Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Aralık 2011 Cuma

MUTLU YILLAR

MUTLU YILLAR DİLİYORUM,  


BU KÖŞEYİ YALNIZ BIRAKMAYARAK İZLEYEN, PAYLAŞAN, YORUMLAYAN, ELEŞTİREN BÜTÜN OKURLARIMA


SEVGİ,
SAYGI,
MUTLULUK,
BİRLİKTELİK,
DAYANIŞMA,
SAĞLIKLI 
GÜZEL BİR HAYAT,
GÜZEL BİR ÜLKE
GÜZEL BİR DÜNYA
DİLİYORUM...
-:)
ORHAN

29 Aralık 2011 Perşembe

TÜBA ve Bakanlık: Bir Çözüme Doğru mu?


Hükümetin, YÖK ve TÜBİTAK’a, Türkiye Bilimler Akademisi’ne dışarıdan üye atama yetkisini vermesi üzerine, 67 üye Akademi’den istifa etmişti ve çoğu Bilim Akademisi Derneği altında örgütlenmişti.. TÜBA’dan istifa etmeyenler arasında büyük bir kitle de, hükümetin tutumuna göre istifa etmeyi planlıyordu.
Şimdi yeni bir gelişme oldu ve TÜBA’nın birliğinin yeniden sağlanması ve ayrılanların geri dönmesi için bir umut ışığı belirdi. Bakan Nihat Ergün, Taha Akyol’a yaptığı açıklamaya göre, TÜBA yönetiminin sunduğu yeni öneriye olumlu bakıyor.
Bu iyi bir gelişme! Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı, bilim insanlarımızın ekonomiye, sanayiye, ülkeye katkısına çok önem verdiğini durmadan vurguluyor; dışarıdaki bilim insanlarımızın ülkeye dönüşü için düşünceler ileri sürüyor.
TÜBA yasası ise, Bakan’ın proje ve düşünceleriyle çelişiyordu, çünkü seçkin bilim insanlarını küstürücü nitelikteydi.
Henüz TÜBA’ya dışarıdan üye atanmamış olması, Türkiye’nin yararına, bilimin yararına akil bir çözümün aranması/bulunması koşullarının ortadan kalkmadığına bir işarettir. Türkiye Bilimler Akademisi’ni, siyasi atamalarla, dünyada ikinci-üçüncü sınıf bir siyasi kurum haline getirmenin hiç bir anlamı yoktur. Dünyadaki bilim standartlarını yerine getirebildiğimiz ölçüde, bilim ve teknolojide istediğimiz gelişmeyi sağlayabiliriz!
TÜBA yönetimi umudunu yitirmedi ve yeniden inisyatif kullanarak, Yücel Kanpolat ve Tarık Çelik, 20 gün kadar önce Nihat Ergün’le bir saati aşkın bir görüşme gerçekleştirdi.
TÜBA’nın önerisi şu oldu:
Bizi, “üye seçiminde çok seçici davranmak, kadroyu dar tutmakla eleştiriyorsunuz. Bu konuda belki haklısınız. Üye seçim havuzunu genişletelim, ama bütün dünyada Bilim Akademisi’ni akademi yapan temel özellik olan, üyelerini kendi seçmesi yetkisini Akademi’nin elinden almayalım. Gerçek bir bilimler akademisi bunu kabul edemez.. Bir de, Başkanını seçme yetkisi önemlidir. Üyelerini TÜBA genel kurulunun seçmesi yetkisinin yeniden sağlanması halinde, istifa edenler de geri döner ve TÜBA çatısı altında birleşilmesi sağlanır. Bu amaçla, YÖK ve TÜBİTAK’ın üye seçerek doğrudan atama yapmaları yerine, bu kurumlar sadece öneride bulunsunlar, seçilmesini istedikleri üyelerin dosyalarını TÜBA’ya göndersinler. Oluşturulacak böyle geniş bir aday üye havuzu içinden, TÜBA Genel Kurulu istediği üyeleri seçsin. Böylece TÜBA üyeliği önerileri, salt kendi üyelerinden değil, çok daha geniş bir çevreden gelmiş olur...
***
Hükümet, ilk kararnamede şeref üyelerini tamamen işlevsiz bırakmış ve dışlamıştı. Ancak büyük eleştiriler karşısında, ikinci kararnamede, şeref üyelerinin hakkını iade etmişti. Akademi Başkanının seçimi için de öneri şu oldu: Akademi kendi seçeceği 3 başkan adayını sunacak ve içlerinden biri Başbakan tarafından atanacak.
Bakan, bu önerileri dinledi. Aradan geçen süre içinde, TÜBA’nın önerilerine sıcak baktığını söylemesi, bir çözümün gerçekleşebileceği umudunu doğurdu. Herkesin isteği de budur!
Eğer hükümette bu olumlu yaklaşım sürer ve TÜBA’ya doğrudan üye atamaları gerçekleşmezse, yeni yılın ilk ayı içinde, TÜBA’nın beklentilerine yanıt veren yeni bir TÜBA yasası Meclis’de kabul edilebilir. TÜBA yönetiminin de yeni yasa konusunda bir taslağı bakanlığa verdiği öğrenildi. Aslında TÜBA, daha önce bağlı olduğu bakan Mehmet Aydın’ın da onayını alarak, yeni bir yasa taslağı üzerinde çalışıyordu.
TÜBA yönetiminin, Bakan’la yaptıkları görüşme konusunda, İstanbul’da kurulan Bilim Akademisi Derneği üyelerini de bilgilendirdiği ve çizilen çerçeve içinde onların da olumlu izlenimlerini aldıkları öğrenildi.
***
Eğer, araya hurafeler girmezse, üye atamaları yapılmaz ve TÜBA’nın haklı itirazlarının hükümetçe de anlayışla karşılanması sürerse, Akademi, kurumsal kimliğini koruyabilecek.
Ben her zaman söylerim: Akademi üye seçiminde çok cimri davranmıştır. Akademi’ye üye olabilecek nitelikte pek çok bilim insanı vardır ülkemizde.
 Ne diyelim? Hayırlısı olur inşallah!
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmayı; iki gün sonra başlayacak 2012 yılının hepimize, ülkemize, ailelerimize mutluluklar getirmesini dileyelim..
Hoşçakalın..
-- Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Gündem, Sayı 1293, 29 Aralık 2011

Demokrasi ve Yolsuzluk: İlerleme Yok, Gerileme Var


Türkiye’nin uluslararası konumunu araştıran onlarca konuda, son zamanlarda üç güncelleme oldu: Demokrasi Endeksi, Yolsuzluk Algı Endeksi ve İnsani Gelişmişlik Endeksi (*) Bu araştırmaların sonuçlarına baktığımızda diyecek tek söz var: Türkiye cephesinde değişen bir şey.. Yani, ne kadar kötüysek, o kadar kötüyüz!
Dahası, yolsuzluk göstergelerinde Türkiye daha alt basamaklara düştü! Önce buna bakalım: Bir dizi kriter dikkate alınarak, ülkelere 10-0 arası puan veriliyor. 10 puan en temiz ülke, 0 puan ise en berbat ülke!
Transparency International kurumunun The Corruption Perceptions Index 2011 raporu, 182 ülkeyi kapsıyor: puanımız 4,2. Yerimiz ise 61.ci!
 2010 araştırmasında ise 178 ülke vardı ve Türkiye’nin puanı, 4.4’tü ve sıralamadaki yeri ise 56 idi!
Gerileme büyük! 5 ülke aşağı düştük!
Geçen yılki raporda, 2009 yılına göre, puanımızı yine 4,4 olmasına rağmen 61.ciydik ve 56.sıraya yükselince Hükümet üyesi Babacan yolsuzluğun azalmakta olduğunu belirtmişti!
Şimdi, hem puanımız düştü hem de iki yıl önceki sıramız! Yolsuzluklar, rüşvetler bacayı daha çok sarmış! Şüphesiz, Deniz Feneri ve bazı AKP belediyelerinde ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet olaylarını iktidarın yoksayma politikası, Türkiye’yi geriletti!
Bu durumun Türkiye’ye ekonomik etkisi mutlaka olur, çünkü yabancı yatırımcılar, Türkiye’nin bu endekslerdeki durumuna bakarak karar veriyorlar!
Türkiye 2008’de ise 4,4 puanla 58.sıradaydı! (ayrıntı için *) İyileşme yerine kötüleşme!
Burada size 2011’in en iyi ve en kötülerini de verelim: En iyi üç: Yeni Zelanda, Danimarka, Finlandiya.. Puanları 9.6 ve 9.4.
En kötüler: (son altı ülke): Özbekistan, Afganistan, Myanmar, Kuzey Kore ve Somali (1 puan)!
***
Gelelim Demokrasi Endeksi’ne: The Economist Intelligence Unit’ın her yıl gerçekleştirdiği “Index of Democracy 2011” raporu, daha umutvar değil.
Bu araştırma ülkeleri dört gurupta değerlendiriyor: Tam demokrasiler, Kusurlu demokrasiler, Melez rejimler ve Otoriter rejimler.
2010 raporunda Türkiye, 167 ülke arasında 5,73 genel puan ve 89.sırayla, üçüncü gurupta, Melez Rejim ülkeleri arasındaydı (*).
2011 raporu ise yine 167 ülkeyi kapsıyor. Türkiye yine 5,73 genel puanıyla, bu kez 88.sırada. Aslında, ayrıntısına bakarsak, değişen bir şey yok: 5 alanda: Seçim sistemi ve çoğulculuk, Hükümetin icraatı, Siyasal katılım, Siyasal kültür ve Medeni haklar’da Türkiye’nin puanları, geçen yılın puanlarıyla da aynı.
Sıra dostlarımız, bizden daha iyi durumda olan Arnavutluk (87.), Malavi, Honduras .. Bizden daha kötü olan sıra dostlarımız ise Ekvator (89.), Tanzanya, Nikaragua.
AKP’nin ileri demokrasisi, ülkeyi bir türlü “kusurlu demokrasiler” ligine doğru bile ilerletmiyor! Bulunduğu lig, başına demokrasi sözü bile fazla görülen ve melez rejimler denen ülkeler gurubu.. Kusurlu Demokrasi ligine geçebilmemiz için, önümüzde 9 ülke var!
Kusurlu da olsa demokrasi liginde kimler var, bir kaç isim: Brezilya, Hırvatistan, Romanya, Tayland, Paraguay, Sırbistan, Moğolistan, Makedonya, Filipinler…
İnsani Gelişmişlik Endeksi’ni başka bir yazıya bırakalım ve demokrasi konusunda Türkiye’nin neden mesafe alamadığının tipik olayları olarak, basın özgürlügüne darbeleri ve İç İşleri Bakanı İdris Naim Şahin’i anımsayalım:  diyordu ki, terörün “başka bir ayağı daha var. Bilimsel terör var, resim yaparak tuvale yansıtarak; şiir yazarak şiire yansıtarak.. günlük makale yazarak...” Anlıyorsunuz!

TÜBA’da Uzlaşma?

Hükümet, Türkiye Bilimler Akademisi’ne kendi üyelerini seçme hakkını veriyor mu? Böyle sevindirici bir gelişme var. TÜBA başkanı Yücel Kanpolat ve yardımcısı Tarık Çelik’in, Bakan Nihat Ergün’le görüşmelerinden olumlu işaret geldi. Bakan’a “YÖK ve TÜBİTAK doğrudan atama yapmasın, isim önersin, TÜBA genel kurulu da, kendi adaylarıyla birlikte bunlar arasından üye seçsin..”
TÜBA bir de yasa taslağı sundu. Önceki gün yapılan Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu toplantısında da Bakan’dan olumlu işaretler geldi.. Hükümetin TÜBA hakkında önyargılarını yıkarak, kurumun evrensel niteliğini değiştirmekten vazgeçmesinden şüphesiz ki Türkiye kazanır!
Umarım bu gerçekleşir!
--
 (*) Uluslararası araştırma kurumlarınca dünyanın gidişatı üzerine yapılan araştırmaların pek çoğunu “10 Yıldır AKP- Uluslararası Göstergelerle Türkiye” (Cumhuriyet Yayınları) kitabından sonra, zorunlu olarak yakından izlemeye başladım. Hep daha iyiye gitme umuduyla! Ama bu umut hangi yıllardan sonra gerçekleşecek, merakla bekleyeceğim!
 --29 Aralık 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

28 Aralık 2011 Çarşamba

Uyduruk Hukuka Karşı, Adalet Arayışı

Ergenekon, Balyoz ve Odatv davalarında, dünyada belki de ilk kez Türkiye’de, “dijital senaryolar” yazılarak icad edilen uyduruk “suç” metinleriyle, yüzlerce kişi özgürlüklerinden mahrum ediliyor.
Bu senaryo metinlerle, aralarında birbirinin yüzünü bile görmemiş, selamlaşmamış insanların da bulunduğu yüzlerce iktidara muhalif kişi, “terör örgütü” uydurukluğu ile hapislerde tutuluyor.
“Terör örgütü”, içeri alınması kararlaştırılan kişilerin bilgisayarlarına dışarıdan veya el konulduğu anda yüklenen bir takım metinler üzerinden kuruldu!
Bunu tekrar tekrar yazıyorum, çünkü ana Çıplak Gerçek budur! Bu gerçeği, Boğaziçi, ODTÜ, Yıldız Teknik Üniversitesi bilgisayar bölümü hocaları, ortaya koydular!
Savcılar, TÜBİTAK’a başvurusunda, kendi adamları olduğuna kuşku götürmeyecek bazı kişilerin isimlerini vererek, bilgisayarları onlara incelettirdi. TÜBİTAK’ın verdiği raporlar gerçeği çarpıtıyor. Bir bilim kurumunun siyasi ve uyduruk davalara alet edilmesi, büyük bir rezalettir! Bilim bu konularda tamamen tarafsız olmak zorundadır.
Önerim, TÜBİTAK’ın verdiği ve kendi içinde bile çelişkiler içeren raporların, hem ulusal hem uluslararası bilirkişilerce çürütülmesine önem ve öncelik verilmesi! İnsanların yıllarca içeride tutulmasına vesile oluşturan bu raporlar, hukuken yanlışlıkları gösterilerek, yazanlara yedirilmeli! Dahası, raporları yazanlar hakkında dava açılmalı. Hukuki bir zemini varsa, TÜBİTAK ve yöneticileri de dava konusu edilmeli! Bu davalar, TÜBİTAK’ın tarafsızlığını koruması için çok gereklidir!
***
Neden bu konu üzerinde duruyorum? Yaratılan hukuk ve dijital senaryolarla, dünyada ilk kez böylesine bir dava oluşturuldu..
Savunma tarafı ve ayrıca ülkemizdeki özgür hukuk, barolar vb., bu davalardaki “suç yükleme ve yöntemini” çok önemsemelidir!
Bunu tezgahlayanlar eninde sonunda ortaya çıkacaktır.. Ama, insanlık ve vicdan, bekleyemez! İnsanlar özgür kalsalar hatta beraat etseler bile, kendilerine kurulan bu komplonun ve allahsız tezgahçılarının peşini bırakmamalı!
Bu, Susurluk çetecilerinin faaliyetleri kadar, yargısız infazlar kadar, devletin bulaştığı çeşitli terör faaliyetleri kadar, gladyocuların katliamları kadar, tüm karanlık güçlerin yedikleri bütün haltlar kadar önemlidir.. Bu davalardaki hukuksuzluklar iktidar ve ortaklarının karanlık yüzüdür!
Bir Maraş katliamı bugün henüz gerçekleştiremiyorlar, eski dönemlerde oduğu gibi insanları (henüz!) infaz yapamıyorlar... Ama, hapishanelere tıkıyorlar insanları ve orada birer birer ölmelerini sağlayacak ortamlar yaratıyorlar.
Bu davalar ve seyirleri, iktidarın boynunda bir insanlık suçudur, adalet suçudur, insan hak ve özgürlükleri suçudur, Anayasa suçudur...
***
Görünürdeki iktidar ortağı, bütün bu hukuksuzlukların altında ezilmektedir. Bir çıkış yolu arıyor. Kendisi için “artık amacıma ulaştım, bu kadar yeterlidir” noktasına geliyor.. Çünkü uluslararası hukuk ve vicdan, Türkiye’deki sussa ve korksa bile, eninde sonunda faturayı AKP’ye çıkartacaktır!
Ama iktidarın görünmeyen ve bu işleri kotaran ortağı (ve medyadaki vicdansız kalemşörleri) umursamazdır ve hatta büyük ortağı korkmakla, “ergenekoncularla anlaşmak”la suçluyor! Onların kitaplarında hukuk yok, insan hak ve özgürlükleri yok; sadece komplo, hile, her türlü yasa dışı işlerle ve ellerine geçirdikleri iktidar olanaklarıyla, muhaliflerinin defterlerini dürmek yazılı!
Bu suç yaratma ve yargılama usul ve yöntemleri, ciddi mahkeme konusudur!
Düşünüyorum düşünüyorum, aklıma Sartre’ın Vietnam Mahkemesi geliyor... Bilemem, ama hukukçular, bunun yol ve yöntemini daha iyi düşünür!
Bu büyük haksızlıkların ne zaman sona ereceği bile belli değilken, mahkemelerin sonuçlarını beklemeyi, benim vicdanım kabul etmiyor!
Eminim milyonlarca insanın da vicdanı isyan halindedir!
Hukukçular, sesimi duyuyor musunuz?

Batı Sömürgeciliği ve Emperyalizmi
Türkiye’de bütün okullarda, Kapitalizmin tarihi, Batı sömürgeciliği ve Emperyalizmin tarihi ile birlikte ders olarak okutulmalı! Fransa’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın, ABD’nin ve tüm sömürgecilerin dünkü tarihleri ile bugün güttükleri politikalar, tarafsız ve bilimsel bir gözle ders kitabı olarak yazılmalı! Ve örneğin lise birinci sınıfta okutulmalı...
En azından üniversiteler başlangıç derslerinde bunu dikkate almalı.. öğretmenlere kılavuz notları hazırlanmalı! Bütün iş onlarda bitiyor çünkü!
Bunu bu iktidar yapabilir mi?
Biliyorum bu öneri şimdi, ülkemizdeki emperyalist yardakçısı kalemlerin ellerini titretecektir!
--27 Aralık 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

27 Aralık 2011 Salı

Devlerle Dans


AKP, anlayamadığı bir dış politika kulvarında seyrettiriyor ülkeyi. Sanıyor ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu ilişkiler kumkuması, kurallar, anlaşmalar, iyi niyet, hukuk, saygı vb çerçevesinde akıp gidiyor.
Öyle değil..
İlişkide olduğumuz ana güçler, birer dev.. Hem siyasi.. hem ekonomik... hem de geçmiş ve bugünkü emperyalistlikleri, çıkarlarını orta ve uzun vadeli koruma, ilişkileri ve kültürel etkisi bakımından birer dev..
Orta Doğu, bu devlerin dünyadaki ana siyasi ve ekonomik pazarı.
Hepsi, ABD’sinden tutun Fransızına, İngilizine kadar, orada kendilerini inşa etme peşinde... Bu, 100 yıldan fazla böyle!
Birinci nedeni petrolse, ikinci nedeni de bölgenin pazar büyüklüğü; bu bunlara bağlı olarak dünya/bölge üzerindeki güçler rekabetinde coğrafi-stratejik konumu.
Orta Doğu büyük güçlerin cepheleştikleri bölgenin adıdır: Batı (NATO), Rusya ve Çin. Kafkasya ve Orta Doğu/İslam ülkelerinin kapsadığı alan, sürekli nüfuz savaşlarının konusu...
***
Sarkozi, neden 54 milletvekili ile soykırım yok demeyi suç sayan yasayı geçirme sürecine girdi? Fransa’nın “tarihsel aydınlanma vicdanı”nın bunu kabul etmemesine rağmen: 450 milletvekilinden sadece 54 milletvekili bu zırva yasanın görüşülmesine katıldı.. özgür aydınların ve tarihçilerin önemli bir çoğunluğu olayı aptallık olarak görmekte...
Bunu, Fransa’nın dış politikasından ve çıkarlarından bağımsız düşünmek zordur.. Peki neden, nedir bu? (*) Üstelik tam Suriye’yi “halletmek için” Türkiye ile ittifak kurarken.
Orta Doğu’da, Türkiye’nin bir güç olarak “sivrilmesini” istemediği.. Ermenistan’ı “tarihsel üs” olarak seçmeyi bölgedeki çıkarlarına daha uygun bulduğu... Türkiye’nin Arap ülkeleri üzerinde, tarihsel nedenlerden ötürü bir etkisinin olamayacağını gördüğü... için mi? (Nuray Mert, Milliyet)..
Belki de, Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasını kesin sonlandıracak bir politik süreci başlatma amacıyladır..
Veya, Türkiye’de bazı ben neyim allahım pozisyonuna bürünen bakanların, ekonomik krizdeki Avrupa’ya üst perdeden ve alaycı dille ekonomi dersleri veren tutumlarına bir yanıt tır (Ertuğrul Özkök)..
Ama unutmayalım ki, Fransa soykırım meselesini Avrupa’da adım adım tırmandıran ve sonunda bu noktaya getiren ülkedir. Salt bu açıdan bakıldığında, yoksa, politikacının, “soykırım inancı”nı bizzat “tarihsel olgu”ya dönüştürerek, tarih yazma tutkusundan mı? Yani aptal bir inanmış vicdan mı? Ve buna bağlı olarak, Ermenistan’a verdiği bir sözü yerine getirme çabası mı!?
Benim için bir problem bu.
Sevr’in tarihsel intikamı desek, zor: Anadolu’da hiç bir kent ve bölgenin “ermenileşmesi” için minik bir durum bile göremiyorum. Tabi, 100 yıllık fütüristik-fantastik planlar için bir şey diyemem!
Yabancı ve İslam düşmanı, “Libya Savaşı bir Haçlı Seferidir” kafasına sahip emperyalist bir kötü-kafanın, Ermeni davasına en iyi hizmeti, olsa olsa, Türkiye -Ermenistan ilişkilerinde, kolaylaştırıcı, geliştirici rol oynaması olurdu...
Moda deyimle, pozitif katkı! Tam tersine, zorlaştırıcı, Türkiye’de politikacının kamuoyu karşısında elini kolunu bağlayan bir negatif katkı.. Eğer bir siyasal aptallar güruhunun salakça bir yasa girişimi değilse, bu konuyu iyi izlemeliyiz!
***
Şüphesiz, bir takım karşı girişimler yapacaktır Türkiye. Ama bizim yönetenlerin de, İsviçre örneği ortadayken, hiç bir şey yapmama eylemsizliği, en az fransızlarınki kadar aptaldır. Avrupa’nın hukuk tanımayan haksız yasalarına karşı, bugüne kadar tek doğru politik girişimi, İşçi Partisi ve lideri Doğu Perinçek ve arkadaşları yaptı! İsviçre, yediği haltın ayaklarına dolaşma sürecini yaşıyor!
Tabii, Avrupa’da hukuk vicdanı varsa, bunun sonucunu göreceğiz; İnsan Hakları Mahkemesi’nin gelecek yıl vereceği karar, Türkiye’nin Kurtuluşu olacak gibi!
 Hukuk: En önemli kaledir, üzerinde duracağımız.. Tamam, Fransa’yı engelleyici pek çok şey yap. Ama Türkiye’de üretilen Reno otomobillerini boykot gibi baltayı kendi ayağına indiren aptal girişimlerden uzak dur.
Bir de, kibirli ekonomik diskurlar çekme! Çukurun kenarında dururken!
(*) Topu topu 200 bin Ermeni oyu, komik duruyor! Ama durum şuysa bir şey diyemem: Ermeniler Fransa’da devletin ve siyasetin o kadar etkili kademelerinde bulunuyorlar ki, bu yasa girişimi başlı başına onların bir eseridir!
--26 Aralık 2011 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

25 Aralık 2011 Pazar

Üç Kitap ve Cezaevi


Fransa’ya girmemeyim pazar pazar; en iyisi uzun zamandır bu köşeye taşımak istediğim kitaplardan önce ilk üçüne yer vereyim.. 
İlk ikisinin yazarı hapishanede, zulüm altında. Diğeri ise “hapishanenin tadını” bir bilenden... Bilirim, bu köşelerden oralara gidecek her güzel sözcük, zulmü, haksızlığı “çekilir hale” getirmez. Ama onlara dayanma ve başkaldırma gücü verir.
Beyin durmaz üretir, üzerine binbir kilit vursanız bile. Üreten beyin bedeni de, aklı da uyanık tutar. Biz de “mapushane çeşmesi”nden akan sözcüklerle, fikirlerle hemhal oluruz. Ayrıca “mahpuslarımız” bilsinlerki yüzlerce internet sayfasında dijital güncelerde de anılıyorlar durmadan. Örneğin (http://peripateticperspective.blogspot.com/) hâlâ Balbay’a “binlerce güvercin” gönderilmesine aracılık ediyor!
Gelelim kitaplara..
***
HAPİSTE YATACAK OLAN’A ÖĞÜTLER
Tuncay Özkan’ın  Cumhuriyet Kitapları’ndaki yayını. Henüz okumadınız mı? Bir gün herkese lâzım olabilir J! “Hapisteki adama herşey baskınla yapılır” diyor “Tecritteki Adama” yazısında; “Sizi bir cezaevinden alıp bir başkasına yollayacaklar, baskın yaparlar ‘haydi hemen gidiyorsun’! Eşyan, düzenin, üstün başın- kitabın, kalemin, defterin doldurulur bir torbaya, kırıla döküle çıkarırlar yola. Sakın üzülme. Bu, vatandaşından korkan, nefret eden yönetimin intikam biçimidir..”
Tuncay, bilgelikle söylüyor: “Tecritten mi yılacaksınız. Yılmayın. İçinizi sevgiyle doldurun ‘Vardır bunda da gizlenmiş bir iyilik’ deyin, arayıp bulun!”
Tuncay’ın “Anlıyor musunuz?” yazısında mahkeme başkanı ile karşılıklı konuşmasından, bu davanın, üyesinden başkanına kadar mahkeme heyeti için nasıl dayanılmaz bir işe ve onlar için de bir zulme dönüştüğünü (farkındalar mı bilmiyorum!) anlıyorsunuz!
Tuncay, yer yer mahkemedeki konuşmalarından tutun, pratik bilgilere, insan insana ettiklerine, çöpe, suya, spora, televizyona ve duruşma salonuna kadar “mahpushane” günlerine ilişkin pek çok konuyu bizlerle paylaşıyor.
Tuncay’a sevgilerimi gönderiyorum..
***
“YILAN”IN KIŞ GÜNEŞİ
Silivri’nin gazeteci “esirlerinden” arkadaşımız Müyesser Yıldız’ın Togan Yayıncılık’ta basılmış kitabı. “Silivri’den bir terör faaliyeti daha” başlığını koymuş ve altına da “Kış geçirmiş yılana Rabbim güneş göstermesin” sözünü.. İthafı da “ebedi ve ezeli lideri Mustafa Kemal”e ve oğlu İlim’e.. vee Hatice Anasına..
Müyesser’in kitabının üzerinden dumanları tütüyor, o kadar taze ve güncel. Dağlıca baskını olmuş, ülke kan ağlıyor, ve aynı gün Deniz Feneri sanıklarından Zahit Akman ve arkadaşlarının salıverildiği alt yazısını okuyor ekrandan.. “Ülke şehitlerine ağlıyor, çoğu defnedilmemiş bile, böylesi bir kapkaççılık.. Aklım, vicdanım almadı, koğuşumda saklanacak delik aradım utancımdan. Gelip ‘hadi seni tahliye ediyoruz’ deseler, kabul etmez, ‘ayıptır yahu, çıkamam’ diye direnirdim. Onurum kırıldı.
Bu kadar derin bir yurt sevgisi ve insan vicdanı! Polisinden savcılarına ve yargılayanlara kadar, hemen hiç birisinin asla anlayamayacağı bir duygu..
Müyesser, güncelliği, tarihle ve okuduğu kitaplardaki büyük bilgeliklerle çok güzel yoğuruyor. Brecht’ten “daha kolay olmaz mı acaba / hükümetin halkı feshetmesi / ve yerine yenisini seçmesi” dizeleriyle.. sonra da...
..“Dünyanın dört bir yerinde renkli devrimler, darbeler oluyor.. Bir tek ABD’de olmuyor. Neden acaba? Bolivyalı bilge bir kişinin bu konuda vardığı sonuç şudur: ‘..sebebi, orada Birleşik Devletler Büyükelçiliğinin bulunmamasıdır..” anlatımıyla karşılaşıyorsunuz..
Müyesser, dışarıdayken yazacaklarını, içerideyken yazıyor! Bir yıl olacak yakında! 
Okuyun “Yılan”ın Kış Güneşi’ni!
***

YAŞASIN YENİLENLER
Sevgili dost Öner Yağcı’nın Cumhuriyet Kitapları’nda yayımlanmış, bir hapishane romanı! Bir solcunun arayıp da belki ancak Samuel Beckett’de bulabileceği sözlerini kitabına darbımesel yapmış!:
Hep denedin, hep yenildin 
Olsun gene dene, gene yenil 
Daha iyi yenil!
Öner, “yenilenlerin de bir gün mutlaka yeneceği inancıyla..” diyor bana notunda. 
Düşündüm, acaba biz solcular yenmek için mi çalışıyoruz? Şüphesiz, iktidar olmak, yenmektir siyasal olarak. Ama içimde hiç de öyle “yenmek” kıpırtısı da yok ki!? Neden acaba?
Öner’in sözleri bende “iktidar olsak, bile ben muhalefetteyim...”e benzer düşünceler kıpırdattı...
Öner, 3 yıl hapis yattı “TÖB-DER” davasından. Bu romanın temelleri orada atıldı! 
Mapushane bir okul, her yaş için, kendini keşfetme yılları, gözlem yapma ve yazı yazma zamanları.. Yaşamları, içerideki ve dışarıdaki parçalarıyla bir bütünlük içinde dokuyor Öner Yağcı. Keyifle okudum!
Üçünün de beyinlerine sağlık diyeyim..
Haydi herkes dışarı!!!
--25 Aralık 2011 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

23 Aralık 2011 Cuma

Üniversiteler Hareketli; Uyduruk Dergilerde Yayın; Ege’de Dekanlık Seçimi


Üniversiteler üzerine ölü toprağı serpilmiş” gibi gözüküyor, ancak bazı üniversitelerimiz hiç de öyle değil. Öğretim üyeleri, dernekleri aracılığıyla, özellikle iktidarın Türkiye Bilimler Akademisi’ne siyasi müdahalesini protesto ediyor, sağlık politikalarına karşı direniyor. İstanbul Çapa ve Cerrahpaşalı akademisyenler ve sağlık çalışanlarının protestolarını biliyoruz. Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyeleri de, Sağlık Çalışanları Platformu (DEÜTF SÇP) adıyla süreklilik kazanan bir izleme ve tepki verme platformunda buluştu. EGÖDER (Ege Üniversitesi Öğretim Üyeleri Derneği) de, sık sık sesini duyuruyor. Şüphesiz bu platformlar, iktidarın ve aracı kurumu YÖK’ün, üniversiteler ve akademik yaşam üzerinde giderek artan karanlık gölgesine karşı da bir tepki nhiteliğinde..
SAAT 10.30 EYLEMLERİ
Dokuz Eylül’den bir akademisyen yazıyor:
DEÜTF'de başlayan eylem çok yalın ve naif sayılabilecek bir biçeme sahip. Her gün saat 10.30'da Fakülte Hastanesi girişinde öğretim üyeleri (cübbelerimizle), araştırma görevlileri, hemşireler, teknikerler, SES, Türk Sağlık-Sen, Sağlık Sen, Türk Hemşireler Derneği, TTB İzmir Tabip Odası'nın katılımıyla kimi zaman 150-200 sağlık çalışanı ve akademisyen bir araya geliyoruz. Bir serbest kürsümüz var, bileşenlerden biri bir gün önce karar verilen bildiriyi okuyor, katılımcılar arasında o gün söyleyecek sözü olan kısaca paylaşıyor, kimi zaman kongre nedeniyle katılamayan, ameliyatlar ve benzeri nedenle orada olamayanların iletileri okunuyor; hizmet almayan gelenler, hastalar konuşuyor.  Eylem ertesi gün 1030'da bir araya gelmek üzere 15 dakika içinde tamamlanıyor. ”
Ülkenin bu gününde ve geleceğinde önemli yeri olan biz akademisyenler ve sağlık çalışanları sözümüzü erke iletinceye kadar seslenmeye, 10.30'larda toplanmaya, çoğalmaya kararlıyız. Eylemlerin bir de dili, sesi oluştu.  Her gün basılan bir yapraktan oluşan bir iletişim aracı.  Adı Alakarga, sahipsiz, aidiyetsiz, kendilerine koca karga diyen bir kaç akademisyen ve sağlık çalışanının ürettiği, ancak DEÜTF kitlesi içinde geniş kabul gören bir basılı material..

TÜBA’YA DESTEK
Öğretim Elemanları Dernekleri:
“Dünyanın hiçbir ülkesinde atamalarla, gerçek bir bilim akademisi kurulamamıştır. Atamalarla bilim akademileri yaşatılamaz. Ülkemiz bilim insanları bu girişimi boşa çıkarabilir. TÜBA üyelerinin önemli bir kısmı yapılan düzenlemenin anlamını açığa çıkarttı ve atamalarla kurulacak bir akademide yer almayacaklarını belirtip istifa etti. Onların bu onurlu ve bilim insanlığına yakışır tutumlarını destekliyoruz.
“Ancak asıl yapılacak olanın, oluşturulmaya çalışılan kurumda yer almamak olduğuna, yani atanmayı kabul etmemek olduğuna inanıyoruz. Bilim insanlarımızı, "bilimler akademisi" adlı bir kurumda atanarak görev almamaya çağırıyoruz.
İmzacıları: Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyeleri Derneği adına Prof. Dr. Hilmi Uysal; Ege Öğretim Elemanları Derneği adına Prof. Dr. Ferhan G. Sağın; Abant İzzet Baysal Üniversiteli Öğretim Elemanları Derneği adına Prof. Dr. Bahadır Aydın; İstanbul Üniversitesi  Öğretim Üyeleri Derneği adına Prof. Dr. Serap Kuruca; Üniversite Konseyleri Derneği adına Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu; Tüm Öğretim Elemanları Derneği adına Prof. Dr. Alpaslan Işıklı.
EGE’DE BİR DEKANLIK SEÇİMİ
Bu arada, yer veremediğimiz bir atamayı da burada anımsatalım. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Ekim’de dekanlık seçimi ve ataması oldu. Tabii, tahmin edersiniz neler oldu! EGÖDER’e bırakalım sözü: 
“Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekan Adayı Belirleme Seçimleri, 8 Eylül 2011 tarihinde gerçekleşti ve adaylardan biri 261, diğeri 126 oy aldı, ayrıca 30 boş oy verildi… YÖK, daha düşük oy alan adayı dekan olarak atadı. Böylelikle, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde de, daha önceleri diğer üniversite ve fakültelerdeki yönetici seçimlerinde görüldüğü gibi, üniversiter dünyanın dışından bir yetki kullanımı yaşandı.  
Toplum hayatımızda sıkça gördüğümüz “ileri demokrasi” ayıplarının bir uzantısı olan ve Türkiye’de akademik özerkliğin fotoğrafını gösteren bu durumun, yasal çerçeve içinde uygulanmış olsa da, akademinin geleneklerine ve etiğe uymadığını, uluslararası önemli bir bildirgeyi ve Türkiye’ye ait bir değerlendirmeyi anımsatarak, kamuoyu ile paylaşır:
“1- Yükseköğretim kurumlarının özerkliği ve akademik özgürlük üzerine Dünya Üniversiteler Servisi’nin 1988 yılında imzaladığı Lima Bildirgesi, “yükseköğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, topluma hizmet ve diğer ilgili faaliyetlerinde kendi politikalarını oluşturmada devlet ve toplumun tüm diğer güçleri karşısında bağımsız olmasını” esas alır. Bu çerçevede, bilimsel ve mali özerklikle birlikte, idari özerklik, akademik geleneğin ve üniversiter yapının olmazsa olmaz koşuludur ve akademik çevre, devletten ya da herhangi bir başka kaynaktan gelebilecek müdahale veya baskı endişesini taşımadan işlevlerini yerine getirme hakkına sahip olmalıdır.
“2- OECD’nin, akademik özerkliği 8 önemli göstergede değerlendiren raporunda, Türkiye’deki üniversitelerin bu 8 alanın sadece 3’ünde, o da “kısmi özerklik” sahibi olduğu vurgulanarak, Türk üniversitelerine bu alanda 8 üzerinden 1.5 notu verilmiştir.
Bugün sayıları 165’e ulaşan üniversitelerimizin, her birinde ortalama 7 fakülte olduğu kabul edilirse, YÖK’ün sadece dekan belirlenmesi sürecinde 1 000’i aşan sayıda değerlendirme (?) ve atama yapıyor olması bile bu sistemin çarpık ve hantal doğasını göstermeye yeter.

UYDURUK DERGİLERDE YAYINLAR
Bir Akademisyen yazıyor (İstanbul’dan):
YÖK Başkanı ile ilgili yazınız üzerine: Bu arkadaşlar bu işin de çaresini bulmuşlar. Örneğin, bizim konularda Energy Education Science and Technology Part A-Energy Science and Research diye bir dergi türemiş. Indekslerde geçiyor. Atıflarının %60’ını, aynı dergide çıkan makaleler oluşturuyor. Dergi atıf raporlarında var. (http://admin-apps.webofknowledge.com/JCR/JCR?SID=Y1fJEFBbnLE2c5Ifgmk)
Bir ornek: Makale 17 Nisan 2011'de dergiye gönderilmiş. Kabul tarihi 20 Mayıs 2011. Buraya kadar, haydi diyelim ki, çok geniş ve seri hakem kadroları var. Daha sonra makale Ocak 2011'de yayınlanıyor ve bugün (19 Aralık 2011) itibari ile 18 atıf almış!
“Konu mu? Lisans Bitirme Ödevi düzeyinde bir hesaplama. Dört işlemin ötesi yok. Bu yalnızca bir örnek. Bu dergide yayınlanan makalelerin neredeyse hepsi benzer... Diyeceğim o ki, yakında bu atıf ve H endeksi meselesinin pek anlamı kalmayacak. Çözümü bulmuşlar. Boşuna çabalıyoruz.”
***
Gelecek Cuma’ya kadar bakalım neler olacak! Hoşçakalın..
--Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Sayı 1293, 23 Aralık 2011

3 Koltuk Boşalıyor - 8, “Meydan Savaşı”


Erdoğan’la Gül arasında adeta meydan savaşı sürüyor..”
Bu ifade benim değil. İkisi arasındaki trafiği izleyebilecek durumda değilim. Ayrıca cemaat ve partiye yakın gazeteci takımı bile ne kadar izleyici olabilir, ondan da şüpheliyim. Alıştığımız, ANAP- DYP, CHP gibi “klasik partiler” olsa, neredeyse günbegün “canlı yayın” olarak izleyebiliriz gelişmeleri...
Ancak AKP öyle değil; kısmen dini kökeni de olan hiyerarşi var, son derece otoriter bir lider var; bu nedenle ağızlar sıkı mı sıkı; üç koltuğun paylaşımı, aleni güçler çatışmasına dönüşmeden önce, bugünkü iktidar gücü/pozisyonu çerçevesinde halledilmesi gerekir.
Erdoğan’la Gül arasında adeta bir meydan savaşı  sürüyor..” diyen, merkezde ve saygın bir politikacı. Şüphesiz, meydan savaşından kasti, görüşmelerin yoğunluğu.. “İktidar”, “yetki” ve “mevki” bölüşümüne ilişkin konuların “en yakın dostlar”ın aracılığıyla görüşüldüğünü söylüyor..
***
Bu çevrelerin adamı Önder Aytaç, üç koltuk meselesini ilk kez açtığım TV8’deki programda, Erdoğan ve Gül arasındaki “iktidar paylaşımı” nı kastederek, yaklaşık şöyle demişti: “Umarım Türkiye bir fetret devrine girmez, yoksa Türkiye bugüne kadarki kazanımlarından çok geri gider ve yazık olur..” Aytaç, bu işleri bilir ve tehlikeye dikkat çekmişti!
Fetret Devri, Yıldırım Beyazıt’ın oğulları arasında başlayan yaklaşık 11 yıl süren taht kavgası döneminin adıdır. Osmanlının birliği, zar zor yeniden kurulmuştur. Aytaç, Fetret Devri benzetmesiyle, AKP’de Gül- Erdoğan iktidar mücadelesine gönderme yaptı.
Bu mücadelenin bugünkü dışavurumlarını, örneğin, “Gül Birleşmiş Milletler’e mükemmel genel sekreter olur” gibi kalem döktüren, renkli yalakaların yazılarında görürsünüz! Veya, Erdoğan’ın 2023’e kadar Türkiye’nin başında olması gerektiğini, Başkan seçilerek Türkiye’yi yönetmesinin şart olduğunu döktüren benzerlerinde okursunuz.
Tabii, Gül’e uygun öneriler de sökün ediyor: Erdoğan Cumhurbaşkanı, Arınç veya benzeri bir yıl Başbakan, sonra hooop Gül Başbakan...
***
İkisi arasındaki temel sorun, daha önce de belirttiğim gibi, ortada iki tane “birinci sınıf” liderin belirmesidir. Gül, eskiden olduğu gibi, “Erdoğan’ın Dış İşleri Bakanı” değil. Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca, Gül’ün Başbakanlığını yönetemez. Sadece, bir “tecrübeli ağabey” olarak, danışılacak insan olabilir. Köşk’ten hükümeti yönetmeye, zaten yasa/hukuk da uygun değil.
AKP içinde, Gül dahil hiç bir politikacı, Arınç bile, 4 yıl başbakanlık döneminde, Köşk’ten yönetilen adam (emanetçi) pozisyonunu kabul etmez.
***
Erdoğan, Cumhurbaşkanını halk seçsin kararını verirken, kafasındaki “Başkanlık modeli”nin yolunu kendisine açmıştı!
Cumhurbaşkanını halk (milli irade!!) seçerse, yetkilerinin daha fazla olması gerektiği de (hukuken) ileri sürülür! Doğrudur! Bu, başkanlık / yarı başkanlık yönetim modellerinin yolunu açar! Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçiminde parlamentoyu devre dışı bırakarak, ilk aşamayı geçti!
İkinci adımı da, Anayasayı parlamentoda değiştirerek atacak ve “Başkanlık” işini bitirecekti! Son seçim stratejisini de, parlamentoda 368 milletvekili çoğunluğuna sahip olmak üzerine kurmuştu!
***
Okurlarım anımsar, bu stratejiyi, seçimlerden önce ve sonraki değerlendirmelerimde burada sık sık yazdım: Bu çoğunluğa ancak tek bir koşulda, MHP’yi yüzde 10 barajının altına iterek ulaşabilirdi! Bu amaçla, peşpeşe MHP liderlik kadrosunun seks videoları piyasaya sürüldü! MHP’nin “Tek Millet, Tek Devlet, Tek Vatan” sloganını devraldı! Kürtlere sopa çıkarttı! 
Seçim sonucu, Erdoğan için büyük bir hayal kırıklığıydı. “Erdoğan’ın stratejisi çöktü, istediği çoğunluğu sağlayamadı, üstüne üstlük, daha az milletvekili çıkardı, bu sonuç Erdoğan için bir yenilgidir” yorumunu yaptığım için, NTV’de seçim gecesi, Nazlı Ilıcak ateş püskürmüştü! Olayın özünü göremeyenlere diyecek bir şey yoktu..
***
Diyeceksiniz ki, eee şimdi ne olacak?
Şimdilik iki şey var: Erdoğan ya topal ördekliğini kabul edecek; Gül ve diğerlerine yolu açacak, Köşk’te uslu uslu oturacak..
Ya da, Başkanlığı zorlayacak! Meclis’te kurdurduğu Anayasa değişikliği komisyonunun esas görevi budur.
Peki bu mümkün mü?
Tehlikeli soru budur! 
Erdoğan’ın “Başkanlık Sistemi” için yeni anayasada ne gibi ittifaklara ve tavizlere gireceğine ilişkin bir yanıt aramayı zorunlu kılar.
Spekülasyona veya olasılıklara var mısınız?
***
Başa dönersek: Gül- Erdoğan çatışmasında başka “büyük ağabeylerin” tercihleri de vardır! Bunların başında da şüphesiz Washington geliyor!
Washington kimi tercih eder dersiniz?
Benim tahminim / değerlendirmem var..
--22 Aralık 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet