Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

CBT GÜNDEM YAZILARI


“Böyle Akademi Türkiye İçin Yeterli Kardeşim!”

CBT sayı 1287, Gündem, 18 Kasım 2011


Türkiye Bilimler Akademisi’ne siyasi iktidarın operasyonuna, iktidarın adamlarından tam destek gelmesi şaşırtıcı değil. Birileri TÜBA’nin dinsiz imansızların elinde kaldığını, evrimcilerin orada cirit attığını belirtirken, “bilimden yana” gözüken bazı iktidar yazarları da, Akademi’nin “bilim felsefesi”nin hiç de iyi olmadığını, çoğulcu bir bilim anlayışının orada egemen olması gerektiğini belirtmekte ve “Akademi kimden yana?” diye sormakta.
Aslında “kimden yana” sorusu, başlı başına bir ihbarcılıktır ve ayrıca iktidarın yaptırımına gerekçe sunmaktadır. Efendim, Korkut Boratav, Akademi’de konferans vermiş. Boratav dünya ekonomik krizini Marksist açıdan anlatmış.. Türkiye ekonomisinin İMF’ye teslim edilmesini eleştirmiş...  Merkez kapitalist ülkeler kendi çıkarlarına oluşturdukları ekonomi programları Türkiye’ye dayatırlar, demiş.. Oysa Kemal Derviş’in programı başarılı olmuş.. Akadmi “böylesine ideolojik bir konferans”a nasıl izin vermiş. Eğer veriyorsa, Derviş’i de savunan bir iktisatçıyı da davet etmeliymiş...
Bu eleştiriye, iktidar haddini katbekat aşan gözü kara destek mi, yoksa gözü karalığın doğurduğu bir şanssızlık mı desem, bilemedim.
Akademi’nin davet ettiği konuşmacılara bakıldığında, örneğin ABD’nin dünyada ekonomi çıkarlarını savunan yabancı bilim insanları da var! Ama onların yanına Boratav gibi birini koymak gerekmez. Çünkü doğru olan bugünkü dünya ekonomik düzenidir! (Çöktüğünün farkında bile değiller!)
Akademi’ye böyle bir saldırı ile, Akitçilerin “vayy evrimi savunan broşür yayınladılar” şeklindeki saldırısı arasında bir fark yoktur!
***
Çoğulcu bilim” (ne demekse) adına, “orada niye bir ilahiyatçı profesör üye değil?” diye de sorulmaktadır! Bence Diyanet İşleri Başkanı da Akademi’ye girmelidir! O “zat-ı profesörleri”, bilime büyük bir katkıda bulunmaktadırlar:
Depremi sadece tesadüfle, fay hatlarıyla izah etmeye çalışmak yetersiz olacaktır. Bu tür afetlerin, sınanmak için olduğu düşünüldüğünde, depremi yaşayan insanların bu imtihanı verdi (ölerek!!!), şimdi imtihan sırası geride kalanlardadır (onlar da ölüme hazırlanmalı!!!)... İnsanlar tarih boyunca doğal afeti yorumlamada zorlanmaktadır; yaratıcı kudret yok sayılarak, deprem tesadüflere bağlanmamalıdır.. Böyle yapanlar zihin tembelleridir..”
Mehmet Görmez, unutmayın, profesör doktordur! Diğer profesör doktorlardan ne gibi bir ayrıcalığı olabilir ki!
***
Bilim akademilerinin dünyada örneklerinin işleyiş mekanizmaları hakkında okurlarına tek satır bilgi vermeyeceksin, ama TÜBİTAK Bilim Kurulu’nun TÜBA’ya üye atamasını normal karşılayacaksın. Deniyor ki, “o da bilim kuruludur”! Tabi, o bilim kurulu üyelerini atayanın Başbakan olduğu belirtilmeden!
TÜBİTAK’a 3 üyeyi YÖK atıyor. 3 üyeyi Bilim Kurulu seçiyor. İkisini TÜBA seçiyor. Her boş koltuk için ikişer aday öneriliyor ve son seçimi Başbakan yapıyor!
14 üyeli TÜBİTAK Bilim Kurulu’nun geride kalan diğer 6 üyesi de, üniversiteyi bitirdikten sonra kamu hizmetinde 10 yıl çalışmış kişiler arasından seçiliyor. İkisini TOBB; 4’ünü de Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı öneriyor. Tabii, her bir koltuk için ikişer öneri aday arasından, Başbakanın 6 üyeyi atıyor. TÜBİTAK Bilim Kurulu, bir akademisyenler topluluğu değildir. Aralarında oda başkanları, sanayiciler vb var!
Özetle hepsi Başbakanın atamasıdır.. “Başkanın adamları” böyle oluşuyor! Derin minnet duygularıyla!!! Onlar TÜBİTAK Bilim Kurulu’nu oluşturuyor. Bu bilim kurulu, Akademi’ye 100 üye atayacak!!!
TÜBA’ya üye seçimi ise, seçkin bilim insanlarınca yapılıyor. Üst başarı kriterleri aranıyor.. Seçkin üyeler, ancak, en az kendileri kadar bilimsel başarımı olanlar tarafından seçilebilir!.. TÜBİTAK olsun YÖK olsun, Akademi’ye ancak en iyi olasılıkla kendi düzeylerinde insanları üye olarak seçerler. Şüphesiz aralarında “iyiler” olacaktır, ama bunlar vitrini kurtarmak amaçlı kişiler olacaktır.
İktidarın mdya adamları, istifa edenlere diyorlar ki “yanlış yaptınız geri dönün... size kapı açık..” Buna işçiler olsa, “patronun grev kırıcıları” diye seslenirdi! Ayrıca, “merak etmeyin, TÜBA’ya üye seçerlerken de liyakata dikkat edeceklerdir,” diye de güvence veriyorlar!
Kah kah kih kih!
TÜBA’ya 100 üye seçme yetkisi verilen iktidarın emir ve talimatlarını uygulamakla memur YÖK’çülerden seçme yetkisinin, üniversitelere ve öğretim üyesi derneklere verilmesi önerisi de başka bir zırvalıktır.
Bütün öneriler “Roma’ya” çıkıyor, yani “TÜBA kendi üyelerini kendileri seçmemeli. Hükümet seçmeli, siyaset seçmeli.. Türkiye’ye evrensel karakterde bir bilim akademisi gerekmiyor, bilimler akademisine kimlerin gireceğini siyaset saptamalı...”
***
Her zaman şunu kendimize layık görüyoruz: Bu kadarı, Türkiye için yeterli (Doğu İçin Geçerli, diploması)!
Akademi’ye seçim mi; eğitim kalitesi mi, iktidarın hukuk politikası mı, demokrasi uygulaması mı.. Türkiye için yeterlidir bu kadarı..
Daha ötesi, Batı için, gelişmiş uygarlık için geçerlidir!
Akademi’den istifa etmeyecekler için de bu anlayış geçerli olacaktır:
Bize yeterli kardeşim, parayı iktidar veriyor... eeee tabi ki düdüğü çalacaktır...”
Akademi’ye parayı sanki babalarından hesabından veriyorlar!
Fransız Bilimler Akademisi de devlet bütçesinden destek alır.. Orada ve diğer ülkelerde hiç bir iktidarın aklına “parayı veririm, üyeyi de atarım” gelmez.
Buna cesaret bile edemezler! Neden acaba?
Diyorum ki özetle, bir musibet, özgürlük doğuracaktır!

***

TÜBA ve Açık Ders Programı

CBT Gündem, Sayı 1286, 11 Kasım 2011-11-11

Şüphesiz Türkiye Bilimler Akademisi’ni çeşitli açılardan eleştirmek mümkün. Örneğin ben tanınmışlık, yaygınlık ve sahip olduğu bilimsel niteliğe uygun önemli ölçüde önderlik yapabilecek duruma gelemedikleri için eleştiririm. Ayrıca, üye seçmede biraz daha genişleme konusunda kıskançlıklarını gündeme getirebilirim, en azından 138 üyelikten 175-200’e yakın üyeye ulaşabilirlerdi ve bu potansiyel Türkiye’de bulunuyor. Toplumun çeşitli kurumlarıyla işbirlikleri geliştirebilirlerdi! Bunlar gerçekleşebilseydi, bugün siyasi dayatmalara karşı daha korunaklı bir kurum da olurlardı!
Ama hiç bir eleştiri, TÜBA’nın siyasi boyunduruk altına alınmasını haklı gösteremez. Eleştiri ve iktidara destek çıkmak, tamamen birbirinden farklı iki kategoridir! İktidar ve yandaş kaynaklılar eleştirilerini ileri sürerken, TÜBA üzerinde yapılan (üstelik dinci-)siyasi operasyonu haklı gösteriyorlarsa, ahlâki temelden yoksunluk batağındalar demektir...
***
Ne yaptı, ne yapıyor ki,” diyenler TÜBA’nın internet sitesindeki çalışmalarına bile bakmıyor veya siyasi operasyonu haklı çıkarmak için gündeme getirmiyorlar.
TÜBA çok iş yapıyor. Bunlar arasında genç araştırmacı bilim insanlarını yetiştirmeyi amaçlayan Ödül Programı (GEBİP) da var. Bu program, izlediğim için söyleyebilirim ki, çok etkin çalışmaktadır! Programa projeleriyle başvuran ve seçilen genç bilimciler, TÜBA üyelerinin danışmanlığında, bilimsel çalışmalarını üst düzeyde yürütüyor, üniversitelerinde de örnek oluyor.
Ama önemle vurgulamak istediğim son çalışmaları, uluslararası işbirliği ile yürüttükleri açık ders malzemeleri programıdır; (www.acikders.org.tr) bu tam bir Bilgi Toplumu uygulamasıdır. Fizik, Kimya, Matematik, Yer Bilimleri ve Biyoloji’yi kapsayan temel bilimlerde 32 ders ulaşılabilir ve özgürce- ücretsiz öğrenci ve öğretim üyeleri tarafından kullanılabilir ve indirilebilir durumdadır. Ayrıca sosyal bilimlerde de 11 ders açılmıştır. Bu yılın sonuna kadar siteye yüklenen ders sayısı 80’i bulabilir. Açık ders programını çok sayıda izleyeni var. Bu kadar yeni üniversite açıldı ve büyük çoğunluğunda özellikle yetişkin ve kaliteli akademisyen azlığı nedeniyle tatmin edici bir ders programı izlenemiyor. Programda, hem öğrenciler bilimin son bulgularıyla tanışıyor hem de kendilerini hayat boyu geliştireceklere bir olanak sunuluyor.
Bu program aslında  dünyada 2000 yılında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nün (MIT) öncülüğünde “Açık Ders Malzemeleri” girişimi olarak başladı. Amaç, siteden özetliyorum, “yüksek öğrenim kurumlarında verilen derslerin internet üzerinden açık kullanıma sunulmasıydı. Günümüzde 19 ülkeden 200'e yakın kuruluşun yer aldığı “Open Courseware Consortium” (www.ocwconsortium.org/) adı altında uluslarası bir nitelik kazandı. Açık Ders Malzemeleri, öğrencilerin dersle ilgili kaynaklarını zenginleştirirken öğretim üyelerine de verdikleri derslerin içeriklerini benzer dersleri verenlerle karşılaştırma ve geliştirme olanağı sunmakta. Ayrıca açık ders malzemeleri yaşam boyu öğrenme için önemli bir kaynak.

TÜBA girişimiyle “Ulusal Açık Ders Malzemeleri Konsorsiyumu (UADMK)”, 25 Mayıs 2007 tarihinde yapılan ve 45 üniversitenin temsil edildiği Genel Kurul Toplantısı'nda hayata geçti.
Program, TÜBA'nın Bilim Toplumu Projesi'nin çok önemli ayaklarından biri. Konsorsiyumda, Hacettepe, ODTÜ, Ankara Üniversitesi, Başkent Üniversitesi, Ege Üniversitesi var…”
Derslerin bir kısmını inceledim, iyi hazırlanmış ve öğrencilere temel bilgileri ilettiği gibi, merak edip daha fazla bilgiye ulaşmaya da teşvik edici buldum. Arada sırada derslere girerek bilgimi genişletmeye karar verdim! Dersler, akademik bir titizlikle hazırlandığı görülüyor. Derslerin belirli aralıklarla güncelleştirildiğini, durmadan yeni derslerin portala yüklendiğini de öğreniyoruz. Dersler için hem bir izleme takvimi öneriliyor hem de bir ölçme ve değerlendirme sunuluyor. Öğrenciler başka kaynaklara yönelmeleri, ödev vb hazırlıklarına teşvik ediliyor.
TÜBA ‘Açık Ders Kaynakları Ödül Programı’ da başlattı. Amaç akademisyenleri açık ders programına katılmaya teşvik etmek ve programı nicelik ve niteliksel olarak geliştirmek. Dersler bazen çeviri bazen de özgün olarak hazırlanıyor. Bir örnek olarak Prof. Bozkurt Güvenç’in çevirdiği  Kültürel Antropolojiye Giriş (MIT) (Prof. James Howe) dersinin tanıtımına bir göz atalım:
Kursun amacı, öğrencileri kültür antropolojisinin yöntem ve bulgularıyla tanıştırmaktır. Okumalarda; bir nükleer silah laboratuarı, Sudan’da hayvancılıkla geçinen bir toplum ve Los Angeles’teki bir Yahudi Huzurevi gibi çok farklı durum ve kurumlara yer verilmiştir. Antropolojinin bazı bulgu ve sonuçları tartışıldığı kursun asıl amacı: kültürel farklar ile farkların yarattığı sorunlar; toplum ve kültürlerin uzun süreli alan çalışmasıyla incelenmesi, ve hepsinden önemlisi, öteki toplumlarla kendi toplumumuzun yaşam farkları üzerinde analitik (bilimsel / karşılaştırmalı) düşünmeyi öğrenmektir.”
Bunun gibi, sosyal bilimler araştırma yöntemleri, iletişim teknlojileri ve toplum, ekonometri, mikro iktisat, para teorisi ve politikası, halk bilimi, Türk mitolojisi, coğrafi bilgi sistemleri, petroloji, uzaktan algılama, yapısal jeoloji ve temel bilimler konuları… TÜBA, çevrisi yapılacak dersleri de sitesinde ilan ediyor, program ayrıca şimdi Kalkınma Bakanlığı olan DPT tarafından desteklendi. Telif dersler hazırlanması için de çağrı yapılıyor.
***
Demek istediğim, açık ders malzemeleri programı devasa bir çalışmadır ve TÜBA bu programla da Türkiye’ye büyük bir katkı yapmaktadır! İktidarca azarlanan bir gazeteci, TÜBA hakkında düzgün haber ve yorum yapamıyorsa eğer, ahlaken konuya hiç girmemesi gerekir!
Gelecek Cuma’ya kadar, hoşçakalın..

***


Okurlardan Mektuplar, Hepsine Teşekkür

Bu hafta, genellikle sadece yanıt verdiğimiz ve ayıp olur diye yayınlamadığımız, dergimiz üzerine yazılardan bir bölümüne yer vereceğim. Kimse kusura bakmasın, belki hepimiz için bir enerji kaynağı olur...
***
“Bizim size öğrettiklerimizin yarısı muhtemelen yanlıştır, ama maalesef hangi yarısı olduğunu bilmiyoruz.”
‘Nükte de içeren bu söz, bilimde bugün doğru gözüken bazı bilgilerin yarın yanlış olabileceğini ve bilimin sonsuzluğunu vurguluyor bir bakıma..’
Sevgili Arkadaşlarım, bu soruyu tekrar önünüze getiriyorum: Cumhuriyet’in Bilim ve Teknoloji Eki’ni (parasız) kendiniz, çocuklarınız, yeğenleriniz, diğer yakınlarınız için edinebildiniz mi? İnsanın yaşamını bilgili, bilinçli, anlamlı yaşaması ve düşüncelerini, duygularını sürekli geliştirme zorunluluğunda olduğunu düşündüğümüzde, bu olanak Türkiye koşullarında gerçekten çok önemli.. Arzulanan siyasal ve ekonomik çıkarlar için arzulanan düşünce kalıplarının, ideolojilerin etki alanından kurtulabilmemiz, bireysel ve toplumsal temelde daha özgür daha eşit dolayısıyla daha mutlu dünyalar kurabilmemiz için çok önemli.. Dergi’yi yıllardır titiz çabalarıyla ve sıra dışı üretkenliği ile bu düzeye taşıyan yönetmeni Orhan Bursalı..
Güzel günler, sevgiler...
Not: Ünsal Aysun’un kendi çevresine yaptığı duyurudan..
***
 “... İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Araştırma Görevlisiyim. Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji'nin, Ayhan Sicimoğlu'nun güzel deyişiyle “hastasıyım”. Her cuma alıp okuyup bitirmek zorunda hissediyorum. Aynı durum NTV Bilim için de geçerli idi. Haziran ayında kapatılana kadar. Reklam alamadıkları için kapatıldıkları söyleniyor. Ben buna inanmıyorum. Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji de reklam almıyor son sayılarında... Bu derginin başına da böyle bir kapatılma durumu gelmesi beni çok üzer. Bu dergi sonsuza kadar yayınlanmalı... Çünki Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji eleştirel bakabilmemi sağlayan birkaç dergiden biri, bir türlü “gelişemeyen” ülkemizde... 
İyi Çalışmalar dilerim Orhan Bey.”
Not: Teşekkür ederiz, adını vermiyorum, üniversiteler bir alem oldu çünkü! Sevgiler sana...
***
 “Sayın Bursalı, 40 yıllık Bilim Teknik okuru iken bu iktidarın bu kuruma burnunu sokması üzerine 8 yıldır bu dergiyi almıyorum. Buradan oluşan
boşluğu C.B.T. ile dolduruyorum. Bunun için bir teşekkür.. Doyurucu bir dergi çıkarıyorsunuz, bir de bunun için teşekkür.. Kuban ve Şengör gibi üstadlar damardan yazıyorlar; bir de bunun için ve bütün teşekkürler Cumhuriyet’in olsun... AKP, siyasi tahlillerin tam bilimsel ve gözlemsel... ”
Mehmet Şavlug
***
“Sevgili Orhan, TÜBA için verdiğin desteğe teşekkür. TÜBA olarak bilim insanına yakışır şekilde çözüm aramamızın doğru olduğunu düşünüyorum. Bu çözümlerin gelmeyeceğini bile bile.
Cumhuriyet’teki yazında bahsettiğin gibi, bence de TÜBA üyelerinin çoğu istifa edecek ve yeni bir derneğin peşinde koşacağız. Paranın çok önemli bir sorun olmayacağına ben de katılıyorum yeter ki bizlerin solukları tükenmesin… Ben ODTÜ’den mezun olup Amerika’ya gittim ve hep ülkeye dönüp orada çalışacağım günleri düşledim. Almanya macerasından sonra 1980’de Türkiye’ye kesin dönüş yaptım. O günden beri bu kararımdan hiç pişman olmadım, ta ki 3-4 yıl öncesine kadar. Bilim insanlarının toplumda özel bir yerleri olduğunu düşünen, kendine ayrıcalıklar arayan biri de değilim. Ama bilginin bu kadar aşağılandığı bir ortamı da hak etmiyoruz (Bu sadece TÜBA konusu değil doğal olarak, üniversitelerin yönetimlerine de bakabilirsin, TÜBİTAK’ın defalarca altüst edilen durumuna da). Kızım bu sene oldukça iyi bir üniversiteye doktoraya gitti, O da hep geri gelmek düşüncesinde. Ama ben daha ona bir kere bile “Geri gel” diyemedim. Bu bana TÜBA’nın durumundan da daha acı geliyor.”
Not: Ne olur ne olmaz, dostumuzun adı bizde..
***
“Sayın Bursalı, öncelikle yazılarınızı zevkle (ve üzülerek) okuduğumu belirtmek isterim. Son günlerde de TUBA ile ilgili haberleri kaçırmamaya çalışıyorum. Hiçbir şekilde geri dönüşü olacağına inanmıyorum, ayrı bir akademi kurulsa da onu yaşatırlar mı? Çok yazık, Türkiye'ye çok yazık oluyor.
Derginin 9 Eylül sayısında Sn. Doğan Kuban'ın yazısı çok güzel- her zamanki gibi. Ancak ikinci sütunda "Köprüleri mühendisler yapar" diye başlayan paragrafta "İlaçları kimyagerler....yapar" kısmına takıldım. Hayır, ilacı eczacılar yapar! Kimyacı ilaç yapmaya kalkarsa dincilerin bilim yapmasına benzer bu. Burada ayrıntıya girmeyeceğim, ilaçla ilgili her türlü konuyu ayrıntısı ile veren eğitimin eczacılık eğitimi olduğunu biliyoruz zaten. Sanırım Sayın Kuban, İngilizler eczacıya "chemist" dedikleri için burada eczacı yerine kimyacı tabirini kullandı. Türkçede kimyacı denince kimyager veya kimya mühendisleri anlaşılmaktadır ki onların eğitimi bizimkinden oldukça farklı ve sağlıkla, biyoloji ile ilgili hiçbir konuyu öğrenmiyorlar.
Burada bir kasıt olduğuna inanmıyorum ama maalesef son zamanlarda mesleğimiz de ciddi tehlike altında olup elimizden alınmaya çalışılıyor, o nedenle de yılların öğretim üyeleri olarak konuya çok duyarlıyız.” Prof.Dr. Gül Dülger
***
Şimdilik bu kadar… Gelecek Cuma yeniden buluşmak umuduyla..
CBT  sayı 1284, 21 Ekim 2011

***

Metin Münir’e Destek

Metin Münir (Milliyet), daha çok haberin ve yorumun ekonomi koridorlarında dolaşır; onu nükleer santralden tutun köprü ve yollar ile bankalara kadar pek çok konuda olayların perde arkasını kovalarken görürüz. Münir’i izlerim, o güne kadar hiç ilgilenmediği konulara da el atmasına şaşırmam. Ekonomi alanından sıkıldığında, gider mutluluk nedir’i araştırır; sonra da, çocuklarda dikkat eksikliği ve hiperaktiviteyi günlerce kalemine dolar.
Şimdi, Metin Münir’in bu köşede işi ne, diyeceksiniz. Şüphesiz, bu yazıyı Cumhuriyet’teki köşemde yazabilirdim, ama özellikle burayı seçtim; amacım aslında, hiperaktivite konusunda kışkırtıcı yayınlarına gelen büyük tepkiler karşısında, Münir gibi ciddi bir gazeteciye destek çıkmak. Üstelik, buradan!
Münir bilmediği bir konuya el attı; olabilir. Araştırırsın, bilgi sahibi olursun, uzman referanslara dayanırsın, arka plana itilen bir temel görüşü ön plana getirirsin, konuyu hasta-hastalık ve uzmanlar arasında tartıştırırsın.. Bunu yaparken de mutlaka bir amacın olur. Münir, bunu yaptı, amacı da, hem ilacı hem hastalık ve teşhisi tartışmalı ve zor bir konu üzerinde farkındalık yaratmaktı. Ve muazzam bir ilaç sanayi karşısında öncelikle insanı, çocuğu korumaktı...
Tabii, büyük saldırılara da uğradı. Bir kısım psikiyatrist onu uzman olmadığı konuda yazmak, yanlışlıklar yapmak ve hastaya zarar vermekle suçladı. Münir’in üslubunu tartışmayacağım. Bazıları onu psikiyatristlere düşman olarak algılamıştır, kesin yargıları olduğunu düşünmüştür vb.
Münir’in bu konuyu gündeme taşıyarak herhangi bir hastaya zarar verdiğini düşünmüyorum. Yazıları arasında ortaya çıkan hasta-hastalık öyküleri, psikiyatrinin –alan çalışması ve pratiğinde- hem yetersizliklerini hem de standartlaşamamış hallerini ortaya koyuyordu aynı zamanda. Hasta doktor ilişkisinde, genellikle hastanın çaresiz kaldığı durumlar az değildir. Tedaviyi salt ilaç yazmak olarak algılayan anlayış yaygındır. İlaç şirketlerinin baskısı fazla olabilmektedir. Pek çok alanda, dar bir kesimi kapsadığını ileri sürsek bile, ilaç şirketi-doktor arasında etik olmayan bir dizi ilişki vardır.
Burada en çok karşı çıktığım, bir konuyu araştıran gazeteci üzerinde “uzman olmadığın bir alanla neden ilgileniyorsun..” biçiminde baskı uygulamaya kalkışmaktır. Gazeteci, aynı zamanda bir köprüdür, zor bir konu ile halk arasında! Geliştirdiği dil ile, sürecin anlaşılır olmasına yardımcı olur. Aynı zamanda, kamunun çıkarlarını savunmaya öncelik verir. Kamu ile, hasta kesimi, ve halkın çıkarlarını kastediyorum.
Toplum, bir çıkarlar çatışmasının toplamıdır. Hastayı doktora karşı, doktoru devletin ezmesine karşı savunuruz gerektiğinde. İnsan hak ve özgürlükleri ve hasta hakları (aynı zamanda doktor hakları da) yazılarımızın odağında olur, olmalıdır.
Mazlum, bazen büyük bir işadamı, bir ilaç şirketi bile olabilir!
Bunları yaparken bir gazeteci, yanlış da yapabilir. Ama bunu gördüğünde de düzeltir. Amaç gerçeği aramaktır.. Gerçek neyse! Doğruya en yakın olanın yanında durmak, diyelim..
Aslında Münir’in konuyu deşmesinden rahatsız olanların yapması gereken, saldırmak değil ona yardımcı olmaktı! Doktorluk, uzmanlık, aynı zamanda yol göstericilik yapmaktır! Doktorluk, bilimci gözlüğüne en çok ihtiyaç gösteren bir uzmanlık alanıdır. Çünkü elinde insan ve hayatı vardır.
Bilinmezlikleri o kadar çoktur ki bu mesleğin, uzmanlığı üzerinde herşeyin çok açık, seçik, net ve herşeyin bilinir olduğuna inanan doktorlar için öğrenecek ve araştıracak bir şey de yoktur. Bu anlayışın, hastaya yarardan çok zararı dokunacağını kabul etmeliyiz. Özellikle psikiyatri –ve daha pek çok tıp uzmanlık alanı– gri alanlarla, bilinmezliklerle doludur.
Bu bakımdan, genellikle doktorların, konularına ve hastalarına, hiç bir şey bilmezmiş gibi yaklaşmasında sayısız yarar vardır.. hem kendisi hem hastası hem uzmanlık alanı için..

STEVE JOBS
Yapabileceğine inanmak, yapabileceğini mükemmel yapmak, zamanın özellikle ve öncelikle kendine ait ve kısıtlı olduğunu bilmek, içinizdekileri dışa vurmak ve başkalarının şovlarından çok kendi şovunuz üzerinde yoğunlaşmak... Dijital çağın insanının ihtiyaçlarını önceden görerek pek çoğuna liderlik eden bir insan, genç yaşta göçüp gitti. Bilgisayara ilk başlangıcım ve daha sonrası, hep onun tasarladıklarıyla oldu. Zenginliğini ne yapacağını bilemedi. Bütün büyük zenginler gibi! Oysa, hiç bir maddi şeyi beraberinde götüremeyeceğini bilip açıkladığı halde. Belki de, kendi işine olan büyük sevgisinden, paralarını ne yapacağına akıl erdirecek zamanı olmamıştır! Gönül isterdi ki, kişisel servetini, şu dünya üzerindeki büyük haksızlıklara karşı ve daha iyi bir dünya kurulması için vakfetseydi... Servetini çocukları yaratmadı, şüphesiz onlara da Steve’in çocukları denecek bir zenginlik bahşederek..
Teknoloji ile insan ilişkisini bu kadar iyi koklayan ve bu amaçla en  mükemmeli yaratmaya soyunan, şüphesiz ki ender insanlardan birini yaşadı dünya...
Gelecek Cuma beraber olmak umuduyla...
 CBT Sayı 1282, 14 Ekim 2011

***
Bilimsel Mükemmeliyet İçin Bağımsız Bir Akademi Şart

American Association for the Advancement of Science'ın (AAAS) haftalık yayını Science dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Bruce Alberts, 30 Eylül 2011 tarihli sayının gündem köşesinde Türkiye Bilimler Akademisi'nin hükümet kararı ile yapısının değiştirilmesini eleştiriyor. Yazıda  son on yıldır Türk bilim insanlarının üretkenliklerini engelleyen bir yönetim ile karşı karşıya olduğunu ileri süren Alberts’in yazısına aşağıda yer vereceğim.. Ancak biraz gelişmeleri anımsayalım:
TÜBA Başkanı Kanpolat bir gurup TÜBA üyesi (Tarık Çelik, Bozkurt Güvenç, Çiğdem Kağıtçıbaşı, Namık Kemal Aras, Metin Gürses, Atilla Aşkar) ile birlikte Cumhurbaşkanı Gül ile görüştü. Bu görüşmenin, TÜBA üyelerinin dileği üzerine “son bir çare arayışı” olarak gerçekleştirildiğini biliyoruz. Heyetin, ile TÜBA yasasının değiştiren Kanun Hükmünde Kararname’nin “TÜBA’nın bir bilimler akademisi olma niteliğini ortadan kaldıracağını ve bu düzenlemenin Türkiye’yi dünya bilim camiasından koparacağı” konusunda kaygılarını ilettiği açıklandı. Cumhurbaşkanı, ilgiyle izlemiş. Heyet, Gül’den, durum üzerinde yeniden çalışılabileceği konusunda izlenimler edinmiş.
Bu süreçte iki haber daha izledik: İlki, YÖK, TÜBA’ya yapacağı 100 atama için isimler üzerinde çalışıyor.. İkincisi: Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı, TÜBA’ya yapılacak atamaların bilimsel bakımdan iyi olanlar arasında seçileceğini duyurdu.
Ben de yazı yazmak için şu sürecin tamamlanmasını bekliyorum!!!
Şimdi Science’ın editoriyal yazısını yayımlalıyorum.

“TÜRKİYE ve BİLİM AKADEMİLERİ
 “Türk Hükümeti son günlerde Türkiye Bilimler Akademisi'nin (TÜBA) başkanını ve üyelerinin çoğunluğunu doğrudan ya da dolaylı olarak atayacağını bildirdi. Tepki olarak TÜBA üyeleri hükümeti istifa etmekle ve hükümetten bağımsız bir akademi kurmakla tehdit etti. Bundan sonra olacaklar Türkiye'nin geleceğini dramatik olarak etkileyecek. Çünkü bilim ve teknoloji alanında liyakate dayalı araştırmalar modern ekonomilerin en büyük itici gücüdür. Aynı zamanda Türkiye – tüm diğer ülkeler gibi-21.yüzyılın rekabetçi dünyasında varlık gösterebilmek için ulusal yeteneklerini korumak ve desteklemek zorundadır.
Türkiye 1995 ve 2007 yılları arasında ARGE'ye olan desteğini altı misli arttırmış bulunmaktadır. Sonuçta bugün ARGE harcamaları GSYH'nın %0.7'sine ulaşmıştır. Bu harcamaların yerinde kullanıldığından emin olmak için Türkiye'nin yaratıcılığı teşvik eden ve mükemmeliyeti ödüllendiren bilimsel bir ortamı koruması gerekir. Ne yazık ki son on yıldır Türk bilim insanları üretkenliklerini engelleyen bir yönetim ile karşı karşıyadır. Öğretmenlerin evrimin çağdaş kuramlarını öğretmemeleri için sürekli baskı altında tutulduğuna ilişkin duyumlar geliyor ve yeni yasalara göre üniversitelerdeki öğretim görevlilerinin hizmet koşulları hükümetin denetimi altındaki YÖK tarafından belirleniyor. Bugün çok sayıda akademisyen bu konulara ilişkin samimi görüşlerini açıkça belirtmekten korkuyor. Bilimin böyle bir ortamda yeşeremeyeceği kesindir ve Türkiye'nin en yetenekli bilim insanlarının geleceklerini daha özgür bir ortam sunan ülkelerde araması da normaldir.
TÜBA yalnızca 1993 yılında kuruldu; ancak bu kadar kısa bir süre içinde bile Türkiye'de bilim ve bilimsel eğitimin gelişmesinde önemli  bir rol oynadı.  Örneğin Üstün Başarılı Genç Bilim İnsanlarını Ödüllendirme Programı ve çocuklar için sorgulamaya dayalı bilimsel eğitim faaliyetlerini desteklemesi, eğitime verdiği önemi gösteriyor. Ayrıca uzmanlarının hükümete bilim politikalarıyla ilgili danışmanlık yapması, siyası kaygılardan bağımsız fikirlerini beyan etmesi  TÜBA'nın en önemli görevlerinden biridir. Ancak üyelerinin pek çoğu hükümet tarafından atanmış bir akademi, bu görevini hakkıyla yerine getiremez.
Akademinin işini layıkıyla yaptığı yerlerde, bilimsel mükemmeliyetin sağlanmasında akademiler çok önemli bir rol oynar. Örneğin Amerikan Bilimler Akademisi'ne seçilmiş bir üyeye, kendi bağlı olduğu kurumda daha büyük sorumluluklar verilir ve başka yerlerden liderlik teklifleri alır. Kısmen bu nedenle seçilmesi düşünülen adayın belirlenmesi ve hakkında ayrıntılı bir soruşturma yapılması ciddiye alınır. Ve bu görevi daha önce seçilmiş olan adaylar üstlenir. Bildiğim saygın akademiler, üyelerinin seçiminde daha farklı bir yöntem izlemez. Bilim insanlarının birlikte çalışacakları üyeleri kendilerinin seçmesi, seçimde tek kriterin liyakat olması kuralını garantiye alır. Ayrıca hükümetten bağımsız olarak yürütülen bu faaliyetler, tarafsız önerilerde bulunmalarının yolunu açar. İşte bu nedenle Dünya Akademiler Birliği, InterAcademy Panel, Türkiye Başbakanı'na ve Devlet Başkanı'na  mektuplar yazarak hükümetin “TÜBA'nın daha önceki yönetişim ve özerkliğine yeniden kavuşması” için ilgili KHK'nın yeniden gözden geçirilmesini talep ediyor.
Bir ülke bugün başarılı olmak istiyorsa meritokrasi dediğimiz düzeni yaratmak zorundadır. Bu düzende liderlik ve sorumluluk pozisyonları, kişisel ilişkilerden ve sosyal sınıfından bağımsız olarak en liyakatli bireyler arasında dağıtılmalıdır. Güçlü, liyakete dayalı, bağımsız bir bilimler akademisi o ülkede bilimin gelişeceği garantisini vermez; ancak bilimin gelişmesi için benim bildiğim en iyi yol bu yoldur.”
Türkçesi için Reyhan Oksay’a teşekkür. Kaynak: www.sciencemag.org, vol 333, 30 Eylül 2011
CBT sayı 1281,
***
53 Ulusal Bilimler Akademisi’nden Cumhurbaşkanı’da Mektup:

“Akademilerin ana misyonu toplumda bilimin bilinci olarak görev yapmaktır..”
  
ALLEA, 40 Avrupa ülkesinden 53 Ulusal Bilimler Akademileri’nin oluşturduğu bir federasyon. ALLEA’ya üye akademelerine hepsi özerktir ve bağımsızdır. Akademilerin üyeleri bilimin her dalından, fen bilimlerindern sosyal ve insani bilimlere kadan çeşitli dallardan başarılı bilim insanlarından seçilir. Türkiye Bilimler Akademisi’nin hükümetin kararıyla yasa olarak ortadan kaldırılmasının dünyada yarattığı tepkiye, bilimler akademisi federasyonu da katıldı. ALLEA Yönetim Kurulu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bir mektup yazarak, TÜBA’nın özerkliğini yitirmesinden duydukları kaygıyı dile getirdi. 
Burada mektubu özetliyoruz:

“TÜBA İnandırıcılığını Yitirir”
 “Bir ulusal akademinin temel misyonu toplumda bilimin bilinci olarak görev yapmaktır: Bunun için de siyasi, ekonomik ve ideolojik bağımsızlığa sahip olmalıdır; ülkenin en iyi bilim insanlarını çatısı altında toplamalıdır.
Son yapılan yasal değişiklik ile TÜBA’nın bağımsızlığını yitireceğinden ve temsil ettiği bilimsel mükemmelliğin erozyona uğramasından kaygı duyuyoruz. Sonuçta Akademi, bilim ve teknolojinin gelecekteki rolü konusundaki ulusal ve uluslararası tartışmalarda inandırıcılığını yitirmiş olacak.
TÜBA, 2020 yılına kadar ALLEA Yönetim Kurulu’nun uzun süreli bir üyesiydi. TÜBA’nın üyeleri, Avrupa düzeyinde bilim ve etik, telif hakları, değerlendirme, bilim eğitimi ile ilgili uzman komisyonlarında aktif olarak görev alır. TÜBA delegelerinin çalışmaları özellikle bizim için önemlidir, çünkü dünyanın en hızlı büyüyen öğrenci nüfusuna sahip bir ülkeyi temsil etmektedir. Üstün Başarılı Genç Bilim İnsanlarını Ödüllendirme Programı (TÜBA-GEBİP)  hem Avrupa hem de dünya için umut vaat eden genç yetenekleri destekleme konusunda model oluşturuyor.
Son yıllarda hükümetinizin bilimi ve teknolojiyi teşvik için daha aktif bir rol oynamasından son derece mutluluk duyuyoruz. Ancak bilim ve politika arasında başlatılan bu yakın diyolog, hükümetin bilimin bağımsız sesini bastırma girişimlerine bağlı olarak güvenirliliğini yitiriyor.
Dahası bu son yasal değişiklikler hem TÜBA’nın başarılarına gölge düşürüyor, hem de bilim, teknoloji ve inovasyon dünyasında ülkenin adını lekeliyor.
Bu nedenle yetkiniz altındaki anayasal araçlardan yararlanarak, akademinin özerkliğine yeniden kazanmasına yol açacak şekilde kararnamenin yeniden gözden geçirilmesini rica ediyoruz:

“Ciddi Sonuçlara Yol Açar”
Özellikle aşağıda konuların çok ciddi sonuçlara yol açacağını belirtmek istiyoruz:
-Akademi’nin başkan ve üyelerinin, hükümet tarafından değil, bilimsel topluluk tarafından yalnızca liyakate göre seçilmesi gerekir. TÜBA seçim konusunda açık ve şeffaf kurallar belirlemişti.
-Akademi üyeleri hükümetin memuru değildir. Dolayısıyla emeklilik koşulları Akademi tarafından özerk bir şekilde belirlenmelidir. Kaldı ki TÜBA şu anda Avrupa’daki pek çok kardeş akademilerden daha gençtir.
-Akademi’nin büyük araştırma enstitülerine hesap verecek konuma getirilme niyeti  yepyeni bir kategorinin ortaya çıkmasına yol açabilir. Bu enstitülerde görev yapan araştırmacılar ve yöneticiler için normal işlerliği olan emeklilik kuralları geçerli olmalıdır. Ancak enstitü çalışanları ile Akademi üyeleri arasında fark vardır.
-Akademi, hükümete bağlı kurumlardan parasal ve proje desteği almaya devam ederken, hükümete yakın bir mesafede, Türkiye’de bilim ve teknolojinin bilinci olarak görev yapmaya devam edebilir. Demokratik yollarla seçilmiş, arkasında büyük kamuoyu desteği olan bir hükümet, ancak özerkliğini koruyan, şeffaf kurallar çerçevesinde çalışan, liyakate dayalı bir seçim ile başkanını ve üyelerini seçen bir Ulusal Akademi’den yarar sağlayabilir. Bu Akademi parasal kaynaklarını ihtiyaca göre harcar ve bilimsel önerileri yansız ve önyargısızdır.   
40 Avrupa ülkesinden 53 Ulusal Akademi’nin oluşturduğu bir Avrupa Federasyonu olarak hükümetinizin adaletli uygulamalarını paylaşmaya hazırız. İnanıyoruz ki hükümet ve toplum bağımsız bir Ulusal Bilimler Akademisi olarak TÜBA’nın sağladığı benzersiz hizmetlerden en iyi şekilde yarar sağlayacaktır.
Bu yazdıklarımızın ışığı altında TÜBA’nın ulusal bir Akademi olarak görev yapabilmesi için temel koşulların –bağımsızlık ve mükemmeliyet-  korunmasında bizimle görüş birliği içinde olacağınıza güveniyoruz.
ALLEA Başkanı Jüri Engelbrecht
ALLEA Başkan Yardımcısı: Profesör Nicholas Mann”
***
Umarım bir faydası olur, Hükümet ve Cumhurbaşkanı, en hafifinden fazla iblgi sahibi olmadan yapıldığını söyleyebileceğimiz bu büyük hatayı telafi edici yeni adımlar atarlar.
Bugünkü sayımızda Türkiye Bilimler Akademisi üzerine yazıları sürdürüyoruz. Lütfen izleyiniz..
Hükümet değişiklik yapmazsa? Akademi içinde az sayıda üye, hükümet geri adım atmasa bile, “başa geleni çekelim, istifa etmeyelim..” görüşünde! Ancak büyük bir çoğunluk, iktidara kul köle yaratacak böyle bir siyasi bağımlılık ilişkisini kabul etmiyor ve istifasını cebinde tutuyor.
İstifa etmeye karşı çıkan düşüncelerin iki özelliği var, bir kısmı iktidara siyasi olarak yakınlık duyan, yakın duranlar; ikincisi, yeni ve özerk bir akademinin kuruluşunun maddi bakımdan zor olacağını düşünenler.
Devletten gelecek kaynaklarla iş yapmayı düşünmek, geleneksel bir tutum.
Oysa, bağımsız bir akademi olarak varlığını sürdürmek kararının alınması durumunda, çok hızlı kaynak oluşturulabileceğine ilişkin de işaretlerin olduğu belirtiliyor.
Devlet, paranı veriyorum, o halde benim memurum olacaksın, diyor.
Bakalım bir yol ayrımı konusunda, kimler hangi yollardan gidecekler...
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak üzere..
--Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Gündem, sayı 1279, 23 Eylül 2011

***
TÜBA Ne Olacak, Genç Bilim İnsanları, Ayhan Ulubelen

Toplantı, TÜBA’nın başına gelenlerden çok önce saptanmıştı. Türkiye Bilimler Akademisi’nin başarılı ve dünyaya da örnek projesi olan Genç Bilim İnsanlarını Ödüllendirme Programı’nın (GEBİP) onuncu yıllık toplantısı İzmir Ege Üniversitesi’nde yapılacaktı. Bu kargaşalıkta kazaya uğrar, YÖK ve  hükümet yeni üyelerini ve başkanı atar, GEBİP de arada güme gider...diye düşünürken, toplantı yapıldı...  
Ayhan Ulubelen “Bilimin Gelişmesi” üzerine güzel bir konferans verdi, zevkle dinledik.. Ulubelen’in 80. Yaş günü de İstanbul Üniversitesi’nde ululararası katılımlı bir bilimsel toplantı ile bu hafta başı kutlandı! Ne yazık ki toplantıda bulunamadım! Toplantıya katılan Pakistanlı bilim insanı, Pakistan Bilim Akademisi’nin başkanı, Bilim ve Teknoloji eski Bakanı, İslami Ülkeler Bilimler Akademileri Ağı Başkanı Atta-ur-Rahman, toplantıda, TÜBA üzerindeki siyasi denetime karşı çıktı.. İç sayfalarımızda okuyacaksınız… Diyor ki, “Türk hükümetinin kararından şoke oldum…
Ulubelen’e dönelim: “Belki de bu TÜBA’nın son toplantısı” dedi. “Toplumsal lişkileri yeniden inşa ederek bilimi de yeniden inşa etmiş oluruz,” sözünden etkilendiğini söyledi! Türkiye’nin Nobel ödülü alabilmesinin, toplumun ve bilimin gelişmişlik düzeyiyle ilişkisini gündeme getirdi.. Kenan Evren adındaki kişinin, darbeci olarak devletin tepesinde otururken, Istanbul Üniversitesi’ni ziyaretinden anılar anlattı. O kişi, bilim insanlarından söz ederek “bunlar, bayrağın ucundan tutmak için bile ‘kaç para’ diye sorarlar..” demiş! Tam utanmazlık! Ayhan Ulubelen gibi, ülkesini tepeden tırnağa seven bir bilim insanının bunu duymasıyla uğrayacağı travmayı düşünün!
Ulubelen, haklı bir saptama ile, “Osmanlı ileri gidebilseydi Arap dünyası da ilerleyecekti” görüşünde.. Sartre’ın “varoluş nedeni yaratıcılıktır” sözünü anımsattı bize. Bilim ki, yaratıcılığın ana kaynaklarındandır! Ayhan Hanım, bilgi sahibi olmadan bilirmiş gibi yapanların üniversitede gerçek bilimcilere her zaman engel çıkartacaklarını anımsattı.. “Ama bizim dünyamızda korkuya, başkasına darılmaya, ülkesini terketmeye yer yok..” dedi.. İstanbul Üniversitesinde Eczacılığın başına gelenleri anlattı ki bu başka bir yazı konusu olacak cinstendir…
Sevgili Ayhan Hocamıza nice 80 yaşlar diliyoruz..

GEBİP PROJELERİ: “ORTA VE ÜSTÜ”
GEBİP’I gözden kaçırmayalım: GEBİP ödülü alan 50 kadar genç bilimci ile TÜBA üyesi 25 danışmanı / yol göstericisi katıldı toplantıya. Fen bilimleri, Sağlık ve Yaşam bilimleri, Mühendislik bilimleri ve Sosyal bilimler dallarında, genç bilimciler projeleri ve çalışmaları üzerine sunumlar yaptılar ve çalışmalarını tartışmaya açtılar. TÜBA iyi bir gelenek yarattı!..
Eğitim gazetecisi olarak tanınan bir köşe yazarının yazdığı boş, boş olduğu kadar daha çok iktidara yarayan yazısı aklıma geldi. Diyordu ki, “TÜBA da ne yaptı ki…” Aslında internet sayfalarına baksa, Akademi’nin etkinliklerini ve başka akademilerin etkinlikleriyle kıyaslayarak izlese, bu yazıyı yazmaz. Ama ikitdarın haksız yere ağır saldırısına uğradığını da düşünmek gerekir… Yine de, böyle bir yazı yazmaktansa, konuya hiç girmemeyi tercih etmeliydi!
Bozkurt Güvenç’e, sosyal bilimlerde yapılan sunumların kalitesini sordum. “Orta ve üstü” yanıtını verdi, sevindirici! Biri dışında diğer toplantılara girip yer yer sunumları izledim; umut verici ve sorun çözücü kaliteli bilim konuları! İyi üniversitelerimizde gerçekten kaliteli araştırmalar yapılıyor! TÜBA da bunları ödüllendiriyor, destekliyor ve kapılar açıyor! Genç bilimcilere büyük başarılar dileriz..

AKADEMİ NE OLACAK
Hükümetin TÜBA’yı bitiren kararından sonra, şüphesiz ne olacak şimdi sondajı yapıp durduk.. Akademi içinde bir kaç kişi tarafından savunulan şöyle bir grüş var: “Akademi kurmak pahalı bir iş, yerimiz yok, paramız yok, biz böyle bir işe kalkışamayız.. Gelenler arasında iyiler de olacak, bekleyelim, yapacak bir şey yok..”
Dünyanın iyi bilim ülkelerinde böyle bir uygulamaya karşı protestolar yükselirken… siyasi tasarruflara boyun eğmek…  Bilemeyiz tabii, herkes kabul ettiği ilişkiler içinde yaşamını, varlığını sürdürür.. Ama önemli bir çoğunluk, yönetimsel ve bilimsel özerkliğin olmadığı yeni bir kurumun akademi olamayacağını görüşünde. Sıradanlığın egemen oluğu yerde, gerçeğin borusu ötmez!
Özgür ve gerçek bilim akademisinin kuruluşuna, ilk taşı biz koyuyoruz! 5’er- 10’ar bin liralarla neler olmaz! Dünya biliminin böyle bir girişime de katkısı olacağını varsaymalı.. Bilim insanı, kendi özgürlüğü için, bazan bizzat kendi elini cebine atmak durumunda kalacaktır..
Ama “iktidarın akademisi”, iktidardan akacak paralarla akademi üyeliğini sürdürmek, şüphesiz ki, Türkiye’nin insan-devlet-siyaset kültür ilişkisine ve alışkanlığına da uyar, duruma pek de yabancı kalmaz! TÜBA yasasını değiştirenler de bunun bilincinde! Neyse şimdilik daha fazlasını yazmak gerekmez..
Umarım iktidar bir geri adım atar, Akademi’nin kendilerinin “malı” değil, bu ülkenin “malı” olduğunu, bu ülke için desteklenmesi gerektiğini, iktidarın istekleri varsa, bunu Akademi’yle konuşup tartışmanın en iyi yol olduğunu anlar.. Doğan Kuban Akademi üzerine yazılarında, İslam’da bilgiye, uzmanlığa verilen önemin altını her zaman çizmiştir.. Osmanlı hiyerarşisinde de liyakat hep ön plandaydı!
Ama bu iktidarın temsilcisi olduğunhu iddia ettiği geçmişle ilgili üstlendiği, devraldığı hiç iyi bir şey görmemiş bir bir insan olarak, iktidarın bu kez doğrular üzerinde hidayete ereceğine ilişkin elde ne veri var, derseniz, size bir şey diyemem..
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak dileğiyle..
--Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 1278, 16 Eylül 2011

***
Akademi: Sorun Çok Boyutlu; Nüket Yetiş'in Sadece 8 Makalasi var

Türkiye Bilimler Akademisi’nin, içerik ve gerçek akademi olarak, siyaset tarafından yasal anlamda bitirilmesinin belki tek yararı, bilimin ve akademinin, bilimle siyaset ilişkisinin ne olduğu ve ne olması gerektiği konusundaki tartışmalardır. Bu tartışmalar ne kadar bilim dünyasına yayılırsa, daha geniş kamuoyunda tartışılırsa, sonuçta belki elimizde, hayati önemdeki bir konuda bir parça farkındalık yaratabilmişlik, kalabilir! Akademi üzerine yazıları bloğuma da aktardım, “konuk yazılar” bölümüne koyuyorum. Orada, yazılara olan büyük ilgiyi görüyorum.
Doğan Kuban, bilge kişiliği ile, Akademi konusuna derinlemesine değiniyor yanda. Ne kadar bilim, o kadar bilimden anlayan siyaset! Kuban konuya kökten yaklaşıyor.. daha önceki, yurdu yuvası olmayan Türkiye Bilimler Akademisi yazısı da (bloğumda okunabilir), aslında bugün Akademi’nin başına gelecekleri önceden haber veriyordu!
İktidarın, bilimin esası üzerindeki “derin bilgisini”, yasadan anlayın: Hükümet, Akademi’ye 100 tane adam atayacak! Kumanda ettiği YÖK’e de 100 tane attırıyor! Doğan Hoca diyor ki, o kadar yetmez, bilimde ne kadar büyük olduğumuzu göstermek için 1000 kişi atanmalı!
Ferhan Sağın, dünyadaki diğer akademilere bakıyor.. Tabii, Avrupa’da AKP Akademisine benzer bir örnek yok.. Ama nerede var, meselâ İran’da: “akademinin direktörlüğünü İran İslam Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı” yapıyor! Eh yani, RTE de 10 yıldır Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurul’na altı ayda bir başkanlık yapıyor, Akademi’ye başkanlık için İran Cumhurbaşkanından daha deneyimli olduğunu söyleyebiliriz! “Mozambik Bilim Akademisi 2009 yılında Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nın görevlendirdiği bir komite tarafından oluşturuluyor.”
Dünya bilimi, bizim Akademi’nin başına gelenler üzerine daha yeni yeni bilgileniyor. Nature kısaca yasa değişikliğini duyurdu.. Bilim dünyasının diğer ünlü dergisi Science de kulaklarını Türkiye’ye dikti, ne oluyor diye sorup duruyor. Önümüzdeki günlerde epey bir gürültü kopacak gibi. Hükümet, büyük bir yanlış yaptı. Ama bundan geri döneceklerini hiç sanmıyorum. Umarım yanılırım! Merak ettiğim bir nokta da, Akademi’nin alacağı kararlarda fire verecek mi, kimleri verecek.. Gazetelerde de “TÜBA’nın öteki yüzü” makaleleri yazan, Tayyip Erdoğan Akademisi’ne kapağı atmaya hazır insanlar ortaya çıkmaya başladı.

NÜKET YETİŞ’İN 8 MAKALESİ
TÜBİTAK eski başkanı Nüket Yetiş’in Avrupa Bilimler Akademisi adlı örgüte üye olduğunu ve CV’sinde 70 bilim araştırma çalışmasını ilan ettiğini duyurmuştuk ya.. Derin Orhon merak etmiş, “Web of Science  veri tabanı esas alındığında – ülke yayınlarının ve bizlerin akademik performaslarının değerlendirilmesinde esas alınan veri tabanı-  Yetiş’in 8 yayını gözüküyor”, diyor.
* Üçü, mesleki dergilerde yayınlanmış makale; İlki 1981; ikincisi 1997; üçüncüsü ise 2006 yılında yayınlanmış. Bunlardan birine 4 biri de 1 atıf almış, yani toplam 5 atıfı var. Yani bütün atıflarını (!) bunlara almış.
* İkisi Nature dergisi editörüne gönderilmiş birer sayfalık mektup; ironik olarak 2.ci mektubun başlığı : “Turkish research council is proud of its independence”.. (Yani “TÜBİTAK, bağımsızlığından gurur duyar..”) Ayrıca bir tane konferans bildirisinin özeti; ve iki tane de konferans bildirisi..
Belki merak edenler vardır, diye duyuruyorum.
***
Bir de Avrupa Bilimler Akademisi (ABA) üzerine bir kaç söz. “Sol” Portal’da da bu akademi üzerine kısa bilgi verilmişti. Bu akademi, AB 5. Çerçeve Programı sırasında kurulmuş. 2002 yılında Nature’da yayımlanan bir haberde bu “Akademi” araştırılmış. Bazı NOBEL almış insanlarına mektup göndermiş ABA: “Dünyanın en saygın bilim insanlarından birisiniz, sizi bizim Akademiye üye yapıyoruz, 115 dolar üyelik ücreti gönderiniz..” Onlar da Nature’a sormuşlar, yahu bu neyin nesi diye.. Brüksel’de kiralık bir ofisi var. Her yıl bir takım madalyalar dağıtmakla meşgul. Ünlü akademilerin yöneticileri “bu akademinin varlığı bizim için yeni” diyorlar, yazıda.
 “Sol” diyor ki: “15 Mart 2007 tarihli bir Nature makalesinde ise tartışmalı bilim akademisinin kurucularından olan jeofizikçinin Avrupa araştırma projelerinde finansal usulsüzlük iddiası ile itham edildiği yazıldı.
 CBT sayı 1277

***
Türkiye Bilimler Akademisi’nin Ardından Fatiha!
-Nüket Yetiş’in Sorunlu Yayınları-

Evet. Türkiye Bilimler Akademisi’nin ardından “İyi doğdu, iyi yaşadı, başaramadıklarının yanısıra başardıkları daha fazla, Allah Rahmet eylesin, hepiniz haklarını helal etsin..” diye bir övgü yazmanın zamanıdır belki..
Ama onun yerine sizlere TÜBA’nın web sitesini incelemeye çağırmak en iyisi.. Sanırım, eksiğiyle de olsa herşey orada var.
“Son Başkanı” Yücel Kanpolat’i aradığımda, Resmi Gazete’deki Kanun Hükmündeki Kararname’den sadece haberi vardı! “Bize hiç bir şey sormadılar ki..” dedi.
İyi niyetin en yüksek derecesi, dedim kendi kendime. Kimse, boğazlayacağı insana, koyuna, kuzuya, ineğe, seni keseyim mi diye sormaz!
 Akademi kendisini her zaman, bu ülkenin, bu devletin ve hükümetlerin kurumu olarak gördü!
Şüphesiz ki doğru bir bakıştı bu! TÜBA tabii ki devletin ülkenin kurumuydu! Aslında hükümetlerin de!
Ama 9 yıldır, doğrudan kendi yönetmedikçe, kendi adamlarını başlarına getirmedikçe, ülkedeki hiç bir şeyi “hükümetin, devletin” görmeyen bir iktidar var.
Bilimden habersiz mi desek, yoksa kendi dışında her kişi ve kuruma, gerçek bilime kin dolu desek, daha mı doğru olur!?
TÜBA’nın seçtiği üyeleri beğenmiyor mu, onları fazla laik mi buluyor, fazla bilimci mi, biraz Atatürkçü mü, referanslarına mı kızıyor, hepsi dinsiz imansız mı diyor... ne bileyim.
Ama kesin bir şey var, diyor ki:
1) Benim yönetmediğim şey olamaz, o benim değildir;
2) TÜBA’da benim adamlarım yok...
Yasayla TÜBA üyelerinin sayısını önce 300’e çıkartıyor, sonra “toplam sayının üçte birini hükümet atar, üçte birini de YÖK” diyor.. TÜBA’ya: “Sen de ancak üçte birini seçersin..”
Şeref üyelerine de seçimlere katılma yasağı getiriyor, onlar birer kukla! İyi mi!
TÜBA’nın, (belki de çok fazla titizlikle seçtiği, belki de pek çok iyi bilim insanını içine almakta epey cimrilik yaptığı, ama seçilenlerin bilimselliklerini kimsenin de tartışmayacağı) üyeleri, Tayyip Beyin seçtikleri arasında bir avuç kalacaklar.
Zaten radikal davranmaları da bu nedenle. TÜBA’ya “azıcık üye” atasalar, atadıkları orada zor hayat bulur, rahatsız olur, başka bir çeşit olarak çoğunluk içinde rahatsız olurlar; dolayısıyla amaca hizmet de etmez.
Bu nedenle, atanmışları çoğunluk yapacaklar ki, Akademi’nin esas sahibi olsunlar, esas akademi üyeleri azınlıkta kalsın ve zamanla giderek ortadan kaybolsunlar...
Dünyada bir ilki deniyor hükümet: Bilim Akademisinin üyelerini atayan ilk Başbakan, kabinesi ve Cumhurbaşkanı!
Nihayet dünyada bir ilkimiz oldu, demiyelim, kötüler arasına bir birincilik daha katıldı, diyelim..
Özetle, “Bu akademi, o akademi değil..”
***
Türkiye’de devlete, siyasete bağlı bir Bilimler Akademisi mi? İşte ömrü bu kadar olur...
Şimdi anımsamıyorum, ama kuruluş aşamasında, Türkiye’de bir Akademinin siyasi taarruzlardan bağışık olması için, özel önlemler alınması gerektiğini arkadaşlarla tartışmıştık. Devletin Akademisi olmaz.
Ama, vakfedilmiş ve gelir yaratan bir varlık ile Akademi’nin kurulması gerekirdi.
Yasa ile siyasal iktidara bağlı bir akademinin hayat ömrü, siyasilerin anlayışları, kafa yapıları ve içinde taşıdıkları bilinç kadardır.
Türkiye’de bütçesi bu başbakana bağlı bir Bilimler Akademisi’nin başına böyle şeylerin gelmesi doğaldır.
Akademi, zaten 9 yıldır diken üzerindeydi, duyarlıydı, kendisine nasıl ve ne zaman dokunulacağı kuşkusu içinde yaşıyordu!
İntihalci bakanların baştacı edildiği bir yönetimin, bilimin b’sinden haber olduğunu kim söylerse, o iyi bir bilim dayağını hakketmiş demektir!
Akademi üyeleri toplanıyorlar.. Şüphesiz türlü çeşitli düşünceler arasında ne yapacaklarına karar verecekler...
Hem herkesin kişisel tutumu ve kararı olacaktır, hem de kurumun geleceğine ilişkin görüşü..
Ama ben derim ki, birileri, bir vakıf ve bağımsız bir bilimler akademisini de en azından düşünsün ve tartışsın...
Ama, önceden, iktidarın bu saldırısına karşı, en etkili toplu bir yanıt versin!
Bu yanıtın ne olabileceğini, her doğru akıl, kafasında bulabilir...

NÜKET YETİŞ AVRUPA BİLİMLER AKADEMİSİ ÜYESİ
YETİŞ’İN “ARAŞTIRMA MAKALELERİ” İLANI SORUNLU!

Bir dosttan gelen mesaja aşağıda yer vereceğim. Biliyorsunuz TÜBİTAK yasası da değişti, belki onu sonra yazarım. Ama Nüket Yetiş de Başkanlıktan alındı. Yenisi atanıncaya kadar orada...
Şimdi mesaja geliyorum, gönderenin adını vermeyeceğim:
Nüket Yetiş Avrupa Bilimler Akademisi üyeliğine seçilmiş. İnanılır gibi değil. Avrupa Bilimler Akademisi'nin www.eurasc.org/new_mem.asp sayfasına baktım. O sayfada Nüket Yetiş'in 70'den fazla araştırma makalesi olduğu yazıyor. Nüket Yetiş'in TÜBİTAK'ın www.tubitak.gov.tr/home.do?ot=5&rt=&sid=546&pid=0&cid=6413 sayfasından bulduğum CV'sinde "yayın" diye gösterdiklerine de baktım. Bunların çok büyük çoğunluğu yayın değil, konferans ve seminer özetleri ve hatta sadece konuşmalar. Bana kalırsa, zorlayacak olursak ancak 3 yayın bulabiliriz..”
Ben de baktım, dostum haklı...
-- Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, sayı 2 Eylül 2011, Gündem, Orhan Bursalı, biraz genişletilmiş versiyonu..

***
Feza Gürsey’de Olumlu Gelişmeler Ve TÜBİTAK

Biliyorsunuz, TÜBİTAK Yönetimi, pratikte Önder Yetiş / Nüket Yetiş Yönetimi, Bilim Kurulu’ndan geçirdikleri bir kararla, Feza Gürsey Enstitüsü olarak da bilinen fizik ve matematik temel araştırmalar birimini, internet ve bilgi teknolojileri konusunda araştırmalar yapan BİLGEM’e bağlamışlardı. Bu pratikte temel teorik araştırmaların sonu demekti.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, BİLGEM’in başında Önder Yetiş var. Yetiş, ayrıca TÜBİTAK’ın Marmara Araştırmalar Merkezi’ni ve bir de Kriptoloji Enstitüsü’nü yönetiyor! Eşi Nüket Hanım da TÜBİTAK’ın başında! Yetiş’in bütün yöneticilik görevleri de Nüket Yetiş’in başkanlığı döneminde gerçekleşmişti! Tam bir uygulamacı olan Önder Yetiş’in, Nüket hanım’la birlikte, öyle uygulamayla bütünleşmeyen teorik fizik matematik araştırmalara önem vermedikleri, bu kararlarıyla belli olmuştu.
Bu karara karşı çıkan yerli ve yabancı bilim insanlarının sayısının, 1500’i aştığını belirtelim. Üniversitelerimizden ve araştırma dünyamızdan böyle bir tepkinin yükselmesi, son yıllarda suskun, susturulmuş YÖK-AKP üniversite düzeninde, umut verici olarak görülmelidir. Doğrusu ben bu hacimde bir tepkiyi beklemiyordum! O halde gelecek için umutvar olacağız, demektir!
***
Bu arada, Feza Gürsey Enstitüsü için Boğaziçi Üniversitesi’nden olumlu girişim haberleri geliyor. Önceki hafta, Boğaziçi Üniversitesi İstanbul Matematiksel Bilimler Merkezinde 10 üniversiteden 40 kadar matematiksel bilim alanında çalışan akademisyenin katıldığı bir toplantı yapıldı. Burada, konu ile ilgili akademisyenler konuştu.
Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü, Enstitü’nün daha önce planladığı bilimsel etkinliklerinin sürdürülmesine maddi destek sözü verdi. Feza Gürsey Enstitüsü’nün ismiyle yaşaması ve etkinliklerini artarak sürdürebilmesi için de, yeni bir yapılanma modeli üzerinde duruluyor.
Boğaziçi Üniversitesi ile birlikte ilgili üniversitelerin de paydaş olacağı yeni bir yapılanma modelinin, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına önerilerek hayata geçirilmesi için destek istenmesi planlanıyor.
Konuşmacılar, temel fizik ve matematiksel bilimlerin ülke çapında bir ülke modeli olarak örgütlenmesi ve uzun vadeli stratejik perspektiflerin de hazırlanması gereğinin de altını çizdiler.
***
Bu arada TÜBİTAK’ın, Feza Gürsey Enstitüsü üzerindeki tasarrufları karşısında oluşan tepkilere 13 sayfalık yeni bir yanıt verdiği görüldü. TÜBİTAK’tan bu yanıtın, tepkilerin dile getirildiği savefezagursey.wordpress.com ve yasasinfezagursey.wordpress.com sitelerinde yayınlanması için de, sözlü ve kişisel olarak epey baskı yaptığı da, site yöneticilerinden öğrenildi. İlginç bir şekilde, TÜBİTAK yönetimi bu kamuoyu açıklamalarına kendi internet sitesinde ise yer vermedi.
Bu açıklamada, esas olarak, devasa kadroya ve maddi olanaklara sahip olan TÜBİTAK, kendisini, topu topu 4 kadrolu araştırmacısı kalan ve yeni kadro olanakları verilmeyen Feza Gürsey Enstitüsü ile kıyaslamaktadır! Bu arada belirtelim ki, FGE kadrosundan iki akademisyen, son gelişmeler üzerine istifa etti ve 2 akademisyen de, TÜBİTAK kararı üzerine BİLGEM’e geçti.
TÜBİTAK’ın açıklamasında, BİLGEM çatısı altında, Enstitü’nün daha da geliştirileceği belirtiliyor. Ancak bu açıklamanın kamuoyu baskıları karşısında yapıldığı anlaşılıyor. Karar alındıktan sonra, Enstitüsü yönetimine hiç bir açıklama yapılmamış ve karar hemen uygulama için sadece tebliğ edilmişti. TÜBİTAK’tan, bu tasarrufu konusunda da, kamuoyunu aydınlatıcı bir bilgi sunulmamıştı!
Ancak TÜBİTAK açıklamadan anlaşılıyor ki, karar esas olarak, teorik matematiksel ve fiziksel çalışmaların, BİLGEM’deki uygulamalı çalışmalara hizmet edecek bir şekilde yürütülmesi için alındı. Yani, BİLGEM’deki uygulamaların gerektireceği, eğer ihtiyaç varsa, teorik destek çalışmalarının yapılması düşünülmüş.
Şüphesiz, uygulayıcı bir merkezde, amaca yönelik teorik çalışmalar yapılması istenebilir ve bu gerekebilir de. Ancak, BİLGEM’in alt yapısında buna uygun yeni bir birim veya çalışma düzeni ve kadrolar oluşturulabilirdi. TÜBİTAK’ın böyle bir gereksinimi varsa, teorik matematik araştırmaları yapan tek enstitüyü kapatması veya onu bünyesine katarak faaliyet alanını değiştirmesi, gerekmiyordu!
TÜBİTAK neden bilimlere geniş bir açıdan yaklaşmıyor?
***
Bu arada, TÜBİTAK kurumlarında Merkezi Aile Yönetimi’nin iktidar ve yeni bakanlık çevrelerinde de rahatsızlık yarattığı biçiminde, doğrulatamadığımız söylentiler dolaşıyor.
TÜBİTAK’ın kişiselliklerden uzak, siyasetin de bilime aykırı dayatmalarından uzak, bilimsel ölçütleri herşeyin ötesinde tutan, Bilim Kurulu’na da gerekli ve hakkettiği işlevselliği veren, ülkemizin gereksinim duyduğu bilimsel ve teknolojik atılımları ön plana alan bir yapıya kavuşması, bilim dünyasının en büyük temennisidir.
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, tarihsel bir görevle karşı karşıyadır. Yılladır, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde, bilim ve teknoloji konularının en üst düzeyde örgütlenmesi ve desteklenmesi gereği konuşuluyordu. Bakanlığın kurulmasıyla bu gerçekleşti! Bakanlık ayrıca sanayi bakanlığı olarak da görev yapıyor. Böylece bilim ve teknoloji ile ekonomik faaliyetlerin birbirini destekleyerek sürdürülmesini isteyen bir yapı ortaya çıktı.
Burada soru şudur: Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, amacına, ismine, kendisinden beklentilere uygun tarihsel rolünü yerine getirecek midir; siyasi mülahazalardan arınmış, eşyanın tabiatına uygun kararları hayata geçirecek midir?
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak dileğiyle...
Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Sayı 1275, 26 Ağustos 2011
***
Eğitimde Eleştiriden Fiiliyata

Üstün Dökmen’i büyük çoğunluk tanır. Epey zaman önce bizim dergide de yazıları çıktı. Henüz o zamanlar bugünkü şöhretinin ilk basamağındaydı. Sonra kitapları sökün etti bir bir ardına, ayrnı zamanda oyunları; TRT’de aile kurumunu, aile içi ilişkileri ele alan çok başarılı, yaratıcı, kurgusu yenilikçi programları yayınlanınca, yetenekleri Türkiye çapında görüldü; aranan, izlenen, okunan bir insan oldu.
Dökmen’le uzun bir sohbetimiz oldu geçenlerde. Bu arada öğrendim ki, "Üstün Dökmen Yaşam Boyu Gelişim ve Eğitim Akademisi" oluşturmuş ve ilkini Ankara’da açtığı “Küçük Şeyler Akademisi Anaokulu” kurmuş.. Koyduğu ilkelere uymak koşuluyla da isteyene bu anaokulunun şubelerini açtırıyor. Bu şubeleri denetleyen uzmanları var ve aylık denetimlerle okullara profesyonel destek veriyor. 23 şube Dökmen’in denetiminde faaliyet gösteriyor. Bugüne kadar iki şubeden ilkelerine uymadığı gerekçesiyle adını çekmiş.
Anaokullarını çocuklarımızın yetişmesindeki önemi biliyoruz. Türkiye’de giderek yaygınlaşmaları olumlu bir gelişme. İyi bir anaokulu, çocuklar için, ilköğretime çok iyi bir başlangıç demektir. Kendilerine verilecek bütün iyi şeyleri almaya hazır, bunun da ötesinde daha fazlasını isteyen bir öğrenci kitlesi demektir!
Dökmen’in bu girişimini öğrenince sevindim, oralarda çağdaş çocuklar yetişeceğini biliyoruz..
***
Üstün Dökmen bununla yetinmiyor, iyi bir eğitimcinin yapacağı her zaman çok şeyler vardır! Bu alan çünkü bitmez tükenmezdir! Sonsuz bir deniz gibi! Dökmen de yeni projesi ile bu yıl, anaokulları projesinden edindiği deneyimlerle, ilköğretim ve liseye yöneldi! YÖNDER okulları girişimini başlattı. Bu okullar da Üstün Dökmen Yaşam Boyu Gelişim ve Eğitim Akademisi’nin kuruluşları. Dökmen iddialı, sınava hazırlamayan bir okul projesi!
Hem velilere hem öğrencilere rahat nefes aldıracağız” diyor: “Okul öncesi dönem ve ilköğretim dönemi çocukların yaratıcılıklarının ve kendiliğindenciliklerinin en yüksek olduğu dönemdir. Sınav karmaşası nedeniyle, çocuklarımızın yaratıcılıklarını yok ediyoruz.. Sınavlar çocukların sadece bir kaç seçenekli düşünmesini teşvik ediyor, onları ezberci kılıyor” diyor ve soruyor: “Bu sınavları yüksek derecelerle kazanmış yüzlerce çocuğumuzdan kaçı uluslararası başarıların parçası oldu.”  
Bu eğitim sisteminden çıkardığı sonuca çoğumuz da katılırız:
Sınavlardan ortaya çıkan Türkiye başarı ortalaması 25 yıldır kayda değer önemli bir artış göstermiyor… bu kadar test, dershane, özel ders… bir işe yaramıyor.. kitap okuma alışkanlığı kazanmayan insanların sayısı durmadan artıyor…5 kıtada yapılan uluslararası araştırmalar (TIMMS) matematik ve fende Türkiye’nin dünyadaki yerini 60 ülke arasında 30. ve AB içinde de sonuncu gösteriyor…
Dahası var: Sınavlar ana baba çocuk ilişkisini olumsuz etkiliyor… ülkemizde sanatta bilimde vb söz sahibi olacak yetenekli çocukların sayısı giderek azalıyor.. okullar her yıl biraz daha dershaneleşiyor.. çocuklar okul ve dershanelerden keyif almıyorlar..
Dökmen diyor ki, “biz bu kısır döngünün ve başarısız eğitimin bir parçası olmayacağız. Bu durumu kabullenmeyeceğiz, bu sessiz kabullenişe dur diyebilmek için yola çıktık..”
İddiaları büyük: Eğitim dünyasına pusulalık ve önderlik etmek. Zaten kavramlarını kendileri oluşturmuşlar, Okul müdürüne eğitim lideri, genel müdüre okul lideri, öğretmene yönder, zümre başkanına bölüm lideri, sınıfa öğrenim merkezi, rehberlik servisine değişim merkezi, laloratuvara deneme ve araştırma merkezi diyorlar! Daha bir dizi yeni kavramı eğitime sokuyorlar..
Eğitsel etkinlikleri yenilikler içeriyor, başarı değerlendirme ve disiplin vb anlayışları ve ölçme değerlendirmedeki amaçları da.
Bugüne kadar varolan sınav sistemine dayalı eğitimi hep eleştirmekle kaldık. Dökmen, bu eleştiriyi fiiliyata döküyor. Kendilerine başarılar diliyoruz..
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak umuduyla..
22 Temmuz 2011, CBT 1270

***
Bu Hafta Kitaplar

 Renk Gümbürtüsü: Bu hafta Gündem’i bazı kitaplara ayırıyorum… İlk kitap biraz sıra ve konu dışı: Renk Gümbürtüsü. Şiirlerini severek okuduğum Selah Özakın ile çizgi sanatçısı Firuz Kutal’ın desenlerinin birlikteliğinden oluşuyor kitap (Kutal Yayın).
tıpkı gülmek gibi/ sıradanlaşıyor öldürmek/ mesela insan/ insan eti yer mi/
sakın belertme gözlerini/ eğer hayatta kalmaksa konu/ utandığımız geçmişimizdeki gibi/ homo sapiens yani/  yedi hemcinslerini/ bu sabah “yine” dedi/
inan bana yarın da yiyecek/
ah be usta/ içinde olduğum canlı türü/ yani taptığı tanrının yaratıcısı olan insan/ sıradan canlı kimliğini öğrenene dek/ bu böyle sürecek.”
Selah Özakın’ın bu arada çocuklar için iki kitabını da anımsatayım: “Selo ile Yelo” ve “Dalya Göçebe Yıldız” (www.bencekitap.com.tr) Çocuklanınız sevecek, İçlerindeki çocuk için büyüklere de önerilir!
***
Dicle Üniversitesi’nhden Prof. Emrullah Güney bir mesaj göndererek, “Taşra üniversiteleri için şöyle bir anlama, kavrama var: Hiçbir şey üretilmiyor. Havanda su döğülüyor. Elbet, bir gerçek payı var burada. Çünkü, birçok alanda ‘iş ehline verilmiyor’, fakat, istisnaları da var bunun. 26 yıldır görev yaptığımız Dicle Üniversitesi'nde kitap yayımına önem verdik. Çünkü, öğrencinin yararlanacağı ders kitabı yok. Var olanlar tükenmiş, sadece kütüphanelerde bulunuyorlar. Onlardan da yararlanma olanağı yok,” dedikten sonra, Literatür’den yeni yayımlanan iki kitabını anımsatıyor. YERBİLİM 1: Jeoloji; YERBİLİM 2: Jeomorfoloji...
Prof.Güney, tanıtımı da iyi yapılmadı. Kendi üniversitemde bile ilgilenen olmadı,” diye de haklı bir serzenişte bulunuyor ve iddialı konuşuyor: “Bugüne dek yerbilim alanında yazılmış en kapsamlı kitaplardır bunlar. Elbet, yerbilim konularında ilk söz söyleyen değiliz. Son söz diyen de olmayacağız. Fakat, öğretmenin ve öğrencinin yararlanabileceği kaynaklardır bu iki kitap. Coğrafya, jeoloji, maden mühendisliği, tarım-orman-çevre mühendisliği eğitimi alan öğrencilerin, eğitim veren öğretim elemanlarının haberleri olsun isterim.”
32 yıllık üniversite birikiminin ve deneyiminin kitaba dönüşmesi olarak nitelendirdiği kitaptan, öğrenciler kadar öğretim elemanları, liselerde görevli coğrafya, biyoloji öğretmenleri de yararlanabilecekler.
Jeoloji konulu kitap 298 sayfa.. Jeomorfoloji kitabı 414 sayfa.. Jeomorfoloji, yeryüzü biçimlerini inceleyen bilim dalı. “Kitapta topoğrafyalar ele alınmakta: İçindekiler: Akarsu topoğrafyası, Yanardağ topoğrafyası, Eriyen kayaların yer tuttuğu alanların topoğrafyası; Karlı, buzlu alanlar topoğrafyası; Kurak ve yarıkurak alanlar topoğrafyası; Buzul çevresi alanlar topoğrafyası; Okyanus, deniz, göl kıyılarının topoğrafyası”
***
Şükrü Halûk Akalın’ın Türk Dil Kurumu Yayınları’ndan çıkan Seyyâh-ı Alem Evliya Çelebi kitabı, ünlü seyyahımızı çeşitli yönleriyle tanıtıyor. Yazar Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi içinde iz sürüyor. Evliya Çelebi, İstanbul’un kapılarını nasıl anlatmış, Bursa üzerine neler demiş, Padişah’la nasıl tanışmış, nereleri gezmiş.. Kısa öz bir Evliya Çelebi kitabı. Kitap çok keyifli, eskitilmiş görünüşlü, renkli ve siyah beyaz güzel desenler, çok güzel minyatürler kitaba eşlik ediyor.
Evliya Çelebi’nin doğumunun 400.yıldönümü, UNESCO’nun etkinlikleri içinde kutlanıyor. Türk Dil KUrumu Başkanlığı’nın verdiği bilgilere göre, Avrupa Konseyi de Çelebi’yi “21.Yüzyılda İnsanlığa Yön Veren En Önemli 20 Kişiden Biri” olarak belirledi. Bu bağlamda Kurum da Evliya Çelebi etkinlikleri içinde, “Seyahatname’nin tıpkıbasımını ve ansiklopedik yayımının yapılması, televizyonlar için belgeseller hazırlanması, uluslararası bilimsel bir toplantı gerçekleştirilmesi, yurt içinde ve dışında etkinlikler düzenlenmesi” gibi gündem maddeleri saptamış.
Bunlar arasında, Evliya Çelebi ve eserini tanıtan iki ayrı kitabın yayımı da var. İşte Şükrü Halûk Akalın’ın tanıttığımız kitabı, bunlardan biri.. Kitap çok güzel, içinde Evliya Çelebi’nin gezdiği kentlerin bir de haritası var.. 96 sayfa.
Yazar, Seyahatnameyi kısaca tanıtıyor ve bu eserin nasıl yazıldığına ve Evliya Çelebinin nasıl bir insan olduğuna ilişkin bilgiler veriyor. Bütün yönleriyle Evliya Çelebi! Evliye Çelebi’nin İstanbul hakkında neler yazdığını öğreniyoruz, kalabalığı (iyi ki bu günleri görmemiş..), burcu ve kapıları… “Adanalılar hangi şiiri okuyarak sıcaktan kaçar? Iman yurdu Konya, Ankara Kalesi, Evliyamız Viyana’da, Hezarfen Ahmet çelebi, Evliya Çelebi Hicaz Yolunda, dilbilimci ve derlemeci olarak Evliya Çelebi…
CBT sayı 1269, 14 Temmuz 2011
***

Bilim İnsanı Olmak Hakkında
Bitkilerle Şifa;
Feza Gürsey Enstitüsü

Bu bir kitap adı. Kitabın alt başlığı ise “Araştırmada Sorumlu Davranış Biçim Rehberi”. Türkiye Bilimler Akademisi çevirerek yayımladı. Kitabın orijinalin yayımlayan ise Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi, Amerikan Ulusal Mühendislik Akademisi ve Amerikan Ulusal Akademiler Tıp Enstitüsü.. Bu akademilerin oluşturduğu komiteler, bu kitabı hazırladılar.
Kitabın önsözündeki başlangıç cümlesi, kitabın neden yazıldığının somut bir anlatımı gibi:
Bilimsel fgirişimler güven temeli üzerine kuruludur. Toplum, bilimsel araştırma sonuçlarını, araştırmacının çalışmasının dürüst ve doğru bir yansıması olduğuna güvenir. Araştırmacılar da aynı şekilde çalış=ma arkadaşlarının verileridoğru topladığına, uygun analitik ve istatistik teknikleri kullandığına, sonuçlarını doğru şekilde rapor ettiğine ve diğer araştırmacıların çalışmalarına saygı ile yaklaştığına  güvenir. Bu güven sarsıldığında ve bilimin profesyonel standartlari ihlal edildiğinde, araştırmacılar sadece kişisel olarak aşağılanmış olmazlar, aynı zamanda mesleklerinin temelinin de sarsıldığını hissederler. Bu da bilim ile toplum arasındaki ilişkiyi etkiler.”
Kitap, “bilimin profesyonel standartlarına gevnel bir bakış sunmakta v ebu standartlara bağlı kalmanın bilimin sürekli ilerlemesi için neden vazgeçilmez olduğunu açıklamaktadır... Ayrıca, bilim camiasının 21.yüzyıl başlarında karşı karşıya kaldığı belli başlı zorluklar üzerinde” durmaktadır. “Bu rehber, temel olarak yüksek lisans, doktora ve akademik ortamdaki genç öğretim üyelerine yöneliktir; endüstri ve devlet bünyesinde çalışan bilim insanları da dahil olmak üzere, her aşamadaki bilim insanlarının eğitim ve kariyeri için faydalıdır..”
Topu topu 60 kadar sayfa olan kitap tek fazladan sözcük kullanmadan, çok temel noktalarda bilimin araştırma etiği değerleri üzerine kristalize olmuş düşünceleri dile getiriyor.
Merakla okudum! Bilim ve araştırma kültürünün oldukça yeni olduğu ülkemizde, bu çok değerli bir yapıtı, bilim dünyasında bulunan ve bu dünyaya adım atan ve atacak olan herkesin okuması gerektiğini düşündüm.. İçindekilerden bazı başlıklar: Teerminoloji: Değdeler, Standartlar ve Uygulamalar; Verilerin işlenmesi; Hatalar ve İhmalkârlık; Araştırma Suçları; Profesyonel standartların ihlâl edildiği şüphelerine yanıt verme; Araştırmada kullanılar insanlar ve deney hayvanları; Araştırmada laboratuvar güvenliği, Araştırmada sonuçların paylaşımı; Yazarlık ve itibarın paylaşımı; Fikri haklar; Çatışan çıkarlar, bağlılıklar ve değerler; Toplumda araştırma..
Bunlar ana başlıklar, hepsinin ilginç alt başlıkları ve ayrıca örnekler bulunuyor.

UYDURUK TEDAVİ HOCALARI
Kapak konumuz hiç biri doktor olmayan, ama bitkilerden herkese sağlık dağıtan profesör ünvanlı kişiler ve eylemleri üzerine.. Uzun zamandır önemli ölçüde şarlatanlığa dönüşen “bitki ile hastalık tedavisi” ile, aslında yurttaşların dertleri, sağlık sorunları istismar edilmektedir. Pek çok televizyon bunlara kapılarını açmış durumda. Gün geçmiyor ki, belirli ekranlardan birinde bitkilerle şifa dağıtılmasın. Bunların hemen hepsi yüksek ücretler ödeyerek TV’lere çıkıyor! Asgari limiti 5 bin TL, yukarıya doğru 20 bin TL’ye çıkıyor ekrana çıkmak! Bu parayı nasıl karşılıyorlar demeyin; sattıkları şişelerin fiyatlarına bir göz atın yeter...
Çoşkun Özdemir teşvik etti ve bu rezalete kim dur diyecek diye sordu! Sağlık ve Tarım Bakanlığı, verdikleri ruhsatlara ne kadar uyulduğunu, hastaların nasıl istismar edildiğini, bu kişilerin tamamen tedaviye yönelip yönelmediğini, yasaları çiğneyip çiğnemediklerini denetliyor mu? Yoksa yurttaşları bilgisiz, kimsesiz mi bırakıyor, arenayı boş bulmuş koşturup duran bu boğaların karşısında ve elinde! Bu konuda aydınlatıcı ve bilimsel yayını sürdüreceğiz..
***
Poligami ve Monogami konusuna, Bozkurt Güvenç yazısıyla katkıda bulunuyor ve daha geniş bir çerçevede konuyu ilerletiyor. Bu konuda bilimsel katkılara dergimiz açıktır, söylemeye bile gerek, sadece “durumdan vazife çıkarmaya” soyunmak yeter..
Bu sayımızda, kolesterol üzerine Doğan Yücel’in yazısının önemine de işaret etmek istiyoruz... Tabii, dergimiz dolu dolu, hemen hepsini severek seçip dergimize koyduk.. 

TEMEL BİLİMLERİN BOYNUNA BİR İLMİK Mİ?
Feza Gürsey Enstitüsü, geçmişi epey eski, teorik fizik ve matematiğin yapıldığı bir yer. Hatta ülkemizde biricik. Son aldığımız bir habere göre, TÜBİTAK Bilim Kurulu, burayı yoketme yolunda önemli bir karar almış. Boğaziçi Üniversitesi Deprem Araştırmaları sahasında bir binada faaliyet gösteren Enstitü, Gebze’deki TÜBİTAK’a ait BİLGEM adı verilen merkeze bağlanmış ve hemen 10 gün içinde taşınmaları istenmiş.. Şimdilik konunun kısa haberini vermekle yetinelim... 
7 Temmuz 2011 / CBT Sayı 1268

***
Özcan ve Rektör Seçimi, Marmara Üniversitesi Olayı, Bilimci Kavramı

YÖK Başkanı Özcan, Gazetemiz Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer’e verdiği demeçte (27 Haziran 2011), öyle anlaşılıyor ki Cumhuriyet okurlarına şirin görünmek istemiş; ÖSYM Başkanlığına getirdiği ve sınav rezaletlerinin başındaki isim Ali Demir için “ben olsam istifa ederdim..” demiş.. Ama istifasını istemeyi düşünmemiş, çünkü ön soruşturma sonucu suçlu görülmemiş!
Özcan, örneğin YÖK’ün Ali Demir ve sınav rezaleti konusunda savcılığa neden soruşturma izni verilmediği konusunda bir şey söylemiyor. Oysa en önemli nokta budur! YÖK’teki beyler tam bir yargıçlık pozisyonuna yattı ve savcılığın soruşturma yapmasını istemedi! Böylece sınav üzerindeki tüm şaibelere ortak oldu veya bu şaibeleri üzerine aldı! Bir kurumun, neden savcılığın görevini yapmasına izin vermediğini anlamak zordur! Bu ancak kendisine verilen idari bir yetkiyi bence öktüye kullanmaktır! Ayrıca böyle bir idari yetki, her yurttaşın yargı karşısında eşit olmadığını gösterdiği için de anlamsızdır ve suç olasılıkları karşısında siyasi korumacılığa hizmet eder. Bu karar bile YÖK’ün Ali Demir’e kefil olduğunun göstergesidir, bırakınız “ben olsam istifa ederdim..” lafının samimiyetini tartışmayı!
4 yılı tamamlayacak olan Özcan, buna karşılık, “türbana zorluk çıkartan öğretim üyeleri hakkında hemen soruşturma başlatacağını” ise rahatlıkla söyleyebiliyor!
Diğer bir konu da Rektör seçimi: Üniversitelerde Rektör seçimlerini kaldırmak istediklerini söyledi. Pardon, zaten uyduruk bir seçim yapılıyor, bunu demokratik hale getireceğiz ve en çok oy alanı bir dönemle sınırlı olmak üzere rektör seçilmelerini sağlayacağız, tabii ki demiyecektir.
Bir Seçiciler Kurulu’nun belirlemesini istiyoruz, diyor. Nasıl bir seçiciler kurulu? Bunu kim oluşturacak, seçecek, içinde kimler olacak? Anlaşılan, bu işi kökten halletmek istiyorlar! Doğrudan atamalarla!
Veya üniversitelerde mütevelli heyetler oluşturulmasını bir başka seçenek olarak belirtiyor..  Bu heyetleri kim oluşturacak, siyasi iktidar mı? Üniversitelerin özgürce kendi mütevelli heyetlerini oluşturmalarına izin verilecek mi? Bu konuların hiç birinde bir açıklık yok..
Özcan’ın yönetimi, AKP’nin politik programı çerçevesinde gerçekleşmiştir. Üniversitelerin iradelerine karşı karar alan tepelemeci bir organ olarak görev yapıyorlar.. Yeni düzenlemelerin ruhunun da bunun dışında gerçekleşeceğini kimse sanmasın..
MARMARA ÜNİVERSİTESİ’NDA KEYFİ ATAMA
Mesela, AKP’nin önemli hukukçularından Doç. Osman Can’ın, bütün atama kurallarına aykırı olarak, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne tamamen tepeden atanmasını da, sadece Rektörlüğün bir tasarrufu olarak görmemeliyiz, burada bizzat YÖK Başkanlığının onayı olduğunu da düşünmeliyiz..
Zamanın ünlü Anayasa Mahkemesi Rapörtörü.. Kadrosu, Erzincan Hukuk Fakültesi’nde.. Başbakanlıkta görevlendirilmiş göründüğü belirtilen Osman Can, önce üniversitenin Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığına  başvurmuş..  “Talebi üniversite gelenekleri ve akademik teamüller gereği, Anabilim dalında görev yapan bütün öğretim üyeleri ile birlikte değerlendirilmiş ve kendisine öğretim üyesi ihtiyacı bulunmadığı bildirilmiş.”
Tabii, siyaset ve Rektör kesin kararlı..
İlgili fakülteİlk reddi alan Can’ın anlaşılan bu kez rektörlükçe tepeden anabilimdalına kondurulma süreci başlatıldı.. Atandığı veya atanacağı Anayasa Hukuku anabilim dalının halihazırdaki Başkanı İbrahim Kaboğlu, bütün yasa ve kural dışılıkları ayrıntılarıyla anlatan bir açıklama yaptı!  Bu açıklama Can olayında üniversitenin nasıl bir kuralsızlıklar içinde olduğungu göstermesi bakımından önemli bir belgedir.. Sonuç olarak Kaboğlu diyor ki, Osman Can olayı “Üniversitemizin belirlemiş olduğu ölçütlere, Yönetmeliğe, 2547 sayılı Kanuna, Danıştay içtihadına, Anayasa’ya, hatta Türkiye’nin taraf olduğu uluslar arası sözleşmelere açıkça aykırıdır.. İşlem, kamu hizmeti  ve yerindelik gereklerine aykırıdır.”

BİLİM ADAMI…BİLİM İNSANI…BİLİMCİ
Hacettepe Üniversitesi’nden Demir İnan, bir öneride bulunuyor:
“Adem babamızı çağrıştıran “adam” sözcüğü Türkçede genellikle “erkek” kişiyi çağrıştırırsa da her zaman bu durum geçerli değil. “Oku da adam ol!” sözünü hem kız hem de erkek çocuğa söyleyebiliriz. “Adam gibi adam” da hem kadın hem de erkek için kullanılabilir.
“Son zamanlarda “bilim adamı”nın sadece erkekler için olduğu kanısı doğduğundan, bilimle uğraşan kadınlara “bilim kadını” denmesi yada her iki türden kişiyi de içine aldığı düşünülen “bilim insanı” deyiminin kullanılması öneriliyor. Bilim insanı tanımlaması insanın aklına madem bilim insanı var o halde “bilim hayvanı” da olmalı düşüncesini getiriyor ve acaba böyle bir yaratık olabilir mi diye düşündürüyor.
“Türkçede bir işi yapan aygıt yada düzenek için “aç, eç, geç” ekleri çoğunlukla kullanılmaktadır; say, kaldır, çevirgeç, sark… Bir işi yapan yada bir işle uğraşan kişiler için de “cı, ici” ekleri kullanılmaktadır: elektrikçi, boya, simitçi
“Söz gelimi, Güler Sabancı kimdir dendiğinde “sanayici” diyoruz; sanayi adamı, sanayi kadını yada sanayi insanı değil. İlhan Selçuk kimdir dendiğinde “gazeteci” diyoruz; gazete adamı, gazete insanı değil. A. Einstein kimdir dendiğinde “fizikçi” diyoruz; fizik adamı, fizik insanı değil.
“Öyleyse bilim ile uğraşan kişilere neden “bilimci” demeyelim? Hem tek sözcük, hem Türkçe anlatıma uygun hem de kadın erkek herkesi içine alıyor.
“Önerimin çoğunlukça benimsenmesi ve yaygın kullanım kazanması dileğiyle.”
***
Mümtaz Soysal da geçen ay bir yazısında bilimci denmesi önerisini yapmıştı, biz de yazılarımızda arada sırada bu kavramı kullanıyoruz..
Gelecek Cuma’ya kadar sevgi ve dostlukla..
 CBT sayı 1267, 1 Temmuz 2011
***

Bu hafta çeşitli bilim haberlerim var

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ, diğer adıyla Son Sümer Kraliçesi, 20 Haziran 2011 tarihinde 97 yaşına bastı.. Onun adına Ulusal Kanal “Son Sümer Kraliçesi” belgeselini gösterdi. Çığ “Hatıra defterlerini ve fotoğraf albümlerini belgesel için açtı.. belgesel çekimleri için çocukluğunu ve gençliğini yaşadığı şehirleri gezdi. Son iki yıldır adım adım takip edilen Muazzez İlmiye’nin hiç bilinmeyen yönlerine tanık olundu ve kayıt altına alındı. 9 bölüm olarak hazırlanan belgeselle Sümerlere gizemli bir yolculuk da yapılıyor. İlk aşk şarkısı, ilk ağıtlar, ilk ninni, ilk şehir planı, ilk su kanalı... Bu bölümün çekimleri için MSÜ tarafından bir Sümer tapınağı inşaa edildi.. Sevgili Çığ’a uzun ve sağlıklı ömür diliyoruz.
YÜCEL KANPOLAT Avrupa Bilimler ve Sanatlar Akademisi (European Academy of Sciences and Arts) üyeliğine seçildi. Tıp alanında üyeliği Akademi’nin Başkanı Prof. Dr. Dr. h.c. Felix Unger tarafından mektupla bildirildi. “Merkezi Avusturya’da bulunan Avrupa Bilimler ve Sanatlar Akademisi’nin 28’i Nobel Ödülü sahibi bilim insanı olmak üzere 1400’den fazla üyesi bulunuyor. Akademi, Beşeri Bilimler, Tıp, Sanatlar, Doğa Bilimleri, Sosyal Bilimler/Hukuk/Ekonomi, Teknik/Çevre Bilimleri ve Dünya Dinleri olmak üzere 7 alanda projeler yürütüyor, yoğun ve detaylı çalıştay ve sempozyumlar düzenliyor.”
Kanpolat, özellikle ağrı cerrahisi konusundaki özgün çalışmaları ile tanınıyor. Ağrı cerrahisinde “Kanpolat Kiti” olarak anılan ve dünyaca bilinen buluşu var. Kanpolat’ın “ana uğraş alanları, trigeminal nevralji (yüz bölgesinde şimşek çakar tarzda ağrı atakları), glossofarinjial nevralji (şimşek çakar tarzda boğazda ağrı atakları), genikulat nevralji (şimşek çakar tarzda kulak içinde ağrı atakları), atipik yüz ağrıları ve dayanılmaz kanser ağrılarıdır.” Kanpolat’ı tebrik ederiz..
MİKRO UYDU YARIŞMASI’NDA BİRİNCİLİK. Amerikan Havacılık ve Uzay Enstitüsü (AIAA) ve Amerikan Astronomi Topluluğu (AAS) tarafından ABD’nin Texas eyaletinde düzenlenen geleneksel Mikro Uydu Yarışması’nda, İstanbul Teknik Üniversitesi takımı HEZARFEN birinci oldu. University of Michigan, Virginia Tech, UCSD ve IIT gibi dünyanın en iyi üniversitelerinden 21 takımın yer aldığı yarışlarda İTÜ takımı ilk kez hem final tasarım raporu hem de uçuş performansında en yüksek notu alarak rakiplerini geride bıraktı.
İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Kontrol ve Aviyonik Laboratuvarı HEZARFEN Takımı tarafından özgün bir şekilde tasarlanıp üretilen mikro uydu, yaklaşık 5000 ft. yüksekliğe çıkan roket üzerinden atılarak paraşütle başarılı bir şekilde yere indi. Fırlatma ve iniş sırasında yer istasyonuna GPS pozisyon, hız, basınç, sıcaklık verilerini aktaran uydu, 1500 ft. yükseklikte faydalı yük mödülü ve servis modülü kontrollü bir şekilde ayrılarak faydalı yük modülü zarar görmeden yere indirdi.
Takımın danışmanlığını Doç. Dr. Gökhan İnalhan yaptı. Takım, Mentör Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’nden Emre KoyuncuTakım Kaptanı Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’nden Aykut Çetin, Elektrik-Elektronik Fakültesi’nden Çağrı Güzay, Makina Fakültesi’nden Hasan Erdem Harman, İşletme Fakültesi’nden Uğur Özen ve Elektrik-Elektronik Fakültesi’nden İsmail Ulutürk’den oluştu. Genç bilim ekibini tebrik ederiz..
KUBAN – ŞENGÖR ve MEDYA: Geçen haftaki gazeteler ve televizyonlar yazarlarımız Celal Şengör ve Doğan Kuban’ın peşine düştüler! Kuban’ın Monogami yazısı ve Şengör’ün Pornografi konusunu ele alması, medyanın ilgi odağıydı.. Ancak bu süreçte, medyadan pek çok meslektaşın cahilliği de tepe noktasına vardı.. Dergimizi arayan bazı gazeteciler arasında “Sizin dergide Kuban’la bir röportaj çıkmış, Monogami üzerine..” diye söze başlayanlar çoğunluktaydı! Kuban’ın dergimizin düzenli yazarı olduğundan habersiz.. belki de dergimizin varlığından habersiz... büyük olasılıkla Kuban’ın kim olduğunu bilmeyen ve tek yazısını bile okumamış bir dizi meslektaş.
Doğan Hoca dedi ki, “gelenlerin bir kısmı, yazımı bile okumamış. Bilgisi ise Hürriyet’te yayınlanan haberle sınırlı. O haber de, yazımın özünü değil, toplumun ilgi çekeceği bölümüne odaklanmıştı!” Ne diyelim ki! Ama örneğin Ezgi Başaran, Hoca’nın atıfta bulunduğu kitabı bile okuyarak gitmiş röportaja! Hani, söyleşi fena da değildi!
Haberlerimiz bu kadar! Gelecek hafta yeniden buluşmak umuduyla...
24 Haziran 2011 / Gündem, CBT sayı 1266

***
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı

Üçüncü AKP iktidarı döneminin paketinden sürpriz bir bakanlık çıktı: Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı.. Bu bakanlık Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın yerine geldi! Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, bünyesindeki müdürlüklerle, sanayiye teknolojik araştırmalar için zaten ARGE desteği veriyordu.. TÜBİTAK ile de yer yer rekabet ve çatışma durumları da yaşanıyordu!
AKP öncesi hükümetlerden tutun geçen 9 yıl boyunca sık dile getirilen bir öneriyi, Erdoğan bu dönem gerçekleştiriyor. İyi yapıyor! Bilim ve teknolojinin bakanlık düzeyine yükseltilmesi ve üstelik sanayi ile birleştirilmesi, kulağa iyi çağrışımlar yapıyor!
Bu Bakanlık, Hükümetin yapısındaki değişikliklerle birlikte açıklandı. Devlet Bakanlıkları kaldırıldı. 4 Başbakan yardımcılığı oluşturuldu! 20 icracı bakanlık, başbakan ve yardımcıları ile birlikte Bakanlar Kurulu 25 üye olarak saptandı.. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın yanısıra, yeni kurulan 4 Bakanlık şunlar: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Avrupa Birliği Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı..
Tabii bunların yanısıra, bazı bakanlıkların adı ve işlevi değiştirildi: ÖrneğinTarım ve Köyişleri Bakanlığı, yerini Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bıraktı.. Çevre ve Orman Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskan Bakanlığı birleştirilerek, Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı oldu...


Başbakan, bilişim teknolojilerinin ülkemizde hızla gelişen yatırımlarının eşgüdüm eksikliği içinde bulunduğunu açıkladı. Bu sözlerinden, TÜBİTAK’tan istediği randımanı alamadığı anlamı çıkartılabilir. Başbakan konuyla ilgili olarak özetle şu sözlerle Bakanlığın görevleri hakkında ipuçları verdi:
ARGE’ye daha çok önem vereceğiz, daha etkin hareket edeceğiz.. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı'mız hem Tübitak hem de özel sektörle içiçe olmalı. Dünyada bilim ve bilişim sektörünün bulunduğu alanların yanında o bölgedeki şirketlerin personel ihtiyacını karşılayacak meslek liseleri ve meslek yüksek okulları da bulunuyor. İvedik'te, OSTİM'de bu okulları kuralım. Buradaki öğrenciler gelsinler, bu şirketlerde çalışsınlar. Hem kendilerine mali imkan sağlanmış olsun hem de pratik yapsınlar. Elde ettikleri bu birikimi de üniversitede pekiştirerek yetişmiş bir personel olarak bilim ve bilişim dünyasındaki yatırımcıların şirketlerinde iş hayatına atılsınlar."
***
Bakanlıkla ilgili kararname de Resmi Gazete’de yayımlandı. Anadolu Ajansı haberini özetleyerek alıyorum:
Bakanlık, sanayi politika ve stratejilerini, sanayi ürünlerine yönelik idari ve teknik düzenlemeleri hazırlayacak ve uygulanmasını sağlayacak. Sanayi işletmelerinin sicili Bakanlıkça tutulacak, sanayi istatistikleri ve analizleri hazırlanacak.
Bakanlık bilim, teknoloji ve yenilikçilik politikalarını ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği yaparak belirleyecek, uygulayacak veya uygulanmasını sağlayacak. Ürün güvenliği ve denetimine ilişkin politikaların hazırlanmasına yardımcı olacak. Piyasa gözetimi ve denetimi yapacak veya yaptıracak, risk analizleri gerçekleştirecek, sanayi ürünlerinin denetimine ilişkin usul ve esasları belirleyecek.
Bakanlık teşkilat yapısı, müsteşar ve 3 müsteşar yardımcısı ile şu hizmet birimlerinden oluşacak, bazı ilgili genel müdürlükler:
*Sanayi; *Bilim veTeknoloji; *Sanayi Bölgeleri; *Metroloji ve Standardizasyon *Sanayi Ürünleri Güvenliği ve Denetimi; *Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler; *Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı; *Strateji Geliştirme Başkanlığı.. Bakanlığın merkez teşkilatı için toplam 2042, taşra teşkilatı için de 2641 kadro ihdas edildi.
Ayrıca, bakanlıkta özel önem ve öncelik taşıyan konularda bakana yardımcı olmak üzere 20 Bakanlık Müşaviri de görevlendirilebilecek.
Bakanlık, görev alanına giren konularda çalıştırılmak üzere sanayi ve teknoloji uzmanı ile sanayi ve teknoloji uzman yardımcısı istihdam edecek. Uzman ve uzman yardımcılarının mesleğe alınmaları, yetiştirilmeleri, yarışma sınavı, tez hazırlama ve yeterlik sınavı ile diğer hususlar, yönetmelikle düzenlenecek.
Bakanlık, merkez ve taşra teşkilatında Devlet Memuru Kanununa göre aylık alan memurlar ile sözleşmeli personele en yüksek devlet memuru aylığının yüzde 200'ünü geçmemek üzere her ay ek ödeme yapabilecek…
***
Şimdilik, ismi dışında, Bakanlığın görev ve misyonları ile ilgili heyecan  verici bir durum yok! AKP seçim bildirgesinde ARGE harcamalarını yüzde 3’lere kadar arttıracaklarını açıklamıştı! Bunu ancak büyşük ulusal bilim, teknoloji sanayi politikalarıyla, hedefleriyle gerçekleştirebilirler! Kore, Çin, Finlandiya, Almanya ve bütün diğer ülkelerin bu alandaki ulusal hedefleri vardır ve bunlar açıklanmıştır..
Bu yeni bakanlığı, aslında, Sanayi Bakanlığının daha once açıkladığı sanayi stratejileriyle birlikte düşünmek gerekir. Bu stratejiler, belirli teknolojik alanlara önemli destekleri ve öncelikleri de öngörüyordu…
İktidar, ekonominin büyümesi konusunda, sürekli olarak cari açığın baskısını hissetmektedir. En azından bir iki yıldır, iktidardan gelen işaretler, sürekli ithalata bağlı büyüme politikalarında bazı düzeltmeler yapılması gerektiğini gündeme getiriyordu. Bu, büyümek için gerekli pek çok ürünün burada üretilmesi öngörülerinin ve isteklerinin haklılığını da gösteriyor..
Ancak bilim ve teknoloji ve bilgi toplumu politikalarının özünde özgürlük de vardır. Bu konuda iktidar içinde çelişkili düşünceler vardır. Özellikle İnternet üzerindeki baskıyla, bilim ve teknoloji politikalarını ve üretimini geliştirmek mümkün değildir!
Hele Avrupa Birliği 2013 yılına kadar her yurttaşını internetle buluşturmayı hedeflediğini açıklarken..
17 Haziran 2011 Gündem CBT 1265

***
İslam İleriye Türkiye Geriye: Mümkün mü?

Aslında partilerin seçim bildirgelerinde, sanayi, kalkınma, bilim ve teknoloji konularını dergimizde çalışmamız gerekiyordu, ancak şimdilik yapamadık. Özellikle iktidarın bildirgesinde bir dizi çelişik ARGE konusunu ele alacağız ileriki sayılarda.. İki gün sonra seçim var, Pazar gecesi ilerleyenleri ve gerileyenleri göreceğiz.
Bu seçimin palavralar partisi AKP’dir, seçmenin algılama kapasitesi bu konuda bir ipucu olacak. CHP ise umulmadık ataklarla, oluşturduğu projelerle ve sorunları ortaya koyuşu ve çözüm önerileri ile gerçek bir sosyal demokrat parti kulvarına girdi. Bu yolda ilerlemesi durumunda, iktidarın çöküşünü ve CHP’nin yükselişini göreceğiz...
Tabii, eğer “demokrasi” buna izin verirse! Türkiye çok zor bir döneme giriyor.. her açıdan ama, Ekonomi olarak da, Kürt Sorunu olarak da ve Özgürlük Meselesi olarak da!... iktidara gelenin 4 yıl orada kalması zor olabilir! Veya zorba bir iktidar durumu ortaya çıkabilir ve sonunu erken erken yaşayabiliriz!
Seçim süreci ve öncesinde sergilenen Muktedirlik ve Despotluk durumları, gerçekten fiiliyata geçerse, Türkiye tam bir polis devleti rejimine girecektir..
Zaten Muktedir, “İleri Demokrasi”de polisin büyük görevler üstleneceğini, emniyet güçleri sayesinde bunu gerçekleştireceğimizi, bir polis töreninde dile getirmişti.. Bunun örneklerini en son Hopa’da, çevreci kardeşlerimize karşı uygulanan polis ve devlet şiddetinde çok net olarak gördük.. Onlar birer terör eylemcisi ve terör örgütü üyesi olarak, büyük bir devlet avına konu oldular!
Erzurum Özel Yetkili Savcısı bu konuda üzerine düşeni yerine getiriyor! Zaten iktidarın bu amaçla oluşturduğu mahkemelerin/savcılığın görevlerine son derece sadık olduklarını görüyoruz!
***
Arap/İslam ülkelerinde demokrasi ve özgürlük yolunda büyük ilerleyişler başlamışken, Türkiye’de yönetimin “Arap/İslam Despot Başkanlığı” benzeri bir yönetime doğru ilerlemesi ne kadar mümkün? İranlı muktedir mollalar bile İranlı kadınlara ne diyordu: Türkiye’de kadınlar örtünürken, sizlerin başlarını açmak istiyorsunuz!
Bu hafta, bizim için de büyük önem taşıyan Arap dünyasındaki büyük gelişmeleri, bu nedenle de gündeme getiriyoruz yeniden. Bu kez, bir fransız sosyal bilimci, Emmanuel Todd’un bakış açısıyla...
Todd, 2007’de bir meslektaşıyla yazdığı kitapta, Arap devriminin ayak seslerini dile getirmişti.. Nüfus bilimci gözüyle konuya yaklaşıyor.. Arap kadınları arasında okuma yazma oranındaki büyük artış, akraba evliliklerinde büyük azalma ve kadın doğurganlığında yarı yarıya düşüşler, yani bu üç önemli etkenin, despotluk rejimlerine karşı hareketi başlattığını belirtiyor. Bu konuyu tartışmaya açıyoruz, bakalım ne katkılar gelecek...
***
Akademi Günü 2-3 Haziranda İstanbul Üniversitesi Rektörlük binasında kutlandı. Gazetede yayımlanan yazıma “Blog”umdan ulaşılabilir.
Fırsat bu fırsat, Doğan Kuban’ın taze taze kaleme aldığı “Başını Sokacak Bir Çatısı Olmayan Bilimler Akademisi” başlıklı yazısını da, acele bu sayıya koyuyoruz.. Kuban, Akademi’nin bu durumunu, Türkiye’nin bilimdeki yeriyle örtüştüğünü vurguluyor!
Bu sayımızda bir diğer “ikilime” de Celal Şengör’den. Tartışmaya yazdığı yazı epey bir süredir elimizdeydi, onu da yayına koyduk...
Tabii, Kuban ve Şengör hocaların, geçen haftanın tartışma konusu çok eşlilik/ çok karılılık (Cumhuriyet’te benim de bu konudaki yazıma ulaşabilirsiniz), seks ve toplumsal işlevi üzerine birbirini tamamlayan normal köşe yazıları da, gündemin bir cilvesi olarak aynı haftaya denk geldi..
Ama iki yazı da eğlenceli ve bilgilendirici!
Ne diyeyim bu hafta?
Özgürlüğü güçlendirecek ve iktidar gücünü sınırlandıracak, halkı ve muhalefeti güçlendirerek, gelecek için bize umut verecek bir seçim sonucu..
Haydi hayırlısıyla.. CBT 10 Haziran 2011 Sayı 1264
3 Haziran 2011, CBT gündem, 1263

***
TÜBA; Akademi Günü; Neler Yapılıyor; Başkan Bu yıl Değişecek

Türkiye Bilimler Akademisi’nin yıllık Akademi Günü, bugün (3Haziran Cuma) İstanbul Üniversitesi rektörlük binasında yapılıyor. Programa bakıyorum: 2010’da Akademiye seçilen üyeler beratlarını alacak ve konuşma yapacaklar. Genellikle, uzmanlık alanlarında yaptıklarını anlatıyorlar. 
Ayrıca, bu yıl ödüllendirilen Üstün Başarılı Genç Bilim İnsanları (GEBİP) da beratlarını alacaklar. Sonra da, sanırım 3 yıldır sürdürülen ve teşvik amacı güden Üniversite Ders Kitapları Telif ve Çeviri Eser Ödülleri verilecek.  Akademi Günü’nün Cumartesi geleneksel konferansını ise, Eğitim ve Üniversite başlığıyla, Bozkurt Güvenç verecek, saat 10’da, yine aynı binada!
 TÜBA bu yıl başkanını değiştiriyor. Dört yıl çabuk geçmiş! Aralık’ta seçim var. Yücel Kanpolat’ın dönemi bitiyor, yaşı nedeniyle de seçilemiyor yeniden.. Kanpolat, “bence başkanlık bir dönemden fazla sürmemeli” görüşünde..  Çok aday çıkması arzu ediliyor ki TÜBA Genel Kurulu iyi bir tercih yapsın! Kanpolat’ın seçiminde, üyeler adaylara 40’dan fazla terletici sorular yöneltmişlerdi! Sonuçta, TÜBA üyeleri, bakıyorlar, tartıyorlar ve iyi bir başkan seçiyorlar!
 Kanpolat diyor ki, toplumun, siyasetin, dünyanın, biraz daha çok bilim insanlarını dinlemeye ihtiyacı var; “dünya genelinde yaygınlaştırabilirsek bilim insanlarının toplumda daha etkin ve dinlenir bir konuma gelmelerini, çok temel sorunlarımızın bir kısmına daha rahat çözümler bulabiliriz..” Şüphesiz bu dilek, Türkiye için fazlasıyla geçerli!
Peki, siyaset ile bilim dünyamız ve Akademi arasında geçtiğimiz dönem, bu bağlamda duyarlı ve iyi ilişkilerden bahsedebilir miyiz? Hayır diyor Kanpolat, “ama burada bizim de kusurlarımız olduğu düşüncesindeyim..”
Ancak daha çok, herşeyi en iyi bilen siyaset kültürümüz buna engel. Herkes herşeyi kendisiyle başlatıyor!
Bu noktada Kanpolat’ın, kendisinden önce başlayan iyi projeleri sonuçlandırdığını belirtelim. GEBİP (Genç Bilim İnsanlarının Ödüllendirme Programı) bunlardan biri, artık rayına iyice oturdu; Akademi, daha sonra bu programın en başarılılarını da içine alarak gençleşiyor! Bütün üniversitelerde büyük bir GEBİP havuzu yarattı!..
Diğer eski bir program da İstanbul Envanteri. Bu da bitti ve internetten ulaşılabilir oldu. Türkiye’nin diğer bölgelerinden de envanter çalışması için büyük talepler var, ama Kanpolat’a göre konuyla uğraşacak insan kaynağımız yeterli değil..
Başka neler yapıldı? Yücel beyin önem verdiği diğer bir proje de bilim eğitimi. Eller Hamurda başlıklı, Fransa’da geliştirilen programın bir ayağı da Türkiye’de başarıyla sürüyor. Bu bir deneyerek ve yaparak öğrenme, eğitim modeli.. En azından ilköğretimde ezbercilikten kaçış.. Hem öğretmenler yetiştiriliyor hem de program desteği veriliyor. Bu yıl Fransa’ya 9 öğretmen gönderilmiş, Paris’te Eller Hamurda programına katılmışlar ve oradaki geliştiricilerle görüşmeler yapmışlar!
Bilim eğitiminin bir diğer parçası olarak, bilim insanlarını tanıtan röportajlar TÜBA’nın sitesinde yayınlanmaya başladı. Kanpolat, “sokaktaki çocuk ‘ben bilim adamı olmak istiyorum,’ dese önünde pek örnek yoktu, bunu başlattık, TÜBA üyelerinden 25 bilimciyle, onları tanıdan ve düşüncelerini aktaran röportajlar yaptık ve siteye koyduk, mesela Halet hanımı merak eden onu öğrenebilir artık.. Bilimi Aydınlatanlar başlığıyla yayınlanıyor, “bu özgün bir çalışma” diyor.. Fransız bilim akedemisinin hazırladığı bilim insanlarını ve bilimi anlatan bir kitap da çevriliyor, amaç iyi örnekleri topluma, gençlere sunmak.
TÜBA’nin bilim insanlarına desteğinin arttığını öğreniyoruz. Ayrıca Elmadağ’da çam, badem ve diğer ağaçlardan oluşan bir TÜBA Ormanı kuruldu. 110 dönümde 20 bin fidan dikilmiş..
Uzun zamandır süren bilim dili sözlük çalışması son aşamaya gelmiş. Bilimsel kavramların, terimlerin Türkçe karşılıklarını açıklayan ve bir dil birliği amaçlayan geniş katılımlı çalışmanın ilk ürünü Sosyal Bilimler Sözlüğü, bir ilk olarak, bu yılın sonuna kadar çıkacak. Sonra sırayla diğerleri.. “Hepimiz 2023 Türkiyesi ilan ediyoruz ama doğru dürüst bilim dilimiz yok,” diyor.
Diğer önemli bir çalışma da, açık ders malzemelerinin yayını!  Bu programı ABD’nin ünlü teknoloji enstitüsü MIT başlattı, sonra dünyada yaygınlaştı. Bilgisayar teknolojisi hızla geliştikçe de program giderek daha geniş bir kamuoyu ile paylaşılmaya başlandı. TÜBA, Ankara Üniversitesi ve ODTÜ bir anlaşma yaptı, belki bu iki üniversite veya biri bunun sürdürücüsü olacak. Türkiye’den 50 üniversite ile bir konsorsiyum olarak program sürdürülüyor..
Açık Ders Malzemeleri’nin ilk örnekleri yayımlandı, bu malzemelere TÜBA da destek veriyor, zaman içinde öğretim üyesi bulunmayan yerler için hazır derslere ulaşılmış olacak.. WEB’ten bu dersler izlenecek, eleştiriler yapılabilecek..
Kanpolat “geleceğin üniversitesini düşünüyorum,” diyor.. Bir tür açık üniversite; üniversite dışından insanlar da yararlanıyor! “Üniversite dışından kimseler de bu programları izleyip, belli alanlarda gerekirse sınavlara girip birer sertifika alabilecekler mi” soruma, “gelecekte niye olmasın” yanıtını veriyor.. Bilgi Toplumu’nun bir gereği bu, aynı zamanda!
“Çarşamba ovasına Gaziantep çarşısına inememiş üniversiteyi ben ne yapayım,” diyor Kanpolat; kastettiği, üniversitenin Türkiye’nin sorunlarıyla çok yakından ilgilenmesi gereği! “Bilim adamının misyonu da buna uymalı!”
Tabii, sürdürülebilirlik, sürdürülebilir bir dünya, yaşam ve ekonomi de TÜBA’nın ilgi alanı içinde! “Üretim-tüketim ve sürdürülebilirlik, bu üçlü nasıl gidecek ele ele gelecekte?” diye soruyor.. Dünya durmadan kirleniyor, çocukları hızlı tüketici yapmak eğiliminde toplum..  bu amaçla reklamların ahlaklı kullanılmadığı görüşünde!
TÜBA’nın sitesine arada sırada göz atın.. Orada iyi şeyler bulacaksınız...
Gelecek hafta yeniden görüşünceye kadar, Akademi Günü kutlu olsun diyelim...

***
Bu Ülke Adam Olur Mu?
Düşünün ki, bir bilimci insan sağlığı için araştırma yapıyor ve sonuçlarını açıklıyor... Bundan doğal ne olabilir ki! Bilimcilerin görevi, aldıkları eğitim ve meslekleri bunu gerektirir ve aynı zamanda toplumsalo larak kenedilerinden beklenti de budur. Yani: öğrencilerine bilgiyi tüm karmaşıklığıyla aktarmanın yanısıra, gördükleri sorunların da Bu Ülke Adam Olur Mu?
 üzerine gitmek, nedenlerini araştırmak ve toplumu aydınlatarak çözüm yollarını tartıştırmak.
Ama durun, ülkemizde böyle insanları doğduğuna pişman yapacağımızı da aklınızdan çıkarmayın.
Onur Hamzaoğlu, bir Halk Sağlığı Profesörü. Üstelik Kocaeli Üniversitesi’nde akademisyen. Ve Anabilim Dalı Başkanı!
Üniversitenin hemen yanında, bütün Türkiye’nin de bildiği bir Dilovası ve sağlık sorunu var.
Dilovası’nda kanser, neredeyse Türkiye’nin başka bir yerinde görülmeyecek kadar yaygın. Bu da bilinen bir olgu. Dilovası, kimyasal ağırlıklı sanayinin yoğun olduğu bir bölge.  Hamzaoğlu, bir halk sağlığı uzmanı olarak, “2005 yılında “Endüstri Yoğun Bölgelerde Yaşayanlarda Ölüm Nedenleri: Dilovası Örneği” isimli çalışmasının sonuçlarını yayınladı ve kansere bağlı ölümlerdeki aşırılığı gözler önüne serdi. Bu çalışmasını yerel ve ulusal bilim çevreleri ve siyasi otoriteler ile paylaştı. Çözüm önerilerini 2006’da TBMM’ye sundu.” Kanser diğer bölgelere kıyasla üç kat fazlaydı! Yapılması gereken de, Dilovası’nda artık daha fazla sanayileşmenin yasaklanmasıydı!..
Son araştırmasında annelerin sütünde ve bebeklerin dışkılarında çinko, demir, kurşun, aliminyum, kadmiyum gibi ağır metaller de buldu. Üstelik bu araştırma tek başına değil, Kocaeli Üniversitesi’nde Halk Sağlığı, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ile Tıbbi Genetik Anabilim Dallarından akademisyenler ile birlikte yapılmıştı ve üniversite de bu araştırmaya parasal destek vermişti.. 
 Dilovası’ndaki sağlık sorununa sadece seyirci kalan iktidarın Kocaeli Büşük Şehir Belediyesi ve Dilovası Belediyesi, vay sen nasıl bu raporu halka açıklarsın, halk içinde panik ve korku yaratırsın, diyerek, savcılığa “suç duyurusu” yapıyor! Ayrıca bir iktidar millletvekilinin de bilim insanının “şaklabanlık yapmak”la suçladığı belirtiliyor!
Dikkat edin: Gerçekleri, bilimsel bulguları açıklamayı, bir suç unsuru olarak kabul eden bir ülkede yaşıyoruz artık..
Arkasından ikinci bir vahim olay daha geliyor: Savcılık bunu ciddiye alıyor ve soruşturma açıyor.. Daha doğrusu, Kocaeli Üniversitesine başvuruyor “suç fiilinin incelenmesi” isteğiyle..
Başvuruyu elinin tersiyle iteceğine ve bilimsel bulguların ve bu bulguları açıklamanın suç olamayacağını belirteceğine!
Üçüncü vahip durum, üniversitenin de savcılığın bu isteğini ciddiye alıp “ceza soruşturması” yürüttüğünün açıklanmasıdır! 
Rektörlük, savcılığa iki satır yazı yazarak, böyle bir suçu kabul etmiyoruz, yazısı göndereceğine!
Hamzaoğlu’nu savunanların ve imza kampanyası açanların yaptıkları açıklamaya gore, “Üniversite izin verirse, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, TCK’nin 213. maddesi uyarınca 2 ila 4 yıl arasında hapis istemiyle yargılanacak...”
Ayrıca “Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı tarafından yukarıdaki gerekçelerle YÖK’e yazılan yazının, YÖK tarafından Kocaeli Rektörlüğü’nün bilgisine sunulması ve gereğinin rica edilmesi üzerine, Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü tarafından disiplin soruşturması açıldı.”
www.onurumuzusavunuyoruz.org/ sitesinde açıklamalar ve imza kampanyası var:
Bir tarafta siyasi ve ekonomik çıkarları insan sağlığının üstünde tutanlar var, diğer tarafta toplum sağlığı, onurlu bilim insanları ve Onur Hamzaoğlu var. Dilovası halkı canımızdır. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu onurumuzdur. Onur Hamzaoğlu’nun kılına bile dokundurtmayız. Analarımızın sütüne, bebeklerimizin kakasına sahip çıkıyoruz.”
***
Her açıdan utanç verici bir durum! Kelimenin tam anlamıyla rezilane! Şu uyduruktan ünveriteleri kapatın da bu işi bitirelim bari!
Gelecek Cumaya kadar umarız bu utanç durum gündemden düşer.. 
27 MAYIS 2011 /CBT SAYI 1263

***
Kanal İstanbul'a Bilimsel Reddiye

Tabii ki gündem, “Kanal İstanbul”. Burada konunun şüphesiz ki bilimsel yönlerini gündeme getireceğiz. İşte bu sayımızda özellikle İstanbul Boğazını, Boğazlar rejimini, Karadenizi, Marmara ve Ege ile Akdeniz’i bilen ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü’nden Prof. Dr. Emin Özsoy ile Prof. Dr. Bayram Öztürk’ün yazısını sunuyoruz. Yazı, eldeki bilgiler ışığında, Kanal İstanbul’a tam bir bilimsel reddiye! Kanal İstanbul projesini savunanlar, öncelikle bu yazıdaki savları çürütmek zorundalar!
Başbakan böyle bir projeyi dillendirmiş olabilir, gerçekleştirmek de isteyebilir... Nihayet o bir politikacıdır ve yeniden iktidar istemektedir! 2023’e kadar da ülkeyi yönetmek talebi vardır! Uzun soluklu böyle bir İstanbul projesinin kendisini 12 yıl daha taşıyabileceğini düşünmektedir! Ama acaba bu proje gerçekleştirilebilir mi? Gerçekleştirilirse neler olur? Bu soruları hiç sormayan bir alkışçı takım, hemen medyayı işgal etmiştir!
En tehlikelisi de budur! Projenin gerçekleştirilebilirliği olup olmadığını, gerçekleştirilirse derin ve geri dönüşü olmayan tahribatlara yol açıp açmayacağını hiç bilmeden, sormadan, merak etmeden alkış tutanların gürültüsü egemen olursa kamuoyuna, konunun bütün yönleri bilimsel bilgilerle ortaya konmaz ve tartışılmazsa, vah ülkenin haline!
Özsoy, geçen hafta Roma'da yapılan bir uluslararası proje toplantısına katılmış. Orada, “hem Karadeniz hem de Akdeniz oşinografi gruplarının tamamı vardı, Bu ‘çılgın proce’den Ruslara bahsedince hemen Kırım Adası'nın hikayesini hatırlattılar,” diyor. Olayı şöyle anlatıyor:
***
“Hikaye Vasily Aksyonov (1932-2009) tarafından yazılan 'Island of Crimea' (1981) romanına dayanıyor, ve eski Sovyet dünyasında çok iyi biliniyormuş: Kırım, yarımada yerine ada olsa ne olur? Bunun jeofiziksel ve siyasi argümanları da var, Karadeniz'de buzul çağından önceki zamanlarda değişik su seviyesi ile Kırım ada imiş. Kırım yarımadası ile anakara arasında siyasi bir birlik çoğu kez olmamış. İlk Çağ'da Yunan kolonisi, Orta Çağ'da Venedik ve Ceneviz kontrolü, sonra Osmanlılar, İngiliz, Fransız ve Osmanlılarla Kırım Harbi, Kırım Hanlığı, iç savaşta İngiliz ve Fransız destekli Beyaz Ordu'nun elinde kalması, Kızıl Ordu tarafından alınması, dagha sonra Alman işgali, sonra da Ukrayna'ya bağlanması, Kırım Tatarları'nın Stalin tarafından sürülmesi... Ama şu anda bile Ukrayna ve Kırım arasında Rusya'nın da sık sık karıştığı anlaşmazlıklar.
“Aksyonov, Kırım'ın ada halinde kalsa ve Sovyetler tarafından 1921'de ilhak edilemeseydi ne olurdu, bunu işlemiş, biraz da satirik bir uslupla. Beyaz Ordu'nun elinde kalınca Kırım Adası Taiwan veya Hong Kong gibi anakaradan kopuk, bir askeri diktatörlük ve Sovyetler için tam anlamıyla bir baş ağrısı olur. Başarılı kapitalist gelişmeyle Kırım Sovyetler'de bulunmayan bir lükse ve farklı bir topluma ulaşır, belki Amerikan üsleri bile kurulur. Küba krizi'nin tersi Sovyetler için Kırım'da yaşanır. Bu ortamda toplumun bütün iç çelişkileri ve doğu-batı karşıtlığı ortaya çıkar. İnsanlar refah içindedir ama bir yere ait olmak, hatta anakaradaki insanların sıkıntılarını da çekmek pahasına geri dönmek istemekte, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmektedir.
“Yaratacakları İstanbul adasına benzemiyor değil Kırım öyküsü. Bütün rantı paylaştıkları bir İstanbul Kontluğu hem Trakya hem de Anadolu ile ayrışacak, Anadolu kıyılarına ikinci İstanbul kurulacak. Adalarında mutlu yaşayacaklar. Gerçekten yukarıdaki gibi bir romana konu olabilir. (www.nytimes.com/1983/12/08/books/books-of-the-times-095866.html ; http://rooksmoor.blogspot.com/2010/12/what-if-crimea-was-island.html)
***
Bayram Öztürk de ayrıca diğer noktalara dikkat çekiyor:
“1. İstanbul boğazından bedava geçiş varken (Montö sözleşmesine göre) neden gemiler daha fazla para vererek bu kanaldan geçsin. Denizcilik şirketlerini buradan geç diye zorlayamazsınız. Ayrıca Samsun-Ceyhan boru hattı iptal mi edildi? Çünkü gemi trafiğindaki sıkışıklık için üzerinde çalışılan bir projeydi bu. Üstelik bu hükümetin projesi.
2. Kanala girebilmek için Karadeniz’in hakim rüzgarı poyrazdır, girecek ve bekleyecek gemilerin korunması için büyük bir mendirek ve liman yapılması lazım. Bu ise mevcut balıkçılık sahalarını daraltacaktır.
3. İstanbul’un mikro kliması ve su kaynakları değişecektir. Bunun havza bazındaki ekonomik zararı veya değeri hesaplanamaz.”
***
Dergimizdeki diğer an konu kolesterol düşürücü haplar.. bu konuda keskin karşı görüşlere ve aynı zamanda yygın bilimsel bakışlara sayfamızı açıyoruz. Şüphesiz kafalar daha da karışacaktır, aama bunlardan bir sentez yapmak da okurun görevi olmalı..
Gelecek Cuma yeniden buluşmak dileğiyle, CBT 6 Mayıs 2011

***
Ulusal Ekonomi İçin Enerji ve MİLRES

Fosil yakıtların 50 yıl ve belki en iyimser olasılıkla 75 yıllık bir ömrü kaldığı, tükendikçe pahalanacağı gözönüne alındığında, yenilenebilir, yani tükenmeyen enerji kaynakları insanlığın geleceğidir. Güneş ve rüzgar... Şüphesiz ki hidrojen! Bu enerji kaynakları dünyaya, atmosfere, canlılığın ve ekonominin sürdürülebilirliğine de dosttur.
Ancak “doğal yollarla enerji” salt bir kavramdır. Güneşe çıkıp ısınabilirsiniz. Rüzgarda çamaşır kurutabilirsiniz! Bunların düzenli ve amaca uygun kullanılması gerekir.. Bu aşamada insanlığın bilgisi, aklı; bilim ve uygulamalı bilimler, insanlığın deneyimi ve yaratıcılığı devreye girer.
İnsan aklı, yerkürenin içinde saklı enerjileri –kömürü, petrolü, doğal gazı, jeo termali.. başarıyla kullandı.
Bilim, atomu parçalayınca, buradan kontrollu olarak enerji elde edebileceğini anladı. Nükleer santraller hem yerkürenin saklı enerjisini kullanır hem de bir mühendislik harikasıdır. Bilgi toplumunun fosil yakıtlardan bağımsız ilk ciddi enerji ürünüdür. Dünyada 442’si üretimde, 65’i yapımda atom santralinden ikisinin başına gelen önemli felaket, bu enerji kaynağını tartışmalı kılıyor.
Büyüme ekonomisi bu hızla sürdükçe, ekonomide yeni yapısal bir dönüşüm gerçekleşmedikçe, klimalar ortadan kaybolmadıkça, enerji talebi bu hızla arttıkça, enerji ihtiyacını sınırlandırıcı yeni yapısal değişiklikler gündeme gelmedikçe, daha iyi uygarlık= daha çok enerji tüketmek denklemi bozulmadıkça... dünyanın bu santrallerden tamamen vazgeçeceğini düşünmüyorum!
Ancak atom santrallerine eş bir gelişme, güneş ve rüzgar santralleri bilimi ve teknolojisinde gerçekleşti. Bu da bilim ve teknolojinin başarısıdır! Bu teknolojilerde hem olayın bilim yönünde hem malzeme geliştirmede hem teknolojik yenileşmelerde kayda değer ilerlemeler, yenilenebilir enerji kaynaklarını çok kısa süre içinde önplana çıkardı!
***
Konumuz rüzgarsa, dünya aldı başını gidiyor! Hem kurulu rüzgar enerji gücü artıyor hem de gelecek senaryolarında rüzgara ayrılan payların büyüdüğünü görüyoruz. Dünya ve Avrupa Rüzgar Enerjisi Teknoloji Platformlarında bilim dahil bütün “oyuncular” birleşmiş durumda. Büyük şirketler hızla teknolojilerini geliştiriyorlar. Avrupa, 2020’de elektrik tüketiminin yüzde 12-14’ünü, 2030’da yüzde 25’ini rüzgar enerjisinden sağlamayı hedefledi. (2020: 180 GW, 2030: 300 GW)
Şüphesiz her ülke/ şirket teknolojisini geliştiriyor, şüphesiz hiç biri al üret demiyor ve demiyecek, ancak “gizli bilgi” yok! İsteyen ülke/şirket, bu alana el atınca hızlı bir şekilde kendi üretimini gerçekleştirebilir..
Artık teknoloji üretmek ve geliştirmek, ülkelerin/ şirketlerin niyetine bağlı bir iş haline geldi! Araştırarak, gereken yetenekleri, bilim ve teknoloji güçlerini bir araya getirerek, konuya hedeflenerek, bir dizi yeni teknolojiler yanısıra rüzgar türbinleri de üretebilirsiniz! Bu, günümüz küreselleşen dünyasının en olumlu ve iyi yönlerinden biridir!
Gerekli olan: Sadece niyet etmek!
Yüksek ve yeni teknoloji gerektiren üretimlerde ve araştırmalarda niyet etmek, bazen ve genellikle şirketlerin boyunu aşıyor. Bu durumda, ulus devlet devreye giriyor. Dahası, ulusal çıkarları, ülkenin ve yurttaşlarının geleceğini ve refahını düşünen ve planlayan iktidarların varlığı önşart olarak gündeme geliyor.. Destek, teşvik mekanizmaları gerekiyor.
Bu, yeni teknolojilerde en önemli noktadır. Geleceği planlayıcı ve kararlı siyasi irade gerekir; günlük hayhuy ve siyasi çıkar hesapları içinde yuvarlaanan ve  ülkenin bütçesinden geleceğe önemli paylar ayırmayan iktidarların hüküm sürdüğü ülkeler, gelişmiş ülkelerin sömürülen pazarları olurlar. Türkiye ne yazık ki henüz bu aşamadadır!
Savunma sanayi “ulusal hedefler” açısından, zorun başarılabileceğinin iyi bir örneğidir. Milli Gemi projeleri de öyle! Türkiye gerekli beyin gücünü her zaman bir araya getirebilecek büyük bir potansiyel güce sahiptir!
İktidar 8 yıldır rüzgar enerjisini ciddi olarak gündemine almamıştır! Doğal gaz lobileri ve politik çıkarlar burada etkili oldu, denebilir. Ama siyasetin burada hareketsiz kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şimdi, rüzgar enerjisi üretiminde bazı teşviklerin yürürlüğe girmesiyle, konu ile ilgili kurum ve kuruluşların hemen bir araya geldiğini görüyoruz.
MİLRES projesi (Milli Rüzgar Enerjisi Santrali) bugün hızla hayata geçirilmek üzere ileriye doğru ciddi ve büyük bir adım olarak ortaya çıktıysa, türbin üretmek için gerekli bütün güçler bir araya geldiyse ve bunu kısa sürede başarırız diyorlarsa, ayrıca ulusal bir heyecan duyuyorlarsa, Ankara’dan aldıkları rüzgara teşvik işareti nedeniyledir...
Ulusal yeteneklerimizi geliştirmenin ve kendin için bir güç olmanın başka yolu da yoktur! 29 Nisan 2011, CBT gündem

***
Hayrettin Karaca ve Bozkurt Güvenç’ten  İki Önemli Mesaj

“Toprak Dede” Hayrettin Karaca, geçen ay KanalB’deki programına davet ederek beni onurlandırdı. Bilim ve teknolojiyi konuştuk! Karaca, CBT’nin çok iyi bir okuru..  Ne kadar sevindim! Teşekkür ederiz! Bana, tabii ki çoğu toprakla ilgili kitaplar hediye etti! Okullarda çocuklara “Toprak Ana”yı anlatıyor durmadan! Bir oyun halinde, eğlendirerek, kavratarak... Yeni bir ekonomik düzene dünyanın acil ihtiyacı olduğu konusunda fikirbirliği içindeyiz. Durmadan tüketici, yokedici olmaktan çıkmalı insanoğlu... 
Karaca’nın sırtında hep bir kırmızı süveter görürsünüz ya.. Karaca kırmızıyı çok seviyor derim, gördüğümdü! “Bak” dedi, süveterinin incelmiş, yer yer erimiş ve gerektiğinde örülmüş yerlerini göstererek, “ne o beni terkedebiliyor ne de ben onu...”..
3-5 kırmızı süveteri yok, bir tanesi var!
Hayrettin Bey, ayrılırken elime bir yazı tutuşturdu. Baktım, “Golf Dünyası: Bazı istatistikler” yazıyor. Onu buraya alıyorum:
*Kıyı Yaşamı isimli derginin Ocak/Şubat 2004 yayınında kıyı doğal yaşamı (deniz kuşları, su kaplumbağası veya diğer fauna) ile ilgili fotoğraf adedi: 1
*Aynı yayında golf sahalarını gösteren fotoğraf adedi: 61
*Birleşmiş Milletlerde yaşayan 4,7 milyar insan için gerekli olan günlük enaz su miktarı: 9.25 milyar litre
* Dünyadaki tüm golf sahalarının sulanması için  gerekli olan  günlük su miktarı: 9,25 milyar litre
* 2. Dünya Savaşı’ndan önce Japonya’daki toplam golf sahası adedi: 23
* 2004 yılında işleyen veya açılmak üzere olan toplam folf sahası adedi: 3.030
* Golf sahalarında bir dönüm için kullanılan yıllık tarım ilacı miktarı: 9 Kilo
* Tarım için kullanılan bir dönümlük alanda yıllık tarım ilacı miktarı: 2,35 kilo
* Tayland’da 60 bin köylünün günlük ortlama su tüketimi 6.500 metreküp
* Tayland’daki bir golf sahasının ortalama günlük su tüketimi: 6.500 metreküp
* Bir zamanlar nehir sularının taşmasıyla sulanan, ancak günümüzde nehir sularının sadece yüzde 0,1’ini alabilen Kolorado nehri etrafındaki toplam sulak alan: 150 bin dönüm
* Las Vegas’ta bulunan 60’dan fazla golf sahasının  sulanması için Kolorado nehrinden çekilen 56 cm derinlikteki suyun kaplayacağı toplam alan 150 bin dönüm..”
Hepsinin kaynakları var; acaba ülkemizde açılan ve açılacak golf sahaları için ne kadar su tüketiliyor?
***
İkinci  mektup Bozkurt Güvenç’ten..
“Sayın Bursalı, Osman Bahadır’ın “Gezegenimiz ülkemizdir” yazısı, ilk bakışta Edgar Morin’in Dünya Vatan (İletişim 2000) denemesini anımsatıyor; ama, bir Bilim Tarihi olduğu kadar yaşamküremizin yakın geleceğiyle ilgili güncel sorunlara değiniyor: Mevsim değişikliği, küresel ısınma, sera gazı salınımının denetlenmesi, temiz ya da yaşama dost teknoloji ve enerji konuları vb. Geçen yıl Dünya Sosyalbilimler Forumları, bilim insanlarıyla disiplinleri biraraya getirdi. “Earth Science” adı verilen, yeni bir bilim dalı doğdu, doğuyor. Yer, hayat, toplum ve insan bilimlerinin güncel ve ortak sorunlarını anlamaya ve anlatmaya yönelik dinamik bir girişim.
Aslında, konu ve sorunlar Potomac-Roma Klübü’nün Ekonomik Büyümenin Sınırları (İÜ-İF çevirisi 1978), A. Durning’in Ne Kadarı Yeterli? (TÜBİTAK çevirisi 1997) ve Millennium Board’un İmkanlarımızın Ötesinde Yaşam (bildirisi, TÜBA 2008), tüketim ekonomisinin sonuçlarını yıllardır haber veriyordu. Ancak, Yeşillerin ve Yeşilbarışçıların gösterileri, çevrebilimin ve HABİTAT zirvelerinin uyarıları, halen, uluslararası sermaye denetimindeki Medyanın “Küreselleşen Dünya” söylemini aşıp toplumlara ulaşamadı. National Geographic ve BBC’nin “Gezegen Dünyamız” belgeselleri, “Dünyanın —Hayatın—Sonu mu?” kaygısını; acaba, “çok mu geç kaldık” sorgulamasıyla geleceğimizi gündemde tutuyor.
Özetle, yerkürenin binde biri (soğan zarı) kadar ince olan yaşamkürenin sonlu ve tükenen bir varlık alanı olduğu anlaşıldı; ama henüz anlatılamadı. Herkesin sözü söylemi “sürdürülebilirlik” ama büyüme mi yoksa yaşam mı? Sınırlı bir yaşamkürede sınırsız bir ekonomik büyüme mümkün olabilir mi? Öte yandan, yaşamın sürdürülemediği bir dünyada, ekonomik büyümeyi sürürmenin ne yararı olabilir ki? Küresel krize yol açan “refah toplumu” senaryoları – günümüzün oto ve konut kampanyaları —: aman hemen alın, değiştirin, yenileyin reklamları) küresel krizden çıkış amacıyla yeniden gündemde.
İnsantürü zaman ve mekanda uzağı görmüyor, belki görmek istemiyor. Ne ki uzak hızla bize yaklaşıyor. Kıyamete 2-3 derecelik ısınma, 30-40 yılımız kaldı. CBT bu sorunu gündemde tutarak, yazılı ve görsel medyayı özendirmeye devam etmelidir.”
***
Ne denmek istendiği açık ve seçik...
Bunları yazarken, Anadolu”nun farklı bölgelerinden yüzlerce doğa koruyucusu “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” yürüyüşünü başlatmışlardı. 40 gün 40 geceden sonra Ankara’da toplanacaklar... Kolay gelsin canlarımız...
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak dileğiyle...
-- CBT sayı 1256, 15 Nisan 2011 CBT

***
SINAV İPTAL EDİLMELİ
Şifre, ÖSYM, Bilimsel Yayında Etik Dışılık

Olmayacak şey değil... Tepeden tırnağa etikdışılığın sarıp sarmaladığı bir toplumu yöneten organların ve kurumların, Türkiye’nin en önemli sınavında belirli bir kesimi koruyup kollaması çok normaldir. Eğer iktidarda yandaşlık varsa, yandaş koruma/ kollama/ atama 8 yıldır sıradan bir olgu olarak kabul ediliyorsa, kendi türlerinin arkadan gelen soy-soplarına yükselişin kapılarını açmalarından daha doğal ne olabilir?
ÖSYM’de operasyon 9 ay önce gerçekleşti ve iktidar-YÖK orada egemenliği / yönetimi devraldı! Bu ilk büyük sınava, “asla hilenin yapılamayacağı büyük teknolojik yeniliklerle” hazırlandıklarını duyurdular...
Ali Demir, İTÜ’de tekstilci profesördü.. TV’de yaptığı açıklamada yanında bulunan kişi de endüstri mühendisi emekli profesör Ercan Öztemel ise TÜBİTAK Gebze’de çalışıyordu (ne üretiyordu?), anlaşılan Demir’in yanına atanmış! İkisi de, zerre kadar ilgileri olmayan bir işi yönetmeye getirildiler! Ama önemli olan “yandaş- cemaatdaş” olmalarıydı! YÖK nasıl bütün atamalarda iktidarın adamlarını gözettiyse, Başkanı Özcan, ÖSYM’ye yaptığı adamalarla da üstlendiği “tarihsel misyonunu” yerine getirdi!
Sınav’da ilk “kural bozma”, sadece türbanlı kızların 8 okula özel olarak yerleştirilmesiyle başladı, ÖSYM önce bunun kasıtlı atama olduğunu reddetti! Bilgisayar atadı, diyerek ilk yalanı söylediler! Sonra da “pozitif ayrımcılık yaptık” dediler! Bu pozitif ayrımcılığın, sınav sorularının çözüm anahtarını da vermeye kadar uzanmış olabilir! Bu kızlar kimlerdir ve sınavdaki başarıları açıklanmalıdır!
Ali Demir, zerre kadar saydam davranmadı! Her soru kitapçığının ayrı ayrı şifrelendiğini bile ileri sürecek oldu! Sorular karşısında, eh o sayıya yakın, dedi.. Ancak anlaşılıyor ki, 1.700.000 soru kitapçığını guruplar halinde şifrelemişler! Böyle olunca, bunları guruplar halinde istedikleri “okullara” gönderebilirler! Nasıl olsa çözüm şifreleri de biliniyor!
Eğer isim isim bildikleri ve belirledikleri türbanlı kızları İstanbul’da belirli okullara toplayıp sınavlar sokabiliyorlarsa... O halde, kendilerine bildirilecek binlerce öğrenciyi de, belirli yerlere guruplar halinde toplayabilirler... Ve bu guruba da anahtarıyla birlikte şifreli kitapçıkları da dağıtabilirler!
Tam anlamıyla şaibeli işler merkezi ile karşı karşıyayız, sanki...
***
Şaibe, etik dışılık, bilimi de sarmış durumda! Kurumsal bir çürüme! Prof. Metin Balcı, uluslararası ünü olan çok değerli bir bilim insanımız. Dergimizdeki makalesi çok önemlidir. Balcı, uluslararası bilimsel makalelerin en çok yayımlandığı 10 bilim dergisini inceledi! Gördü ki, bilim dünyamız bu dergileri çok seviyor! Ama dergilerin izlenme ve bilimsel kriter değerleri en alt düzeyde! Üstelik makale yayını için ücret alıyorlar! 500-750 doları bastırdın mı, hiç bir iyi/kaliteli derginin yüzüne bile bakmayacağı sözde araştırma makalelerini hemen basıyorlar! Bir sürü Hint, Pakisten, Afrika dergisi ve sadece düşük kaliteli makaleleri basmak ve iyi para kazanmak için kurulmuş şirketler topluluğu!
Çünkü talep var! “Makale yayınlamak”, akademisyenin “bilimsel faaliyeti” için gerekli! Ülkemizde akademik yükseltmeler için de zorunlu! Bu tür dergilerde yayınladığınız kolay yazıları, dosyanıza koyuyorsunuz, jüriye gönderiyorsunuz, sayın jüri bakıyor ki koşullar yerine getirilmiş, akademik yükseltmeni veriyor! Kaliteymiş, etik dışıymış falan filan...
İncelenen 10 dergide 1900 “makale”, Türkiye’nin uluslararası yayın sayısını arttırıyor! Yayın grafiğini yukarıya tırmandırıyor! Bilim yöneticilerimiz, bunları başbakanlarına, yerli ve uluslararası toplantılarda bilim dünyasına sunuyor! Böylece bilimde “dörtnala koştuğumuza” inanıyoruz!
Bilimsel araştırmacılığı /etkinliği bir üst düzeye tırmandırmak için, koşulları değiştireceksiniz. Metin Balcı, bu konuda önerilerde bulunuyor. Balcı, bilimi, iyiyi, doğru olanı, etiği, kaliteyi koruyan ve daha ileri gidilmesini isteyen bir bilim insanımızdır.. Yanlışı gösterir, ama bu tip bilim insanlarını pek çok kurum sevmeyebilir! Sesini çıkarmayan insanları tercih ederler! Bataklığı görse bile üç maymunu oynayacak insanları! 2 ay kadar önce, “bugüne kadar ki katkılarınız ve yardımlarınız için teşekkür ederiz” mektubu, ÖSYM’den, bir tek sadece Balcı’ya, acaba bu nedenle mi gönderildi!?
8 Nisan 2011/ Gündem, CBT

***
Hasan Mandal – Cemil Arıkan

İki dostumuz görev değişikliği yaptı. Yıllardır takdirle izlediğim, ülkemizde sanayinin ve üniversitelerin ARGE ve ürüne yönelik araştırma potansiyelini geliştirme politikalarında büyük emekleri olan Cemil Arıkan, Sabancı Üniversitesi’ndeki görevini, yine bilimsel çalışmalarını büyük bir takdirle izlediğim Hasan Mandal’a devretti.
Bu görev değişikliği, Sabancı Üniversitesi’nin candamarı sayılacak bir bölümünde gerçekleşti: Araştırma ve Lisansüstü Politikalar (ALP) Direktörlüğü. Bu bölümün kurucu başkanı idi Arıkan. Bu direktörlük, üniversitenin içindeki bütün araştırma ve eğitim/öğrenim faaliyetlerinden aynı zamanda bir toplumsal değer üretilmesini denetleyen ve bu amaçla faaliyet yürüten bir merkez. Tüm faaliyetleri bir değerler zinciri içinde görüyor. Üniversite içindeki araştırmalar ve akademik aktivitelerden çıkabilecek fikri mülkiyetleri izleme, ticarileştirme; bilimsel yayını ve kişisel araştırmaları destekleme fonları bu merkezin yönetim alanı. Araştırma değerler zinciri, bir yandan tüm ARGE faaliyetlerini, bu faaliyetlere kaynaklık edecek üniversite/ülke içi ve dışı herşeyi bir bütün olarak görüyor. Bu amaçla da bir destek mekanizmaları sistemi, arayüz olarak çalıştırılıyor...
Hasan Mandal, Anadolu Üniversitesi’nde Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Dekanlığı ve Rektör Yardımcılığı görevlerinde iken, Sabancı Üniversitesi’nin bu sistemini incelemiş ve üniversitesinde kurulmasına önayak olmuştu. Seramik Araştırmalar Merkezi (SAM), ülkemizdeki seramikçilerin üye olduğu ve istedikleri ARGE vb hizmetlerine yardım ve destek aldıkları bir merkez.. Mandal, SAM’nin sektör için önemli bir artı değere dönüşmesinde büyük rol oynadı. Ayrıca akademisyenlerin araştırmalarının ürüne dönüştürülmesinde de bizzat öncülük etti..
***
Sabancı Üniversitesi (SÜ), Anadolu Üniversitesi’nden (AÜ) çok başarılı bir bilim ve uygulama adamını transfer etti! AÜ’ye yazık oldu, SÜ ise büyük bir kazanç elde etti.. Rektör Nihat Berker’e, Anadolu’nun parlak insanlarına yöneldiniz, diye takıldım. Üniversiteler bir yarış içinde. Bu rekabetin evrensel bir yönü var şüphesiz. Vizyonu olan, evrensel bir değer olma, evrensel değerler yaratma ve ülkeye önemli toplumsal katkılar sunma amaçları olan üniversiteler bu yarışı sürükleyeceklerdir..
Sabancı Üniversitesi şüphesiz ki bunlardan biridir. Arıkan şu bilgiyi verdi: TÜBİTAK’ın 7. Çerçeve Programı 2010 yılı değerlendirmelerine göre, AB’ye 80 milyon Avro ödenmiş, 82 milyon Avro da AB’den bilim ve araştırma kontratı alınmış. Bu kontratlarda SÜ en yakın yerli rakibini iki kat aşan proje almış veya projeye katılmış. Bu alanda başarılı... Öğretim üyesi başına düşen bilimsel makalelerde, KOÇ ve ODTÜ yılda 1 makale ile önde... Bilkent 0.9, Sabancı ise 0.85..  Boğaziçi Ü. ve İTÜ ise 0.65..
Türkiye’de üniversite adı altında kurulan bir dizi kurum, 20 yıl sonra mı yoksa 30 yıl sonra mı gerçekten üniversite adını hakedecek bir faaliyetler bütünlüğüne ulaşacaktır, veya bir kısmı  hiç mi ulaşamayacaktır, göreceğiz... Bir kısım üniversiteler (çoğu vakıf) sadece kazanç amaçlı üniversite olarak kalacaktır.. Diploma dağıtan...
Şüphesiz ki devlete girecek “üniversite mezunları” ile özel sektörde çalışacak üniversite mezunları, genel olarak, birbirinden çok farklı kalitete diploma sahibi olacaklardır (şimdiden öyle değil mi?!).
***
Hasan Mandal’a başarılar dilerim.. Cemil Arıkan’a da yeni “Emeritus Direktör” unvanı ile Rektör Danışmanı görevinde başarılar dilerim..
SÜ’ndeki görev değişiklerini izliyoruz. Tosun Terzioğlu rektörlüğü Nihat Berker’e devretmişti.. Şimdi o da “emeritus profesör”.. Hepsine kolay gelsin...
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak dileğiyle...
CBT Sayı 1254, 1 Nisan 2011

***
Olaylar Haftası

Geçen hafta şenlikli bir haftaydı üniversiteler açısından. Boğziçi Üniversitesinde Üniversite Sorurnlarını Tartışıyor sempozyumunun ardından, üniversite öğrencileri ve akademisyenler etkili bir yürüyüş yaptılar. Boğaziçili akademisyenler, gazeteci tutuklamalarını eleştiren bir açıklma yapıt (en altta). ODTÜ Senatosu da bildiri yayımladı (aşağıda). Tabii, gazeteciler de yürüdü! Yetmedi, başta ODTÜ olmak üzere çok sayıda üniversiteden ve öğretim elemanları derneklerinden 300’ü aşkın akademisyen, savcının serbest bırakılması isteğine rağmen mahkemenin hangi gerekçelerle bilinmez tutukladığı ODTÜ’le araştırma görevlisi Çoşkun Musluk için açıklama yaptı (6. Sayfada). Hepsine yer veriyoruz dergimizde..
Am önce 25. Yıl mesajlarındn bir demet..
“CBT'nin başarısını görmemek mümkün değil. Bir gazete eki olmasına rağmen, neredeyse Türkiye'nin akademisyenlerinin tek tartışma ve haberleşme organı haline geldi. Bilimin, teknolojinin, üniversite sorunlarının, yayın değerlendirmelerinin ve benzer konuların tartışılıp duyurulduğu en üst düzeydeki yayınımızın CBT olduğunu söylemek sanırım abartılı olmaz. Yaptıklarınız için size teşekkürlerimi, başarılarınız için de tebriklerimi sunuyorum. Prof. Dr. Cengiz Toklu Yeditepe Üniv. İnşaat Müh. Bölüm Başkanı Türkiye Bilim Merkezleri Vakfı, Bilim Kurulu Başkanı”
***
“Bilim ve Teknoloji Dergimizin kuruluşunun 25. yılını şahsım ve İKEK  adına tüm içtenliğimle kutluyorum. Bilimsel düşünce ve çalışmalarda ufuk açan, Atatürk’ün büyük mirası bilim ve akla sahip çıkan, bilimi herkese  ve her düzeye yayan, aydınlık yarınların bilim temeli üzerine inşa edilmesine büyük katkılar getiren Bilim ve Teknoloji’ye, başta siz olmak üzere emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyorum. Erdoğan Yılmaz
***
“Sayın Bursalı, Cumhuriyet Bilim Teknoloji'deki yazınızı okuyunca yaşadığım heyecanı anlatamam. Hem Cumhuriyet kitap eki hem Bilim Teknoloji eki gençlik çağlarımdan beri vazgeçilmezlerim.. Bir kuşak sizlerle büyüdük, ne mutlu bize! Emeğiniz, sabrınız, direnciniz ve umudunuz için sağolun! Sedef Özkan, Luna Teknoloji”

“CBT'nin 25. yılına ulaşmasından çok başka bir konuya değinmek istiyorum: Doğa yasaları bilinmeden, bilinip de anlamlandıralamadan, dolayısıyla mikro düzeyden makro düzeye dek evrenin işleyişi ve yaşam felsefesi kavranılamadan, insan yaşamını düzenleyen yasaların/kuralların doğru oluşturulup düzenlenmesinin olanağı yok. Çünkü insan denen canlı varlık evren dışı değil, evren içi bir varlık. Dolayısıyla oluşturacağı sosyal yaşam kuralları (yasalar), doğa kuralları/yasaları ile uyumlu olmak durumunda...
Görüşlerine çok değer verdiğim Ali Sirmen'in açık yüreklilikle yapmış olduğu itiraf (ile), 2007 yılından bu yana kırkın üzerinde gazete köşe yazarına gönderdiğim doğa yasaları ve tarikatlarla ilgili yazımın neden anlaşılamadığını, daha iyi anladım. Sirmen gibi bir insan (benim açımdan bilge düzeyinde) bilimden bu denli uzak ise, vay ülkemizin haline!.. Şengör Hoca bir iletisinde şöyle yazmıştı: "Politikacılarımız zaten biraz doğa bilimlerinden haberdar olsalar, ettikleri bu haltları etmeyecekler."..Bu konuda, Sayın Kılıçtaroğlu'na bir dosya hazırlayıp gönderdim. Anlaşılan o ki, bu çabam göle yoğurt mayası çalmak gibi bir eylem...
İbrahim Gedik (Jeoloji Y.Müh.)

ODTÜ SENATOSU ENDİŞELİ
ODTÜ senatosu yaptığı açıklamada "Çağdaş demokrasilerde üniversitelerin ve basının ortak zemini düşünce ve ifade özgürlüğü, düsünce ve ifade özgürlüğünün güvencesi ise evrensel normlara uygun bir hukuk sistemidir. Ülkemizde bu çizgiden uzaklaşan ve adalet hissini zedeleyen her türlü uygulamadan derin bir kaygı duyuyoruz" denildi. Rektör Ahmet Acar “Üniversitemiz Senatosu'nun 7 Mart 2011 tarihinde yaptığı toplantıda, aşağıdaki duyurunun kamuoyunun bilgisine sunulmasına karar verilmiştir:
"Düşünce ve ifade özgürlüğü demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu ve bir insan hakkıdır; en belirgin unsurları arasında özgür basın ve özerk üniversite yer alır. Bu hakların hukuk düzeni ile korunması bir zorunluluktur. Akademik özgürlük, yükseköğretim kurumlarinin uluslararası normlara göre gerçek işlevlerini yerine
getirmelerini sağlamada özel öneme sahiptir. Demokratik düzende, gerek basın gerekse yükseköğretim kurumları müdahale ve baskı endişesi taşımadan işlevlerini yerine getirebilmelidir. Hukuk ve yükseköğretim sistemimizin, mensuplarının görüş ve uyarıları dikkate alınmaksızın evrensel normlara aykırı biçimde yukarıdan asağıya doğru dönüştürülmekte olması, ilgili kurumlarımızı görevlerini layıkıyla yapamayacak hale getirmektedir. Üniversitelerde öğretim elemanı alma süreçlerine artan müdahaleleri ve sürekli hale getirilen öğrenci affı uygulamasını üniversite özerkliğiyle bağdaştıramıyor ve özenle korumaya calıştığımız akademik standartlarımızı aşındırmasından rahatsızlık duyuyoruz.
Basın üzerindeki baskıları ve akademik özerkliği zedeleyen uygulamaları; ülkemizde düşünce, ifade ve bilimin özgürlüğüne müdahale olarak görüyoruz. Özgür basının ve ozerk üniversitenin olmadığı, hukuk sisteminin çağdas evrensel normlara uygun calışmadığı bir düzenin demokrasi olmaktan çıkacağı endişesini kamuoyu ile
paylaşırız.” 

"ÖZGÜR BİLİM, ÖZERK ÜNİVERSİTE"
 12 Mart tarihinde Tünel’den Dolmabahçe’ye “Özgür Bilim, Özerk Üniversite, Tam Bağımsız Türkiye” yürüyüşü gerçekleştirildi. Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden gelen binlerce öğrenci ve çok sayıd öğretim üyesinin ktılıdğı yürüyüşe, öğrenci kulüpleri, öğretim elemanları dernekleri, Bilim ve Ütopya ve Türkiye Gençlik Birliği çağrı yaptı.

Tabii, bütün bu gelişmelerin yanısıra, deprem ve tsunami Japonyayı yıktı ve atom santralleri de büyük bir tehlike yarattı. Celal Şengör ve Sinan Özeren, depremi ve tsunamiyi çözümleyen mükemmel ve özgün yazılarıyla büyük olayı irdeliyorlar... Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak dileklerimizle..
CBT Sayı 1252, 18 Şubat 2011)
***

Bilim ve Fen Öğrencilerinin Önü Açık mı?

Bahçeşehir Fen ve Teknoloji Lisesi öğrencilerinin misafiriydim. Her yıl en üst düzeyde 24 seçkin öğrencinin tamamen burslu-yatılı olarak alındığı Fen ve Teknoloji Lisesi, aslında, ülkemize seçkin bilim insanı, seçkin insan yetiştiriyor. Hepsi bu okula neden girdiklerinin bilincinde..
Sadece okumuyorlar, projeler yaparak okuyorlar. “Türkiye’de gelecek için umut veren 100 şey” arsına seçilmişler. Evrensel düzeyde gerçekleştirilen robotik yarışmalarına katılıyorlar. Amerika’ya yarışmaya gönderilecek bir robot projesi, orada ‘konteynır’a yüklenmeyi bekliyordu.
Daha genç sınıftakiler, yine yarın gerçekleştirilecek FLL yarışmasına (First Lego Ligi) hazırlanıyorlardı.. Projelerden biri ilginçti, protez kullanan bir arkadaşlarının yaşadığı sorundan yola çıkmışlar. Arkadaşları büyüme çağında, bir ayağı büyüyünce, protezli ayak aksama sorunu yaratıyor. Bu sorunu görerek kendini boyca ayarlayabilen bir protez ayak projesi üzerinde kafa yoruyorlar!
Fizik şampiyonları çıkartıyorlar.. Bir dizi alanda başarılı etkinliklere imza atıyorlar... (İlginç web siteleri: www.bahcesehir.k12.tr/lise/fen/index.asp)
Bu çocukları seviyorum, eğitim kurumlarının kurucusu Enver Yücel, Fen ve Teknoloji Lisesi ve ücretsiz öğrencileriyle ülkeye önemli bir hizmette bulunuyor. Öğrencilerin genellikle orta ve alt gelir kesimlerinden geldiğini de bu arada belirtelim!
Öğrencilerle sohbet ettik, akıllı sorular yönelttiler. Sorular arasında “Raslantıların bilimle ilişkisi” bile vardı! Türkiye’nin 2023 düşleri, insanların ve ülkelerin gelecek projeleri, bilim ve teknoloji ile ülke kalkınması ve ekonomi arasındaki ilişkiler...
Ve, tartışılan önemli bir soru: Bilim ve teknoloji alanında yetişecek bu çocuklara, Türkiye’de yer ve gelecek var mı?
***
Var... Türkiye’de gelişme var. İyi üniversitelerimizde iyi şeyler yapılıyor. Örneğin ODTÜ’de önceki gün “Biyomalzeme ve Doku Muhendisliği Mükemmeliyet Merkezi” açıldı! Yanında da Araştırma ve Uygulama Merkezi... (www.biomat.metu.edu.tr ; www.biyomalzeme.org.tr ) Burada organ tedavilerinde kullanılan biyo malzemelerin yerli teknolojilerle üretimi için bilimszel altyapı amaçlanıyor. Bu malzemelerin yüzde 85'inin ithal edildiğini düşünün.. “Kemik ve kıkırdak, kemik çimentosu, dental malzemeler, eriyebilir kemik plakaları ile yapay deri gibi sert ve yumuşak dokuların tedavisi için gerekli ürünlerin bilimsel altyapısı hazırlanacak..”
Bu ve benzeri alanlar için çok iyi uzmanlara, beyinlere gereksinimi var Türkiye’nin... Bu yetenek gerektiren çalışmaların giderek artacağını göreceğiz. Hem ülke gerçekleri dayatıyor hem de ekonomi.. Pek çok sanayici, geçen haftaki gündemde de belirttiğimiz gibi, üretiminin kalitesini daha üst düzeye yükseltmek ve ayrıca yenilikçi olabilmek için Araştırma-Geliştirme çalışmalarını hızlandırıyor!
Hayat, dünya, herkesi bilimi ve teknolojiyi öğrenmeye, üretmeye zorluyor.
Çünkü bu ayakta kalma sorunudur.. Doğrudan doğruya!
CBT 1249, 25 Şubat 2011
obursali@cumhuriyet.com.tr
http://orhanbursali.blogspot.com/
***

Çin, Dünya Hegemonyası, Ülkemiz, Katılımcı Demokrasi, Adalet vb..

Çin, ABD’den (14.6 trilyon $) sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. Gayri Safi Yurt Içı Hasılası 5.8 trilyon dolar! Çok istikrarlı bir yükselişle, 42 yıldır ikinci sırada olan Japonya’nın (5.4 trilyon$) yerine tırmandı. Almanya 3,3 ve Fransa 2.6. Muazzam ekonomiler!
Çin’in büyüme hızı 10.3. Kişi başına geliri 4500 dolar.. Bu büyümeyle en geç 2030 yılın kadar ABD’yi geçecek, deniyor. Beş yıl önceki tahminler 2035 yılına işaret ediyordu, ABD’yi yakalamak ve geride bırakmak için. Şimdi tarih öne kaydı! Dahası, süreyi 10 yıla indiren araştırmalar var!
Çin, parası var, satın alıyor. Volvo dahil! IBM yıllar önce “çinli” olmuştu! Son 10 yılda Çin’in dünyada satın aldığı şirketlerin, madenlerin bir listesi var mı elde? Birileri yapmıştır!
Çin yine de henüz yoksul.. Üretimi ucuz! Kapitalizmin, küresel ekonominin, küresel rekabet içinde baş derdi “ucuz üretim”. Muazzam yatırımlar akıyor Çin’e.. Ama mesele sadece ucuz emek değil.. Bu da yetmez! Çin aynı zamanda büyük pazar! Dünyanın potansiyel müşteri olarak en büyüğü!
Başka ülkelerce yatırım tercihi için, kaliteli insan gücü, teknolojik yetenek, alt yapı, uluslararası hukuk vb de gerek.. Çin’de bunların hepsi var!
Geçen hafta Çin’in yeni 2020 yılı Bilim Vizyonu haberini vermiştik.
Çin bilim ve teknoloji üretimine yıllardır büyük önem veren bir ülke!
Ekonomik yükselişini, bilim, teknoloji ve yenilikçilik temelinde inşa ediyor!
2020 vizyonunda, öncelikli araştırma konuları, enerji, biyotip (sağlığa, tıbba yönelik biyolojik araştırmalar) ve bilgi teknolojileri!
Bilime hedef: Araştırmalar, ekonomik büyümeyi güçlendirecek teknolojilere yönelecektir! Tabii, en önemli konular arasında temiz enerjiler var! Gelecek orada!
Çin Bilimler Akademisi Strateji ve Yönetim Enstitüsü’nden stratejist Duan Yibing diyor ki: “Dünyamızı kıskaca alan mali krizlerin bizlere öğrettiği çok önemli bir ders var: Ekonomik açıdan başarılı olmak için bilimsel inovasyonlar tarihin hiçbir döneminde bu kadar önem kazanmamıştı. 13 yıl öncesi ile karşılaştırıldığında her şey artık çok farklı”.
Akademi kaliteli araştırmalara önemli destek sağlıyor. SCI’de en üst düzeyde yüzde 1’lik dergilerde yayınlanan Çin kökenli makale sayısı, 1998’e göre, 12 kat daha çok!
Çin’den öğrenmek isteyenlere!
İkinci bir nokta, kapitalizmin eşit olmayan gelişme dinamiği! Küresel ekonomi, Çin’i yükseltti! Tabii, “hazır olanlar” ancak yükselebilir! Çin hazırdı! Üretim de sermaye de oluk oluk oraya kaydı!
ABD ve AB’nin durağan ekonomik yapılarının temelinde, “doygunluk ve refah” var! Küresel ekonomide yeni korumacı sistemler devreye sokulmazsa, bunların yeniden zirve yapması mümkün değil! Çin dünya ekonomisinin yeni “efendisi”dir!
Dünya hegemonya sisteminin altüst olacağı yeni bir döneme giriyoruz! Umudumuz buradan daha sağlıklı bir dünya çıkması!
***
Ülkemiz sanayinde ARGE ve yenilikçilik bilincinin epey geliştiğini söyleyebiliriz. En son olarak, Eczacıbaşı, “banyo ve seramik alanında üretim tesislerinin bulunduğu Bilecik-Bozüyük'te, bütün ARGE ekiplerini buluşturacak bir inovasyon merkezi kurdu..”. Genel Müdürü Karamercan açıklıyor: “VitrA İnovasyon Merkezi'nde, tasarımcıların yaratıcılık sınırlarına yeni ufuklar açacak, tüketicilerin hayal ettiği ürünleri gerçeğe dönüştürmemizi sağlayacak tasarımlar ve teknolojileri geliştireceğiz.. ” Onlar bir dünya şirketi: İtalya’da vitra alanında uzman bir şirket satın alıyorlar, teknoloji ve yenilikçilik yeteneklerini gelişitirmek için.. Şirketlerinde çalışanların (10.300 kişi) yüzde 19’u yabancı  (ülkelerde)…
İlginç bir gelişme de, tekstilcilerdeki dönüşüm.. Rekabet karşısında, tekstilciler, hem ARGE’ye hem tasarıma önem verdiler. Nanoteknoloji kumaşa girdi, kumaşa yanmaz, buruşmaz, leke tutmaz gibi yeni özellikler kattılar. Doğru bir çıkış yolu buldular!
Telekom’un araştırma şirketi Argela, Femtocell teknolojisiyle, baz istasyonlarının sayısını azaltacak,  daha az eleketromanyetik dalga yayan ve maliyeti 100 kat daha düşük bir teknoloji üretti. Kore’ye satmaya hazırlanıyor!
Tabii, bu sayımızda, ABD’de Scripps Araştırma Enstitüsü’nde çalışan Cem Efe arkadaşlarının başarısını okuyacaksınız..  Ekibi “farelerden alınan olgun deri hücrelerini 11 gün içinde otomatik olarak atan kalp hücrelerine dönüştürmeyi başardı”. (Nature Cell Biology’den kapak duyurusu!).
Kök hücre alanında devrim yaratacak bir gelişme, deniyor!
Ülkemizde bu koşullar olmadığı için, Cem orada dünya çapında işlere imza atıyor!
***
Bu sayımızda özel bir konu işledik: Beyoğlu İmar Planı’nı, Beyoğlular ele aldı. AKP’nin iktidara ilk geldiğinde basbar bağırdığı bir konuydu “katılımcı demokrasi”.. Kısa sürede yerini, dayatmacı, tepeden inmeci, yaptırımcı “demokrasi” aldı! Ankara’yı bırakın, Belediyeleri de öyle.. Boğaz köprüsü kararını bile, liderleri, yanında üç kişi ile boğazın üzerinden helikopterle dolaşarak alıyor!
Beyoğlu semt sakinleri, koruma alanı olan ve kendilerine hiç danışılmdan yapılan Beyoğlu’nun yeni imar planını hallaç pamuğu gibi attılar ve katılımcı demokrasinin esas örneğini verdiler. Biz de bu çabalarına destek veriyoruz.. Behiç Ak’a, itelemesi için teşekkür.
Doğan Kuban’ın yazısı her zamanki gibi gönül ve ufuk açan saptamalarla dolu. “Uygarlığın yaygın kanıtı, davranışlarda insan varlığına saygıysa, fiziksel çevrede estetik duyarlık, ve sanat yapıtı üretimidir” diyor ve bir alıntı yapıyor: “Hiçbir insan yapıtı, eğer bizi insan olmaya daha çok yaklaştırmıyorsa ‘bir sanat’ yapıtı değildir.” 
Şengör’ün Adalet yazısı, ülkemizde yaşadığımız olaylara ilişkin çağrışımlarla dolu!
18 şubat 2011, gündem, CBT 1248
***

Tam Gün Yasası, Tıp Fakültelerinin Batırılışı

Tam gün yasası başladı.. Bunun tıp fakültelerindeki yıpratıcı ve olumsuz etkilerini görmek için biraz zaman geçmesi gerekecektir. Şüphesiz zorlu bir dönem başlamıştır.. İktidarın tıp fakültelerini hastahanelerini çalışmaz duruma geçirmek için başından beri uyguladığı politikaların dökümünü ve amaçlarını, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesinden Prof. Dr. Süleyman ÇelikÜniversite hastaneleri, bilim ve biat” başlıklı yazısında net bir şekilde ortaya koyuyor. Yazıda, iktidarın tıp fakültelerinin gelir kaynaklarını nasıl adım adım yok ettiğini anlatıyor:
“Yeni yatırımlar bir yana; tamirat, tadilat yapılması; hatta ders araç ve gereçleri alınması ve bilimsel araştırma yapılması bile olanaksızlaştı.. döner sermaye gelirlerine de el attı. Maliye Bakanlığı aldığı hazine payını artırdı. Sosyal güvenlik kurumlarının, hastaların ilaç ve tedavi giderlerini geri ödemeleri geciktirilerek, engellenerek hastaneler üzerindeki mali baskı iyice artırıldı.. Bu arada özel hastanelerin sayısı hızla artmaya başladı. Hükümetin üniversitelerden esirgediği desteği, teşvik adı altında buralara aktardığı görüldü. Gerek çalış nların, gerekse emeklilerin özel hastanelerden aldıkları tedavi hizmetlerinin giderlerini de sosyal güvenlik kurumları ödemeye başladı. Sonuçta hastalar, üniversite hastanelerinden özel hastanelere yönlendirildi. Bu şekilde döner sermaye gelirleri iyice azaldı. Öyle ki finansal krize giren üniversite hastaneleri hizmet veremez duruma düştüler...”
Çelik, rektörler uslu çocuk rolüyle isteklerini kabul ettireceklerini sandılar ama yanıldılar, diyor ve ekliyor: “Söz konusu olan, Hükümet’in üniversite (ve diğer kamu) hastaneleri üzerinde uyguladığı politik tercihidir. Hükümet, diğer alanlarda olduğu gibi, sağlık alanında da tercihini halktan, kamudan ve sağlık emekçilerinden yana değil, özel sektörden yana kullanmaktadır..”
8 yıllık dönemde geldiğimizi nokta, sağlıkla ilgili herşeyin iktidarca denetlendiği ve yeniden biçiimlendirildiğidir. Tıp fakülteleri hastahaneleri, bir tür “devletleştirilme” yolunda gelişirken, iktidar, büyük özel hastahane zincirleri politikalarıyla da “hastayı özelleştirme” yolunda adımlar atıyor..
Burada ilginç bir nokta, “ben üniversitede çalışmayacağım, devlet hastahanelerinde de; sadece özel muayenehanemde hizmet vereceğim”, diyen meslek sahiplerine de, dünyayı dar eden kurallar koymasıdır; bu, şimdilik özel muayeheneleri işlemez duruma getirerek, doktorları özel hastahanelerde çalışmaya zorlayıcı özellikte gözüküyor.. Muayenehanelere getirilen kapı ve asansör kurallarının, günümüz yapılarında uygulanması da şimdilik zor. Şüphesiz ki kurallar gerekli, ancak insanların mesleklerini icra etmeyi imkansızlaştırıcı dayatmaların anlamı, başka ne olabilir?
Pek çok doktorun muayenelerini, örneğin Fulya’da, bu kurala uygun kapısı olan yeni bir işyerine taşıdığı belirtiliyor.

CEP TELEFONU ÜRETİMİ
Şu meşhur torba yasa tasarısına ne girmiş biliyor musunuz? Yerli cep telefonu üretimine teşvik… Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Tayfun Acarer bunu açıklıyor. Türkiye’de bilgi teknolojilerinde 2010 yılı parasal hacim 35 milyar dolar olarak gerçekleşmiş. Şüphesiz ki bu alışverişe konu olan “mallar”ın belki yüzde 90’ını yabancı üretimler oluşturuyor! Bilgi teknolojileri alanı geleceğe yönelik olarak ucu açık, doyumsuz ve durmadan gelişecek bir sektör. Dolayısıyla, Türkiye’nin burada yerel/küresel ama bir şekilde, yukarıya tırmanan güçlü bir oyuncu olmak zorundadır. Yoksa, Batılı / Doğulu üretecek, bizler (ve diğer müslüman ülkeler) sadece yiyecektir (ve durmadan ödeyecektir)!
Bu çerçevede cep telefonu alış verişi büyük bir yekün tutuyor. 2010’da 16 milyon cep telefonuna IMEI numarası verilmiş. 62 milyon mobil abone var. Neredeyse nüfusumuz kadar. Ama her evde en az iki cep telefonu var! En hızlı değiştirilen ve bu nedenle de nakitin tıkır tıkır işlediği bir sektör.. Tabii hemen hepsi yabancı üretim! Kaç milyarlık bir pazar? Kaç milyar dolar ödüyoruz bu alıma yılda? 5? 10? Ve üretim olmadığı için de geliştiremediğimiz  uzman beyinler? Açamadığımız iş alanları?
Biliyoruz, bu alanda küresel rekabet zor. Samsung, Nokia, Motorola ve diğerleri çok eskiden geliyorlar. Deneyimleri; üretimlerini durmadan destekleyen, geliştiren ve yenileyen bilimsel-teknolojik, tasarım, pazarlama altyapıları güçlü ve ileri. Pek çok Avrupa ülkesi bu alanda yok. Ama bilgi –iletişim teknolojilerinin başka alanlarında güçlü bir şekilde varlar! Daha önce bu köşede ASELSAN’ın ürettiği ve sonra vazgeçtiği cep telefonlarını gündeme getirmiştim.
Fakat, bilgi ve iletişim teknolojilerinin bütün üretim alanını da kapsayıcı niteliğini göz önüne alarak, bu sektörde devletin büyük destekçi olarak devreye girmesi gerekir. Sorun sdece cep telefonu değildir. Cep telefonu ile ilgili bütün alanlardaki gelişmelerdir…  Büyük düşünmek, büyük projelerin  gerçekleştirilmesi için şarttır.
11 Şubat 2011 CBT gündem (genişletilmiş)
***

ARGE'de Nerelere Gelmişiz?

15 Aralık 2010 tarihinde  Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu, Başbakan'ın katılımıyla 22. Toplantısını yaptı. AK döneminde istikrarlı olarak her 6 ayda bir yasal toplantısını yapıyor. Başbakan ve Nüket Yetiş 8 yıllık bilançolar çıkarmışlar, nereden nereye geldiğimizi anlatmışlar. Başbakan bu işe inanmış, bu kurulda yaptığı konuşmaları düzenli izliyorum, düzgün, “Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100’üncü yılı olan 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisi içinde yer almak” hedefini açıklıyor, bilim ve teknoloji üretkenliğinden beklentileri yüksek! 2005'te toplantıda “2003-2023 Ulusal Bilim ve Teknoloji Vizyonu ile Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları Strateji Belgesi kapsamında, ulusal öncelikli bilim ve teknoloji alanlarını belirlemiştik” ve “2005-2010 Ulusal Bilim ve Teknoloji Politikaları Uygulama Planını da onaylamıştık” diyor..
Son toplantıda ise, 2005-2010 döneminde “gelinen nokta” değerlendirilmiş ve 2011-2016 Ulusal Bilim Teknoloji ve Yenilik Stratejisi de karara bağlanmış.. Konuşmalar “şunu yaptık bunu yaptık”la dolu.
* Üzerinde durdukları en önemli nokta, 2003-2008 arasında “ARGE harcamalarını en hızlı artıran ülke olduk.”. 2009 ARGE harcaması 8,5 milyar TL gerçekleşerek, 2003'ün yaklaşık 3 katına çıkmış.
* Özel sektörün ARGE ve yenilik harcamaları 3,4 milyar TL’ye, yani 2003 yılı değerinin yaklaşık 5 katına çıkmış..
* ARGE insan kaynağındaki artışa baktığımızda da, 2003-2009 arasında Tam Zaman Eşdeğer ARGE Personeli sayısı yaklaşık 2 katına çıkmış. Burdaki artışın önemli bir kısmı, kategorideki değişiklikten kaynaklanıyor!  Cilalanarak Başbakana sunulmuş bir durum var! Yüksek lisans yapanlar da eklendi! Bir de, bu büyük artışın ekonomiye yansımasını görmüyoruz!
* Başbakan diyor ki: “Dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olmak için, üretim ve ihracatımızın içinde ileri teknolojik ürünlerin payını yüzde 5’lerden yüzde 20’lere çıkarmamız gerekiyor. Bunun için bugüne kadar 76 işletmeye ARGE Merkezi Belgesi verdik, bugün bu merkezlerde çalışanların sayısı da 10 bini geçti”. 
Ama şu yüzde 5 rakamının açılımını bir yer göremiyorum. İki yıl önce OECD'deye göre bu pay yüzde 1,4 idi! Acaba bizim yüksek teknoloji ürünü kategorimiz mi farklı?! Rakamı yüksek tutmak için- hangi mal ve ürünleri buraya ekledik? Devam edelim:
* “2002’de Türkiye’de kurulu teknopark sayısı sadece 2'den bugün 39’a ulaştı ve bunların 26 tanesinde ARGE ve teknoloji üretimine başlandı. 26 bölgede kurulu firma sayısı 1.451’e, ihracat ise 540 milyon dolara ulaştı.
* “Teknogirişim sermayesi desteğiyle, eğitimli ve nitelikli gençlerimizin teknoloji ve yenilik odaklı iş fikirlerini hayata geçirmeleri için, her yıl 100 genç girişimcimize, karşılıksız ve kefilsiz 100 bin lira veriyoruz.” Bugüne kadar 180 kişi desteklenmiş..
* “Türkiye, 2009 itibariyle son altı yılda, bilimsel yayınlarda, dünya sıralamasında 4 ülkeyi geride bırakarak 18’inci sıraya yükseldi... 2003-2009 yılları arasında ülkemizdeki yerli patent başvuru ve tescilleri yaklaşık 5 katına çıktı.
Cilalı sözler var: “Bilgi çağında, bir ülke, ürettiği bilgi, geliştirdiği teknoloji ve gerçekleştirdiği yenilikler ölçüsünde dünyada söz sahibi olacaktır. Tüm bunların ana kaynağı insandır ve insanın eğitimidir. Kalifiye insan kaynağının yetiştirilmesinde de en önemli kurum üniversitedir... Yükseköğretimde yapılacak bir hata, bir ülkenin en az 100 yılına mal olur. Bir insanın çalışma hayatını 40 yıl kabul edersek, o insanın yetiştirdikleri ve de onların yetiştirdiklerini düşünürsek, bu süre bir asrı geçer..”
Üniversite yönetimlerini bunun için mi ilahiyatçılara, türbancılara, bilimsel başarımları ortalamanın altında olanlara, bilimsel liyakat yerine yandaşlık liyakatını geçirenlere teslim ettiler!? Bu amaçla mı kendilerinden olmayan bilimcileri dışlayıp duruyorlar!
Yalanla gerçek, en çok bu maddede epey yer değiştirmiş durumda!
***
 Harcamaları üç kat arttırdık diyorlar,  aslında milli gelire göre harcamalar yerinde sayıyor, sadece milli gelir üç kat arttı ülkede! ARGE'nin payı ise binde 78'lerde! Geldiklerinden beri hedefleri yüzde 2'ye ulaşmaktı ama yüzde 1'i bile bulamadılar! Bu nedenler de “gelişmenin” ekonomide ciddi bir yansımasını göremiyoruz..
BTYK toplantı sonuçlarını sürdüreceğiz.. Gelecek Cuma'ya kadar, hoşçakalın... 
Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Gündem, 1243, 14 Ocak 2011

***
Yılı Bitirirken...

Raslantı bu ya, yılın sonu ve yılın son sayısı. İlk kez karşılaştığım üniversiteden insanlar, dergi için doğrusu uzun soluklu oldu diyerek tebrik ediyorlar. O zamanlar henüz öğrenci, yüksek lisans, doktora veya yardımcı doçent olanlar, şimdi profesör bile oldu! O zamanlar doçent ve profesör olanlardan emekli ettiklerimiz de epey olsa gerek! Zaten onların bir kısmıyla da yazışıyoruz...
Arada sırada bizim burada “derginin mali yükü”nden endişe edenler olmadı değil. İki üç  kez, ne yapsak acaba, sorusuyla niyetlerini de belli edenler bile oldu! Bizim de “restimizi çektiğimiz”, “valla siz bilirsiniz, biz de paralı yayımlarız, kazancımızdan da zırnık koklatmayız..” dediğimiz oldu!
Tabi bunlar olayın tadı biberi. Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, bir markadır ve Cumhuriyet gazetemizin ülkemiz için yarattığı önemli bir değerdir. Dergi, desteklerle yayınını özgürce sürdürüyor. Koç Vakfı, desteklediği sayfayla sağlık konusunda her tür bilimsel bilgiyi okurla paylaşıyor. İstanbul Kültür Üniversitesi, geniş bir yelpazeye yayılan bilimsel metinlerle, dergimizin içeriğine katkıda bulunuyor... Ve nihayet TTNET'e de destekleri için çok teşekkür...
Bütün bu destekleri, aynı zamanda, şüphesiz ki, ülkemizin bilim ve teknoloji yeteneklerinin geliştirilmesine yönelik önemli katkılar olarak kabul ediyoruz. Sanayimizin ve üniversitelerimizin sorunlarının her hafta çeşitli açılardan dile geldiği; bilim ve teknoloji, bilim kültürü ve bilim politikalarının özgürce tartışıldığı, dünya ile kıyaslandığı, üniversitelerimizde gerçekleştirilen ilginç araştırmaların doğru olarak yayımlandığı bir başka forum da bulunmuyor.
24 yılı aşkın bir zamandır bunu yapıyoruz.
Başta Doğan Kuban olmak üzere, hepsi birbirinden seçkin ve sorumluluk duyguları yüksek yazarlarımızın da katkılarını burada bir kez daha sevgi ve saygı ile anmak isterim..
***
Bu sayımızda kapak konumuzu hazırlarken, her zamanki gibi seçkin bilim dergilerini taradık ve bitirdiğimiz yılda öne çıkan bilim araştırma konuları seçimlerine baktık. Bu yazıyı iç sayfamızda bizim değerlendirmemizle birlikte okuyacaksınız. Burada ilginç olan, dergilerin internet sitelerinde en çok okunan haberlerle, bilim editörlerinin önemseyerek seçtikleri araştırma haberlerinin veya konularının birbiriyle ilgisinin bulunmaması!
Science, Nature gibi en seçkin iki bilim dergisinde en çok tıklanan ve okunan haberlerden bazılarını da yazıya ekledik. Ki bu dergiler bilim dünyasınca yaygın okunuyor!
Ama, çıplak çıplak ayakla daha iyi koşulduğu, depressif köpeklerin daha fazla havladığı, hayvanlar dünyasında bazı dişilerin çiftleştikten sonra eşlerini seçtikleri, sivrisineklerin yokolmasının eko sisteme bir zararının dokunmayacağı, korkusuz hayvanların ömrünün sakinlere kıyasla daha kısa ömürlü olduğu, evrenimizin acaba bir kurt deliği içinde mi yaşadığı, dikenli böcek penislerinin daha başarılı olduğu ve bunun Darwin'i desteklediğ gibi haberler daha çok “tıklanmış.”
Neye göre? Editörlerin çığır açısı nitelikte olduğuna kanaat getirerek, en önemli araştırmalar diye ilk sıralara yerleştirdikleri haberlere göre!
Bilimin kısa ama merak ettirici ve daha çok sosyal karaktere sahip diyebileceğimiz haberlerinin çok daha ilgi çekmesinin de anlaşılır nedenleri var...
İç sayfalarımızda okuyacağınız Atılım Üniversitesinde gerçekleştirilen araştırmanın başına geldiği gibi...
İyi ve mutlu bir yıl dileyelim.. Herkesin gönlünce yaşayacağı, ama kamusal yararın da gözetileceği bir yıl...
Yeni yılda buluşmak dileğiyle ve saygılarımızla...
CBT sayı 1241, 31 Aralık 2010-12-28
***

Ege ARGE Toplantısı

Ege Üniversitesi'nce düzenlenen Ege ARGE toplantısını iki gün izledim. İlginç konuşmalar dinledim. En çok dikkati çeken de, Ege'deki üniversitelerin aralarında kurulmaya başlanan Platform'du. Nitekim 6 Rektör bu kapsamda ilgiyle konuştu. Geniş bir özeti iç sayfalarımızda bulacaksınız.
Burada vurgulamak istediğim şu: Devlet veya vakıf, rektörler arasında bir söz ve fikir birliği var; Üniversiteler araştırıcı olmak, bilgi üretmek zorunda. Kalite böyle sağlanır. Üniversiteler proje geliştirmeliler, çevrelerindeki ekonomik sorunlara çözüm getirmeliler, öğrenciler aynı zamanda projelere ve araştırma alanlarına çekilerek eğitilmeli ve araştırmacı yeteneğini kazanmalı! Üniversiteler ARGE'ye mutlaka önemli pay ayırmalı. Sanayi ile ortak projeler hazırlamalı, üniversite-sanayi işbirliğini geliştirmeli, patent almalı, ülke ekonomisine ve halkına, ekonomik refha katkıda bulunmalı...
Bütün rektörlerin bu kapsamda fikir açıkalmaları çok sevindirici! Doğrusu, üniversitelerimizde bu gelişme, bu beyanlar doğrultusunda giderse, yakın gelecekte hem öğrenci kalitesi artacak, hem de üniversitelerin araştırmacı niteliği... Ve ülkemize katkıları... Ne diyelim, inşallah!
***
Ege Üniversitesi, şüphesiz ki bu gelişmelerin göbeğinde. En eskisi olması nedeniyle de! Rektör Candeğer Yılmaz nedeniyle, Ege'ye "Abla Üniversite” adını  taktılar. Yılmaz 2008 Ağustosundan beri Rektör. Üniversitesini anlatırken, çok önem verdiğim bir bilgi verdi: Yeni öğrencilerden 3500'ünün sosyal sorumluluk projesinde yer almalarını sağlamışlar. Yeni kayıt döneminde ise bütün öğrenciler, 5 bin öğrencinin hepsinin böyle bir projede yer alacaklar! Bu önemli, öğrencilerin büyük çoğunluğu belki de ilk kez bir projede çalışmış ve üniversiteye öyle adım atmış olacak!
Ege Üniversitesi'yle ilgili bazı bilgileri içeride verdik. Diğerlerine gelince: Ege Sürekli Eğitim Merkezi'ne sahip. Her yaşta eğitimi destekliyor ve sertifika veriyorlar. Geçen yıl uzaktan eğitime başladılar.  Gözlemevi, Botanik bahçesi, Herbaryum Merkezi, Tabiat Tarihi Müzesi, Balkanlar ve Anadolu Giysileri Müzesi, Üretim Çiftlikleri, sanayiciye yönelik  ilaç, kimya, tekstil.. akredite araştırma laboratuvarları, uzaktan algılama ile tarıma destek, yenilenebilir enerji çalışmaları... Teknoloji Transfer Merkezi olarak EBİLTEM aracılığıyla bölgede ARGE kültürünü ve üniversite-sanayi işbirliği örnekleri... Üniversite'de  13 SANTEZ projesi sürdürülmekte.  Avrupa İşletmeler Ağı'nın üyesi... Avrupa Birliği Proje Ofisi'ne sahipler.. 55 AB Projesine katılmışlar ve 6 milyon Avro kaynak sağlamışlar.
Tabii, sağlık kümelenmesinde de öncüler: İnoviz- Sağlık İçin İzmir Platformu. 2010 ARGE Yılı ilan etmişler ve bu kapsamda paneller düzenlemişler. Ege ARGE kapsamında da Proje Pazarı'na 239, Proje Yarışması'na 163, Proje Sergisi'ne 70,  Proje Fikir Yarışması'na da  48 proje başvurusu olmuş. Bunlardan bir kısmını gezdik, üniversitenin birim ve enstitülerinde yapılan örnek çalışmaları dolaştık.. (Toplantılara destek verenler: TÜBİTAK, ESBAŞ, Elginkan Vakfı,  Atatürk Or. San. Böl., Vestel ve Netsis)
Candeğer Yılmaz, rektörlük döneminin bugüne kadarki “hesabını” da bir kitapçıkla veriyor.
Ege Üniversitesi'ne kolay gelsin diyorum ve başarılar diliyorum.
Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Sayı 1238
***

Ege bölgesi üniversiteleri ARGE'ye koşuyor

Ege Üniversitesi'nde düzenlenen 1.Ege ARGE ve Teknoloji Günleri (AreGE), 1-3 Aralık tarihleri arasında Elginkan Vakfı ve TÜBİTAK'in destekleriyle gerçekleştirildi. İlginç konuşmalar, Ege üniversiteleri rektörlerinin vurgulamaları, bilim teknoloji ve ARGE'ye dayalı kalkınma, iş çevrelerinden ilginç saptamaları ve kapitalist sistemin yeni yıkıcı ve yenileştirici unsuru olarak Yeni Yeşil Düzen... Hepsinden bir parça...
“Üniversiteler ile toplumun farklı kesimlerini bir araya getirerek geleceğe dönük stratejik ortaklıklar için zemin hazırlamak ve ülkemizin geleceğinde üniversitelerin yerini ve katkılarını vurgulamak” amacını taşıyan AreGe'de ayrıca 5 kategoride ödüller de dağıtıldı, çeşitli kategorilerde 17 ödül verildi. Paralel olarak Proje Pazarı ve çeşitli benzer etkinlikler de yer aldı. Proje yarışmasında 48 proje arasında kazanan üç projeye ödül verildi.
“Yeni Nesil Üniversite Kavramı” başlıklı Rektör Candeğer Yılmaz'ın yönettiği panelde Ali Rıza Kaylan, Cemil Arıkan, Hamit Serbest, Mehmet Tiryaki konuştu. “Basının Gözünde Üniversite ve Sanayi” başlıklı ve Ali Nail Kubalı'nın yönettiği panelde ise Rüştü Bozkurt, İsmail Uğural, Orhan Bursalı konuştu.
İzmir için İzmir Üniversiteleri Platformu'nda, 6 Ege üniversitesinin rektörleri konuştu: Candeğer Yılmaz (Ege),  Mehmet Füzün (Dokuz Eylül), Mustafa Güden (İzmir Yüksek Tekno. Ens.), Atilla Sezgin (Ekonom Üni.) Murat Barkan (Yaşar Üni.) ve Seyfullah Çevik (Gediz Üni).
Sosyo Ekonomik Rekabet ve Üniversiteler paneline, Reha Denemeç, Süleyman Alata,  Halil Kulluk, Baha Kuban, Uğur Yüce katıldı.
ARGE destekleri ve mekanizmaları konusunda Mustafa Kaplan, İsmail Doğan, Ömer Pak, Gökhan Karatoy, Hamit Serbest konuşmalar yaptı ve daha sonraki programda başarı öyküleri anlatıldı. Kongrede, İzmir İçin İzmirli Kurumlar üzerine konuşmalar yapıldı. Bilginin Korunması (Habip Asan, Sertaç Köksaldı, Şevket Ruacan, Ahmet İnam, Kaan Dericioğlu) ve 2010'lu yıllarda Bilim ve Teknoloji Öngörüsü (Refik Üreyen, Ali Akurgal, Rezzan Karaaslan, Yusuf Işık) panelleri yapıldı.
Yeni nesil üniversitelerin nitelikileri vurgulandı. Özellikle, üniversitelerin bu dönemde “bilgiden para kazanmak” zorunluluğunun altı çizildi. Bu demektir ki, özetle, bilgi ve teknoloji üreten üniversite! Aynı zamanda nitelikli hizmetleri ve katmadeğerleriyle, çevresine, ülkesine ve dünyaya katkı yaparak kazanç elde eden üniversite!
Dünyada üniversitelerin önemli bir kısmı böyle yeniden yapılandırılıyor. Ege Üniversitesi üniversite sanayi işbirliği ve topluma yararlı olmak noktasında İzmir'de başı çeken etkinliklerin merkezi. Rektör Candeğer Yılmaz üniversitesinin öncü rolünü vurguladı. Daha önce bu konularda çeşitli etkinliklere imza atan Fazilet Vardar Sükan, aynı zamanda EBİLTEM başkanı, “bu etkinlikler kapsamında üniversite, sanayi, fikir ve yatırım olanaklarını bir araya getirebilecek bir çatı oluşturmayı hedeflediklerini” söyledi.
Candeğer Yılmaz, Ege Üniversitesi'nin, ülkenin en iyi ilyk beş ünivresitesi içiinde olduğunu, Hollanda Leiden üniversitesince yapılan araştırmaya göre, dünyanın en iyi 500 üniversitesi listesinde Türkiye'den giren 9 üniversite arasında olduğunu, 375 ikili anlaşma ve 75 ülke ile ikilii protokol yaptıklarını, öğretim üyelerinin 32 patent aldıklarını belirtti.

REKTÖRLER ANLATIYOR
Mustafa Güden, araştırma üniversitelerinin niteliklerini, Goteborg ve John Hopkins üniversitelerinden yola çıkarak anlattı. Araştırma üniversitelerinin sadece yüksek lisans ve doktora eğitimi vermeleri gerektiğine inandığını altını çizdi. Ülkemizde bunun örneği olmadığını, ilk başta doğru kurulan yüksek teknoloji enstitülerinin daha sonra lisans öğrencisi de aldıklarını bunu yanlış bulduğunu söyledi. Tekerleğin keşfini, en büyük buluş olarak nitelendirdi. Üniversitelerimizde araştırma için harcanan paraların topluma geri dönmediğini, bilginin üretime dönüşmediğini, bu durumun tipik bir azgelişmiş ülke niteliğini gösterdiğini belirtti! İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü'nün savunma sanayi projeleri içinde yer aldığını, Milgem, Ulusal Zırh Enstitüsü projeleri içinde bulunduklarını, İzmir'deki üniversiteler arasında çeşitli işbirlikleri yapılabileceğini söyledi. Enstitüde 3000 lisan öğrencisine karşılık, 300 yüksek lisans ve doktora öğrenci sayılarını arttıracaklarını belirtti.
Atilla Sezgin, Ege'de 7 üniversitenin varlığına, Katip Çelebi ve Şifa Üniversitesi'nin de kurulmasıyla 9 üniversite olduğunu, ortak araştırmaların yapılması gerektiğini, bu amaçla insan ve alet olarak envanter çıkarma çalışmalarının başladığını, Ekonomi Ünversitesi'nin gelirlerinin yüzde 1'ini ARGE'ye harcama kararı aldıklarını bunu yüzde 2'ye çıkartabileceklerini vurguladı. "Üniversite ekonomiye katkı yaratıyor” dedi ve 2010'da, bu katkının, Ege'de okuyan öğrenciler dikkate alındığında 5 milyar TL'yi aştığını, GSYİH içinde İzmir'in payının 56 milyar TL olduğunu, bunun yüzde 9,5'unu  İzmirli üniversitelerin yarattığını söyledi.
Murat Barkan, Ege Üniversitesini “abla üniversite” olarak nitelendirdi ve Yaşar Üniversitesi hakkında bilgi verdi. İlginç bir konuşma yaptı ve dünyanın bugünkü üniversiter eğilimleri  üzerine bir gelecek senaryosu çizdi. AB ülkelerinin nüfusunun yüzde 86'sının yüksek eğitimli olduğunu, ABD ve Kanada da benzer oranlara sahip bulunduğunu, dünyada öğrenci hareketliliğinin 100 milyar dolarlık bir ekonomi yarattığını, 3,4 -4 milyon dolaşan öğrencinin, şimdi artık ABD yerine dünyanın başka bölgelerine ve talebin arzı belirlemeye yöneldiğini belirtti: “ABD kapılarını 11 Eylül olayından sonra kapatınca, yabancı öğrenci hacmi yüzde 20 daraldı, ayrıca beyin göçü bu ülkeden tersine dönmeye başladı.”
Barkan, Türkiye'ye yansımaları konusundaki görüşlerini dile getirdi ve üniversite kuruluşlarının ülke çapında yaygınlaşmasıyla birlikte, İstanbul'da toplam 53 üniversiteden pek çok vakıf üniversitesinin öğrenci bulmakta zorlanacağını ve iflas edeceğini ileri sürdü. Ayrıca, 2017 yılından itibaren de ÖSYM'nin artık öğrenci seçmeyeceğini sadece yerleştirem işleriyle ilgileneceğini söyledi.
Seyfullah Çevik, insanımızın girişimci özelliğini, Türki Cumhuriyetlerinde bulunduğu dönemde, öğrencilerin aynı zamanda tuğla fabrikası kurarak üretici ve tüccarlık yapmasında görerek yaşadığını belirtti. Hindistan'ın yazılım sektöründe nasıl bir numara olduğunu, üniversitelerimizin kendilerini sorgulaması gerektiğini, eğitimin ve temel bilimlerinin daha çok teorik öğrenimle yetindiğini, bu alanda çok başarılı olduğumuzu, ancak pratik hayata yönelik olarak öğrencilerin yeni bir anlayışla yetiştirilmeleri gerektiğini söyledi... Ve Gediz Üniversitesi'nde buna dikkat edeceklerini, Japonya'da öğrenci/araştırmacı oranının 1/3'den ½'ye yöneldiğini, öğrencileri proje çalışmalarına katacaklarını ve araştırmacı yönlerini geliştireceklerini, öğretim üyelerini kaliteli ama genç insanlardan seçtimlerini ve teşvikler koyduklarını belirtti.
Mehmet Füzün, üniversitelerin kaliteyi hedeflemesinin, ARGE'ye önem vermelerinin, bilgi üretmelerinin artık şart olduğuna değindi ve Dokuz Eylül Üniversitesi üzerine bilgi verdi.

REKABET İÇİN ÜNİVERSİTE
Diğer ilginç panel Sosyo Ekonomik Rekabet İçin Üniversite başlığı altında ve Ankara milletvekili Reha Denemeç yönetiminde yapıldı. Halil Kulluk (İntekno), artık sadece “neden” diye sormadıklarını, iş üretebilmek için “neden olmasın” tutumunun önemini vurguladı ve Mevlana'dan ve Mesnevi'sinden girişimci/ yenilikçilik örnekleri verdi!
Baha Kuban, Çevre dostu teknolojilere ve düşüncelere dayandırdığı “Eko inovasyon modeli” başlıklı konuşmasında, kriz içinden yeşil teknoloji ve üretimlerin büyüyerek çıkabileceklerini, bunun “Green New Deal –Yeni Yeşil Düzen- olacağını söyledi. Kuban'a göre, şirketlerin kârlılık oranları 40 yıldır düşüyor, sistemin kendi geleceği için kurulu düzeni restore etmek istediğini, restorasyonun yeşil olana öncelik verilerek yapılabileceğini ileri sürdü. Kırılma yaratacak teknolojilerin öncülüğüne, bu teknolojilerin de daha az enerji tüketenler olacağına değindi.
DPT Daire Başkanlarından Süleyman Alata, 2001-2023 Stratejik planının ana hatları konusunda bilgi verdi ve hedefin dünyanın ilk 10 en büyük ekonomileri arasına girmek olduğunu söyledi. 2007-2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı vizyonunu “rekabetçi, bölgesel gelişmeye odaklı, beşeri gelişmeyi dikkate alan, istihdam arttırıcı ve kamu hizmetlerindeki hızı arttırma vizyonuna” sahip olduğunu söyledi. Bunlar arasında gelirini daha adil paylaşan, bilgi toplumuna dönüşen ve AB'ye tam üye olmaya hazır bir ülke vizyonu da var.
Bu amaçla, ARGE, araştırmacı sayısı, teknoloji transfer merkezleri, GSMH içinde ARGE oranları, teknoloji odaklı girişimci geliştirme ve destekleri, özel sektöre destek artışı gibi konularda hedeflerini açıkladı ve 7 yılda pek çok hedefi tutturduklarını vurguladı. Kalkınma Planında bilim ve teknoloji öncelikli alanları belirtti: Nanoteknoloji, Biyoteknoloji, Aşı ve anti-serum başta olmak üzere yaşam kalitesinin yükseltilmesine yönelik sağlık araştırmaları, Yeni nesil nükleer teknolojiler ile hidrojen ve yakıt pili teknolojiler, Yerli kaynakların katma değere dönüştürülmesini amaçlayan Ar-Ge faaliyetleri, Bilgi ve iletişim teknolojileri, Savunma ve uzay teknolojileri.. Alata'nın gelişmelere ilişkin verdiği bilgileri başka bir yazı konusu yapacağız.
Uğur Yüce (Enda Holding), bilgi toplumuna geçmenin önemini vurguladı; Pazar var, para var, ürün fırsası var bunları değerlendirmeliyiz dedi. 1980'lerde bugünkü gelişmeleri devlete anlatamadıklarını belirtti ve o dönemde söylediklerin diktate alınsaydı bugün Türkiye bilişim alanında bir Hindistan olma fırsatını kaçırmayacaktı, dedi. Yüce, yenilikçilik ruhunun yaratıcılık ruhuyla birleştiğinde ARGE görevini yerine getirebileceğini, bu olgunun ana okuldan itibaren çocuklara eğitimle verilmesi gerektiğini söyledi.
Yüce önemli bir noktaya daha dikkat çekti: Fen Liseleri çok önemliydi, ama kısa sürede onları yozlaştırdık.. Eğitimin kalitesinin iyi olması normay ama özel yetenekleri keşfetmek ve onlara yol açmak çok daha önemlidir. Start Up destekler boşa gitmez, onlar vergi ve istihdam olarak topluma döner, aykırı fikirlere önem vermeli.. (ob) CBT sayı 1238..
***

Rektörler Toplantısı ve Erdoğan

Alışılmamış bir durum oldu ve Başbakan Erdoğan bütün üniversitelerin rektörlerini topladı! Neden acaba? Söylentiye göre, YÖK Başkanı Özcan'ın Başbakanına önerisi üzerine böyle biri toplantı düzenleenmiş. Yoksa, Başbakan mı böyle isted dile getirdi, bilmiyoruz.
Konuya rektörler açısından bakmayacağım. Bir ülkenin Başbakanı rektörleri toplantıya çağırıyorsa şüphesiz ki bu davete gideceklerdir.
Ama şöyle bir soru ortaya atabiliriz:
Başbakan ne zaman toplantıya çağrısı yaptı? 8 yıllık bir iktidar süresinin neredeyse sonunda.
Bu süre içinde neler oldu?
***
1) AKP iktidarından önce ülkede 53'ü devlet 23'ü vakıf toplam 76 üniversite vardı.
Geçen 8 yıl içinde 78 yeni üniversite daha (48'i devlet ve  29'u vakıf) kuruldu ve topla üniversite sayısı 154'e ulaştı.
Erdoğan: “Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan üniversitelerin sayısından fazla üniversite kurduk. 81 ilin tamamında üniversitemiz var.”
Hedeflerine ulaştılar! Aslında bir hedef daha koysalar, örneğin bütün ilçelerde de bir üniversite veya parçasını kurabilirler! Amaç kurmaksa!
Bugün 154 üniversite arasında, bırakın evrensel standartları, AB'nin ortalama veya düşük düzeyli üniversiteleriyle kıyaslarsak, acaba kaç üniversite eleğin üzerinde kalır?
3) Bütün üniversitelerin yönetimlerine kendi seçtikleri kişileri getirdiler (En gelişmiş bir kaç devlet üniversitesi ve kendi yandaşlarının/ideolojilerine yakın kişilerin kurdukları üniversitelerin dışında).
Kurdukları bütün yeni üniversitelerin başlarına kendi rektörlerini atadılar. Eskilerinde de atamadıkları tek kişi kalmadı.
4) İktidarın üniversitelerdeki siyasi isteklerine uygun davranacak atamalar yapmaya özen gösterdiler. Burada türbanın serbestliği önemli bir kriter olarak ortaya çıktı.
Türbana özgürlük bildirisinin altında imizası koyan büyük bir akademik kitle üniversitelerde belirli yerlere getirildi. Üniversitelerde kadroları tamamen yeniden biçimlendirdiler.
Anımsatalım: İktidara ilk geldiklerinde üniversite reformu kisvesi altında, yeni bir üniversite yasa tasarısı hazırlamışlardı. Bu tasarı, anabilimdalları başkanlıklarına varıncaya dek, bütün kademelerde bulunan yöneticilerin istifasını ve yeniden seçimlerin yapılmasını öngörüyordu!
Üniversitelerin ve Üniversitelerarası Kurul'un büyük direnişi karşısında, bu “yönetimleri bütünüyle değiştirme reformu”nu uygulayamamışlardı.
Ama bugün itibarıyla bakıldığında, bu “reformu”nu, 8 yıllık bir süre sonunda, atamalar/değiştirmelerle bütünüyle gerçekleştirmiş durumdalar.
***
5) Üniversitelerde iktidar karşıtı neredeyse bütün sesler bastırılınca, YÖK Başkanı'nın anımsatmasıyla artık zamanın geldiğini düşünmüş olabilir sayın başbakan.
Rektörleri tamamen bu kavramın dışında tutarak belirtmek isterim: Başbakan artık “benim rektörlerim, benim üniversitelerim, benim yöneticilerim işbaşında, onları toplayabilirim” diye düşünmüşe benziyor.Son rektör atamalarının da tamamlanmnasıyla bu toplantının yapılmasındaki zamanlama müthiş, tam bir örtüşme var!
6) Erdoğan, gazetelere kısacık yansıyan konuşmasında demiş ki “üniversiteler statüko bekçiliği gibi bir hatanın içine düşmeyin.”
Aynı konuşmasında YÖK'ü kaldırmayı düşünmediklerini de söylemiş. YÖK'ü “reforme” edeceklermiş!
Bir başbakan üniversite rektörlerine statüko bekçiliği yapmayın diyor, kendisi ise 12 Eylül 198 askeri yönetiminin üniversitelere girdirdiği demirden elbise olan YÖK gibi bir kurumun ise tam bir statüko bekçiliğine soyunuyor!
***
Ne demeli?
YÖK üniversiteleri tamamen kendi ideolojine ve düşüncene göre tasarımlayacağınız, tasarım mühendisliği yapabileceğiniz çok kullanışlı bir alet çünkü!
Bu alet olmasaydı, bugün sütliman bir üniversite yaratabilir miydin!
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak umuduyla...
Orhan Bursalı, Cumhuriyeti Bilim ve Teknoloji, Gündem yazısı

***
Bir “Rektör Atama” Sahnesi

Rektör atamaları meselesini, çok iyi anlatan bir mektuba yer veriyorum bu hafta:
“Sayın Bursalı, dört gün sonra görev süresi dolacak İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektörü olarak size bu mesajı yazıyorum. Üniversiteleri rezil etmiş, çivisi çıkmış rektör seçilme/atanma süreçleriyle ilgili olarak yaşadıklarımı aktarmayı bir borç biliyorum.
Kendi üniversitemde seçimleri kazandım. Bu seçim sürecinde diğer iki aday propagandalarını benim “Cumhurbaşkanı tarafından atanmayacağım” söylemi üzerine oturttu. Bildiğim kadarıyla Sn. Ahmet Necdet Sezer tarafından atanan rektörlerin yeniden seçime katıldığı tüm üniversitelerde diğer adayların söylemleri hep bu merkezdeydi.
3 Kasım günü YÖK Genel Kurulu’nda görüşmemiz vardı. Gittiğimde ilk dikkatimi çeken toplantı salonunun karşısındaki büyük salonda bir üniversitemizin rektör adayının velisinin !! (Ekrem Pakdemirli) oturuyor olmasıydı. Zamanı geldiğinde salona alındım; YÖK Başkanı 5 dakika zamanım olduğunu, eğer genel kurul üyeleri soru sormak isterlerse bir 5 dakika da onun için ayıracaklarını söyledi ve ‘evet anlatın’ dedi. Ne anlatmamı beklediklerini sordum, ‘ne isterseniz onu anlatın’ dedi. Ben de en temel sorunlarımızdan olan maddi konularda ne gibi ek kaynak yaratma çalışmaları yaptığımızdan ve bu konuda geleceğe yönelik planlarımızdan bahsettim.
Konuşmam süresince üyelerin çoğu önlerindeki dosyaları karıştırıyor, kimileri birbiriyle konuşuyor, kimileri başka şeylerle ilgileniyordu. Konuşmamım sonu gelmeden YÖK Başkanı ve genel sekreter odadan çıktılar; süremin dolduğu belirtildi ve ‘sorusu olan var mı’ diye soruldu. Bir üye ‘bu anlattıklarınızın Yüksek Teknoloji ile ne alakası var hoca’ dedi. Ben de, bana istediğinizi anlatın denildiğini bu nedenle maddi konuları öne çıkardığımı ifade ettim.
Başka sorusu olan çıkmadı ve yaklaşık 7-8 dakikalık bir görüşme sonrasında odadan çıktım. Bu diğer adaylar için de sanırım böyle olmuştur.
Ve YÖK Genel Kurulu bu ciddi!! ve kapsamlı !! görüşme sonrasında adayları değerlendirerek !! kararını verdi; beni 3. sıraya indirdi, 3. sıradaki adayı 1. sıraya çıkardı, daha sonra da Cumhurbaşkanı 2. sıradaki adayı atadı. Sonrasında da sayın YÖK başkanı bir açıklama yaptı: ‘Sayın Cumhurbaşkanının atamalarına bakıldığında, YÖK olarak fazla bir hata yapmadığımız görülmektedir’.
Yani bu mantığa göre Cumhurbaşkanı hata yapmaz, YÖK biraz hata yapabilir, ama en büyük hatayı o üniversitede çalışan, uygulamaları ve yönetimi bizzat yaşayan öğretim üyeleri yapar!!
Bu yaşanılanlar için sözün bittiği yerdeyim. Atama listelerinin bir takım kişiler ve oluşumlar tarafından hazırlandığına eminim. Türkiye’yi yönetenler arasında torpili daha yüksek olan adayın listenin başına çıktığına eminim.
Yazımı kendi Akademik personelime attığım mesajın son cümlesi ile noktalayayım: Sonucun üniversitemiz için hayırlara vesile olmasını diliyorum.”
Prof. Dr. Zafer İlken
***
Zafer Bey'den akademik kadroya gönderidği iletiyi de istedim. Üniversitenin içine ayna tuttuğunu düşündüğüm için yayımlıyorum
“Değerli arkadaşlar, Enstitümüze yeni Rektör seçilmesi-atanması süreci bildiğiniz gibi gerçekleşmiş bulunmaktadır. Gelinen bu aşamada bazı şeyleri söylemeyi, kendime ve sizlere saygının bir parçası olarak görüyorum.
Hiçbir cemaat, tarikat veya siyasi parti ile ilişkim bulunmamaktadır. YÖK Başkanıyla hemşehrilik  veya şirket ortağıyla akrabalık ilişkim yoktur. İYTE öğretim üyeleri dışında kimseye veya hiçbir oluşuma güvenerek yola çıkmadım. Bölüm ziyaretlerimde sadece yaptıklarımızı, yürüyen işleri ve yapacaklarımızı anlattım.
Kimsenin özeline dair ağzımdan en ufak bir laf çıkmamıştır. Ancak benim kişisel yaşantım üzerine yalan-yanlış ve iftiralarla dolu bir kampanya yürütenleri ve söylediklerinin hepsini biliyorum ve bunu hiçbir zaman unutmayacağım.
Devrini tamamlamış akademik muhterislerin, hâlâ makam peşinde koşan başarısız eski yöneticilerin, narsistlerin, her dönemin rektör yardımcısı adaylarının, birbirleri hakkında her türlü lafı eden benzemezlerin oluşturduğu kutsal ittifaka ve rektörlüğe atanmayacağım propagandası ile yola çıkmış  adayların Üniversiteleri rezil etmiş bu sistem içerisinde verdiği amansız uğraşlara, lümpen proleterya’ya, Athos, Porthos, Aramis ve Brütüs’e rağmen, beni birinci yapan dik duruşlu, omurgalı arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum. Sonucun Enstitümüz için hayırlara vesile olmasını diliyorum!”
***
Şu rektör seçim-atama sürecinin iğrençliğinin fotoğrafı, bundan daha iyi çekilemezdi, diye düşünüyorum.. Gelecek Cuma yeniden buluşmak umuduyla..
Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Sayı 1236, Gündem,

***
Çankaya ve YÖK Yasası

Ne diyordu Çankaya Sakini? Her “beşinci – onuncu” sıradan, yani seçim sandığının kuyusundan çıkartarak liste başı yapılan adayları üniversitelere rektör olarak atamasından sonra yapılan eleştirilere?
Anımsayalım: “Ben de bu atama sisteminden memnun değilim. Bu sistem değiştirilmelidir, öğretim üyelerinin oyları dikkate alınmalıdır..” Falan filan.
Biz de burada yazıp çiziyorduk ki:
“Bakmayın siz Cumhurbaşkanı'nın öyle söylediğine! Toplum, kamuoyu bastırınca ve böyle konuşuyor. Aslında durumdan çok memnundur.. Badem bıyıklı veya bıyıksız, ehliyetli mi, nitelikli mi, yetenekli mi hiç bakmadan, sadece kendilerinin cemaatinden, dünyasından olan adamlarını üniversitelerin başına oturtuyor...”
Cumhurbaşkanı olmuş bir insan, toplumda aldatılmış duygusu yaratacak şeyler söylememeli!
Ortalıkta “yahu Cumhurbaşkanı da rahatsız bu durumdan, ne yapsın adam, YÖK liste başı yapıyor. O da atamak zorunda kalıyor!” kanaatini uyandırdı durdu!
Rektör atamalarına yapılan eleştirilere şöyle diyebilirdi:
“Kardeşim yasal hakkım neyse onu kullanıyorum. Kimi atayacağıma ben karar veririm. Önceki Cumhurbaşkanı da kendi karar veriyordu..”
O zaman kimsenin bir diyeceği olmazdı!
***
YÖK başkanı ve bugünkü heyet kim? Cumhurbaşkanı ve hükümetin atadıkları.. Rektörlerin kendi aralarından seçtiği de iktidardan sayılır, çünkü rektörleri iktidar atıyor.
YÖK başkanını Çankaya atadı!
YÖK başkanı ve diğerleri, YÖK yasasını değiştiren yeni bir yasa tasarısı hazırladı ve Milli Eğitim Bakanlığı'na verdi.
Yasa tasarısında, rektör seçimiyle ilgili yeni bir şey yok!
Eeee, hani Cumhurbaşkanı vb atama sistemini değiştirmeli diyordu ve daha demokratik, akademianın oyunun onurunu ve seçimini dikkate alacak bir yasa olacaktı?
YÖK Başkanı Çankaya'ya çıktı. Uzun uzun konuştular. Ve atama sisteminin çok iyi işlediği ve değiştirilmemesi gerektiği konusunda fikir birliğine varmış olmalılar: “Akademia, eğer kendi adamlarını seçmiyorsa, kendi bileceği iştir, biz nasıl olsa kendi adamımızı liste başına koyuyoruz ve rektör olarak atıyoruz.” Veya, “YÖK Başkanı, Cumhurbaşkanının isteğini reddetti” mi diyeceğiz?!
12 Eylül 1980 darbecilerinin anayasasını değiştiriyoruz diye kampanya açabiliyorlar. Bir dizi aydın bozuntusu “12 Eylülle hesaplaşmadır” diyerek buna evet oyu veriyor. Ama darbe anayasasının en önemli kurumlarından olan YÖK'e dokunulmuyor. Referandum'un seçkin (!) evetçileri, daha önceleri, “askerlerin YÖK'ü”, “üniversiteye özgürlük isteriz”, “YÖK kalkmalıdır vb” diye basbar bağırıyorlardı! Demek ki hepsi uydurukçuymuş! Sahte demokratmış. Dün dünmüş, bugün de bugün! (Demirel'i de bu sözünden dolayı yerden yere vururlardı!)
Üniversiteye özgürlük derken, kastettikleri, üniversiteye dinci iktidar baskısını getirmekmiş. Akademisyenlerin oylarını, değersiz bir kağıt parçasına dönüştürmekmiş..
Türkiye her zaman bu iki yüzlü, satılık, on para etmez aydınından çekmiştir! Kuruluş'unda da çekmişti, bugün de çekmektedir!
***
Öte yandan türbanı üniversitelerde (ve sonraki adımlarla giderek lise ve ilköğretimde bile!) serbest bırakma girişimine karşı Üniversite Konseyleri Derneği “Kabullenmiyoruz” açıklaması yaptı ve imza kampanyası başlattı; yüzlerce öğretim üyesinin imzaladığı duyuruyu aşağıda veriyoruz.
***
Aşağıda gördüğünüz ve bir yurttaşın hayal kırıklığını yansıttığı mezar taşı ülkemizin halini yeterince anlatıyor mu dersiniz?
 Gelecek Cuma yeniden birlite olmak dileğiyle..
CBT, Sayı 1231, Gündem

***

Polisiye YÖK

AKP öncesi dönem olsaydı...  YÖK'ün başındakilerden herhangi biri, bugünkü Başkan Özcan'ın yaptığının kırkta birini yapsaydı, kıyamete kopardı! Ne YÖK'ün faşistliği kalır ne başkanının Hitlerliği ve Hitlerciliği.. Yazarlar, aydınlar, demokrasi, özgürlük naraları atarak YÖK'ü ve Başkanını yerden yere vururlardı.
Aslında haklı da olurlardı!
Üniversitelerde sivil polis karakolları kurmak ha!
Polislerin üniversite yönetimleriyle güvenlik konusunda yılda en az iki toplantı yapmasını istemek..
Üniversitelerde giriş-çıkışları kesin denetim altına almak...
Üniversitelerde bütün etkinliklerin polise bildirilmesini istemek..
Kamera sisteminin bütün üniversitlerde yaygınlaştırılmasını emretmek...
Fiziki ve parmak izi gibi önlemlerin devreye sokulmasını istemek..
Ve buna benzer önlemler..
Üniversiteleri neredeyse toplama kamplarına, büyük hapishanelere dönüştürebilecek bu istekleri dayatanların kellesi koltuğunun altına verilirdi!
***
Ama şimdi? Hey yazar-çizerler, bir zamanların aydınları ve sözde aydınları neden suspus durumdasınız?
Hani özgürlük, bilim falan filan?
YÖK'ün kendi kumaşından rektörleri, bir iki oy alsalar bile atamasına, üniversitelerdeki seçimlerin hiçe sayılmasına ses çıkartmıyorsunuz...biliyoruz.
O uzun kuyruklarınızı kıstınız, gözlerinizi kapattınız, kulaklarınızı tıkadınız.. Duymuyor, görmüyor, konuşmuyorsunuz...
Ama en azından polisiye kampüslerine karşı tek sesiniz de mi yok?
***
Olmadığını biliyorduk..
Eskiden YÖK'e ve rektörlere durmadan yüklenmenizin amacının, bilim ve eğitim-öğrenim özgürlüğü olmadığını da...
Takkeleriniz düştü, kelleriniz pırıl pırıl, en karanlık günlerde bile...
Bu tutumunuzdan doğabilecek olası utancınızı, kazançlarınızın bastırdığını ve ardamarlarınızın üzerini kalın bir yağ bağladını biliyorum...
Demokrat olabilmenizin, en azından görünüşte ve sözde, eriştiğiniz iktidarların yıkılmasına bağlı olduğunu da!
***
YÖK bağlamında tartışılacak başka temel bir mesele daha var. Bu, ülke insanlarımızın kendilerine görev veren, atayan, bir makama getiren siyasi otoritelerle olan ilişkisi...
Şüphesiz ki YÖK makamı uzun zamandır, AKP'den de önce, bir bilim makamı, kurumu değildi... Orası her zaman siyasi bir otoriteydi, kurumdu.. Taaa kuruluşundan bu yana. Arada sırada YÖK, üniversitelerin bilimselleştirilmesine yönelik etkinliklerde bulunmadı, kararlar almadı değil... Ama esas görevi siyasi oldu!
Ancak YÖK, belki de Doğramacı döneminde bile bugünkü kadar tepeden tırnağa siyasal bir niteliğe kavuşmadı; iktidarın üniversiteleri kendi amacına yönelik tamamen yeniden yapılandırmasına hizmet eden bir kuruma hiç bir zaman dönüşmedi!
Bu durum, iktidarın totaliterci siyasal anlayışının belgesidir..
YÖK'ün başına getirilen Özcan ile YÖK'ten önceki Özcan arasında bir anlayış-davranış, bakış farkı var mıydı yokmuydu.. Bu kıyaslamayı yapamam.. Arkadaşları bir şeyler diyebilir belki..
Ama görülen şudur: Özcan, sapına kadar bir siyasi görev adamıdır!
Kendisine herhangi bir emir verilmeden bile, emri kapsamlı bir biçimde kavrayabilecek ve istenenin bir kaç katını hemen yerine getirebilecek bir siyasal görev bilinci içindedir...
Özcan, ya içindeki büyük saklı özelliği (veya aşkı!) dışa vurabileceği bir makama geldi... Ya da, zaten bu özelliği bilindiği için, o makama atandı..
Hayırlı olsun demeyeceğim, çünkü üniversitelerimiz için hiç de hayırlı görmüyorum..
CBT sayı 1239
***

YÖK ve Domatesler

YÖK Başkanı Özcan'ın, Türk milletini yokedebilecek yabancı katil domatesleri gündeme getirdiği iyi oldu!? Özcan anladığım kadar, “bizi şu yabancı domates tohumlarından kurtarın” çağrısı yapıyor üniversitelere! Böylece biraz da, yabancı “GDO'lara ölüm!” derken, Türk GDO'larının üretilmesini istiyor! Ancak Tarım Bakanlığı ile bu konuyu konuşsa iyi olur!
Çünkü GDO'lu ürünler, Tarım Bakanlığı'nın ve ülkemizin ve devletimizin baş düşmanlarından biri! Onları ülkeye sokmamak ve ayrıca ülke içinde GDO malzemeleri ile araştırmalar yapmamak için kıyasıya meydan savaşlarına sahne oldu ülkemiz! Meclis'ten yasalar çıkardık, olmadı değiştirdik, yeniden çıkardık ve en sonunda Biyogüvenlik Kanunu ve ilgili 2 yönetmelik 26 Eylül'de yürürlüğe girdi!
Ancak, Prof. Selim Çetiner'e göre bu yasa ve yönetmelik sorunu çözmek şöyle dursun, belirsizlikleri daha da artırdı ve pek çok olumsuzluğu da beraberinde getirdi. Çetiner'den durum saptaması istedim. İşte özetle vurguladıkları:
***
* Kanun 18 Mart'ta Meclisten geçti, Kanun'da 3 ay içerisinde ilgili yönetmeliklerin çıkacağı, 26 Eylül'de de (yani 6 ay içinde) Kanunun yürürlüğe gireceği belirtildiği halde, Yönetmelikler 5 ay sonra ancak çıktı, Biyogüvenlik Kurulu da 27 Eylül'de oluşturulabildi. Burada dikkat çeken noktalar:
* Geçen 6 ay verimli kullanılmadı, gerekli düzenlemeler bu sürede yapılmadı, Kanunda uygulaya yönelik geçşi dönmei de tanımlanmadığı için araştırmacılar dahil gıda, yem ve hayvancılık sektöründeki herkes kanunsuz duruma düştü.
* Geçen yıl çıkıp da 3 kez değiştirilmek zorunda kalınan GDO yönetmeliğinden ders çıkarılmadı; bu aksaklıklar ne Kanun ne de daha sonraki Yönetmelikler çıkarılırken dikkate alınmadı.
* En önemlisi, Kanun kendi içerisinde tutarsız, muğlak ve AB'den uzak, üstelik Yönetmelik'teki maddelerin bazıları Kanun'a ters!
* Örnek: Kanun gayet açık ve net biçimde "Genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi yasaktır" derken, Yönetmelik ile bunların nasıl yetiştirileceği anlatılıyor.
* Bu, araştırmacılar açısından önemlidir; eğer araştırmacı bu yönetmeliği dikkate alıp ilgili evraklar, izinler vs hepsini tamamlasa dahi Kanun'a göre suçlu duruma düşmektedir.
* Kanunda öngörülen cezalar ise suçla orantısız olarak saptandı. Tabii ki kural ihlallerinin cezası vardır, ama hiçbir medeni ülkede GDO yeiştirmeye hapis cezası öngörülmüyor.
* Tabii hiçbir medeni ülkede, GD bitki ve hayvanların kanunla yasaklanması da söz konusu değil.
* Kanunun bir açmazı da, amaç ve kapsamıyla ilgili. Amaç ve kapsamda "GDO ve ürünleri" ibaresi çok geniş bir ürün gamını ifade ediyor. Bunun içerisine tıbbi genetik dahil her türlü biyoteknolojik araştırmada kullanılan enzimler, plazmidler, bakteriler, laboratuvar hayvanları da giriyor. Tabii gıda endüstrisinde kullanılan peynir mayası, her türlü enzim ve işlenmiş gıdalardaki onlarca madde de GDO ürünü, yine tekstil sanayinin kullandığı enzimler hatta çamaşır deterjanındaki enzimler de "GDO ürünü".
* Şimdi tüm bunların ithali için izin istendiğinden ve Osman Coşkunoğlu'nun Meclis'te verdiği araştırma amaçlı ürünleri kanun kapsamı dışında bırakma önerisi reddedildiğinden müthiş bir açmaz var. Bir de kanun her bir ithal için izin alınır şartı getiriyor.
* Tartışmalarda bu endişeleri dile getirdiğimizde "yok öyle bir şey, biz araşatırmaları engellemiyoruz" diyen zat, şimdi Biyogüvenlik Kurulu Başkanı olarak atandı sayın Bakan tarafından.
* Bu tabii önemli bir detay; biz Biyogüvenlik Kurulu bürokratlardan oluşturuluyor diye eleştirirken Şark kurnazlığı devreye giriverdi hemen; 9 kişilik kurulda 3 tane de akademik ünvanlı üye var bürokratların yanında. Garabetin detaylarını www.tbbdm.gov.tr görebilirsiniz!
Özetle,
- GD yetiştirmek yasak,
- İthalata yasak yok ama nasıl yapılacağı son derece muğlak.
- Kimin başvuracağı da muğlak olduğu için (muhtemelen hiç kimse) daha bir süre ithalat yapılmayacak.
- Araştırmacılar dahil GDO ve ürünü kullananların kanunsuz durumu sürdürecek; ta ki birisi ihbar edene kadar.
- İthalatın bu şekilde durması, yıl sonuna kadar olduğu tahmin edilen stoklar tükenene kadar yem ve hayvansal üretimde pek sıkıntı yaratmayacak
- Geçtiğimiz hafta yemcilerin kullandığı hammaddelerdeki artış buğday kepeği için % 180 ve ayçiçeği küspesi için % 130 oldu, yem de % 30 zam gördü. Bu artış, ithal stokları azaldıkça daha da yükselecek ve tüm et, süt, yumurta ve beyaz et (kültür balığı dahil) fiyatlarına yansıyacak.
***
Madem GD ürünleri yetiştirmek yasak, neden hala milyonlarca liralık DPT fonlarıyla üniversitelerde yeni Biyoteknoloji Merkezleri kuruluyor? Neden taşra üniversitelerinde bile Tarımsal Biyoteknoloji Bölümleri kurulup öğrenci alınıyor?
Yetiştirilmesi yasak ürünleri neden geliştirmeye kaynak ayırıyorsunuz?
Bu kadar öğrenci mezun olduğunda bunları hangi işlerde istihdam edeceksiniz?
Prof. Özcan, bunlara yanıt vermeli...
CBT sayı 1229, Gündem