Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

31 Aralık 2010 Cuma

Türkiye “Demokratik” değil, Melez Rejim ülkesi



Yazar arkadaşlarımız Cumhuriyet'te köşelerinde değindiler, ama biz de derli toplu bir fotoğrafını verelim dedik, dünyada “demokrasi” kavramının içeriğinin nerede ne kadar doldurulduğunun, veya dolu olduğunun... Economist'de yayımlanan etkileşimli harita güzel, ülkelerin üzerine dokunuyorsunuz, size özelliklerini yansıtıyor! Demokrasi kriterleri belirlenmiş, yöntemi açıklanmış, bütün ülkeler buna göre bir sınıflandırmaya tabi tutulmuş...
Türkiye “demokrasi dışı” kategoride!
Tam demokratlar, kusurlu demokratlar, ilk iki kategori...
Daha kusurlu demokratlar” diye üçüncü bir şey tanım yok.
Üçüncü kategoride, Demokrasi tanımını terkediyoruz veya bu kavramın dışına çıkıyoruz. Adı: Melez Rejimler!
Son basamak/ kategori ise otoriter rejimler...
Türkiye, Melez Rejim kategorisinde bile, iki yıl önceki sırasını koruyamamış ve iki alt basamağa düşmüş: 87'den 89'culuğa! Kapsama alanında 167 ülke var!
Demokrasi ölçütleri: Seçim sistemi ve çoğulculuk, Hükümetin icraatı, Siyasal katılımcılık, Siyasal kültür, Medeni haklar..
Bütün bu dört alanı kapsayan toplam 60 soruya alınan yanıtlar değerlendirilmiş. Değerlendirmelerde, uzman görüşleri alınmış, eğer bunlar eksikse kamuoyu araştırmalarından yararlanmışlar; bunlar arasında World Values Survey var. Diğer kaynaklar arasında Eurobarometer surveys, Gallup, Asian barometer, Latin American barometer ve Afrobarometer ve ulusal araştırmalar var. Bu tür araştırmaların yapılmadığı yerlerin değerlendirilmesinde, benzer ülkelerdeki araştırmalardan ve uzman görüşlerinden yararlanmışlar..
Görülmüş ki dünyada demokrasi ilerlemiyor, geriliyor!
***

AKP iktidarına diyecek sözüm yok, onlar ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar!
Bizim, AKP yönetimini  “ileri demokrasi” olarak niteleyen tamtamcıların sesi soluğu çıkmıyor. Onların hepsi silme ve saf Batıcı, Amerikancı, Avrupacı... Ve “Tam demokrat”!
Peki, tamamen “Batı değerleri” ölçütlerinde yapılan bu değerlendirmenin sonuçları üzerine yazıp çizmelerini beklemez misiniz? En azından, bağlı oldukları değerlerin yüzü suyu hürmetine!
İktidar destekçilerinin hiç bir “entelektüeli” veya hiç bir “iktidar aydını”, bu konuda kalem oynatmadı ve oynatmıyor!
Entelektüellik” veya “ aydın olma durumu” için garip, acaip!
Ayrıca da, inandıkları “Batı demokrasisi kavram ve ölçütleri”ne de ihanet içindeler!
Ne yapalım ki, bizim “entelektüel olma” durumu da, Türkiye ölçütleriyle çok çok uyumlu!
Hele, yüksek yargıya ve adalet mekanizmasına yönelik yapılan Anayasa değişiklikleri ile gerçekleştirilen siyasal bağımlılık yaşamımıza iyice girdikten sonra... Siyasal yargı ve siyasal hukuk dönemi ile birlikte, Türkiye'nin Melez Rejim kategorisinden, en alt sıraya, otoriter rejim kategorisine doğru başladığı yolculuk bile, hiç birinin içini karartmıyor!
***
Bu, ülkemize ilişkin durum.
Daha kötüsü, küresel dünyada demokrasinin içerik kaybediyor olmasıdır. Berlin Duvarı'nın yıkılışı ve Sovyet Bloğunun dağılması ve küreselleşme ile liberalizm, bir dönüm noktası kabul ediliyor. Ama ölçüm sonuçları, 2008'den sonra demokrasi kavramının hayata geçirilmesinde veya korunmasında önemli kayıpların başladığını gösteriyor!
Neden ki!? Gelin sonuç çıkartalım:
Küreselleşme ile demokrasi arasında demek ki bir paralellik, örtüşme yok...
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin, Yugoslavya'nın, Doğu Blokunun dağılması, dünyada demokrasiyi daha iyi noktalara getirmemiş..
Yeni liberal piyasa düzeni ve ekonomik anlayışının yayılması ile demokrasi arasında bir illiyet bağını kurmak mümkün değil!
Bilgi teknolojilerinin yayılması, Bilgi Toplumu'na geçişler de, en azından bugünkü koşullarda demokrasiyi güçlendirmemiş..
Çin'in bile piyasa ekonomi aletlerini kullanmaya başlaması, fayda etmemiş!
Eeee, peki neden?
Şüphesiz, araştırmacıların bazı görüşleri, değerlendirmeleri var.. Bunlara bakıyorum, fazla tatmin edici bulmuyorum!
Aşağıda rejim tiplerinin ilan edilen karakteristik özelliklerini de belirtelim:
 REJİM TİPLERİNİN TANIMI
A)  TAM DEMOKRASİLER
1.Temel siyasi özgürlüklere ve insan hak ve hürriyetlerine saygı
2. Demokrasinin gelişmesine zemin hazırlayan siyasal kültür
3.Hükümetin icraatları tatminkar düzeyde
4.Medya bağımsız ve çok sesli
5.Köklü bir kuvvetler ayrılığı sistemi
6.Yargı bağımsız ve yargının aldığı kararlar tam olarak uygulanıyor
7.Demokrasinin işleyişinde yaşanan sorunlar minimum düzeyde

B)  KUSURLU DEMOKRASİLER
1.Sorunlu olmakla birlikte özgür ve adil seçimler
2.Temel hak ve özgürlüklere saygı
3.Yönetişim kusurlu
4:Gelişmemiş bir siyasal kültür
5.Yetersiz siyasal katılım

C)  OTORİTER REJİMLER
1.Siyasal çoğulculuk budanmış, hatta yok
2.Bazıları doğrudan diktatörlükle yönetiliyor
3.Demokrasinin kurumları var olabilir, ancak çalıştırılmaz.
4.Seçimler-eğer yapılırsa- özgür ve adil değil
5.Temel hak ve özgürlükler göz ardı edilir
6.Medya bağımsız değil; yönetime yakın birimlerin kontrolü altında
7. Koyu bir sansür ve eleştiriye tahammülsüzlük yaygın
8: Yargı bağımsız değil

 Gündem, Orhan Bursalı, Genişletilmiş yazı, CBT sayı 1240, 24 Aralık 2010.. Derginun bu sayısında konu ile ilgili geniş yazı var. Yukarıya yazıdaki tabloları aldım...

Yeni Yıl, Okurlar, Kafadaki Şablonlar, Üç Nokta


Önceki gün Cumhuriyetçilerin yılbaşı kutlaması vardı; hayır oradan manzaralar yazmayacağım, bazıları çok iyi eğlendi bazıları da iyi sohbet etti. Tabii bazılarımız için gecenin anlamı, okurlara hesap vermekti! Bir iki okur “yakama yapıştı”, vay ben Davutoğlu'na nasıl destek çıkarmışım da, komşularla sıfır sorun politikasını desteklermişim.. Bir-iki sivri akıllı elektronik posta da gelmedi değil, birisi beni hatta Davutoğlu beraber Kudüs'te Ağlama Duvarı’na bile gönderdi!
Şaşırıyorum bazen, insanlar kafalarında hazır olan bir şablona yazıyı oturtma çabası içinde; tabii yazı sağ sola çıkıntı yapınca, sorun çıkıyor!
Bu giriş biraz dertleşme amaçlı.
***
Sağlıklı düşünebilmenin koşulları giderek kayboluyor ülkemizde, tartışabilmenin de! AKP öyle bir ortam yarattı ki bu ülkede, sürekli bağırıp çağırma, isyan etme, sürekli uç noktalarda abartılı davranma ve düşünme, ne yazıldığına bakılmama, yazıya veya söylenenlere şöyle üstünkörü yaklaşarak, kendi doğrularını dile getirme.
Herşeyi saflaştırıp arındırıyoruz... CHP de Cumhuriyet gazetesi de, saf, damıtılmış “askerlerden” oluşsun. Bir “eğrilik”, kendine göre bir yanlışlık görmeye görsün okur veya taraftar... Ne CHP'nin çökmüşlüğü ve dönmüşlüğü ve cemaate ve Apo'ya satılmışlığı kalır, ne de Cumhuriyet’in artık bir Soros gazetesi olduğu... 
Bu durumlarda hançerler hazır, saplarsın böğrüne!
Keskin nişancılar pusuda, düşürürsün tetiği!
Aslında, sapladığın biçak da düşürdüğün tetik de epey kendi böğründür ve kalbindir!
Kendini de kan revan içinde bırakırsın!
Bu, arınarak kendini kutsama eylemidir!!!
Bu tören için başkalarını değil, en yakınlarını, müttefiiklerini ve konuşup tartışabileceğin insanları yakmak zorundasındır!
Bu eylem, diğer yönden, İbrahim Peygamber'in oğlu İsmail'i kurban etmeye kalkışması gibi bir şeydir!
Ama artık, günümüzde, İsmail yerine koyun gönderecek bir tanrı da bulunmuyor, ne yazık ki!
İktidarın bu durumda “bizler için” özel bir şeyler yapması gerekmiyor!
Yok, hayır, CHP ve Cumhuriyet ve başka şeyler dokunulmaz değiller; burası Hindistan da değil bir diktatörlük de! CHP'ye eleştirilerimi, en sertini yazan bir insanım; Gazete yönetimi ile de mutlaka “örtüşmek” zorunluğunda olmam; ben her zaman daha iyiyi ve daha etkiliyi ararım. Ne okura boyun eğerim ne de doğru bulmadığım konularda evet demeyi!
Bu “hayatı hakketmek” gibi bir şeydir!
Bu girişten sonra, “umumi itki” üzerine, iki konuya değineceğim...

CHP, CEMAAT VE KÜRTÇÜLÜK
Kılıçdaroğlu, Parti Meclisi'ne, etkin bir Kürt olarak Sezgin Tanrıkulu'yu ve İlahiyatçı Muhammet Çakmak'ı aldı. Çakmak'ın, Fethullah üzerine sözleri işin tuzu biberi oldu. Sezgin Bey ülkemizdeki 15 milyon Kürtten biri, sıradan değil aktif olanlar safından. Bu bir tercihtir. Parti vitrininde bütün Türkiye temsil edilmek istendi. Bu anlayışla karşılanabilir, karşılanmalıdır! Bu iki kişi ile, CHP ne ayrılıkçı ve Kürtçü olur/olabilir ne de cemaatçi/dinci! CHP gerçi bir kitle partisidir, ama belkemiği vardır! Ben, vay onları aldılar diye eleştirmem... AKP iktidarını zayıflatmak için nelep yapıp yapamadığına, politikalarına bakarım! Zaten eleştirilerim hep bu yöndedir! Bir dostuma yazdım, “yahu bu açılardan eleştirinin hiç bir gereği yok, düşelim yakalarından”..

KOMŞULARLA SIFIN SORUN
Davutoğlu'nun basın toplantısıyla ilgili söylediklerini haber yapıp tartışmaya açtım.. İki de, kendi köşemde yorum yayımladım. Yorumlarda, AKP'ci olduğum sonucunu çıkaranların sağlıklı düşünme yetilerini tamamen yitirdikleri söyleyebilirim! Bu durumda herkesin, kendi kafasındaki şablona uyan kimseleri okuması, sağlıkları açısından daha iyi olabilir!
O yazılardaki analizin nesine karşılar! Komşularla temel sorunları halledecek bir politika izlemek, doğru bir dış politikadır! İktidarın burada tek bir başarısı vardır: Suriye! Tamamen destekliyorum Suriye ile gelinen noktayı! Ama başarı kazanılamayan ve yapılan yanlışlar çoktur.
Örneğin, Azerbaycan Ermenistan için küstürülemez! Her ne kadar Vikiliks belgelerine, Azerilerin pek de kan kardeşlik düşünceleri yansımamış bile olsa! Ermenistan ile yedi düvelin önünde imza töreni, tepeden tırnağa yanlıştır (Bunları o zamanlar eleştirdim!) İktidar bu açılıma, dinciliğini katmıştır; Erdoğan (Davutoğlu arkalığında), bilinçli olarak, Ortadoğu “liderlik” karizması için İsrail'i harcamıştır! One Minute tamamen bu amaca yönelik bir çıkıştır (eski yazılarıma bakınız)..
Neyse, yerimiz çoktaan bitti, Yazıişlerimin hoşgörüsü ile..
Koccaa mutlu bir yıl diliyorum hepinize, tabii sevgili ülkeme de!
Sevgi ve saygı ile..
30 Aralık 2010 – Bilim ve Siyaset
---

29 Aralık 2010 Çarşamba

Kürt Konusu, Sınırlar-2

"Sınırlar Nereden Başlıyor” başlıklı geçen Perşembe tarihli yazının devamı niye gelmedi, sansür mü var, diye soruyor okurlar... Hayır, araya Davutoğlu girdi!
Şimdi gelelim “Sınırlar..”ın devamına...
Dedik ki, açıklanan bildiri, aslında, “özerklik” yaftası altında, neredeyse tam bağımsızlık ilanı önerisidir...
Ve, bu bildiri, İmralı'dan geçen yıl gönderilen kapsamlı Kürt sorununa çözüm planının daha net ve sade biçimidir.
Kürtlerin siyasi hareketi içinde farklı tutumlar var.
Gördüğüm kadarıyla, BDP içinde güçlü bir ekip, çözümle ilgili olarak, sorunu doruklara tırmandırmadan, bugün olabilecek koşullar içinde, daha çok da birlikten yana bir çözüme yakın duruyor..
Ancak, İmralı ve BDP içindeki yanlıları, mümkün olduğunca ayrılıktan yana bir çözüm yanlısı.. İmralı, ayrıca, PKK, yani silahlar üzerinde de etkisini sürdürüyor; gücü de buradan geliyor. PKK'nın genç taraftarlarını da sokağa dökebiliyor.
Peki, neden bu ayrılık?
***
İmralı açısından, birinci neden, şüphesiz ki, bu kadar silahla savaştıktan sonra, 25 yıllık süreç içinde Irak'ta Kürt bölgesindeki gelişmeler ve dış desteklerin ortaya çıkması sayesinde, “Kürdistan Perspektifi”nin “bağımsızlık” konusunda epey mesafe almış olmasıdır! Olayın bu yönü, orta-uzun vadelidir!
(Önde gelen bir Kürt yazara “Büyük Kürdistan projesi sizce ne zaman gerçekleşir?” diye sordum. Yanıtı, 20 yıl, oldu! İran'daki Kürtler de dahil mi, soruma, Hayır, dedi. Peki neden? Yanıt: Çünkü İran büyük devlet!)
Kürdistan perspektifi, eğer ileride gerçekleşme olanağı bulursa, İmralı'yı kahraman, tarihi figür yapar!
İmralı'nın tutumu açısından, güncel, kısa vadeli ve en önemli yönü ise, Abdullah Öcalan'ın artık Türkiye çapında reel politika yapmasının, seçimler vb, çok zor, neredeyse imkansız olduğuun görmesi veya hissetmesidir. Ancak, bir kürt bölgesinde kalabileceğini ve bir “Kürt devleti”nin “sınırları içinde” liderlik yapabileceğine kanaat getirmesidir.
Tabi bu nokta, bu süreç içinde Öcalan'ın, başlıca hayali olan, bir şekilde serbest kalmasını öngörür!
İmralı'nın, PKK'yı bir silahlı güç olarak tutmasının, PKK'nın silahları teslim etmesine karşı çıkmasının ana nedeni de budur. İmralı sakini, büyük bir olasılıkla, kendisinin asla serbest bırakılmayacağına inanmakta,  ama PKK'nın silahlı varlığının serbest kalmasında bir umut olduğunu varsaymaktadır...
***
Bu konuda bir noktaya daha işaret edelim: Yukarıda söz ettiğim Kürt önde geleni, yazarı neden “İran büyük ülke” dedi ve yakın zamana kadar “Büyük Kürdistan”ın bir parçası olarak gördükleri “İran'daki Kürtleri” sildi?
Yorum yapacağım: Türkiye'nin ABD ile iç içeliği, Batı ve ABD'nin PKK hareketine verdikleri büyük destek, “Kürdistan Devleti” vizyonunu geliştirerek elde tutmaları, belki de Türkiye'yi İran karşısında “küçük ülke” yapıyordur!
İran'da bir “kürt perspektifi” mi var?
Demek Kürt perspektifi ile ABD perspektifi epey el ele gidiyor!

Celal Bayar Üniversitesi

Celal Bayar Üniversitesi'ne tepeden atanan Prof. Dr. Mehmet Pakdemirli, üniversitesinin öğrencileri ile konuşmasını biliyorsunuz. Üniversite'ye gelen bir bakan büyüğüne protesto yapmalarını önlemek için öğrencileri tehdit ederek “Benim üniversitem burası, burada protesto edemezsiniz... Edeni atarım üniversiteden... ” demişti: “Sizler Atatürk´ten görev alamazsınız. Cumhuriyeti savunacaksam ben savunurum. Ben burada rektörüm... Ben, size cumhuriyeti savunmak için görev vermedim. Siyasi slogan atarsanız. Kimliklerinizi toplarım. Üniversiteden atarım hepinizi. Hemen dağılıyorsunuz. Burası benim ve hepinizin üniversitesi. Burada slogan atamazsınız.”..
Rektörlerin baba çiftliği mi üniversite?  Belki de! Şimdi, Mehmet Beyin atnma sürecine ilişkin, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji'de yayımlanan bir mektuptaki sahneyi aktarmakla yetineceğim:
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektörü olarak size bu mesajı yazıyorum. Üniversiteleri rezil etmiş, çivisi çıkmış rektör seçilme/atanma süreçleriyle ilgili olarak yaşadıklarımı aktarmayı bir borç biliyorum. Kendi üniversitemde seçimleri kazandım… 3 Kasım günü YÖK Genel Kurulu’nda görüşmemiz vardı. Gittiğimde ilk dikkatimi çeken toplantı salonunun karşısındaki büyük salonda bir üniversitemizin rektör adayının velisinin (Ekrem Pakdemirli) oturuyor olmasıydı...” Prof. Dr. Zafer İlken 
Zafer Bey, ilk sıradan üçüncü sıraya düşürülmüş ve atanmamıştı. Tabii, Ekrem Pakdemirli'nin niçin rektör atamalarının karara bağlanacağı tarihte YÖK başkanlığında misafir edildiğinin nedeni de hemen anlaşıldı: Oğlu Mehmet Pakdemirli alt sıralardan birinci sıraya çıkartılmış ve Celal Bayar Üniversitesi'ne rektör olarak atanmıştı! Rektörlük seçimlerinde ise en yüksek oyu, Prof. Dr Semra Öncü almıştı (137 oy, Pakdemirli ise 122 oy)
28 Aralık 2010 / Bilim ve Siyaset

28 Aralık 2010 Salı

Atom Savaşı, Davutoğlu, İran, Türkiye Askeri Cephe


Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nın basın toplantısında, dile getirilmeyen bir kaç konu var. Bunlardan en önemlisi, İran, Türkiye'deki atom silahları ve Lizbon'da Türkiye'ye yerleştirilmesine evet denilen füze rampaları!
İran ile ilişkilerde politikayı net açıkladı: Atom bombası üretip üretmediğini bilmiyoruz. Sadece bir şüphe üzerine, İran'ın uluslararası baskı altına alınmasına karşıyız. Bu Irak'ın da başına geldi.. Biz de İran'ın atom silahına sahip olmasını istemeyiz...
Davutoğlu, yeni olmayan bu görüşü dile getirirken, Ahmedinecad ise İstanbul'daki zirve nedeniyle “İran artık bir nükleer güç” diyordu! İran'ın nükleer santralini mi kastediyordu yoksa atom bombasını mı?!
Davutoğlu, konuya yaklaşımı gereği, nükleer santral, diyecektir!
Hükümet, aslında, İran'ın atom bombası üretimine fazla ses çıkarmama yanlısı! Nitekim Erdoğan, mealen şöyle demişti: Bölgede kimsenin atom bombasına sahip olmasını istemiyoruz, İsrail'in de! Ama İsrail bunlara sahipken diğer ülkelere yasaklanmasını da vicdani bulmuyoruz.
***
Davutoğlu'na bir senaryo sordum, yanıttan kaçındı: Diyelim ki bir ay, bir yıl sonra İran'ın atom bombası ürettiği ortaya çıktı, sizce Ortadoğu'da durum ne olur, savaş olur mu ve bu durumda Türkiye'nin pozisyonu var mı?
Aslında, hükümetin bir pozisyonu olduğunu, dünkü Hürriyet gazetesindeki haberde gördük: Atom, kimyasal ve diğer silahlara mukavim bir yeraltı sığınağı veya ülkeyi yönetme merkezi! Burası, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmayca kullanılacak!
Ortadoğu'da, ucu atom bombasına uzanacak bir savaş olasılığı var! İsrail, “seni mahvedeceğim” diyen İran'a karşı “önleyici darbe” hazırlığı içinde. Bunu bilmeyen yok. ABD ve AB uluslararası baskı ve yaptırımları arttırıyor. Sonuçta İran bir oldu bitti ile, Pakistan, Hindistan ve Kuzey Kore gibi, atom silahını üretiyor!
***
Hükümet kendisine daha yakın hissettiği komşu İran'ın İsrail'e karşı bir denge kurmasına aslında sıcak yaklaşmakta! Ancak atom bombalı İran, bölgede diplomatik ve siyasi gücünü arttıracaktır, eğer atom bombası kucağında patla(tıl)mazsa!
İsrail'in İran'a bir “atom baskını” olasılığı, Batının da desteği ile gerçekleşebilir! Yayılması, diğer süperlerin tutumlarına bağlıdır. Ancak, tamamen sınırlı kalabilir.
Türkiye, gerçi İran'ın hedefi değil, ancak Türkiye'den İran'a yönelik “Batılı atom tehdidi” var! Bu açıdan ülkemiz bir cephe ülkesi!..
Davutoğlu, Türkiye artık askeri cephe ülkesi olmayacak, derken, sadece arzusunu açıklıyor! Desteklenmesi ve gerçekleştirilmesi gereken bir iyiniyet, ama Türkiye henüz Batının ileri askeri karakolu konumunda.
Hükümet, İran'a karşı taktik atom bombası rampalarının ülkemize yerleştirilmesini onayladı. Dolayısıyla, İran karşısında bir cephe ülkesiyiz! İkincisi, İncirlik'teki atom bombalarıdır! Sayın Şükrü Elekdağ, iktidara, “Varşova paktı çöktü, Yunanistan ülkesindeki atom silahlarını kaldırdı, biz niye tutuyoruz, bunları kaldırın..” dedi.
Her iki silahın tetiği de ABD'de! Türkiye'nin savaş iradesi, tamamen ABD'nin elinde! İkinci Dünya Savaşı'nda hiç böyle değildi!
Davutoğlu, “savaş olmazsa”ya oynuyor.
Ortadoğu'da hükümetin “bağımsız” siyasi manevralarına, İsrail'le “oynaşma”sına, içte ve dışta “İslami dil ve politikalarına” karşı, Batının Türkiye'ye yönelteceği baskıları, İncirlik ve füze rampalarıyla göğüslüyor! (Buna “rehin tutma” da diyebilirsiniz!)
***
Toplantıda ilginç bir olay da, bazı gazetecilerin, Davutoğlu'nun İran politikasına itirazlarıydı: Neden Batı yanında İran'a karşı değiliz... Bunlardan biri, tam bir sözcü olarak, Asya ile ilişkilerde İran koridorunu kullanacağınıza, sınırları açarak Ermenistan koridorunu kullanın, bile dedi! Ayrıca diyasporanın tazminat taleplerine insan olarak Davutoğlu'nun duygularını, merak etti! Cemaate yamanan bir “aydın” da, Kongre'de Ermeni tasarısını engellemeye neden çalışıyorsunuz, diye bile sordu!
27 Aralık 2010  / Bilim ve Siyaset –

27 Aralık 2010 Pazartesi

Davutoğlu'nu Dinlerken... Türkiye ve Ekseni

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, dünkü (25 Aralık 2010) bilgilendirme toplantısında pek çok konuyu bizlerle paylaştı. Dış politikanın ana hatları üzerinde durdu. Bu iktidarın en önemli açılımını dış politika gerçekleştirdiğini ötedenberi gören ve yazan bir insan olarak, şunu söyleyebilirim: Türkiye, 60 yıldır ilk kez kendi ekseninde yerli yerine oturma çabası içine girmiştir!
Kayma değil; bulunduğun yere, coğrafyaya, tarihsel ilişkilerine, çevreye, özetle doğal yerine “oturma”.
60 yıllık bir “askeri cephe” ülkesi olarak, değişmez bir dış politika ekseni, yerinden oynadı.
Bu Batının “askeri ileri karakolu” niteliği, Türkiye'yi çevresine yabancılaştırdı, özgür ve bağmısız politika üretmesini engelledi. Askeri harcamalar ve Batının güvenlik politikalarının bizi hapsettiği ilişkilerin dışına çıkıyor ülke. Olması gereken doğal ilişkilere geri dönüş içindeyiz.
Bu konu, bir AKP meselesi değil, ülkenin temel bir sorunudur. Hani iktidar buna yardımcı olursa, ülkeye yarar sağlayacağı için desteklenmesi gerekir düşüncesindeyim.
***
Üç ay önce yayımlanan “Ulus Yıkıcılığı Zamanları” kitabımda da (Cumhuriyet Kitapları), 1950'lerden itibaren Türkiye batının askeri cephe ülkesi olarak, ekonomik kalkınma ve üretken bir ülke yaratma iradesini terkettiğini belirtiyordum. Geriye yönelik olarak, tarihimizde tartışılması gereken ana eksen kayması budur, (Demokrasiye, çok partili parlmenter sisteme geçme kararı değil.) Ekonomi, atardamarıdır her ülkenin. Eğer, şu veya bu nedenle, ekonomide üretken ülke olma iradesini elinizden kaçırırsanız, gelişememiş ülke konumuna düşersiniz.
Davutoğlu, komşularla sorunları sıfırlamayı hedefleyen ve Türkiye'yi ulus devletler çağında kendi ekonomik çıkarlarını savunan bugünkü politikayı, “restorasyon” olarak nitelendiriyor. Ancak, bu restorasyonu, gelişen ve değişen dünya koşullarının dayattığı düşüncesinde; “dünya düzeni ve politikaları bir restorasyon içinde” diyor. Bu doğrudur, fakat ülkenin 60 yıl boyunca “Batı askeri güvenliğinin cephe ülkesi” olarak kalmasını izah edecek bir durum değil bu...
Askeri cephe ülkesi konumu bize çok pahalıya mal oldu! Askeri harcamaları görülmemiş derecede arttırdı! Ordu ve güvenlik, Batının çıkarları gereği ön planda seyretti! Askeri darbeler ülkesi olduk! Sivilleşmeyi, demokrasinin yerleşmesini ve gerçekleşmesini, insan temel hak ve özgürlüklerin yerleşmesini ve ülke ve kurumlarının içselleştirmesini engelledi! Üstüne üstlük, mezhep ve etnik sorunlar ön plana çıkartılarak, bunlar kışkırtıldı! Yolsuz siyasi partiler ve hükümetler süreklilik kazandı! Ve Bunların sonucunda AKP iktidarı yaratıldı!
***
ABD'nin ve AB'nin Türkiye'yi “eski askeri cephe konumunda” görmek ve tutmak istediğinde şüphe yok!
Ancak bu artık aşılmıştır!
Türkiye yönünü Batıya mı dönmeli yoksa Doğu ya mı, bunlar boş tartışmalardır! Ülkenin ekonomik ve buna bağlı olarak siyasi gerçeklikleri neyi gösteriyorsa!
Ülkenin yeri “Çok merkezli ilişkiler” içindedir!
Geçenlerde bir yazımda da belirttiğim gibi, bu ilişkiler çok eksenlidir... çünkü dünya artık salt “Batı eksenli” olmaktan çıkıyor!
Ekonomik, teknolojik ve dahası bilimsel olarak da!
Bir “Doğu ekseni”, uzun zamandır dünyaya kendini kabul ettirdi! Çin ve Hindistan, Tayvan ve Güney Kore ve diğerleri.. Dünya ekonomisine ve yaratıcılığına ağırlıklarını koymuş durumdalar!
ABD her durumda bir “çöken ülke” konumundadır ve bu konumdan kurtulması çok zordur! Dahası, ABD büyük bir “hır” bile çıkartabilir, salt bu nedenle ve yeniden ileriye fırlamak umuduyla!
Afrika, gelişen ve büyüyen bir kıtadır! Küreselleşen dünyanın önemli bir eksenidir! Türkiye'nin yoksul Güney ülkeleriyle dayanışmasına iliişkin Davutoğlu'nun sözleri, sevindiricidir!
***
Küreselleşme, sözcük anlamı olarak da, zaten eksen olgusunu mezra gömmüştür!
Eski bilimsel bir söylem, herhalde siyasal, kültürel, ekonomik açıdan da hiç bugünkü kadar gerçeklik kazanmamıştı:
Dünyanın merkezi, ayaklarınız bastığı yerdir, ayaklarınız altıdır!
Türkiye, bu anlamda yeniden inşa edilmeli.. Önce çevresiyle büyüyen bir ülke..
Dvutoğlu, çevrede ve dünyda barış ve istikrara Türkiye'nin katkısına çoklukla vurgu yaparken, Edoğan ve iktidarının, içeride siyasal istikrarsızlığa ve bölünmüşlüğe böylesine katkısının doğurduğu açmazı ve çelişkiyi de, “politikaların bütünlüğü” açısından, “anlamak” zordur!
Cumhuriyet, 26 Aralık 2010 / Bilim ve Siyaset (Aynı gün Davutoğlu'nun açıklamaları geniş bir haberle Cumhuriyet''te yayımlandı)

24 Aralık 2010 Cuma

Yavuz Nutku, Bir bilim insanı (2. yazı)




Bu yazıyı, Nutku'nun öğrencisi ve Yeditepe Üniversitesi Matematik Bölümü öğretim üyesi Hasan Gümral'ın Nutku üzerine hazırladığı ve Nutku'nun bilimsel katkılarını bütünüyle anlattığı makalesinden özetledim. Buraya, Nutku'nun sadece kişiliğini anlatan kısımlarını aldım. Yazının orijinali, Prof. Dr. Yılmaz Akyıldız'ın hazırladığı ve Uygulamalı Matematik Enstitüsü'nce basılan (ODTÜ) “Anılarla Yavuz Nutku” kitabında yayımlandı. Kitap, Nutku'nun daha çok bilim çevrelerinden arkadaşlarının ilginç ve hoş anılarıyla doludur.


Kimlik: Yavuz Nutku 3 Şubat 1943'de Istanbul'da doğdu. Babası, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk modern gemilerini tasarlayan, İTÜ Gemi İnşaat Fakültesi'nin kurucularından Ord. Prof. Dr. Ata Nutku, annesi öğretmen Naciye Nutku'dur. 1700'lü yıllara kadar oluşturduğu aile ağacı web sitesinde görülebilir. Berkeley'deki California Üniversitesi Fizik Bölümünden lisans ve Chicago Üniversitesi Fizik Bölümünden doktora (1969) derecelerini aldı. Araştırma alanları gravitasyonel dalgalar, gravitasyonel instantonlar, topolojik kütleli gravitasyon kuramları, tam-çözülebilir sistemler ve Monge-Ampère denklemleridir. Uluslararası Genel Rölativite ve Gravitasyon Topluluğu, Türkiye Bilimler Akademisi ve Amerikan Fizik Derneği üyesidir.

Türkiye 1970: Yavuz Nutku 1970'li yılların ortalarında Türkiye'ye geldi. Ünlü fizikçimiz Feza Gürsey ODTÜ'ye geçmişti. Hakkı Ögelman ve Yavuz Nutku gibi başka konulardaki başarılı genç fizikçiler de ODTÜ'ye geldiler. ODTÜ'de anahtar fizikçi olarak Erdal İnönü ve rölativite öncüleri olarak Feza Gürsey, Yavuz Nutku ve Ferit Öktem görünmekteydi.

Diabetes Mellitus: Bir yıl çalıştığı İTÜ Fizik Bölümünden 1990'da ayrılıp Bilkent Üniversitesi'ne geçti. Burada matematik bölümünün lisans ve lisanüstü programlarını hazırlayıp eğitime başlamasını sağladı. İTÜ'de bulunduğu sıralarda Erdoğan Şuhubi'nin uyarılarıyla yaptırdığı testler sonucu tip I (insülin bağımlısı) şeker hastası olduğu ortaya çıktı.
Son yıllarda yaptığı çalışmaların doktorunun kendisini yaşamda tutmasıyla mümkün olduğu düşüncesiyle, makalelerinde Prof. Dr. Temel Yılmaz'a teşekkürü eksik etmemektedir. Yavuz'un son yirmi yıldır yaşamda kalmasıyla ilgili olarak, belki de hepimizin teşekkür etmesi gereken bir kişi daha var: eşi Lütfiye Hanım.
Yavuz'un Bilkent Üniversitesi'ne geçişinde o sıralar aşık olduğu ve kısa sürede evlendiği Lütfiye'sinin etkisi yadsınamaz. Diabetle yaşamda ise, Yavuz'u defalarca hipoglisemi komasından kurtaran Lütfiye Hanım'ın etkinliği ve çabalarını anmamak kendisine büyük haksızlık olur. Lütfiye Hanım sayesinde, ben de dahil, Yavuz'un o zamanki öğrencilerinin hipoglisemi konusunda iyi birer ilk yardım görevlisi olduğumuzu söyleyebilirim. Çünkü, Lütfiye Hanım kısa süreli ayrılması gerektiğinde, belirtilerden başlayarak ne durumda ne yapılacağını ayrıntılarıyla öğretirdi. Bunun önemini, bir toplantı dönüşünde Ankara'ya gelirken İstanbul'da bir günlüğüne tek başına kalan Yavuz'un, girdiği koma sonucu sağ tarafına felç geldiğini öğrenince çok daha iyi anlamıştık. İlginçtir ki; Yavuz, bu olay üzerine en korktuğu şeyin hesap yaptığı sağ elini kullanamamak olduğunu söylemişti. Yavuz'un, kendisini ziyarete gelen arkadaşını görünce, kağıtları ve makaleleri yayıp hesap yapmaya başlayarak hastahane koridorunu çalışma alanına dönüştürmek; görevini savsaklayan hastabakıcı yüzünden hastahaneyi terkedip Üniversitedeki odasında çalışmaya dönmek gibi davranışlar sergileyen zor bir hasta idi

Soldan sağa: Yavuz Nutku, Gülay Dereli, Rita Hacınlıyan, Lütfiye Nutku, Tekin Dereli ve Avadis Hacınlıyan.


 Feza Gürsey Enstitüsü: Yavuz, 1994'de TÜBİTAK-Marmara Araştırma Merkezine geçti. Buradaki Temel Bilimler Araştırma Enstitüsü'nün TÜBİTAK tarafından yeniden yapılandırılmasında etkin görev aldı. Enstitü, yoğunlukla endüstriyel ve teknolojik araştırmaların yapıldığı Merkez'den ayrıldı. Kandilli'de Boğaziçi Üniversitesi tarafından sağlanan binada Feza Gürsey Enstitüsü adı altında kuramsal fizik ve matematik araştırmaları yapılan bağımsız bir kurum oluşturuldu. Yeni Enstitü, kurucu müdürü Yavuz Nutku yönetiminde tüm üniversitelerden araştırmacılara açık, Türkiye'de türünün ilk ve tek örneği olarak araştırma yarıyılları düzenleyen ve doktora sonrasında araştırma olanakları sağlayan bir işlev üstlendi. Pek çok ünlü matematikçi ve kuramsal fizikçinin ziyaret edip araştırma yarıyıllarında dersler verdiği Enstitü, Türkiye'de uluslararası hakem denetiminden geçen ilk kurumlardan biri oldu. Araştırma yarıyıllarında verilen dersler ve düzenlenen toplantılarda yapılan konuşmalar kitap olarak yayınlandı..
 Yavuz Nutku hastalığının sonlarınaz doğru hala K3 problemi üzerine çalışmaktaydı. Kendisiyle çalışmak isteyenlere de bunu önermektedir. Günün sonunda K3 hakkında öğrendiklerimiz, gün boyunca Yavuz'un bu konudaki inatçı tavrını açıklar niteliktedir: yaşamımızın büyük bir kısmını çözümüne harcayacağımız veya en azından birlikte geçireceğimiz problemlerimizin seçimi önemlidir. Yavuz'un, bu yazının yazarına kariyerinin başlangıcında yazdığı bir mektupta da söylediği gibi "hayat bir kere yaşanıyor, ve O'nda da herşeyi yapmak kabil değil."
 Görüyoruz ki; Yavuz yaşamı boyunca sadece gravitasyon denklemlerinin önemli çözümlerini hedeflemiş ve bu hedef için tam-çözülebilir sistemler ile dinamik sistemlerin çok-Hamiltonlu yapılarına da katkıda bulunmuştur. Gravitasyon denklemleri, geleneksel deyişle "kuşun gözü"dür.

 Kuşun gözü: "Günlerden birgün ülkenin birinde en iyi avcıyı seçmek üzere bir yarışma düzenlenmiş. Aralarında bir prensin de bulunduğu tüm iyi avcıları toplamışlar. Önce kuralları anlatmışlar: size bir hedef göstereceğiz. Okunuzu gerip bize neler gördüğünüzü anlatacaksınız, oku bırakmayacaksınız. İlk avcıdan belirli bir ağacın dalına konmuş bir kuşun gözüne nişan almasını ve gördüklerini anlatmasını istemişler. Avcı, ilk olarak kuşun gözünü, sonra sırasıyla kuşu, konduğu dalı, yaprakları, diğer dalları, ağacı vb tarif etmiş. Tamam demişler, sıradaki gelsin. Diğerleri de gördüklerini son derece ayrıntılı olarak anlatmaya başlamışlar. Sonunda sıra avcı prense gelmiş. Kuşun gözüne nişan al demişler. Almış. Anlat demişler ne görüyorsun? Prens kuşun gözünü görüyorum demiş. Başka demişler. Kuşun gözü! demiş. Israrla başka birşey görüp görmediğini sormuşlar, prens de ısrarla kuşun gözünden başka birşey görmediğini söylemiş. Prens en iyi avcı seçilmiş."

 Tuzaklar: Bu hikaye Yavuz'un doktora danışmanı Chandra tarafından, çalışması gereken asıl problemin çözümüne hizmet etmeyen alanlarda gezinmeye başlayan doktora öğrencilerine anlatılırmış. Birinci defa anlaşılmazsa, ikincisi, sanki ilk defa anlatılıyormuş gibi, ayrıntılı olarak tekrar anlatılırmış. Üçüncü anlatım, artık bizim seninle yollarımızı ayırmamız gerekiyor anlamına gelirmiş. Ben iki kere dinledim. Buradaki temel mesaj, ne Chandra'nın ne de Yavuz'un şahsen kendileri, yüzeysel, birbiriyle bağlantısız, günü kurtarmaya yönelik ya da nereye varacağı bilinmeyen problemlerle uğraşmadıkları gibi, kendileriyle çalışanların da böyle bir yola sapmalarına asla izin vermeyeceklerini göstermeleridir. Hatta size, bana yapıldığı gibi, problemi reddetme hakkınız olduğunu bile söyleyebilirler. Bu bir tuzaktır. Ancak, kuşun gözünden başka şeylere takılmak, bir doktora öğrencisi için daha büyük bir tuzaktır.

Yasak sözcük: Öte yandan çalışılan problemin, uydurabileceğiniz çeşitli nedenlerle, çözül(e)mediğini savlamak herhalde Yavuz'a yapılabilecek en büyük hakaret olur. "Olmuyor" sözcüğü Yavuz'un lüğatında yoktur ve kullanılması O'nu sinirlendirir. Yapılacak tek şey problemi benimsemek, hatta onunla özdeşleşmekdir. Bu durumda çözümün bulunmaması hemen hemen olanaksızdır. Çünkü, çözümü olası görülmeyen problemler zaten Yavuz'un kilitli kasasındadır. Çalışılacak problemi son derece açık, anlaşılır ve özlü olarak ortaya koyar, kaynakça vermekten olabildiğince kaçınır. Sanırım bunun en önemli nedeni, günümüzde daha çok nicelik gözeten akademik ölçütlerden ve kimi yazarların özgün çalışmaları gözardı etmesinden dolayı, bilimsel literatürün çözüm bulma aşamasında pek fazla yararı olmayacağı düşüncesidir. Nitekim, Yavuz'un aynı problemi kaynakça göstererek ve göstermeden verdiği kişilerden, kaynakçadan haberi olmayanın problemi çözdüğü de bir vakıadır.

 Kaynakça sorunu: Ancak, problemi bir kere çözdükten sonra o kaynakçalara ulaşmak ve atıfta bulunmak artık bir insanlık borcudur. Sayıca pek fazla olmayan makalelerimin inceleme aşamasında hakemlerden "literatürü iyi biliyor" şeklinde övgüler alan birisi olarak, benim öğrendiğim ve bildiğim, özgün bir sonuç bulduğunuzda, bu sonucun ilgilisi olduğu konunun gelişimine katkıda bulunanlara atıfta bulunmanız gerektiğidir. Neredeyse kanıksamaya başladığımız, özgün çalışmaların kaynak gösterilmemesi sorununun Yavuz'u da rahatsız ettiğini öngörmek zor olmaz. Zor olan, buna tepkisinin ne olacağını öngörmektir...

 Bir çalışmanın değeri: Buluş yapılan bir konuda özgün kaynakçanın belirtilmemesinin buluşun değerinin artmasına bir katkısı olmayacağı açıktır. Yavuz'a göre bir buluşun değerini tarih belirler. Bunu, kendisinde hayranlık uyandıran bir teoremin sahibi olan Franco Magri ile diyaloğu üzerine yazdıklarından görelim: "... Magri ile 20 yıl önce karşılaşmış olmanın ve O'nunla teoremi hakkında konuşma isteğimin heyecanıyla doluydum. Fakat, O omuzlarını silkti ve "o eski bir sonuçtu" dedi. Şimdi; Pisagor theoremi 2500 yıl önce geldi, ona hiç "eski" denilerek atıfta bulunulduğunu gördünüz mü!. Büyük teoremler asla eskimez ve Magri'nin teoremi büyük bir teoremdir. Öte yandan, yazarı teoremini istediği gibi adlandırma ayrıcalığına sahiptir".

 Modus operandi: Yavuz matematiğin yapılarak öğrenileceği ilkesinin en iyi uygulayıcılarından birisidir. Bir kere, hesap yapmadan problemle ilgili tartışma hakkınız yoktur. Hesap yapmak ve, daha genel deyişle, kanıtlamak bilginin bedelidir ve sahip olabilmek için ödenmesi gerekir. Bu sonuncusu, Yavuz'a öğrencilik yıllarında babası Ata Nutku'nun verdiği bir dersti.
 Kendisiyle çalışmaya başladığımızın ilk günü bana boş bir masa-sandalye gösterdi, masanın üzerine bir top kağıdı yanlamasına koydu ve "kağıdı böyle tutacaksın ve mürekkepli kalemle yazacaksın, benim sana öğretebileceğim başka birşey yok" dedi ve işine döndü. Mürekkep yazının/hesabın kalıcılığıdır. Bu durumda yapılacak hatanın bedeli de ağırdır: tüm kağıdın yeniden yazılması.
 Erdoğan Şuhubi'nin zorlamasıyla dış formlar konusunda hazırladığı ders notları bu nesnelerin anlaşılması ve kullanılabilmesi bakımından son derece eğitseldir. Aynı konuda Cahit Arf'in basılmamış notlarıyla karşılaştırıldığında, Arf'in yapılandırıcı bir yaklaşımı, Yavuz'un ise "modus operandi" tarzını benimsediği görülür.

 Uyarı: Bilim dışı tartışmalardan ve spekülasyonlardan, işin doğrusunu bir kereliğine ve açıkça anlattıktan sonra uzak durur. "Gerçekçi olmayana tahammülsüzlük", aşağıda göreceğimiz üzere, Yavuz'un kalıtsal özelliklerinden birisidir. İşte iki anektod:
 Bilkent Üniversitesi'ndeki odasını telefonla arayarak ışık hızının aşılabileceğini, Einstein kuramının yanlış olduğunu, vb savlayan bir lise öğrencisine tavsiyeleri hem dikkate hem de kayda değer diye düşünüyorum: Işık hızının sabitliği gibi bilimsel ölçütlerden geçerek bilgi olmuş önermelerin sorgulanmasından yüz yıl gibi uzunca bir süredir vazgeçilmiş olduğunu, merak, dikkat ve çalışmasını öğrenim programlarındaki konulara yöneltmesi gerektiğini, böylelikle gerçek problemlere ulaşabileceğini, araştırmacı olmanın uzun soluklu bir koşu olduğunu, sabırlı olması gerektiğini vb söyledi. Ne yazık ki, bu öğrencimiz Yavuz'un iyi bir gravitasyoncu olmadığına karar verip Yavuz'dan, Yavuz'un kendisinden daha iyi bir gravitasyoncunun adını istedi.
 Bir başka olayda, adı Mevlana, kardeşlik, Sirius, alfa ve sair sözcüklerden oluşmuş bir tarikatın başı olduğunu savlayan bir hanım geceleri yıldızlararası geziye çıktığını, bu arada kara deliklerle karşılaştığını ve onların içinden geçtiğini anlatıp duruyordu. Bir televizyon kanalı konuyla ilgili olarak Yavuz'u Gebze'de buldu. Kara deliklerin ne olduğunu sordu. Yavuz'da basitçe tahtada anlattı. Daha sonra, haberci sordu: kara deliğe girmek ve sonra çıkmak olası mı? Yavuz: Asla. Haberci: bir hanım uykusunda kara deliğe girip çıktığını savlıyor. Yavuz: "kendisine iyi uykular dilerim".

 Korunan büyüklükler: Yavuz Nutku için çalışmalarda dönüşümler altında değişmez kalan nesnelerin ve büyüklüklerin kullanılması olmazsa olmazlardandır. Yukarda sözü edilen Lax formulasyonu, hidrodinamik tür operatörler, Lichnerowicz ve De Rham kompleksleri, genel kovaryans, ayar değişmezliği, dış-formlar vb bu türden teknikler ve yapılardır. Yaşamımda aldığım en büyük tehdit bunlar yüzünden olmuştur: "eğer bir daha tahtaya değişmez kalmayan bir şey yazarsan seni gebertirim!".
 Yavuz için yalnızca matematikte değil, yaşamda da korunan, miras kalan değerler önemlidir. Aşağıda alıntılayacağım bir konuşmasında kendisini üç nesildir Nutku ailesinin belkemiğini teşkil eden bir hedefe katkıda bulunmuş birey olarak tarif eder. Babası Ata Nutku hakkında yazdığı bir yazıda O'nun "gerçekçi ve başarıya yönelik olmayan hiçbir şeye tahammülü olmadığını" belirtir. Aynı özelliğin Yavuz'da olmadığını iddia etmek olanaksızdır. Yine babasına ait ve Yavuz'u tanıyanların da yabancısı olmadığı bir karakter özelliğini şöyle anlatır: "(Babam) doğru bildiğini en kesin bir dille ve acımasızca söylerdi. ... Babamın "doğruları balyozla kafaya indirme yöntemi"nden en fazla nasibini alan ben, burada kendisine, doğru yolu gösterdiği için teşekkür ediyorum". Ata Nutku'nun da aralarında olduğu Cumhuriyetin ilk kuşağından sıklıkla övgü, gurur ve hayranlıkla bahsettiği anlar, benim için son derece etkileyici, duygulandırıcı ve ayartıcı olmuştur.


Süleyman Nutki   Ord.Prof.Ata Nutku                                   Naciye Nutku

Nutku ailesinin sırrı: Nutku ailesi üç kuşaktır ülkemizde denizcilik, müzecilik, gemi inşaatı, edebiyat, felsefe, gravitasyon ve tam-çözülebilir sistemler konularında öncülük ve atılım yapmaktadır. Bu yazıyı, gravitasyon kuramına öncülük eden, son kuşak Nutkulardan Yavuz Nutku'nun 29 Nisan 2004 tarihinde Gölcük'te donanma subaylarına yaptığı bir konuşmanın son bölümüyle bitirmek istiyorum. Yavuz, Deniz Müzesinin kurucusu, dedesi Süleyman Nutki ya da kullanılan adıyla, Nutku Bey'in, eşi Firuze hanım ve oğullarına 4 Ağustos 1909 tarihinde Mısır'da Port Said'den yazdığı bir mektuba atfen şöyle diyor:
 "Bu mektup ailemizin belkemiğini teşkil eder ve takdir edileceğini sanıyorum ki ben de bu hedefe katkıda bulundum. Nutku Beyin mektubunu günümüz Türkçesine kazandıran babam Ata'dır. Nutku Bey yazmış ki:
 Efendi oğullarım,
 Görüyor ve anlıyorsunuz ki babanız size istediklerinizi alabilmek için denizlerde çalışıyor, çabalıyor. Rahatını aramıyor, etrafımızda dalgalar kabarıyor, gürlüyor, vahşice hücum ediyorlar gemimize. Babanız hep sizi düşünüyor. Bir gün gelecek babanız çok daha yaşlanmış olarak eve dönecek ve size güzel şeyler, maymun, papağan, kuşlar, yemişler getirecek. (gerçekten kısa süre sonra İstanbul'a bir maymun gönderilmiştir! [2]) Siz de onun yanına oturup okuduğunuz kitaplardan öğrendiklerinizi babanıza anlatacaksınız. Çalışmamış ve öğrenmemiş olanlar o zaman utanır ve babasının yüzüne bakamaz. Şimdi çok çalışınız.
 Nutku".
Metin, CBT sayı 1239'da yayımlandı, 17 Aralık 2010

Prof. Yılmaz Akyıldız, Yavuz Nutku'yu ziyaretinde, Ağustos 2010

23 Aralık 2010 Perşembe

Sınırlar Nereden Başlıyor?


Türkiye yeniden formatlanıyor.”
Basit ve net.
"Nasıl bilgisayarda işler iyi gitmez, bir format atarsınız, işte Türkiye'ye de bir format atılıyor. İç ve dış dinamiklerin birleşmesi, bu durumu gündeme getirdi..”
NTV’de katıldığım programda “Kürtçülüğün” bir yazarı söyledi.
Açık ve net.
Üstelik, bütün zamanların son galibi pozunda, üstten bakan, “işte böyle ezeriz” tavrıyla ve gönül rahatlılığıyla...
Aslında şunu demek istedi, yeni bir bilgisayar programı yüklüyoruz “Türkiye bilgisayarına”, ekranda, bildik Türkiye haritasını değil, yeni bir Türkiye göreceksiniz..
Söylemi, Türkiye yanlış bir devlet ve kuruluş, Atatürk büyük düşman... üzerine. PKK- BDP-KCK- DTK (Demokratik Toplum Kongresi) örgütünün bütünü bu söylemde..
Programları açık ve net.
Diyarbakır'da basına kapalı kongrelerinde (DTK) “özerk” Kürdistan'ın programını kotardılar. Üzerine “Bu bir devlet kurma projesi değil” yaftası asılı, ama içi tamamen ayrı bir devletin tüm unsurlarını taşıyor.
Bu program geçen Ağustos'ta İmralı tarafından açıklanmıştı.. Talimatlı program, hayata geçiriliyor.
Özsavunma gücü” gibi yaftalar arasında saklanan, Ordu'su var. “Soykırımcı” ve “faşist”saldırılara karşı “özerk bölge”yi koruyacak. Yani Kürt devletini.
CHP Parti Meclisi'ne seçilen Kürt olmayan bir üye, Kongreye katılmış, ama orada öyle “ayrı devlet kokusu” falan almamış.. İlginç!
***
Bu köşe başından beri “işin aslı”nı tartışma amacındadır.
Bu “siyasi gerçekleri açıklama” kampanyasına katılan pek yoktur. Siyasi gerçekleri bilmek isteyen de!
Köşeler, bir kaçı dışında, konuya incik boncuk boyutuyla yaklaşıyor.
Olay ne saf bir “dil” meselesi, ne saf bir “demokratik hak” meselesidir.
İçine baktığınızda görüyorsunuz ki, konu, kapsamlı bir “Kürt Devleti” kuruluşu boyutundadır.
Anadilde eğitim olur mu olmaz mı, özerklik falan filan... Bunlar tali meselelerdir.
Ana meseleyi tartışalım!
***
Türkiye topraklarında Kürt Devleti kurulur mu, kurulabilir mi, kurulmalı mı?
Kürtler tamamen ayrılmalı mı, ayrılabilir mi?
Kürtler Güneydoğu'da devlet kurarsa, şu veya bu şekilde ayrılırsa, Batıdaki Kürtler ne olacaktır?
Çünkü Türkiye bir etnisite temelinde bölünmüş olmaktadır!
Kürtler bu konuda ne düşünmektedir?
Bu ayrılık nasıl olacaktır veya olmalıdır?
Ayrılık kansız, kazasız belasız mı olur, yoksa kanlı ve müthiş etnik çatışmalı mı?
Kürtlerin hamisi, PKK'nın koruyucu ve büyütücü babası ABD, işin içine karışır mı, Kürtlerin yanında Türkiye'ye karşı saf tutar mı?
Vesaire..
***
Ne oldu?
Yüzünüz mü sarardı, dişleriniz mi takırdıyor, asabınız mı bozuldu, bana küfür mü ediyorsunuz? Yoksa, bu soruların gündemde olduğundan haberiniz mi yok(tu)?
Çok ayıp! Bakışınız sathi, suyun bir santim altını görmüyorsunuz, kendinizi sürekli bir sis dumanı içinde tutuyorsunuz, aklınız bir adım ötesine ulaşamıyor..
Şöyle Taksim meydanın mikrofon tutulsa, “ülkemizde Kürt sorunu mu varmış..” diyen millettensiniz demek!
Kulağınıza söyleyeyim: İşte geldiğimiz nokta, o meşhur “demokratik çözüm”le varılmak istenen yerdir.
"Demokratik çözümcüler”, hiç bir zaman bu demokratik çözümün ne olduğunu yazmadı.. Buradan bağırıp çağırdık, oğlum-evladım eveleyip geveleme dilinde, lafı dolaştırıp boğma ağzında, söyle ne demek istiyorsun!?
Yazmadılar, çünkü yazamadılar, “anlayın artık ne demek istediğimizi, bırakın ayrılsınlar, bunu silahla falan yapmaya gerek yok..”
Şimdi sürdürülen bütün “arama konferansları”, “şiddet çözüm getirmez” tantanaları, 500 bin insan arayışları... bunların hepsinin amacı bellidir:
Artık olan olmuştur şiddet gereksizdir, iki taraf da silahları bırakmalıdır, masaya oturup bunun nasıl kolayca halledileceğine bakalım, bu işi medeni insanlar ve toplumlar gibi pazarlıkla çözmenin yollarını arayalım, kazan kazan yapalım, fifti-fifti, sen de kazan ben de kazanayım, akan kan damarda durmaz, iş olacağına varır, giden gider kalan sağlar bizimdir..
Beğenmediniz mi? Pazar gününü bekleyin, size beğendireceğim..
Ayrıca: Bu yazı “tarafsız”dır; sadece, “siyasi gerçekleri açıklama” amaçlıdır..
Bilim editörlüğü, insanı sadece doğrucu davut yapıyor da... Varsa kusurlarım ondandır..
--

22 Aralık 2010 Çarşamba

Yoksulluk Üreten Parti


Şüphesiz, görünür gelecekte, ne yoksulluk tarihe gömülebilir ne de insanların ekonomik sorunlarının üstesinden, bir “kılıç darbesi  ile gelinebilir. CHP tek başına iktidar olsa bile! Ama 4 yıllık bir iktidar döneminde bu yolda epey büyük bir adım atılabilir! Önemli olan, büyük kitlelerin aleyhine bozulan gelir/ kazanç dengesini, yoksulların lehine yeni bir dengeye oturtmak..
Ekonomi politikalarının farklılığı ve amaçlarından en önemlisi, milli gelirin yeniden veya daha dengeli dağıtılmasını sağlamaktır (bölüşüm)!
Konumuz, Kılıçdaroğlu'nun ekonomik vaadleri... AKP medyası, CHP liderinin ekonomik “girişimlerine” veryansın halinde: Vayyy nereden bulacaksın! Onu yapamazsın, bunu yapamazsın, yoksulu koruyamazsın, üniversite harçlarını kaldıramazsın...
Ekonomide gelir dağılımının bozukluğunu düzeltebilecek her düşünceyi, her adımı kötüleme yarışındalar... Önerilerin gerçekleşmesinin imkansızlığını göstermek için de, bugüne kadar ağızlarına almadıkları, medyalarında bugüne kadar dillendirmedikleri AKP iktidarının gerçeklerini bile yazmak zorunda kalıyorlar...
İşte bunlardan biri:
TÜİK'in (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre, nüfusun 14.4'ü, yani 10.5 milyon kişi yoksulluk sınırının altında. 4 kişilik aile baz alındığında, 2.6 milyon aileye aylık 600 lira maaş bağlanması gerekiyor. Bunun yıllık maliyeti 18.9 milyar lira..” (Star)
Kendilerine uygun bir takım kişileri de CHP'nin ekonomik paketi aleyhine konuşturuyorlar! Oysa, yukarıda dillendirdikleri yoksulluk olgusunu, kendi iktidarları nasıl yarattı, önce bunu tartışsınlar.
Yoksa, Allah, milli gelirin böyle bölüştürülmesi için Erdoğan'ı mı görevlendirdi! (Sadece, İstanbul'un yarattığı rantla, İstanbul'da yoksul kalmaz!)
Abartılmış rakam ve hesaplarla, bir imkansızlık sergiliyorlar.
Biri de demiş ki, bu öneriler asalak bir toplum yaratır...
Bu sözler bana, Obama'nın, sosyal sigorta yasasına karşı çıkan, muhafazakarların direncini anımsattı! Onlar da aynı gerekçelerle yasa tasarısını iki yıldır bloke ediyordu! Sosyal asalaklar yaratılmasını önlemek de sosyal devletin önemli bir görevidir! Eh, sorunlara Amerikancı düşünme kalıplarıyla, yeni liberalizmle yaklaşmaya başlarsanız...
***
Bir kamuoyu araştırmalar şirketi yöneticinin, CHP'nin sosyal devlet- sol devlet söylemi üzerine itirazlarını, doğrusu şaşkınlıkla dinledim. Diyordu ki, sol söylemler yüzde 42'yi ürkütür! CHP'den uzaklaşırlar!
Şaşırtıcı! Ama o kadar da sığ bir itiraz!
CHP yüzde 42'nin malını mülkünü alıp daha yoksul kesimlere mi dağıtacak ki, bu kesim ürksün! Bu, onyıllardır sürdürülen, sol herkesi yoksul yapar, yoksullukta eşitlik sağlar, edebiyatının, hâlâ nerelerde ve ne kadar etkili olduğunun bir göstergesidir!
Buna göre, ortahalli yurttaşlar, yoksulların gelirlerinin düzelmesini istemezler, bundan endişe ederler...
Bu mantıkla şöyle de diyebiliriz: Partiler yoksul sayısını ne kadar artıtrırlarsa, orta sınıf  ve zenginler arasında o kadar çok tutulur!
Ege'deki 1950'li yılların düşünceleri çok hızla dönüştü! Ekonomik zeminin modernleşmesiyle birlikte, buna uygun bir üst yapı kültürü gelişmiştir..
---
Not: Cindoruk, iyi niyetle, bir düş peşine düştü! ANAP'ın, Doğru Yol'un cenazesini diriltme kavgasına dönüştü durum. Ölü diriltilmez. Cindoruk, boşa bir çırpınış içinde! Ölüler mezarlığından isimleri çağırıp duruyor parti; Çiller, olmadı Ahmet Özal.. Özal ki, her yıl babasının ölümü üzerinden vitrine çıkan bir adam! (Babaları asla hiç ölmeyecekti, ölümü normal olamaz!) Her ikisi de seçimlerde ancak sıfır çeker... Eski “merkez sağ”ın yeniden siyasal olarak biçimlenmesinin anahtarı, AKP'nin elindedir! AKP'nin politikaları ve gidişatı, burada belirleyici olur.. 
Okur notu: “Kurultay oldu, daha saati dolmadan yorumlara bakğnca "Çok basit bir konuşmaydı", "Beklentiyi karşılamadı", "CHP hala bildiğimiz yerde" gibi kurnazlık kokan söylemlerin sahipleri, artık kendilerini düzeltmesi gerekir. CHP nin projelerini soranlar, AKP'nin de projelerini sormalı. Kürt sorunu, Sıcak Paraya dayalı büyümeden kurtulmak uzerine bir stratejisi, bölgesel kalkınma üzerine somut bir projesi vaır mı?”  Dr. Okan Öztürk
21 Aralık 2010 / Bilim ve Siyaset




20 Aralık 2010 Pazartesi

Kılıçdaroğlu ve Kadınlar



Kurultay üzerine bir kaç noktaya  daha değinelim: CHP seçimlerde kadınlara yöneliyor.
Birincisi, Parti Meclisi‘ne (PM) 21 kadın üye girdi, tarihsel bir rekor olabilir bu sayı. PM'nin yarısının kadın olmasını arzu ederdim! Büyük devrim olurdu.
Kılıçdaroğlu ve yakın çalışma arkadaşları erkek olunca, böyle bir devrimin gerçekleşmesi zor. Bu durum, biraz da, toplumsal /siyasal mücadelede daha çok erkeklerin savaşçı rolde olmasından kaynaklanıyor (biyolojik özellikler ve iş bölümünün doğurduğu durum). O zaman: Kadınlar arasında (uzman, saygın) siyaset savaşçıları daha çok öne çıkmalı!
***
İkincisi: Kılıçdaroğlu, konuşmasında kadınlara büyük bir bölüm ayırdı! AKP'nin yumuşak karnı, kadınlar ve yoksulluktur. Buraları döve döve RTE ringe serilebilir! Toplumda on yıllardır uzun zamandır süren sağ ideolojik düşünsel terör, en çok da kadınları etkisi altına almıştır.
Özellikle, toplumu geleneksel kötülerin cenderesi içinde tutmaya yönelik bu kafa yıkama faaliyeti, en çok yoksulları etkilemektedir. Yoksulluk, epey eğitim ve kültürel yoksunlukla ilişiklidir.
Kırılmaz görünen bir kötülükler sarmalı! RTE ve benzer politikacıların her zaman kulaç attıkları, beslendikleri bir “kirli havuz”!
Bu açmaz çindeki kadınların sayısı milyonlarca! Bu kadın kütlesi, erkek mi erkek, tutucu mu tutucu kocalarının güdümünde ve doğrultusunda oy kullanırlar!
Kılıçdaroğlu, yoksul kitlenin kadınlarına, asgari ücret maaşı ve aile sigortası sözü veriyor! Bu girişim, açmazdaki kadını hareketlendirmek ve dinci-geleneksel cenderenin dışına çekebilmek için çok önemli bir anahtar olabilir. Kılıçdaroğlu, yüzde 58'in bu büyük kütlesini hedef alıyor gibi! Bu kadınlar, bu güvencelerle, aile içinde ve çevresindeki kadınlar üzerinde de değiştirici bir etkene dönüştürülebilir!
Buna yönelik seçim stratejisi, büyük bir fotoğraf olarak görülmeli; büyüteç altına alınmalı konu; vakit geçirmeden inceye çeşitli payandalarla desteklenerek, başlı başına bir politik çalışma alanı yaratılmalı!
Sağ zincir, kadınlar üzerinden kırılabilir!
***
Sağcı politikacıların ebedi/ezeli ideolojik düşünsel prangalarını, “yüksek politika”larla kıramazsınız! Parti Meclisi'ndeki tek tek kişilerle uğraşarak, “bak şunu da aldı, oysa o neler demişti” kafasıyla hareket etmek, ormanı görmeyi engeller. Bütünü görmek ve AKP yönetimi altında ellerimizde eriyen Türkiye'yi düşünmek gerekir.
Bugüne kadar ki Baykal ve Sav'ın insan, parti ve ülke politikaları, sonuçta yüzde 21'lerde erimiştir! Yüzde 8,5'larla da “baraj altında” kaldığı zamanlar yaşanmıştır!
Ellerdeki “kemalist” ve “atatürkçü” pusulalarını kişiler üzerinde dolaştırarak, ortalıkta çığırtkanca dolaşmanın, yaşadığımız büyük Türkiye fotoğrafında hiç anlamı yoktur!
CHP'yi bir “24 ayar saf kadro” olarak, sürekli marjinal politikaların içinde tutmak, Türkiye'ye kazandırmıyor, kaybettiriyor!
Kitle partisi olarak CHP‘nin, şüphesiz ana politik damarına bağlı, ama toplumun değişen sorunları ve giderek fazlalaşan ve farklılaşan toplumsal tabakalarını saracak geniş bir yelpazede politikalara / poltikacılara gereksinimi vardır.
Enver Aysever'in de bu tabloda yeri vardır, Sezgin Tanrıkulu'nun ve diğerlerinin de... Hele hele, Binnaz Toprak'ın ve diğer kadınların da!
***
Bunu savunurken, partinin önemli bir damarını oluşturan ve “kemalist” olarak yaftalanan / kötülenmeye çalışılan insanların “temizlenmesi” gerektiğini vaazeden, parçalayıcı ve diğer uç noktadaki “arındırıcı” önerilere itibar etmek de hiç akılcı değildir! Parti geniş yelpaze bütünlüğünü korumalı ve hızla yürümelidir!
Hızla! Koşusunu arttırarak!
CHP'de görev Kılıçdaroğlu ve arkadaşlarındadır!
--
Not: Şöyle bir dizi gazeteye göz gezdirdim, bazıları Kurultay'da “yeni bişiler” bulamamış! Kılıçdaroğlu'nun onlara durmadan “yumurtlaması” gereken “altın” yoktu Kurultayda! Abartılmış hayal kırıklıklarından popoları göğe değiyor.. Herkes alabilme kapasitesiyle sınırlıdır. Hele biri, politikadan anlamaz bi arkadaşına sormuş, meğer bu konuşmayı o iki dakikada yazarmış.. Birinci sayfası muhalif olmaktan boşaltılmış gazeteye, şüphesiz ki yakışıyor bu kimseler..
--