Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

DOĞAN KUBAN-2


Yeniden Başlayacağız!

Doğan Kuban

Her zaman ölümsüz bir ağaç gibi, yeniden başlayacak gücümüz olacak!
Sevgili Okuyucular, Dumlupınar Savaşı başladığı günden tam beş yıl sonra doğdum. Yeniden başlamak yaşam işaretidir. Kuruduğunu sandığınız ağacın filizlenmesi gibi.


İslam ülkelerinde, toplumları etnik köken ve mezhep kavgalarıyla ayrıştırmaya ve kabilse parçalamağa yönelik bir emperyalist program 150 yıldır uygulanıyor. Cahil ve aptal olmayanlar Pakistan’da, Afganistan’da, İrak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Mısır’da, Sudan’da, Yemen’de, Libya’da bunun sonuçlarını gördüler.
Afganistan, İrak, Suriye, Libya iskambil kağıdı gibi neden devrildi? Ürdün, Katar, Bahreyn, Kuveyt, Suudi Arabistan’da neden bu olaylar yok? Türkiye’nin son yirmi yılını inceleyin!
Ben Türk olarak doğdum. Türk olarak da öleceğim. Türkçe konuşuyor, yazıyorum. Dilim, ulusal kimliğimdir. Bu kimliğin içeriği Anadolu küçük kentlerinde ve köylerinde oluştu. Ama etnik olarak damarlarımda Türk kanı dolaşmıyor.
 Babam saf Çerkez. Kuzey Kafkasyanın Şapsıh kabilelerinden bir baba ve saraydan çıkma bir çerkez halayığın oğlu. Babası Nakşıbendi.
Anneannem Midilli’li Müslüman, kökeni belli değil. Ama Türkçe kadar Rumca da biliyordu. Anneannemin babası da, Midilli’de Şeriat Mahkemesi baş katibi bir toprak ağasıydı.
 Annemin babası Erzurumlu ama, kökeni Ortaasyadan Çelebi adıyla gelen din adamlarıydı. Amcası bir İttihat Terakki Şeyhülislamı idi. Dört karısından biri Yemen’de aldığı Sudan kökenli bir zenciydi. Annemin amca çocukları arasında yarı kara kuzenleri vardı. Biri subay, biri öğretmendi. Biri de Büyük Millet Meclisi’nde katipti. Benim en sevdiğim bu amca annemin de en sevdiği kuzenlerindendi.
Ailenin tümü İstanbul’da yaşıyor. Evleri var. Biz İstanbullıyuz. Annem ve Babam İstanbul doğumlu. Biz kendimizi İstanbullu kabul ediyoruz.

PARİS’TE DOĞDUM
Babam Paris’te Fransız Kurmaylık okulunda iken Paris’te doğmuşum. Paris, Ankara, zor hatırladığım Berlin ve İstanbul’da geçen ilk yedi yıldan sonra, subay babamla 9 yıl Anadolu’da öğretim gördüm. Liseyi bitirdiğim 1943’den bu yana yeniden İstanbulluyum.
Saf, fakir, ama doğa kokan bir Anadoluda büyüdüm. O yıllar benim ulusal kimliğimi dokudu. O zaman gördüklerimi anımsıyorum. Yediklerimi yemeğe devam ediyorum.
 Elaziz’de dut kurusu, kayısı kurusu ve keçi boynuzu yedim. Çelik çomak oynadım. Sekiz yaşımda ata binmeği ve Kürtlerle yaşamayı öğrendim. Eğirdir’in Yazla köyünde buğday haşlaması, buğdaylı yoğurt çorbası, çekirdeksiz üzüm, pekmez köpüğü, çitlembik, taze badem yemesini, eşeğe binmeyi, sallama sapan yapmayı, uzun eşek ve aşık oynamayı öğrendim. Ve askerlerin mahfelinde halka gösterdikleri sessiz filmleri seyretmeğe başladım. Denizli’de Pamukkale’in sıcaksu havuzlarında yüzdüm. Türkiye’nin en eski liselerinden biri olan o lisede orta okulun birinci sınıfında okudum.
Denizli 10-15 000 nüfuslu, evleri bahçeler içinde, iki katlı sokaklarında su kanalları açıkta akan, zengin bir Anadolu kentiydi. Cumhuriyetin sanayi aşamalarından biri olan Nazilli Dokuma fabrikası o sıralarda kurulmuştu. Bu fabrikaların birer futbol takımı olduğunu Denizli-Nazilli maçını seyrederken öğrenmiştim.
Bütün bu kent ve kasabaların okullarında gencecik Anadolu kızlarından hocalarım oldu. Onlar Türk toplumunun çağdaşlaşma kahramanlarıydı.

LİSE VE ANKARA
Sadece üç tane lisesi olan ve Üniversitesi olmayan Ankara’da liseyi bitirdim. Üç ana yolu, bir kalesi ve eski çarşısı, İstasyon binası, Büyük Millet Meclisi ve modern konservatuvarı, Sergi Evi, Radyo Evi, Kız Enstitüsü, Merkez Bankası, Sümerbank, Belediyeler Bankası, Güven Parkı, Sıhhiye Bakanlığı, Orduevi, Kızılay, İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Genel Kurmay, tümü nerdedeyse tek bir caddeye dizilmişti. Kent dışında Çankaya, Gazi Orman Çiftliği iki dış mahalle, Keçiören ve Etlik vardı.
 Çftlik’te Marmara ve Karadeniz yüzme havuzları ve orman vardı. Bahçeli Evler mahallesi de, ben lisede okurken yapılmıştı
Ankara’nın nüfusu 150 000 idi, Bahçeli bir iki katlı evleri, dört beş katlı apartmanları vardı. Yeni asfalt yollarında tekerlekli paten kayar, bisiklete binerdik.
O göz bebeğimiz kent yeni gelin olmuş bir geç kız gibiydi. Bugün ne öyle bir Ankara ne öyle bir Anadolu ne de öyle insanlar var. ‘Ankara, Ankara güzel Ankara’ şarkısı da yok. Görmek içimden gelmeyen karaya oturmuş bir gemiye benzedi.
O sıralarda Cumhuriyetin genç kuşaklarını ulusal devlet bilinci ile yetiştirmeğe çalışıyorduk.

YÜZYILIN EN BÜYÜ DEVRİMİ
Sevgili Okuyucular,
Batı kapitalizminin Ortadoğu vurgulu politika girdabına kapılan aşağı yukarı 1 milyar Müslüman bugün perişan durumdadır. Aralarında petrol zengini şeyhler, emperyalizm ve uluslararası kapitalizmin ajanı olarak çalışan iş adamları ve politikacılar var. Birinci Dünya Savaşından sonraki kargaşada bu emperyalist baskı kırılmak üzereydi. Savaşı kazanan Türkler de bu tehlikenin ağırlığını hissetmiyorlardı. Fakat bu ahtapot 1946’dan başlayarak birincisinden daha büyük bir hırsla İslam dünyasını sardı. Kurtuluş savaşını kazanan Türkler baskıdan kurtulabilceklerini düşünüyorlardı.
20. yüzyılın birinci yarısının en büyük devrimi Türk devrimidir. Cumhuriyet, bütün sıkıntılarımıza karşın ayakta. Alman Nazizmi dünyanın en üstün teknolojisinin ve Rus Komünist devleti de Avrupa düşüncesinin sosyal devlet konusundaki üstün felsefe geleneğinin ürünleri idi. Bu gün yaşamıyorlar. Ama biz Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşı galiplerinin elinden koparıp almıştık.

BÜYÜK BÜYÜME DESTANI
Türkler yüzlerce yıllık kültür ve teknik yokluğunu dev bir irade ile aştılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Türkiye’nin sanayi ve altyapı kalkınmasının hikayesi büyük bir büyüme destanıdır. Bugün yılda yapılan bir kaç asfalt yol, bir kaç kilometrelik metroya karşın, Cumhuriyet 15 milyonluk nüfusu ile ve ekonomisi ile yılda 200 kilometre demiryolu döşüyordu. Bu ilk sanayileşme devrim yapan diğer ülkelerin potansiyeli ileoranlanırsa, 20 yüzyılın en görkemli devrim atılımı sıfatına hak kazanır. Modern İslamda da örneği yok.
Sanayi alt yapısı, eğitim ve öğretim örgütlenmesi, güzel sanatlar ve musiki, kuldan vatandaş olan ulus o destanın ürünleridir. Laik Cumhuriyet İslam tarihinin Batıyı, bazı boyutlarıyla yakalayan büyük destanın çağdaş gösterisidir
Her şeye yeniden başlayacağız!’, dediğimiz zaman o birikimin on milyonlarca yeni Türkün atlama tahtası olacağını anlatmağa çalışıyoruz.
Unutmayalım! O sırada hemen bütün İslam ülkeleri sömürge idi.
Hitler bir sivil diktatör olarak iktidara gelip 13 yılda Almanya’yı tarihinin en büyük yenilgisine ve yıkımına mahkum etti.
Atatürk’ten sonra İsmet Paşa ülkeyi savaştan koruyarak 1920’lerdeki yok olma tehlikesinden ikinci kez kurtardı. Atatürk kuruluş döneminin, İsmet Paşa 2. Dünya Savaşı döneminin Tek Adamı idiler. Onların yaşamları üzerinde yapılan soysuz tartışmaların tek anlamı Osmanlı cehaletinin günümüze uzanan köklerinin varlığıdır.

SOYSUZ TARTIŞMALAR
Bugünkü durumun nedeni de o köklerin filizlenmesidir. O filizleri besleyen de 700 yıldır aşılamamış cehalet birikimidir. O cehalet, kentleşememiş bu toplumda, çağdaş teknoloji ve üretimle karşılaştığı zaman dengesini koruyamadı.
Almanya Avrupanın, teknik açıdan en önde gelen ülkelerinden biridir. Rus komünizminin arkasında ise Batı felsefesinin sosyal bilimlerinin yarattığı bütün düşünceler vardı. Bizim ne düşünce olarak, ne de teknik olarak Devrim savaşımız arkasında bu birikimler olmadı. Fakat kurtulma iradesi vardı. Herhalde derin bir tarihin bir yana koyduğu bir bilgelik de olabilir.
Her zaman ölümsüz bir ağaç gibi, yeniden başlayacak gücümüz olacak!

Günümüzün iletişim ortamında başka sonuçlar hayal edenler aldanıyorlar.
CBT Sayı 1994, 6 Kasım 2015 


***

BU SEÇİMLER ÇOK ÖNEMLİ
Seçim mi, Çağdaşlık Belgesi mi?

1980’den bu yana, demokratik süreçlerle cahilce, bazen zorbaca, bazen ahlaksızca oynanan politik oyunlar yüzünden, seçim halkın rahatça katılıp politik eğilimini özgürce ifade ettiği, uzun yıllar önce bir bayram havası içinde katılıp kendini çağdaş bir Türkiye vatandaşı hissettiği mutlu günlerden çok uzakta.

Doğan Kuban

Oy verme neden endişeli insanların birbirlerine kuşku ile baktıkları bir pazar rekabetine dönüşsün? Biz partilerin müşterisi miyiz? Partiler bize veresiye hesap açan bakkallar mı?
Bu güne gelmemizde halkın sağduyusunu bulandıran, cehaletini kullanan seçimi bir ucuz satış ortamına döndüren parti propagandaları rol oynadı. Bu günlere gelmemizin arkasında 1950’den bu yana oynanan bir uluslararası oyun var.
Bu oyun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenmeye başlayan, ABD ve Rusya arasındaki soğuk savaşla güçlenip, ABD ve Avrupa’nın Orta ve Yakın Doğu politikasına yamalanan bir emperyalist politikanın yan ürünüdür. 1980 darbesi ve demokratik rejimin budanması, Özal ve Evren işbirliği, kentlere kitlesel göçe paralel olarak toprak ve yapı spekülasyonuna dayalı ilkel kapitalizm ve sonunda en büyük cumhuriyet savunucusu olarak görülen ordu ve üniversiteye dışarıdan yönetilen saldırı.
 AKP’den önceki 50 yıl, zorunlu olarak, yeni fakat gelişmemiş kent planları ile toprak ve yapı spekülasyonunu Türkiye’nin birincil ekonomik etkinliği haline getirdi. Anadolu ağaları yeni bir rantiye sınıfı (daha doğrusu kliği) oluşturdular. Belediyeleri elllerine geçirdiler. Politika bu etkinlik üzerine kuruldu.

EĞİTİMİN YOZLAŞMASINA YARADI
Bu 50 yıl, artan nüfusdan dolayı eğitimin geliştiği izlenimi verse de, gerçekte daha önce varolan eğitim sisteminin yozlaşmasına yol açtı.
Politika ve ekonomideki gelişme ABD’nin genel çizgileriyle yönettiği az gelişmiş devlet imgesine uygun inşa edildi.
 Bunun Cumhuriyetçi demokratik, özgürlükçü boyutları hiç bir zaman hükümetlerin amacı olamadı. Hızla artan kırsal nüfus tarlasını bırakıp kentlere yığıldı. Kentlileşemedi. Gününü kurtarmağa çalışan, yetersiz örgütlenmiş, az gelişmiş bir toplum oldu. Kent yaşamı insanlara özgürlük ve demokrasi değil, acımasız bir yaşam kavgası, dinsel ve ideolojik kamplaşma öğretti. Aynı olgunun farklı sahneleri belediyelerde, partilerde de oynandı. Türkiye İrak Savaşı başında 21. Yüzyıla, 1950’den daha az olgun, kent soygununun kurbanı bir nüfusla başladı.
Bu çözülme eğrisinin hızla 2014-2015 maksimumuna ulaşması, toplumun 1950’den bu yana yeni bir dünya düzenine hazırlanması sürecinin başarısız son aşamasıdır.
Çözülme, temelde partiler üzerinden değil, cahil toplumun tümü üzerinden geçerek gelişti. Arkasında karmaşık ve usta işi, uzun vadeli bir dış program olması gerek. Türkiye’de bunu planlayacak toplu politik irade, bilgi ve örgütlenme gücü yoktu. Toplumda kimileri bu komplo kuramlarından hoşlanmazlar.

GEÇ KAPİTALİZMİ YAŞATMA KURAMLARI
Kanımca 21. Yüzyılın en gözde, en gelişmiş kuramları, geç kapitalizmi yaşatmak için geliştirilen bu programlardır. Uygulandıkları ülkelerde toplumsal kültürün eğilimlerini ve algılama potansiyelini, çağdaş dünyanın yapısını tanımış olmanın derecesini, ekonomik yapıyı ve halkın ekonomik tepkisinin şiddetini, din ve milliyet duygularının yoğunluğunu incelemiş olmalarıdır.
Bu her zaman mükemmel olmayabilir. Bu gazetelere yansımaz. Politik ortam olanak verdiği zaman küçük bir düğmeye basarak mekanizma harekete gelebilir. Ona bağlı iç, dış, örgütsel, kişisel odaklar günlerce aylarca araştırma, tartışma konusu olabilir. Fakat kurbanları hazırdır. Buna benzer örgütlenme her yerde var. Fakat toplumlar buna hazırlıklı değildir. Kurban verip şok geçirdikleri zaman, politik propaganda yalan sistemini harekete geçirir.
 Türkiye gibi ülkeler halklarını demokratik, bilgili ve özgür bir düzeye ulaştırmak için hiç bir şey yapmadıkları halde, bu örgütlerin işine yarayan ortamı hazırlamakta zorluk çıkarmazlar. Örneğin bir sınav, bir cinayet kadar düzgün hazırlanamaz.

DEMOKRATİK CUMHURİYETİ GÜÇLENDİREN YOKTU
Sevgili Okuyucular,
1950’den bu yana hiçbir dönemde hükümetler (1960 Devrimi dışında), Türk toplumunu çağdaşlaştırma aracı olarak demokratik Cumhuriyeti, özgürlüğü, laikliği halkın bilincine yerleştirecek bir etkinlikte bulunmadı. Ama ölüm, tarikat, din, Osmanlılık konularını politikalarına yardımcı olarak kullandılar. Çağdaş dünyaya ulaşacak bütün kanallar, alışveriş dışında, tıkandı.
Dünya halka bir pazar olarak tanıtıldı. Cahil ve fakir kalabalıklar çağdaşlığı bilgi olarak değil, satın alınacak süslü mallar olarak algıladılar. Otomobil sahibi olmak, özgür insan olmaktan daha önemli oldu. Bu bağlamda ilginç bir gözlem, bu aşıyı topluma yapanın daha önce kendisini de aşılatmasıydı. Böylece aşılı tüketimcilerin temsilcisi oldular.
Tüketici sayısı arttığı oranda politik garanti de sağlanıyordu. Bu mekanizmanın çalışması için hükümetlerin tek işi, diğer alanlarda ne kadar yanlış yaparsa, ne kadar pot kırarsa kırsın, çağdaş kapitalizmi yaşatmaktı. Bu toplumun geleceğini planlamaktan daha kolaydır.
 Bizim gibi sürü dışında kalanların anlamadıkları şey, bu mekanizmanın uluslararası ilişkileri ne kadar kolay işlettiğidir.
Burada paranın ötesinde ideoloji yoktur. Para aktıkça politika değirmeninin çarkı da döner. Su kesildiği zaman dönmez. Fakat çağdaş dünyanın nüfusu, aç karınların sayısı arttığı için, su arasıra kesilmeğe başladı. Bunun tersi de olası değil. AKP, kuraklıktan önceki döneme rastladı. Susuz kalınınca ne yapılacağını da halka anlatmadı.

BU SEÇİM DEĞİL REFERANDİM
Sevgili Okuyucular,
Onun için bu seçim değil, Türk toplumunun çağdaş, yani geleceğin dünyasında Batının kölesi olmadan kalma referandumudur.
Aslında seçim ile referendum arasında ne fark olduğunu halk bilmez. Seçimde %40 oy alan bir partinin hangi trüklerle seçim sonucunu iptal ettiğini anlayamaz. Çünkü demokrasi halka öğretilmemiştir. Türk halkının %60 kazandığı seçimde neyi kazandığını, ya da neden kazanamadığını kendine sorması demokratik bir Türkiye için iyi bir başlangıç olabilir.
Türkiye cumhuriyetinin bu duruma düşmesinin sayısız taktik nedenleri olabilir. Kürtler, Yakındoğu kargaşası, Petrol, Batının planları, AKP’nin kötü idaresi, 17 Haziran seçimini kazananların pısırıklığı, Anayasa ihlalleri veb. Fakat buraya kadar nasıl gelindi?
Bir ülkenin 25 milyon seçmeni, dünyanın bütün konjonktürleri bağlamında, ülkenin ormanda kaybolduğunu ve geleceklerinin kuşkulu olduğunu hala bilmiyorlar. Çağdaş dünyanın farkında değiller! Bu güne onlar öyle geldi, Türkiye de böyle geldi. Fakat bu sonucu cahillerin partisi olduğu için iktidara yüklemeyelim.

BU SEÇİM ÇOK ÖNEMLİ
Sorunumuz, geleceğin dünyasından uzak kalmamızdır. Bu Osmanlı artığı bir toplum kesiminin direnci sonucudur. Ne var ki onu ayakta tutan kendi varlığı değildir. Evrensel Bir ‘survival’ sisteminin parçası olarak çalışıyor. Doğal olarak içimizde de ortakları var. Dünya hem insanlar, hem de ideolojik sistemler için çok tatlı.
Sevgili Okuyucular,
Bu seçim çok önemli. Çünkü toplumun yüzde kaçının düşünce olarak Ortaçaçağda kaldığını gösterecek.
Son günlerde, seçim nedeniyle alınan iki karar hükümetin de ortaçağda yaşadığını kanıtlayan basit, fakat çok önemli göstergelerdir. Ortaçağdan başlayarak ‘Zaman’, insan ve yaşamdan bağımsız matematiksel bir evrensel, bilimsel ölçü olarak kullanılmaktadır. Saat de, para gibi, organik ölçekler değildir. Bir ülke seçim nedeniyle evrensel zaman değişimini otomatik dünya sisteminden farklılaştıracağını, herhalde bir kaç oy fazla alacağını düşünerek değiştiriyorsa ve halk da bunu algılamıyorsa toplum, bir yönü ile Ortaçağda yaşıyor demektir.
Bir özelliğimiz daha olacak: Öğretime Arapça olarak başlayıp İngilizce olarak bitireceğiz!!

Bu Ortaçağ damgasını da yiyecek miyiz?
CBT sayı 1493, 30 Ekim 2015  


***

ANKARA KATLİAMI
Kalan Akıllılara Mesaj

Doğan Kuban

İslam Dünyası başını geriye çevirdi. Önünü görmüyor. Yalpalıyor. Dünyanın en kötü durumda olan toplumları, Afrikalılardan sonra Müslümanlar. Yaşamlarını sürdürebilmek için ya kendi karanlıkları ile savaşıp çağdaşlık yoluna girecekler ya da köle olacaklar.


Zaten şu sırada sömürülmeyeni yok! Gençleri Batıya göç etmek için ölümü göze alıyor, çoluk çocukları ile yollara düşüyor, insan kaçakçılarının kurbanı oluyorlar. Suriyeli’lerin Ege sularında boğulmaları günlük dramatik gösteri. Şimdi buna kandi dramımız da eklendi.
Adıyamanlı kendi ülkesinin insanlarına ölüm taşıyorsa, burada İslamın sağlığına kimseyi inandıramazsınız. Ankara katliamı kuşkusuz AKP’ ye yaramadı. Bu kadar kan kimsenin işine yaramaz. Fakat olayın boş verilecek bir yanı yok! Burada vurdumduymazlık ya aptallık ya da beyni yıkanmışlık anlamına gelir. Toplum umutsuzluğa yuvarlandıkça kimilerine yine ‘tek dişi kalmış canavar’ deyimini söyletiyor. Yakında ‘Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun. Ben mahzun! ‘ diyenler de çıkacak. Bekçi köpeklerine ise söylecek söz kalmamış.

AVRUPAYA PARALEL KİMSE YETİŞMEDİ
Sevgili Okuyucular,
Yuvarlandıkça büyüyen kartopu gibi bir tarihi gerçek kaşısındayız. Bu günlük politika sınırlarını çoktan aştı. 1683’de Osmanlılar çözülmenin nedenlerini anlayacak kadar Avrupayı tanımıyorlardı. Osmanlı toplumu henüz Avrupa ile paralel bir uygar değişim evrim sürecine girmemişti.
 Örneğin Fransız toplumu 17. Yüzyılda Descarts, Fermat, Pascal diye üç evrensel matematikçi yetiştirmişti. Osmanlı tarihinin sonuna kadar bunlara parallel bir matematikçi biz de yetişmedi. O çağın tek okulu olan medreselerin okuttuğu mollaların en ünlülerinin biyografilerini içeren Şakayık-ı Numaniye’de adı matematikçi olarak geçen…. Nin adını işittiniz mi? Tarih okuyan birileri işitmiş olabilir. Ne yaptığını bilen bir Allah’ın kulu var mı? Avrupalılar biliyor mu? Hayır.
Başka bir konu alanına bakalım: Burası Türkiye, belli olmaz, ama Leonardo Da Vinci’yi bilmeyen yoktur. Ressam, bilim adamı, araştırmacı ve yaratıcı bir teknisyen olarak dünya kültürü yıldızlarından.
Onun herhangi dalda ürettiklerini yapan bir Türk tarihimizde var mı? Yok! Hadi biz resim yapmazdık, diyelim. Fakat çizdiği sayısız insan anatomisi, hayvan anatomisi, bitki anatomisine ilişki teknik resim ve analizlerini yapmış bir Türk var mı? Yok!
Yaptığı sayısız araç resimleri, istihkamlar, yapılar, köprüler (İstanbul’a da Haliç üzerine bir köprü projesi yaptığı söylenir) ve sayısız geometrik eskizlere benzer araştırmalar yapan bir Türk var mı? Hiç işitmedik.
Peki. Osmanlılar en görkemli dönemlerinde Brunelleschi gibi bir araştırmacı mimar ve heykeltraş yetiştirmişler mi? Türk tarihinde mimar, ressam, heykeltraş ve yazar olan bir sanatçı yetiştirmişler mi? Haşa!

ÇAĞDAŞLAŞMAYA ÇOMAK SOKANLAR
İtalya’ya da Avrupa’dan örnek saymağa kalkarsam, zaten okumak ve işitmek istemez, kafanızı kuma gömersiniz. Avrupa ile aramızdaki uçurumu kapamak için ne yapmışız? Cumhuriyet başındaki duruma bakarsak hiç bir şey yapamamışız. Yavaş yavaş gemi batmış.
 Cumhuriyetin ilk elli yılında büyük bir çaba ile örgütlendik. Fakat dünya düzeyine yetişemedik. Neden? Çünkü çağdaşlık çabasının tekerine çomak sokmuşuz. Kim? Batılı emperyalistlerle işbirliği yapan ve çok kez onlara aldanan yerli politikacılar.
Türkiyenin çağdaşlaşma çabaları içinde yetişen bir öğretim üyesi olarak, cumhuriyet eğitiminin her aşamasında yapılan çabaların niteliğini biliyorum. 1970’den sonra bir gerici rüzgara daldık. Neredeyse 50 yıldır, son yıllarda ivme çok arttığı için, giderek hızlanarak bu batağa düştük.
1923’de başlayan gerçekten fırtına gibi bir gelişme 2. Dünya Savaşı ve Demokrat Parti ile sona erdi. Osmanlı kültür mirası çağdaşlık yolunda atılması gereken hiç bir adıma olanak vermedi. Bu bağlamda dışarıdan gelen ve komplo olmasa bile, olumsuz bir manipülasyon söz konusudur. Toplumun çağdaşlık karşıtı eğilimleri bu amaçla kışkırtıldı. Bu bağlamda Bernard Lewis, Huntington gibi sözcüleri anımsıyorum. Bu yöntem, kanımca, hala aktiftir. Alarm sağır kulaklara erişmiyordu. Ama şimdi virüs ağaca girdi.

ENTELEKTÜEL KISIRLIK
 Osmanlı cehaleti entellektüel kısırlık demek.
 Toplumun çürümesinin sonsuz kanıtları olabilir. Fakat bunun düşünce ve araştırma üretimine ilişki sayısal kanıtları sağlamdı. Cahil bir tüketim toplumuna bunları anlatmak zor. Onun için basına da yansımaz.
2000 yılında Princeton ünversitesinde The Crest of the Peacock, Non-European roots of Mathematics adlı bir kitap yayınlanmıştı. Yazarının adı George Gheverghese Joseph. Matematiğin Avrupalı olmayan köklerine ilişkin bu kitabın verdiği bilgilerde bir tek Türk adı yok. Bibliyografisinde çağdaş bir Türk yazar yok.
Bildiğimiz tek şey Semerkantta Uluğ Bey dönemindeki astronomi okuludur. 70 yaşında İstanbula gelen Ali Kuşçu da o okulun bir üyesidir. İstanbul’a 3. Murat’ın getirttiği Arap Takiyüddin de bir Osmanlı bilim adamı değildir. Onun da rasathanesini başına yıktılar. Kimler? Medrese mollaları. Fizik, kimya, biyoloj, tıp da yok. Mühendislik de yok.
Demek Osmanlı’nin başından 21 yüzyılın başına kadar 700 yıl bilim bizim imparatorluğun semtine uğramamış.

SADECE ŞANLI SÜVARİLER, HAREMLER VAR
Peki, resim, heykel, musiki var mı? Kuşkusuz musikisiz yaşam olmaz. Güzel sese şeytan sesi diyenler dışında. Ama folklor musiki kültürünün boşluğunu dolduramaz. Resim, heykel yasak! Eh, Felsefe de yasak! Düşünme de yasak!
Onun için Türklerin kültür ve uygarlık tarihinde adları geçmiyor. Sadece kurdukları hayal devletler, şanlı süvarileri, sultanları, haremleri ve şimdi de AKP yönetimi biliniyor. Onların da nasıl algılandığının gazetelerde okuyoruz.
Tek Nobel bilim ödülümüz de ABD’de. Tarih 2015. Osmanlı İmparatorluğu 1300’de, Cumhuriyet 1923’de kuruldu.
Düşünenler çoğalmadı, ve utanmıyoruz. En çok ölüleri ve cenazeleri, camileri ve AVM’leri, borsaları ve gökdelenleri, yolları ve sarayları, ve de otomobilleri düşünüyoruz. Bu tablo bile bir komplo görünümü veriyor. 700 yıllık bir cehalet banyosunun tarihini de yazıyoruz. Fakat okuyanların cahil kaldığını da anlamıyoruz.
Neden? Çünkü dünyada sadece kendimiz varmış gibi, tarih yazıp ne yaman olduğumuzu da bu topluma belletmişiz. Kimse 700 yılda biz neden bir otomobil yapamamışız, Saray uyapıyoruz da telefon neden yapamıyoruz, her tarafa uçakla gidiyor, neden uçak yapamıyoruz, demiyor.

ŞAHESER YORUM
Acaba halk çok bilge olduğu için bunların ezelden alnına yazılmış kaderi olduğunu bildiği için mi sesini çıkarmıyor? Bu şaheser bir yorum. Parmağını oynatmayı bile gerektirmiyor. Eşek kaçmasın diye bir direğe bağlamak gerekli değil. Ha eşek dağa kaçmış, ha 100 kişi ölmüş. Hepsi kader! Fakat bunları söylemek yasak. Yasaklamak da kader mi?
Sevgili Okuyucular,
Ülkenin fırtınayı atlatıp yoluna devam etmesi gerek! Bunun için insan kalitesinin yüselmesi, topluluk dayanışmasının artması, çağdaş standartlar seviyesinde insan yetiştirmemiz gerek. Din ile çağdaş davranışlar arasındaki ilişkiler bugüne kadar nasılsa öyle değişmeğe devam edecek. Tanrıya gerçekten inanan için onun iradesine karşı çıkacak bir insan gücü olamaz. Fakat insanın tanrıya kalkan olması komik ve günahdır.
Çağdaş hiç bir ülke cahil kadrolarla idare edilemez. Bu miadı dolmuş bir uygulamadır. İyi bir eğitime dayalı uzmanlık bütün hükümet kadrolarının vazgeçilmez ilkesi olmalıdır. Geleceğin dünyasında yaşamanın vazgeçilemeyCBT 1492ecek ilkesi budur. Kazanana ödül vadeden politik sistem çürümüştür. Öğretim çağdaş standartlara göre düzenlenmek zorundadır.
Bu düzeyin altında kalan ancak yakın geleceğin kölesi ve canlı bombası olabilir.

CBT 1492, 23 Ekim 1995



***

İlk Bilim Nobeli Alan Türk Aziz Sancar ve 

Öğretim

Sevgili okuyucular,
Bu günden sonra ne olacak bu ülkenin hali demeyin! Gerçi AKP 100 üniversite daha açsa da Türkiye’de bilim ortamı oluşmuyor. Ama bir Türk tıp fakültesinden 1969’de mezun olan Mardin’li Türk doktoru Aziz, bir Amerikan üniversitesinde DNA onarım mekanizmaları üzerindeki çalışmalarıyla Nobel Ödülü kazandı. 

Doğan Kuban

Bu doktor İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunudur. Tübitak Ödülü de kazanmıştı. Ve hükümetin el koyarak fiili olarak kuruluş işlevlerinden uzaklaştırdığı ilk Türk Bilimler Akademisinin üyesi idi.
Bu başarı önce kişiseldir sonra Ulusaldır. Çünkü Cumhuriyet’in yetiştirdiği bir doktordur. Üniversite sayılarıyla, partilerle, gökdelenle, AVM ile, çift yolla Nobel Ödülü alınmıyor. Bu olanak özgür ve araştırma ruhu kazanmış üniversiteler gerektiriyor. Bizim hükümet bilim istemiyor, sanat istemiyor, teknoloji ve çeşitlilik istemiyor, saray istiyor, gökdelen istiyor. Alternatif enerji istemiyor. Ruslardan Atom santrali istiyor.
Doktor Sancar, neden Türkiye’yi o kadar sevdiği halde, Amerika’ya beni yetiştiren İkinci vatan diyor? Nedeni şimdiki Türk eğitimi.
Sevgili okuyucular,
Aziz Sancar bir Cumhuriyet kahramanıdır, ama bilimsel savaşını Amerika’da verdi. Nobel’i Avrupa’dan aldı. Fakat bir şey kanıtladı: Cumhuriyet’in öğretim ivmesinin Nobel alma olanağının alt yapısını hazırlayabildiğini. Kendisi de bunun bilincinde büyük bir adamdır.
Bilim Nobel ödülü, Barış ödülü ya da Edebiyat ödülü gibi Avrupa’nın Avrupa dışı ülkelere karşı yaptığı bir kültürel jest değildir. Arapça, Hintçe, Türkçe, edebiyat ödülü veren Norveç akademisi üyeleri bu dilleri bilmezler. İngiliz, Alman, İspanyol, Fransız, İtalyan yazarları ödül alırken bu ödül sistemi de bir ölçüde çalışır. Fakat çeviri üzerine ödül, devlet adamlarına verilen şeref doktorasından fazla bir anlam taşımaz. 
Aziz Sancar ilk Nobel ödülü alan bir Türk bilim adamı unvanını kazandı. Fakat bu Cumhuriyet öğretimi için bir yüz akı ve onun çağdaş amaçları için bir kanıt. Bugün övünülecek bir şey yok. Neden Ankara, İstanbul ya da başka bir Türk üniversitesinde değil Amerika da! Çünkü bu yaratıcı doktora Türk öğretimi aynı olanakları sağlayamadı. Nedenleri aşağıda yazılı.
NEDEN AMERİKA’DA
İlkokuldan üniversiteye kadar, partizan oldukları için deneyim ve bilgisi kuşkulu idareciler elinde, AKP’nin ortaçağa yönelik ve çağdaş dünya karşıtı ideolojik amaçları doğrultusunda, çağdaş dünya standartlarının çok altında bir öğretim ve eğitim sisteminin acılarını yaşıyoruz. Çocuk ve gençlerin öğrenme çağı sayıya feda edilmiş, yetersiz programlar ve kuşkulu geçiş sınavlarıyla gençlerin en pırıltılı çağları fiziksel, düşünsel ve duygusal bağlamda gelişmemiş, ilkel amaçlı parti mottolarına kurban edilmiştir. 
Ülkenin geleceği en büyük hatta öldürücü tehlike, öğretim programının yetersizliği, hatta ilkelliğidir. Burada sanat, felsefe, matematik ve bilim kuşa çevrilmiştir. Parasal olanakları yeterli aileler çocuklarını özel okullara ve yurt dışına göndermektedir. Normal bir Türk ailesinin böyle bir olanağı yoktur. Öğrenci sayısı giderek arttığı ve okul programları giderek tırpanlanıp, öğretmen ve üniversite öğretim üyesi öğrenci sayısına göre oransal olarak azaldığı için, öğretim seviyesinin düşüklüğü, ülkenin geleceği için bir zaman bombasına dönüşmüştür. Aslında bu bir kaç yıldır bütün yaşamda olumsuz etkilerini yaşadığımız bir süreçtir.
Ortaokul öğrencileri arasında çemberin çapını, Çeşme’de oturup Yunanistan’ın nerede olduğunu, 29 Ekim 1923’ün ne olduğunu bilmeyen öğrenciler çok. Birkaç eski üniversitede kalan öğretim üyesi, öğrenci oranı üniversitelerin pek çoğunda çok küçülmüş ve bunun sonucu öğretmenlik ve öğretim üyeliği, akademisyen olarak yetişmemiş, sıradan üniversite mezunlarına ya da devlet memurlarına verilmeye başlanmıştır.

UNVANLARIN GÜVENİRLİKLERİ
Üniversitelerin verdiği doktora, doçentlik, profesörlük unvanları güvenilirliklerini tümüyle yitirmiştir. Üniversite öğretim üyelerinin yayın sayısı, taşıma suyla çalışan değirmenlere benzeyen üniversiteler de yok mertebesindedir. Ders kitapları niteliksizdir. 
YÖK sistemi, hükümetin kendi ideolojik kriterlerine göre seçilen birkaç üye ile rektör, dekan, profesör, doçent kadrolarını her bilim dalında kontrol eden bir fetva dairesidir. 1983’den bu yana, asker ve sivil, bütün idareler döneminde yaşayan bu sistem, bağımsızlığı evrensel bir ilke olan üniversite sistemini yok etmiştir. Hükümetin sözcülüğünü kabul eden eğitim mollaları, Cumhurbaşkanından başlayan bir parti ideolojisi, öğretim üzerinde baskının araçları olarak çalışmaktadırlar. Sayısı 200’ü geçmiş bir üniversite dünyasında, derleme akademisyenlerle yüzlerce uzmanlık alanını kapsayan bir kontrol sistemi, ancak çok geri kalmış bir ülkede ya da bir dikta rejiminde var olabilir.
Üniversite eğitim düzeyi, kendi alanımdan edindiğim bilgilere bakarsak, tümüyle çökmemiş olsa da, dostlar alışverişte görsün mantığı ile yürütülmektedir. İdeolojik bir ortaçağ kafasıyla orta öğretimin sanat, musiki, felsefe hatta bilim programları dünyanın çok gerisine düşmüş, Türkiye’nin sömürgeleşme programına dönüşmüştür.
Bu öğretim uygulamasını bütün görevlilerin beğendiğini ya da uygun gördüğünü söylemek istemiyorum. Kuşkusuz elinden geldiği kadar karşı koyan, çocukları seven, vatansever ve iyi niyetli sayısız öğretmen var. Fakat okulların idaresi politik amaçlıdır. Sonuçta, bir gizli çekişme ortamında, umut vermiyor. Sonuçları da kamuoyunun önündedir.
Toplumun bütün alanlardaki işleyişinde, hastanelerde, devlet dairelerinde, kültürde, sanatta, çevre korumada öğretim programlarının yetersizliği sırıtmaktadır. Çocuğu okulda olan herkesin bildiği bu gerçekleri idarenin sözcülerin reddetmesi sonuçları değiştirmiyor. 

İMAM HATİPTEN BİLİM ADAMI MI ÇIKACAK
Yüksek eğitimde düşünce özgürlüğünün ortadan kalkması bir yana, orta öğretimin içeriği de neredeyse Tanzimat öncesine doğru birkaç geri adım atmıştır. İmam hatiplerden bilim adamı mı yetişecek. Bunların tümünün korkulu bir rüyadan ibaret olduğunu söyleyen olsa çok sevinirdim. 
Fakat tüm öğretim sisteminde öğretmen-öğrenci sayılarının oranları, ders programları içeriği, öğretmen ve öğretim üyelerin nitelikleri, ders kitaplarının kalitesi, araştırma olanakları, sanat ve spor etkinlikleri üzerinde yapılan gözlemler bu kötü değerlendirmeden uzaklaşma olanağı vermiyor. Bu durumdan kurtulmak zor olacaktır. 
Türkiye öğretimi politik amaçlarla parçalanmıştır. Bunun bedelini ülke ve toplum çoktan beri ödemektedir. Sonucu sömürgeleşmekten başka bir şey olamaz. Sömürgeleşmenin yalancı tacını şimdiden çocukların başına oturttular: İngilizce öğretim. Gerçek öğretime ‘bye bye’ dedik. Bu Müslüman idare, ‘Allaha ısmarladık’ kadar güzel, eski ve yerleşmiş bir ayrılık deyimini, bilinçli eğitimi ile ‘Bye Bye’a çevirdi (!).
Türkiye Cumhuriyeti eğitimi parasız yapan çağdaş bir devletti. AKP eğitimin yarısını paralı yapan bir ucube idare yaratmıştır. Halkın fakir olduğunu unutmuştur. Yurt dışında okuyan 100 000 dolayında öğrenci toplumun fakirleri arasında mı?
İktidar ömrünü tamamladığı zaman yapılması gereken çalışmalar çok zor ve ayrıntılıdır. O gelecekte eğitim üzerinde sayısal ve nesnel araştırmalar hükümet memurlarınca değil, ilgili kurumların seçeceği gerçek uzmanlarca yapılmak zorundadır. Bunlar çalışmalar, politik iradenin etkisi dışında kalabilen uzmanlarca yapılması gerekecektir. Bu, depremde yıkılan bir yapının baştan restore edilmesine benzer bir süreçtir.
Sevgili Cumhuriyetçi Türk yazarları 
Seçimden önce birkaç kez öğretim üzerine yazın, halk çocuğunu okutmak istiyor! Onlara öğretimin iç yüzünü ve evrensel amacını anlayabilecekleri kadar basit sözcüklerle anlatın. 
Bu görev sarayın adını taşıyan kolonya satmak, doktora tezini aile ile birlikte İtalya’da yazmak, hatta sahte seçim oyu kimliklerini izlemekten daha önemlidir..   
CBT Sayı 1491, 16Ekim 16 Ekim 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder