunun yaldızlı göstergeleri. Arap yarımadasında dünyanın en lüks yapılarını, mallarını bulabilirsiniz. Ama eğitim, kültür ve demokrasi bulamazsınız.
Sevgili Okuyucular,
Biz bunları 1923’te biliyorduk. Ve yola koyulmuştuk. Bu gün Suriye, Irak, Afganistan, Libya gibi felaketlerin başımıza gelebileceğinden söz etmek, toplumsal cehalete ikinci bir geri kalma bileşeni daha eklenmesinden kaynaklanıyor. Bu liberal kapitalizm denen bir beladır. Liberal kapitalizm Amerika’da, Almanya’da, İngiltere’de bela düzeyine inmiyor. Ona karşı kalkanları demokratik bir rejim içinde toplumun geleneksel bilimsel ve teknolojik kültürüdür. Fakat onlardaki düşünce ve söz özgürlüğü İslam ülkelerinde yok.
Neden bu geri düşmüşler arasındayız? Türk insanı yüzyıllarca kul olarak yaşadıktan sonra demokrasini ne olduğunu anlamakta zorluk çekiyor. Ahmet Ağa için oy atınca demokrat olduğunu sanıyor. Demokrasinin temel özellikleri halk için fazla karmaşık kavramlar. Çünkü bu bir birikim. Eğer parti idarecileri bunu bilmezlerse halk ifade özgürlüğünü nasıl anlayacak? Yargının yönetimden farkını nerede öğrenecek? Toprağı olmayan, işi olmayan adam birkaç yüz liraya bir oy kağıdını neden tercih etsin?

CUMHURİYET’İN TEK GARANTİSİ
Kanımca oya karşılık birkaç lira almayı kabul edenler, kimileri bunu sadaka olarak da algılasa, içinde bulundukları ekonomik durumda ve bilgisizlik ortamında anlaşılabilecek bir davranış sergiliyorlar. Burada acıklı olan, sadaka ile oy toplayan partileri yaşatan bir toplum olmak. Bunun temel nedeni kuşkusuz bir tane değil. Liberal kapitalizm’in en baş borazanlarından olan ‘The Economist’ dergisi son sayısını ‘Ahbap Çavuş Kapitalizm’i ‘adıyla yayınladı. O sayıda gelişmekte olduğu söylenen ekonomiler arasında olan Türkiye’nin bu yeni ekonomik açılımı ve sonucu hakkında yeterli bilgi var.
Demokrasi bağlamında en önemli tehlike bu ülkelerde, cehaletin ve maddi menfaatin egemen olduğu, geleceği ön göremeyen bir bürokratik yapılanma. Bunun sonucu olan fakirlik, sanayi ve bilgi alanında geri kalmışlık, kanlı iç ve dış savaşlar, ve sömürge statüsü.
Cumhuriyetin tek bir garantisi var: Varlığını destekleyen bir halk çoğunluğu ve bu halkın çok zengin tarihsel deneyimi.

ŞU TARİHİ PANORAMAYI ANIMSAYIN:
İmparatorluk parçalandıktan ve Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra işgal edilen Anadolu’yu ve İstanbul’u kurtaranlar iktidara geldiler. Bugün utanmadan haklarında ileri geri konuşulan devrimciler Türkiye’yi işgalden kurtaran ve Cumhuriyeti kuranlardır. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında 15 yıl, İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşı dışında sadece 5 yıl devlet başkanlığı yaptılar. Demokrat parti o aşamada kuruldu.
Tutucu partilerin ve askerlerin iktidarı 64 yıldır sürüyor. Sadece 1960 iktidarı yerini yine sivillere bırakarak, 5 yıl cumhuriyeti bir ölçüde restore etme olanağını bulmuştur. 1950 ile 2014 arasındaki ülkenin nüfusu dört kat oldu. Cumhuriyeti kuranlar 27 yıl (6 yılı savaş), tutucu ve kapitalistler 64 yıl iktidarda kaldılar.
1980’den sonra Kenan Evren darbesi ve Özal’la başlayan dönem, ‘Ahbap Çavuş Kapitalizmi’ ve fakire sadaka devleti aşamasına ulaştı.
Gülmeyiniz.



***


Müslüman Halka Çağrı: 

Kardeşinizle Kavga Etmeyin

 Doğan Kuban

Bir Müslüman için en büyük inanç gösterisi Allahın 99 adında özetlenen vasıflara sahip olmaktır. Bunların başında ‘Er-Rahman er-Rahim’ gelir. Rahm, Rahmet, Merhamet aynı kökten gelen sözcüklerdir. Allahın en büyük özelliği Rahman ve Rahim oluşudur. Bağışlayıcıdır, merhametlidir, esirgeyendir. Bu en yüce ve her Kuran ayetinin başındaki vasıf İslam öğretisinin en insancıl ve birleştirici çağrısıdır.
Dini biçim olarak kabul eden cahiller rahmanın ne anlama geldiğini bilmez, ama her şeye ‘rahman ve rahim olan Allahın adı ile’ başlamak gerektiğini bilirler. Er- Rahman ve Er-Rahim sözcükleri Kuran buyruğu ve dilinin kilit sözcükleridir.
Bu sözcükler İslam’ın bütün insanlara indirilmiş bir din olduğunu ve bunun gerçekleşmesinin Allah’ın rahmetinden yani bağışlayıcılığından, esirgeyiciliğinden, yardım severliğinden kaynaklandığını anlatır. Bu kişiyi aşan, insanların tümüne hitap bütünleştirici bir çağrıdır.
Başka bir deyişle, bilinçli yaşama Tanrının adı ile başlayan her Müslüman bağışlayıcı, esirgeyici ve yardımsever olmak zorundadır. Allaha ve onun peygamberine inanıyorum demek, sizi şekil olarak Müslüman yapar. ‘Ben Müslümanım’ diyene kimse sen Müslüman değilsin!’ demek hakkına sahip değildir. Fakat her Bismillah’ın arkasında ‘bağışlayıcı, esirgeyici ve merhametli davranışlarımla insanlığı birleştirici bir inanca sahibim’ demek istenir.
İslam, cahiliye dönemi insanlarına kucak açan, onları birliğe çağıran bir dindir. Her Müslüman için ilk uyması gereken insanları sevmesi ve bağışlamasıdır. Bu İslam dininin en büyük çağrısıdır. İslam tarihinin en büyük fatihleri bağışlayıcıdır. Bir Hıristiyan kalesi fethedilmeden önce içerdekilere bir teslim çağrısı yapılır. Aman verilir. Moğollar gibi ‘aman’ vermeden kılıçtan geçirilmez.
UZUN VADELİ POLİTİKALARIN SONUCU
Sevgili Okuyucular,
Türkiye’de Allaha inanan, namazında niyazında olan, ama bunların dışında Müslümanlığın ne olduğunu, dinin ne olduğunu, İslam tarihinin gelişmesini, Osmanlı devletinde dinin konumunu, ve sonunda, İmparatorluğun sonunu getiren nedenleri bilmeyen milyonlar yaşıyor. Bu cahil sürekliliğinin çağdaş ve demokratik devlet kurmaya olanak tanımadığını, toplumu geri kalmış, gelişmemiş ülkeler kategorisine düşürdüğünü halkın bir kesimine anlatamıyoruz.
Toplumun bu aymazlığı, ekonomik hegemonyalarını yürütmeğe çalışan dış odakların uzun vadeli politikaları sonucudur. Türkiye’ye özgü değildir. Ama Türkiye de programın içindedir. Kore Savaşından bu yana sürüp gelen politik durum İslamı çökertmiştir Türkiye halkı ülkenin Afganistan, Irak ve Suriye gibi olmasını, milyonların köylerini, kentlerini bırakıp oraya buraya kaçışmasını kuşkusuz istemiyor. Bu olasılıkların var olduğunu görmek için etrafa bakmak yetişir.
Baskı rejimi sözcülerinin klişelerine yanıt vermek gerekmez. Fakat politik tartışma tek sözcü ile de olsa içinde bulunduğumuz durumu kişisel nedenlere indirgeme kolaylığına kapılmamalıyız. Batı komplosu eskidir. Rıza Sarraf yenidir. ‘Ben de hırsızım, ben de soyguncuyum,’ ‘Allah desin de, ne yaparsa yapsın’, ‘Ben bilmem nenin kılıyım’ türünden’ saçmalar, sağlıklı bir toplumun işaretleri değildir. Bunlar bilinçli bir Müslüman tepkisi değil.
Hırsızlıktan ve düzensizlikten etkilenmeyen milyonlar toplumsal ve kişisel psikolojinin anlaşılmamış boyutlarına işaret eden bir yozlaşma görüntüsüdür. Fakat varlığı Osmanlıdan kalan bir mirasın kavgacı yüzünü temsil eder.

IRAK VEYA SURİYE OLASILIĞI
Türkiye gelişmiş bir ülke olsa, bunların nedenlerini saptamak daha kolay olabilirdi. Fakat bu ilkel tavırlar ülkeyi Irak ya da Suriye’ye dönüştürme tehlikesi içeriyor. Kentleşememiş burjuvazi, cahil cesareti ile, ülkeyi uçurumun kenarına getirmiştir. Köylerden kentler gelenlere ekonomik sömürü aracı olarak bakan, onlara sadaka vererek derin bir cehaleti istismar eden yeni kent ağaları yaratmıştır.
 Bu bağlamda aklı başında olanların ciddi ve sürekli çalışmaları, toplumun nabzını ellerinden bırakmamaları, dini inançları yoluyla tahrik edilenlere dinin doğrularını anlatarak ulaşmağa çalışmaları, iç kavganın insanlara çektireceği acıların, oy kavgasının ötesinde çok ağır bedeli olduğunu ve sadaka cezbesine tutulmuş fakirlerin daha kötü durumlara düşeceğini inandırıcı söylemlerle anlatmaları gerekir.
Bugün para kazanmanın en kolay yolu olan toprak ve yapı spekülasyonu, cahil insan sömürüsü ile neredeyse bütünleşti. Kente gelen halk kendi sömürülmesinin pasif aracı oldu. Durumun farkına yeni varıyor. Bu gelişmeler sadece dış komplo söylemleriyle anlaşılamaz.

BÖYLESİNE KÖTÜ BİR DEVLET...
Fakat toplumun tepkilerini irdelemek kolay değil. Devleşmiş sayısal boyutlar, iletişim, ulaşım, bugünkü teknoloji daha önce yoktu. Bugünkü çatışma bizim bildiğimizden 1950-1980 arası çatışmalarından farklı. Türkiye böyle bir devleti en kötü askeri darbelerde de görmedi.
Bunun geçmişle, Batılı komplolarla, toplumun cahilliği ve hamlığı ile, hızlı bir kentleşme ve kapitalist sömürü ile ilişkilerini toplumun aydınları irdeleyemediler. Aptal, aktarma politik söylemlerde ve kişisel menfaatlerde boğulup, gericilik aracı oldular.
Kuşkusuz bugün temel sorun, birbirimizi boğazlama batağında yok olmadan seçim dönemini atlatmaktır. Muhalefet, dine aykırı bölücü bir tahrik söyleminin kullanıldığını anlamıştır. 19. Yüzyıldan bu yana İslam dünyası dinin istismarı aracılığı ile parçalandı. Savunucu ve aydınlatıcı, basite indirgenmiş bir dinsel yanıt yararlı olabilir. Bu da ‘Besmele’nin içeriğidir. Bağışlayan ve merhamet eden, esirgeyen Allah’ı örnek almak.
 Bağışlamak ve merhamet olunca, Müslüman polis Müslüman’ı öldürmek için kurşun atmaz, zehirli gaz sıkmaz. Bu davranışlar Kuran’ın açık emirlerine karşıdır. Polis kalabalığı dağıtabilir, insanları tutuklayabilir. Ama Müslüman’a cihat yapmaz. Türk ve Müslüman polis, kendi yaşındaki Türk ve Müslüman gençlere nefret ve kin duymaz. Kaldı ki dinde kin olmaması bir Kuran buyruğudur: La ikrahe fi-d Din (Dinde kin yoktur.)
Demokrasi, çağdaş Batı uygarlığının, tam gerçekleşemese de en insancıl toplumsal kuramıdır. Fakat bağışlayıcı ve merhametli bir Tanrının varlığı ve çağrısı da o denli önemlidir. Bugün İslam dünyasının tablosu din konusundaki cahilliğin ve sömürü komplosunun büyüttüğü onulmaz bir yara haline gelmiştir.
Oysa monoteist dinler arasında Tanrı ile insan arasındaki en mantıklı ilişki İslam dinindedir. Allah buyruğu Peygamberin yaşamı ve İslamlığın ilk tarihi üzerine kurulmuş gerçek olaylara oturur. Çünkü sadece ona tebliğ edilmiştir. Onun için Sünnet onu tamamlayıcı olgudur.
Kuşkusuz hırsızlık, rüşvet ve yasa dışı akıl almaz hikayeler halk oyu üzerinde etkili oluyor. Kanımca bunu örtmeğe çalışan yalan söylemin panzehiri, Kuran’da ve Hadislerde vardır. İslam öğretisi her tür uydurma din yorumunu ve onda temellenmeğe çalışan yalanları engelleyecek güçtedir.
Halkın dini söylemle aldatılmasına karşı çıkmak, politik ideoloji nedeniyle dışlanmamalıdır.

***

Divriği Başyapıtını Koruyamamak Bir Uygarlık Yokluğudur.

Doğan Kuban

Yapının tümünün müzesel nitelikte bir koruma altına alınmasından başka her çözüm idam fermanıdır. Binayı bir cam kafes içine koyup gerekli klima kontrollerini de yaparak müze koşullarını yaratmak tek çözümdür.. Yarın sabah deprem olacakmış gibi bütün taç kapıları ahşapla askıya alıp, olası bir depremde onulmaz bir yara almaması çok önemli bir sorunluluktur... Cami, alarm veren bir evrensel değerdir. Susmak bir suçtur.



Profesyonel yaşamımın yarım yüzyılı Divriği Külliyesi ile yoğruldu. 48 yıl bu yapı üzerinde çalıştım. Divriği Mucizesi (1999) ve Cennetin Kapıları (2010) adlı kitaplar, makaleler, koruma raporları yazageldim. 1967 yılında Michigan Üniversitesi’nde bütün bir yaz sömestrinde doktora yapan öğrencilerime Divriği taş oymalarını anlattım. 1967’de külliyenin rölövesini yaptık. 2011 yılında İTÜ’de olağanüstü bir Divriği Sergisi bir yıl sergilendi. Ve bu sergi dünyada dolaştı. Elli yıldır Cennet Kapısı imgesi olan Kuzey taçkapısının eşsiz bir yontu sanatı baş yapıtı olduğunu dünyaya duyurmaya çalıştım.
27 Ekim’de de Divriği Külliyesini (n)inci kez görmeğe gittim. Aradan geçen elli yılda, devletin giderek artan ilgisi ve para yardımına karşın, yapının durumu giderek kötüleşmiş ve daha çok tehlike içeren bir duruma girmiş. Yıllardır sözde uzman kurullarca kontrol altında olan yapının dünyada eşi olmayan taş yontu bezemesi büyük bir hızla yok oluyor. Cahil bürokrasi ve deneyimsiz ve bilgisiz uzmanlar yapının çoktan saptanmış tarihini öğrenmeden projeler üretiyor. Bu yapıyı çağdaş bir tutumla kurtaramamak toplumun hala uygar olamamasının en büyük kanıtlarından biri olacaktır. Bilgisizliği kanıtlayan bir kültür suçu işlediğimizin farkında mıyız?
Divriği’nin eşsiz kıble kapısı, anlayışsızlık yüzünden doğaya mağlup oluyor. Doğal malzemenin dayanma sınırındayız. Hürrem Şah’ın ilahi yontusu kaya parçalarına dönüşüyor. Hava etkilerine hala açık. Yontusal ayrıntıları birkaç milimetrelik hassas darbelerle biçimlenmiş bu dev kapı bezemesi, her şeyi bildiklerini sanan kimi uzman ve bürokratların tantanalı proje ve sözlerine karşın erimeğe devam ediyor.
Hürremşah’ın yontusunun aklaşmış bir kayaya dönüşmesini önlemek için, hemen dış hava etkilerinden uzaklaştırılması gerekiyor. Doğa bürokrasiyi beklemez.

DEHANIN AZ BULUNUR ÜRÜNÜ
Bu dünyada eşi olmayan başyapıtın tutkulu bir tarihçisi olarak Hürremşah’ı dünyanın en büyük yontucuları arasında kabul ediyorum ve doğa sevgisinin en büyük temsilcilerinden biri olarak da yüceltiyorum. Bu yapıt sadece saklanacak bir mücevher değil, bu her an koklanacak ölümsüz bir çiçektir. İnsan dehasının az bulunan bu ürünü güzellik saçıyor ve aydınlatıyor. Sanattan anlamayanlar bile, onu sırlı buluyorlar. En duyarsız insanlar taşın bir el oyası gibi işlenmesinden etkileniyor.
Bu kapının ‘Cennet Kapısı İmgesi’, sanatçının Asya tarihindeki bütün sonsuzluk imgelerini burada toplamış olmasından kaynaklanır. Taçkapının iki yanındaki palmetler doğadan esinlenmiyor. Sanatçı, Cennette adını işittiği ağaçları simgelemek istiyor. Bu palmetlerden kurulu ve taçkapı çevresinde bir çelenk oluşturan sanal hayat ağaçları Yakındoğu arkeolojisinde, Mezopotamya’da Ur’daki kral mezarlarından bu yana bilinen, Hitit örneklerinde bir ağaç ve üzerinde bir güneş motifi ile gösterilen, Sasani imparatorlarının kaya mezarlarının girişlerinde büyük palmetler olarak görülen ve yaşamın sonsuzluğunu simgeleyen ‘hayat ağaçları’ dır.
Taçkapının iki tarafında üç katlı bir düzen içinde, her katı üç palmet sırası ve onu taçlandıran bir güneş diskinden oluşan bu simgesel ağaçlar, kapı çevresinde bir çelenk oluşturuyor. Bu dokuz kat olasılıkla Türk pagan eskatolojisinde şaman’ın göğe çıkarken tırmandığı dokuz gök katı kavramından gelmektedir.
Hayat Ağacı yaşam simgesidir. Aydınlığa ve Tanrının simgesel olarak bulunduğu Gök’e yükselmektedir. Taçkapının aksında en üstte bir Lotüs çiçeği vardır. Lotüs cennette var olduğu kabul edilen bitkilerden biridir. Hintten Mısıra ölümsüzlük simgesidir.

İSLAM SANATININ EN BÜYÜK TAŞ OYMA BAŞYAPITI
14 metre yüksekliğindeki bu anıtsal taç kapı, İslam sanatının en büyük taş oyma başyapıtıdır. Dünya yontu sanatının İslam kültürü ve anlayışı bağlamında düşünülmek kaydıyla, en büyük yaratıcılarından ve ustalarından biri Hürremşah’dır. Eğer ömrü ya da koşullar uygun olsaydı, bu kapının işçiliği sadece onun elinden çıksaydı, kanımca, kendi kültürünün ilkeleri içinde, dünya heykel sanatının en büyük yontucularından biri düzeyinde bilinirdi. İslam Sanatının hiçbir döneminde, hiçbir sanat alanında olmayan bu yapıt, hayranlık uyandıran bir yontu ustalığıdır.
Hürremşahın hayranlık uyandıran sanatı caminin planında görülür. Bu cami Selçuk çağı ulucamileri içinde en güzel planlanmışıdır. Mihrap duvarı ve önündeki kubbeli maksure de İslam ortaçağının en özgün tasarımlarından biridir. Fakat yarım kalmıştır.
Kıble taçkapısı kadar Şifahane taçkapısı da başka örneği olmayan bir tasarımdır. Burada hemen hiçbir ayrıntı tam bitmiş olarak Hürremşah’ın değildir. Bu bitmemişlik bizim için büyük bir tarihi talihsizliktir. Fakat böyle evrensel bir sanatçının yapıtına bu topraklarda sahip olmak toplumumuz için bir uygar yücelik öğesidir.

BİLGİSİZLİK, DEĞERBİLMEZLİK
Ulu caminin sorunları bundan ibaret değildir. Bu kapılar herhangi bir depremde bir daha yan yana getirilemeyecek şekilde dağılabilir. Birkaç yıl önce duvar temellerinde tasman çatlakları saptamıştık Koruma, yapının özgün biçimini de korumalıdır. Adi saçaklı ve teneke ya da kiremit örtülü ve madeni yağmur boruları olan bir Selçuklu yapısı bizden önce görülmedi.
Bilgisizlik bu hazineye sahip olmayı zorlaştırıyor. Berline götürülmüş Bergama Altarı, British Museum’a götürülmüş Partenon Frizleri yapılar içinde korunuyor. Avusturyalılar Efes’de antik buluntular için çatı yaptılar.
Divriği de sorun, hava etkilerine 800 yıldır açık olan taç kapıları örtmektir.
Bu bir ihale sorunu, bir teknik iş değildir. Burada temel kararı yönlendirecek olan evrensel bir sanat sorunudur. Korumanın temel amacı, Hürremşah yontularını korumaktır. Karşımızda müzeye kaldırılması gereken bir sanat başyapıtı var. Sadece taç kapıları örtmek gibi mimari olarak gülünç bir çözüm değil, yapının tümünün müzesel nitelikte bir koruma altına alınmasından başka her çözüm idam fermanıdır. Binayı bir cam kafes içine koyup gerekli klima kontrollerini de yaparak müze koşullarını yaratmak tek çözümdür .
Bezemenin zamanla erimesi ya da donda çatlayıp kırılması tehlikesi yanında daha büyük tehlike bu bölgede olacak bir depremdir. Eğer taçkapılar yıkılacak olursa bunların restorasyonu bir daha gerçekleşemez. Onun için yarın sabah deprem olacakmış gibi bütün taç kapıları ahşapla askıya alıp, olası bir depremde onulmaz bir yara almaması çok önemli bir sorunluluktur.
Divriği Ulu Cami tarihi anlamamış, sanat tarihindeki konumunu değerlendirememiş karar ve projelerle oyalanamayacak kadar gecikmiş alarm veren bir evrensel değerdir. Yıllardır süren vurdum duymazlığı suçlamak bu ulusal mirası kurtarmaya yetmez.
Fakat susmak bir suçtur.
Kapılarını ve maksuresini güvenli olacak şekilde askıya alarak Yapıyı tümüyle örtmekten başka bir çare yoktur. Bu güvenliği sağlayıp restorasyon yapmaya devam edilebilir. Bu taçkapı yontularının müze koşullarında korunması ile yapının cami olarak kullanılması arasında bir çelişki de yoktur.
CBT sayı 1393, 29 Kazım 2013

***


Mustafa Kemal’in gölgesinde Vahdettin ve

 Hamisi Lloyd George
                                      
(Ulusal tarih yazarı büyük vatansever Turgut                                              Özakman’a selam olsun!)

Doğan Kuban


Lord Kitchener 1.Dünya Savaşı’na Osmanlılar girince “Türkiye’yi yok edene kadar savaşacağız “ demişti. İstanbul fethedildiği zaman bu gerçekleşti. Yunanlılar bunu tamamlamak amacı ile İzmir’e çıktılar. İtalyan, Fransız ve İngilizler Irak, Suriye ve Akdeniz kıyılarını işgal ettiler. Eğer Rus devrimi olmasaydı doğudaki sonuçta lehimize olmayabilirdi. Sevr ise işlevini yitirmiş ilkel bir saltanat rejimini sürdürmek için Vahdettin hükümetinin anavatanın doğranmasına, tam bir teslimiyetle, evet demesidir. Bugün Sultan Vahdettin denilen zavallıyı yüceltenler onun gibi mi düşünüyorlar acaba?



Eğer Sevr kabul edilse ve Kurtuluş Savaşı olmasaydı bugün %99’u Müslüman dedikleri halkın en az % 50’si Hıristiyan devletlerin idaresinde olacaktı, ve bugün hükümetleri deviren ya da iş başına geçiren halk yerine Padişah kulu köylü bir halk olacaktı.
Bu alternatifi tartışan bir bağnaz gördünüz mü? Bugün 75-80 milyonluk ve %70’i kentlerde yaşayan Türkiye, Kurtuluş Savaşı, Halkçı ve Ulusal bir devlet olarak bu statüye erişmiştir. Sonuna kadar Sevr’i kabul ettiğini yineleyen Sultan müsveddesi Mehmet Vahdettin, ne bir Fatih, ne bir 3. Selim, ne bir 3. Ahmet, ne bir 2. Abdülhamit değidir. Sinop ya da Kastamonu da sultanlık sürmeyi hayal eden, dizleri çözülmüş bir zavallıdır. Vahdettin için İstanbul, Bursa, Edirne, Diyarı Bakır, Trabzon, Urfa, Adana, padişahlık kadar önemli değildi. İntihar etseydi daha doğru bir iş yapmış olurdu.
Kurtuluş savaşı süresince bu adamın söyledikleri imparatorluğun hangi ellerde yok olduğunu gösteren ilginç ihanet belgeleridir. Bu sözler Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı’na karşı söylenmiş olsa da, aslında bütün bir Osmanlı geçmişine karşı küfürdür. Fatih’in, bir Feth’i Mubin’le ele geçirdiği başkent İstanbul, kafirlere Sultan’ın damgasıyla teslim edilecekti. Neden? Osmanlı saltanatı (ne saltanatıysa ?) sürsün diye.
Osmanlı sultanı denilen bu adam Damat Ferit aracılığıyla 30 Mart 1919’da İngiliz yüksek komiseri Amiral Thorpe’a Osmanlı ülkesinin 15 yıl süre ile İngiliz sömürgesi olmasını önermişti. Bugün Türkiye’de bunu aklına getiren bir vatandaş olabilir mi? Vahdettin iflas etmiş bir irade ile “bizi ancak İngiltere’nin lutfu kurtarabilir” diyen bir zavallıydı.

ANKARA’DA SÖMÜRGE OLMAK İSTEYENLER
Fakat bu iflas sadece onun ve çevresinin hastalığı değildi. Ankara’da toplanmış olanlar arasında olan bazıları için bu sömürge isteği bir çözüm olarak görülüyordu. Vahdettin en son İngiltere‘ye gönderdiği Tevfik Paşa’ya, Lord Curzon’a verilmesi için şu önerileri sunuyordu: İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü İngilizlere bırakılması ve hatta İstanbul Boğazı çevresindeki toprakların onlara verilebileceği.
Emperyalist İngiltere’ye İslam halifeliğinin kurtarıcısı ve hamisi rolünü öneriyordu. Herhalde dünya tarihinde kendi kürkünü kurtarmak için bu kadar aşağılayıcı bir tavizi hiçbir devlet adamı düşünmemiştir. İngiliz hükümet için bir alay konusu olan Osmanlı Padişahı ülke topraklarını İngilizlere rüşvet olarak verip postunu kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Oysa İngiliz hükümeti ve Lloyd George için sorun, İstanbul’da her şeyi hatta kimsenin akına gelmeyenleri bile öneren Vahdettin değil, her şeye direnen Ankara idi.
Sevr bağlamında onu imzalayan İstanbul Hükümeti ile konuşmaya bile yanaşmayan Ankara hükümeti arasında yapılabilecek bir karşılaştırma yoktur. Bugünün 75-80 milyonluk Türkiye’sine, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet ile ulaştık. Bunu tartışmak anlamsızdır. Bunu tartışabilen de fazla saf olmalı. Fakat bu dramatik soysuzluğu hazmeden adamlar olduğu söyleniyor. Bunu anlamak benim bilgi ve yeteneğimi aşıyor.
Bugün Türkiye de Güney Anadolu’yu, İzmir’i, İstanbul’u feda edecek kimse tasavvur edilebilir mi? Var mı? Osmanlı’nın nereye kadar alçaldığını anlatmak için daha aşağılatıcı bir süreç hayal edilemez. Fakat Kurtuluş Savaşına karşı söz söyleyenleri bu bağlamda anlamak olasıdır.

20.YY’NİN EN BÜLÜK ULUSAL DESTANI
İstanbul’da padişah’ın etrafındaki ufak tefek adamların tutumları Anadolu direnişi ve onu tamamlamayan devrimlerin 20.yy.ın en büyük ulusal destanı olduğu gerçeğine bir çizgi bile çizemez. Bu destanda Türk ulusunun fedakarlığına, cesaretine ve yaşamını feda etmekteki büyük inanç gücüne inanmayan dünyadan habersiz biridir. Mustafa Kemal’in her zaman bilge bir alçak gönüllülükle söylediği gibi “kurtuluş bütün ulusundur!”
O dönemde Lloyd George ve Winston Churchill’in sözcülüğünü yaptıkları İngiliz politikası emperyalist egemenlik tekniğinin alçak bir uygulamasıdır. Lloyd George, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında kullanamayacağı İngiliz ordusu yerine, Megalo Idea hayaline kapılan Yunanlıları araç ve kurban olarak kullanmıştır. Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusu böylece İngiliz hükümetine maddi destek de sağlamaktaydı. Bu süreç boyunca Churchill başbakanının destekçisi olmuştu.
Lloyd George’a göre Osmanlı imparatorluğunun mirasçısı Yunanistan’dı. Bu topraklar Türklere bırakılamazdı. Lloyd George güney Anadolu işgal edildiği zaman, “Türkiye için üzülecek değiliz” demişti. Kesin bir Türk ve İslam düşmanı idi. İngilizler Yunan ordusunun yenilgisini bir İngiliz yenilgisi olarak kabul etmişlerdir. Churchill, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da Marmara’nın kuzey kıyılarına Türklerin geçmesine izin verilemeyeceğini söylüyordu. O sıralarda Yunan ordusu için dua edilmesini isteyen Ali Rüştü gibi sapık mollalar da ortaya çıkmıştır.

KUZUM KEMAL SEN DELİ MİSİN?
İstanbul’da ki saz faslının birkaç çalgıcısı vardır. Bunların başında gelen Refik Halit (İyi bir yazar olduğunu unutmamak kaydıyla) Ankara’nın hiç başarılı olamayacağını düşünerek “kuzum Mustafa sen deli misin?” der. Kuşkusuz bu aptal bir yargıdır. Savaşı bütün ulus yapıyordu. Mustafa Kemal sadece liderdi. Ali Kemal de Asya’da hiçbir devletinin İngilizlerle başa çıkamayacağına inanır ve yazılarında müttefiklere itaat etmek gerektiğini yazar.
Milliyetçilere yabancıların yanında boyuna hakaret eden ve sonunda onları bolşevik yapan Vahdettin, bütün Osmanlı geçmişine ve Türk halkına ihanet eden bir adamdır. Bunun gibi birinin yetişmesini ne kadar yozlaşmış olursa olsun Osmanlı sülalesine mal etmekten çok, Vahdettin’in kendisine bağlamak daha doğru olur.
Anadolu da on binlerce postalsız asker ve köylü kadın savaş alanında can verir, Yunanlılar sayısız Türk kent ve köyünü yakarken tek endişesi kendi tahtı olan böyle bir hükümdar bulmak zordur.
Böyle bir yöneticiyi Türkiye bir daha görmeyecek! Bunu da Osmanlıyı sayıklayanlar düşünsün!

+++

Ben Neden Türk’üm


Sevgili Okuyucular,
90 yaşına yaklaşan bir insan olarak, kendi varlığıma güvenmemi sağlayan bir ulusal kimliği tanımlamak için yazıyorum. Aslında ben babası Çerkez, anneannesi Midilli’li, annesinin ailesi Ortaasyalı olan bir Türküm. Bunları yazarken kuşkusuz duygusalım. Bunlarla yaşadım. Ama hepsi gerçek.
Doğan Kuban

2.spot
Biz sadece Anadolu’yu Türk dilli yaptık. Burası asıl anavatanımızdır... Türk tarihinin gelişmesini öğrenen herkes Türklerde ırkçılık olmadığını görür.. Müslümanları ırk ve mezhep propagandasıyla birbirlerine düşürmek İngiliz emperyalizmi ile başlayan bir Batı stratejisidir.
Türkler hiç sömürge olmadılar. Her ırkla kardeş gibi yaşadılar. Sultan kulluğunu Cumhuriyetle aştık. Yeniden hiç kimsenin ve ‘Para’nın kulu olmamak dileğiyle
----


Dünya bizi Türk olarak biliyor. Osmanlı pasaportu ile Güney Amerikaya giden Lübnan’lı Arab’a da ‘El Turco’ diyorlardı. Limni kökenli bir Rum profesör Osmanlı pasaport’u ile göç ettiği New York’da kendisine Türk dedikleri için kavga ettiğini anlatırdı. Cezayirli korsanlar İtalya kıyılarını vurduklarında İtalyanlar onlara Türk derlerdi. Avusturyalılar ve Ruslar hep Türklerle savaştılar. Araplar da Türk (çoğul etrak) derler. Devşirme Yeniçeri ordusu Türk ordusudur. Marco Polo Anadolu’dan geçerken Türkler vardı. 13. yy.dan önce Bizanslı tarihçilerin söz ettiği bütün bozkır göçerleri, değişik adlar altında Gök Türkler, Hazarlar, Peçenekler Kumanlar, Polovzi’ler, Karahanlılar, Selçuklular, Gazneliler, Kuzey Hindistanı fethedip devlet kuranlar hep Türklerdir. Babür oğulları da Türkçe konuşuyorlardı. Osmanlı esperantosu da halkın kullandığı bir dil olmadı.
Düşüncemi Türkçe anlatıyorum. Bunun etnik kökenle ilgisi yok. Genetik çok kökenlilik, önemli bir hoşgörü kaynağıdır. Teknik Üniversite’de Bulgaristanlı Türk, Makedonyalı Türk, Anadolu’lu Türk, Çerkez, Laz, Gürcü, Tunceli (Dersim)’li Kürt, Azeri-İranlı, Urfalı Arap, Yahudi, Rum, Ermeni, Giritli, gibi İmparatorluğun her köşesinden gelmiş gençlerle birlikte okudum. Aynı üniversitede öğrencilerim içinde Iraklı, İranlı, Suriyeli, Balkanlı, Yunanlı, Bulgar Kıbrıslı öğrencilerim oldu.
Bu toplum tarihini öğrenemedi. Birkaç hikaye ile yetiniyor. Oysa dünya tarihinin odağı olan Avrasya tarihinin biçimlenmesinde rol oynayan en büyük aktörler arasında Türkler var. Her fethettikleri, yerleştikleri toplumun kültürünü almışlar. Çin’de Çinli, Hint’te Hintli, Orta Asya ve İran’da İranlı olmuşlar. İslamı Araplardan, şiiri ve tasavvufu İranlıdan almışlar. Devlet bürokrasinin dili Osmanlıca halkın anlamadığı bir Esperanto.

TÜRK KÖKENLİLERİN TARİHSEL ROLLERİ
Türk kökenli göçerlerin ve onların kurdukları devletlerin Avrasya tarihinin ve İslam’ın biçimlenişinde büyük rolleri var. Bu Cengiz İmparatorluğu gibi sadece Doğu ve Orta Asya’da kısa süreli bir dönem değil. Zaman ve coğrafi sınır ile çok daha geniş ve günümüze uzanıyor. Çin’de ilk Türk sülalesi olan Wei’ler, Moğollardan 900 yıl önce Kuzey Çin’i şgal ettiler. Hun konfederasyonunun yönetici grubu Türk. Moğolların Batıya akınlarında ordularının yarısı Türktü. Bunun kanıtı, Rusya’da Türkçe konuşan Müslüman Altnordu egemenliğidir.
Türkler Asya’nın yerleşik bölgelerine yaptıkları akınlar ve işgal ettikleri yörelerde kurdukları geçici devletlerle tanınıyor. Bu tarihin Müslümanlık çağı ise, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı, Memluk gibi yerleşik devlet tarihlerinden oluşuyor. Bütün bu evrensel ve günümüze kadar uzanan, coğrafi olarak Doğu Asya’dan Orta Avrupa’ya uzanan coğrafyada, zaman zaman destanlaşan bir tarihe sahibiz. Türkler İslam dünyasında Selçuklardan Osmanlıya kadar egemen olmuşlar. Türk dendiği zaman Şaman göçerler, Bulgar ve Gagauz gibi Türk kökenli Hıristiyanlar, Hazar’ler gibi Yahudi olmuş toplumlar var.

Selçuklu ve Osmanlılarla birlikte Türk ve Müslüman kimlikler eşdeşleşir. Fakat devşirme Yeniçeri ile, dönme Rum ya da Ermeni, annesi hıristiyan olan sultanlar da Türkleşir. Bugün Asya’da 125 milyon Türkçe konuşana karşın, sadece 25 milyon Moğolca konuşan var. Biz sadece Anadolu’yu Türk dilli yaptık. Burası asıl anavatanımızdır. Ertuğrul aşireti de Türk. Osman Bey’in babasının, kardeşlerinin, oğullarının adı Türk, kendisinin adı Osman olmuş. Beyliğin kuruluşundan iki yüz yıl sonra uydurulmuş.

TARİH BİLMEYENLER VE KEMKÜM EDENLER
Dünya Tarihinin önde gelen tarih biçimleyicileri, Çinliler ve Hintliler, Yunanlılar ve Latinler, Türkler ve Araplar, Slavlar ve Germenlerdir. Gerçi Türkçe konuşanlar bu tarihin uygarlık yaratanları olmadılar. Fakat ırklar arasındaki simbiyotik yaşam sürecinin en büyük temsilcileridir.
Amerika’nın en büyük üniversitelerinde Türk olarak hocalık yaptım.
Yurt dışında insanlar 2 tane Türk tanıyorlardı. Süleyman the Magnificent (Muhteşem Süleyman) ve Atatürk. Onlarla övünüyorum. Bugün tarih bilmeyen, yaşları benim çocuklarımdan daha küçük genç bir takım adamlar yetişti. Bunlar Türklük’den söz edince kem küm ediyorlar. Benim anlayış sınırlarımın dışında olduğu için söylediklerini merak etmiyorum.
Kazım Karabekir Paşa’nın yaverinin eşi olan Dar-ül Muallimat mezunu annem, küçükken bana Karabekir Paşanın bir çocuk şarkısını öğretmişti:
Çelik gibi kollu
Tunçtan ayaklı
Türk hiç yılar mı?
……
1930’lu yıllarda Anadolu’da ilkokullarda tarihi çoktan unutturulmuş bu halkın çocuklarına ne olduğunu anımsatmak için ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım!......’ söyletiliyordu. Bu yok olan imparatorluğu kuran insanlara kendilerini anlatmak için gerekliydi. O sırada Anadolu’yu anayurt yapanların nefesini yeniden içimize çekmemiz gerekiyordu.
Türkiye, ulus düşüncesinin zayıflamasına göz yuman bir sakat düşüncenin esiri olarak, dünya gelişmiş ülküler ailesinden çıkarılmağa çalışılıyor. ‘Marseillaise’i dışlayan bir Fransız, ulusal marşlarını dışlayan Amerikalı, Alman, Rus, İngiliz olamaz. Brezilyalıların, Güney Afrikalıların, Avustralyalıların ulusal marşlarını ne büyük heyecanla söylediklerini çok seyrettim.

TARİHİMİZİ BİLMİYORUZ
Bugünün Türkleri kendi tarihlerini öğrenmiyorlar. Dünyanın farkına 1965’den sonra varanlar Türk tarihinin evrensel konumunu hikaye olarak bile bilmiyorlar. Bunlar, eğer özel bir aile ortamından gelmemiş, ya da okulda bilinçli bir hoca ile karşılaşmamışlarsa, kimlik sorununun içeriğini öğrenmiyorlar. Türklerin ve Türkiye’nin tarihsel konumunu da bilmiyorlar. Türk tarihinin gelişmesini öğrenen herkes Türklerde ırkçılık olmadığını görür. Bozkır göçeri ekzogam bir toplumda yaşar. Çinli, Moğol, Slav, İranlı Hintli her kadın bir ganimettir. Osmanlılar da öyle davrandılar. Savaşta düşmanın karısı, kızı bir ödül oldu. Osman Bey gazilere kentleri ele geçirdikleri zaman Rumların evlerinin ve karılarının onların olacağını söylüyordu. Cengiz Han da askerlerine ayni şeyi söylemiştir. Bizim sultanlar ise hareme Türk-müslüman kadın sokmamışlardır. Anaları Hıristiyan esiridir. Bunu biliyoruz. Ama, anlamını yorumlayan, sonuçlarını anlatan yok. Türklük ırksal ve kansal değil, bir kültürel özelliktir. Çağımızda bizi bu kültür kimliğine bağlayan tek şey dil ve o dille üretilen düşünce ve sanattır.
Bu toplum kendini Türk ve Müslüman olarak görür, dünyada ki yerini ise öğrenemedi. Fakat arkasındaki tarih ve Osmanlı’nın kozmopolitliği onu, bağnaz olmaktan bir ölçüde kurtarmıştı. Annemin amcasının kara derili bir eşi vardı. Benim gibi yarı Çerkez bembeyaz bir Türk çocuğunun yarı zenci amcaları, kuzenleri memur, subay, öğretmen olarak yaşıyorlardı. Hiç yadsımadım.
Cahilin özelliği, kolay yönlendirilmektir. Bağnaz, kışkırtılan cahildir. Sömürülmek de bunun doğal sonucudur. Batılılar bu etkilemeyi bir bilim yaptılar.. Müslümanları ırk ve mezhep propagandasıyla birbirlerine düşürmek İngiliz emperyalizmi ile başlayan bir Batı stratejisidir. Ama Fatih’in sadrazamı Mahmut Paşa bir Bizans aristokratı idi.
Biz sayısız etnik gruplarla içi içe yaşadık, ve yaşıyoruz. Bu dünyanın her yerinde böyle. Ama Amerikalı’nın kendine güvenini düşünün. Bilgi, teknoloji ve uygarlık adına her şeyi ithal etmeyi pragmatik bir dünya görüşü bağlamında doğal kabul eden bir toplumuz. Bugün de her şeyi ithal ederek yaşıyoruz. Tarihimizin büyük bir özelliği var: Bu geri kalmış bir uygarlığı aşmaya olanak verebilecek bir özelliktir. Türkler hiç sömürge olmadılar. Her ırkla kardeş gibi yaşadılar.
Sultan kulluğunu Cumhuriyetle aştık.
Yeniden hiç kimsenin ve ‘Para’nın kulu olmamak dileğiyle.

CBT sayı 1389
+++

Sanayi Çağına Hangi İnsanla Katılacağız?
Doğan Kuban

Çağa katılmak bütün ülkelerin tek sorunu. Önümüzdeki 10-20 yıl içinde katılamayanların ekonomik köle olmaktan öte bir statüleri olmayacak. Zayıf ülkeler dışarı atılacak. İklimsel değişme ve geleneksel enerji kaynaklarının giderek önem yitirmesi alternatif enerji araştırmalarının yönünü değiştirdi. Çünkü enerjinin yakın gelecekteki kullanımı iklimsel tehlikenin fonksiyonunun değişkenlerinden birisi.



Almanya’nın nükleer enerjiden vazgeçmesi bu sanayi devi için olağanüstü bir karardı. Bilimsel araştırma bu yeni enerji teknolojileri üzerinde yoğunlaşıyor. Teknoloji ve bilimsel araştırmada başı çeken ABD’nin yeni projelerini inceleyin. Petrol şirketlerinin yeşilden söz eden reklamları bile öğretici.
Sorun, bu dünyaya hangi bilgi katmanıyla katılacağımız? Geleceğin teknoloji dünyasını öngörmek ilk temel sorun. Yaşamsal!
 Düşünmeğe başlayalım: Ülkenin geleceğini çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağız. Onlar bizimkine benzemeyen bir dünyada yaşayacaklar. Benim gibi uzun ömürlü olup, babaları, çocukları ve torunlarıyla birlikte yaşamış olanlar her kuşakta bütün hesapların ters gittiğini bilirler. Cumhuriyeti kanla ve özveri ve cesaretle kuranlar 15 yıl sonra dünyanın o zamana kadar görmediği ölçekte bir dünya savaşı olacağını akıllarına bile getiremezlerdi. Birinci Dünya Savaşını kaybeden Almanların silah teknolojisini geliştirmek için bütün yaşamlarını silah teknolojisi üzerine odaklayacaklarını, 6 milyon Yahudi öldürüleceğini, ama Müslümanların elinden Filistin’in alınacağını, ABD’nin savaştan sonra evrensel jandarmalığa soyunacağını, Avrupa’nın politik öneminin marjinal kalacağını, komunist fakir Çin’in sanayi üretiminin birincisi olacağını hayal bile edemezlerdi.
Köylerinden yüzyıllarca çıkmamış, okuma yazması olmayan Anadolu köylüsünün kentlere dolacağını ve iktidarı kentliden alacağını kimse aklına getiremezdi. Bugün Türkiye’nin öğrenci nüfusu benim üniversiteden mezun olduğum yıllardaki Türkiye nüfusundan fazla. Bugün ilkokul öğrencileri bile internetli telefon sahibi olabilirler. Bundan on yıl önce Irak savaşını çıkaran ABD’nin şimdi bu alanlardan çekilmeğe başlayacağını da kimse kestiremezdi. ABD’nin egemenlik politikası devam ediyor, ama sanayisi başka perspektiflere yöneldi bile. Bunları düşünmek zorundayız.

 BİZİM GELECEĞİMİZ BUGÜN SAPTANIYOR
Geleceği sorgulayıp yanıt aramak Türkiye’nin temel yaşamsal sorunudur. Sorgulamanın birinci koşulu bu durumun şimdiki gibi sürüp gitmeyeceğini anlamak demektir. Bu irdelemenin ana yöntemi, her durumu bütün boyutlarıyla sorgulamaksa, ikinci yöntemi de dünya ülkelerinin ve yeni teknolojinin gelişme aşamalarının toplumların yaşamı ile ilişkilerinin karşılaştırılmasıdır.
Geleceğin teknolojide olduğunu anlayıp gereklerini yerine getirmek için, öğretim modelleri düşünmenin zamanı çoktan geldi. Cahil bir toplum, sayısal olarak şişen bir öğretim sisteminin içeriğini diploma almaya yönelten programlar, ve yeterli bir bölümünü teknolojiye ayıramamış bir öğretim. Birkaç gökdelen yerine yüksek matematik, fizik , biokimya araştırma enstitüleri açmak zor mu? Politika bulaşmayan pırıl pırıl laboratuvarlar.
Benim gibi Cumhuriyetle birlikte doğanlar büyük ideallerle yetiştik. Biz Türkiye’nin dünyaya ortak olacağına ve onu gerçekleştireceğine inanan bir kuşağın üyeleriyiz. Demokratik bir toplum, aynı şekilde düşünen insanlardan oluşmuyor. Birbirine taban tabana zıt düşünenler var. Dünya toplumu da benzer düşünenlerden oluşmuyor. Bir büyük apartmanın sakinleri de benzer düşünenlerden oluşmuyor. Bu çok yönlülük çağdaş dünyanın tanımı.
Ne var ki dünya yine de ikiye ayrılmış durumda. Biri bilim ve teknolojinin önünde gidiyor. Çağdaşlık temelde bu. Diğeri eski hikayeleri yineliyor. Ve başta gidenlerin müşterisi olarak yaşıyor. Eskiden Katolikler Protestanları yakıyorlardı. Şimdi de Sünniler ve Aleviler birbirlerini öldürüyor, ya da öldürmek için komplo kuruyorlar. Müslümanlar Hinduları, onlar da Müslümanlar öldürüyorlar. Mısırda laik Müslümanlarla laik olmayan Müslümanlar da birbirlerini öldürüyorlar. >
Fakat dikkat ediniz. Avrupa’da Hıristiyanlar orada yaşayan milyonlarca müslümanı öldürmüyorlar. Gerçi arada birkaç faşist çıkıyor. Ama o tipler, Norveç ya da Amerika’da olduğu gibi kendi toplumlarını da hedef alıyorlar. Fakat Amerika, Avrupa ve Çin Arap ülkelerinde ya da Güney Amerika’da ya da Afrika’da olanlarla çok ilgili. Sorun, eskisi gibi sömürge değil, pazarı korumak. Ekonomik sömürgeleştirme.

ÜSTÜN BEYİNLERİ KULLANMIYORUZ
Bütün bunların teknoloji ile ne ilgisi var? diyeceksiniz. Sorun da burada. Bu durum bilgi ve teknoloji farkını ayna gibi yansıtıyor. Örneğin biz dünyaya iyi yetişmiş insanlarımızı ihraç ediyoruz, hem eli iş tutan teknisyen, hem de çöpçülük yapanları gönderiyoruz. Türkiye kendi yetiştirdiği üstün beyinleri kullanmıyor, ortaboy yetişen insanları gerçek uzman yerine kullanıyor. Biz öğretmenlerimize, profesörlerimize, fabrikalarda çalıştırdığımız mühendislere yeterli ücret vermeyip onları işlerinden ediyor, ya da yurt dışına kaçırıyoruz. Her giden iyinin yerini daha kötü biri dolduruyor.
Bunun nedenleri kuşkusuz karmaşık. Türkiye’nin nüfusu büyük. Eğitim ve öğretim örgütlenmesi bu büyük nüfusa üstün hizmet verecek nitelikte olamıyor. Sonunda büyük bina içine birkaç derleme öğretim üyesi ile üniversite açtık. Bu öğretim, sadece orta boy adam yetiştirebiliyor. Her kesimda küçükboy ya da ortaboy. Bilim ve teknoloji dahil.
Üniversite programlarına bakın. İşletme, bürokrasi, sosyal bilimler ve politikada milyonlarca ortaboy insan yetişiyor. Peki fizik, kimya, matematik, makine mühendisliği, bioteknoloji, buralarda okuyanların oranı ne? Kaldı ki ileri teknolojide ortaboy yeterli değil. Çünkü modern teknolojinin doğası akıllı, çok zeki, çok bilgili, yaratıcı adam gerektiriyor. Bütün tarih boyunca orta ve küçük boy adam daha çok yetişti. Şimdi hapse mahkum olan Berlusconi ile Sarkozy’yi hepimiz biliyoruz. Oysa bunların daha kötüleri dünyanın her köşesinde.
 Geri kalmış ülkelerin sorunu entelektüel gelişmeye geç başlamaktı. Avrupa bizden önce eğitimde, öğretimde, bilim, sanayi ve teknolojide ileri gitti. Onları Japonya, Çin nasıl izledi! Ama nasıl? Aynı kalitede adam yetiştirerek.

BÜYÜK ULUS OLARAK TÜRKLER
Türkler -dünya onları öyle tanıyor- dünya ulusları içinde göçer olmalarına karşı, çok büyük bir ulus. Sonradan Müslüman oldular ama, İslam dünyasının en sürekli ve büyük imparatorluğunu kurdular. Bu gün de 1.5 milyarlık İslam dünyasının en güçlü devleti, petrol üzerinde oturan az bir Arap nüfusu dışında, adam başına geliri en fazla olan ülke. Türkiye Müslümanların içinde hiç sömürge olmayan tek ülke. (Bir anlamda İran da öyle sayılabilir). Fakat kültür, bilim, felsefe, sanayi ve teknoloji alanında 16. yüzyıldan bu yana geri kaldık. Avrupa dünyaya egemen olmasını sağlayan bilimsel, teknolojik atılımı daha önce yaptı. Bugün Avrupalı ve Amerikalılar üstün performanslarını bizden daha zeki ve üstün adam oldukları için değil, gelişmiş düzenlerinden dolayı sağlıyorlar.
Bir soru daha var: Kendi dahilerimiz, üstün zekalı, yaratıcı Türkler ne olacak? Onlar nefes almayacaklar mi? Bizim büyük bilim adamımız, sanatçımız, düşünürümüz nerede yetişecek? Nereye göç edecek? Ortaboy’u geçince ne olacak?

İNSAN HERŞEYİN ÖLÇÜSÜ
Sanayi Devrimi İngiltere’de gerçekleştiği zaman Newton’un dehası bir bilimsel davranış temeli oluşturuyordu. Fakat Sanayi bağlamında James Watt daha önemli bir yaratıcı idi. Faraday da, bilim adamı olarak değil sanayi de yenilik yapan olarak önemliydi. Bizde ne Newton oldu, ne de Watt.
Bilim ve teknolojiyi dünya düzeyinde yapamayanın hiç sansı olmayacak. İslam dünyasının hali yeteri kadar açıklayıcı değil mi? Dünya teknoloji ile değişiyor. İslam tarihi geri kalmanın doğasını yeteri kadar iyi açıklamıyor mu?
Türkiye’yi kuranlar onun üst düzeyde yetişmiş asker ve sivilleriydi. Eğer üst düzey adam yetiştirmezsek, geleceğin dünyası ortaboy adamın yapacağını robotlara da yaptırabilir.
Protagoras Sokrat’ı kötülediği için pek sevilmeyen ünlü bir sofist filozoftur. Fakat unutulmayan bir sözü var. “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder