Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

12 Nisan 2012 Perşembe

Gülen Siyasi Partisi -2 / Bilimcilerin es geçtiği analiz denemesi


Evet, zor bir konuya daldık, ama sosyal ve siyaset bilimcilerin meselenin bam telinde sustuğu bir ülkede, “yukarıdan siyasete bakış”ı sürdüreceğiz! Burada sıradan bir “dini cemaat”i veya bu anlamda bir “dini sivil toplum davranışını” konu etmiyoruz. Uzun bir zamandır planlı programlı gelişen, bizzat liderleri tarafından konan hedeflere ulaşan bir “Siyasi Hareket”ten bahsediyoruz..
Gülencilerin resmi kurumu “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı” “Gündeme Dair Önemli Açıklamalar”da bulundu. Zamanlamaya dikkat: iki üç yıldır Gülencilerin emniyet ve özel yetkili yargı üzerindeki etkilerinin giderek daha geniş bir çevrede tartışıldığı ve sorgulandığı.. bu güçlerin sahte belge ve kumpaslarla örneğin Balyoz’dan sonra gazetecileri de içeri tıktığı bir dönemin ardından.. 
Ama en önemlisi, Cemaat Siyasi Partisi’nin, Erdoğan’a yönelik Şike ve MİT hamlelerinin püskürtülmesinin.. İktidarı ele geçirme kavgasında zorunlu bir geri çekilmenin ardından geldi bu açıklama.
Nasıl bir söylemle? Demokrasi, sivil toplum, haklar ve özgürlükler..
Cemaatçilerin, ellerindeki medya, siyaset, yargı, güvenlik silahlarıyla bütün yukarıdaki kavramları yerle bir ettikten sonra, şimdi bu kavramlara sahip çıkması, insanı güldürüyor!
Başbakan’la çatışma başlayınca (bu arada söyleyelim, emniyetteki cemaatçi örgütlü yapının çok büyük ölçüde dağıtıldığı da belirtilmekte!), Cemaat, demokrasiye, sivil topluma sığınıyor!
Aslında daha önceden; sözcvüleri ve kalemleri dikkat çekici bir şekilde, Erdoğan’ı demokratik olmamakla ve otoriter bir liderlik kurmakla suçlamaya yönelmişlerdi! (The Taraf’ta A. Altan, M. Baransu ile aynı telden çalıyor hâlâ).
 Yani: İktidar olunca zulmet, darbe yiyince demokrasiye sığın!
Açıklamaları, yapılanlardan bazılarını, ortalıkta dolaştırdıkları bazı Cemaatçilerin üzerine yıkma yolunu seçtiklerini gösteriyor: Bizi bağlamaz! Onlar yıllardır demokrasiye ve insanlara zulmederken Resmi Açıklama’nın esamesi yoktu ortada! Şimdi neden? “Biz yapmadık, onlar yaptı” tutumu ayıp ve ihanet değil mi?
***
Ertuğrul Özkök, bu açıklama üzerine “Fethullah Hoca ‘Hizmet’e Dönüyorsa” başlıklı naif bir yazı yazdı. Özkök, Gülen’e karşı analizden bile kaçınır; son yazısının altında, “yahu kardeşim, siyasetten çekil, hizmete dön” gibi bir cinlik de var.. O, kendi düşüncelerini başkalarına söyletmeyi sever! Bekler bekler.. birisi yazsın!
Serdar Akınan (Akşam) ve Ruşen Çakır (Vatan) da Cemaatin açıklamasını değerlendirdiler..
Ama hepsinin ortak yönü, Cemaatin siyasi karakterini gözardı etmeleridir. Sanki Gülen Cemaati “yanlışlıkla”, “işte dönemin getirdiği bir iktidar olma hırsıyla” bu işlere bulaştı! Çakır, daha bir sıkı durarak, gazeteci kumpaslarına bir özeleştiri istiyor.
Ben ise: Şu Balyoz davasını da neden niçin ve nasıl kurguladığınızı açıklayın hele! Ergenekon davasında gözle görülen büyük silah vb tertiplerini nasıl yazdığınızı da.. Hizmet misiniz, yoksa halka siyasi zulmet mi, görmemiz gerek. Siyasetten tamamen çekildiğinizi somut olarak göstermelisiniz..
Tabii ki, başından beri “yeni bir, siyasi iktidarı ele geçirme örgütlenmesi” içinde olan bir “Cemaat Hareketi”nin, kendini inkar etmesi olur bu beklenti.. 
Siyasi Parti nitelikleri üzerine duracaktık.. Bir dahakine..
--
OKUR NOTU: «Gülen» Siyasi Partisi yazınızı ilgiyle okudum. Uzun bir süredir frenklerin ifadesiyle “i’nin üzerine nokta koyan” bu netlikte bir değerlendirme okumadım... Carl Schmitt Schmitt «Politika Kavramı» isimli eserinde, politikayı tanımlamaz, ancak sanırım bu kavrama dair en çarpıcı ve sonuçları bakımından gerçekçi olduğu ölçüde karamsar bir kıstas işlevi tanımlar: Politika, dost/düşman ayrışması üzerine kuruludur. Ayrışma kıstasları ne kadar netse politik «hareket»in tutarlılığı ve gücü de o decece olur. Kısaca, politik hareket ayrıştırdığında kendi tutarlılığını kazanır. Yazınızda da –artık ne yazık ki cesaret isteyen bir analiz sonrası- açıklıkla belirttiğiniz üzere, ister cemaat deyin ister hareket, söz konusu olan şey, dinsel aromalı bir söylemle bu çok etkin olan politika kıstasının kullanılmasıdır. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada dinsel aroma, emek ve kendini sorgulama gerektiren laik vatandaş eğitiminden çok, daha basit algısal ve iletişimsel özelliklere sahip olduğundan, dost/düşman- biz/onlar alternatiflerini kar topu etkisiyle kullanır (E.M).
12 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı
---

11 Nisan 2012 Çarşamba

“Gülen” Siyasi Partisi


Bu köşeyi izleyenler, F. Gülen “Hareketi”ni, sık sık siyasi parti kategorisi içinde değerlendirdiğimi bilirler. Gülen de bu “partinin” başıdır. 
Bizim gazeteci siyaset yorumcuları (dahası sosyal-siyasal bilimciler!)  “Gülen Hareketi” söz konusu olduğunda, hizmet-mizmet kategorisinde kalmayı tercih ederler, ya böyle olduklarına inandıkları, öyle olmasını istedikleri için ya da kaygı ve endişe taşıdıklarından..
Şüphesiz bu hareketin bir “hizmet yönü” olabilir gibi görünüyor! Oysa bu yönleri tamamen tartışmalıdır! Bana göre tartışması bile yoktur! Çünkü bu “hizmetkarşılıksız değildir. Cemaatlerine adam devşirme amaçlıdır! Buna hizmet demem! Kardeşim bu al-ver ilişkisi, normal değil mi diyenlere de gülerim… Hizmet, karşılıksız yapılır, götürülür!.. Onların “hizmeti” ise sıkı bir “üye kaydetme”, insanları cemaatin adamı yapma, “hizmet” adı altında toplum içinde yayılma politikası gereğidir.
Bana nereden biliyorsun, demeyin. Olayı izleyen herkes bunu bilir! Yurtlarında, “ışık evleri’nde kalacak öğrenciler, “Hareket”in dini ayinlerine, kafa yıkama programlarına mutlaka katılmak zorundadır. Kendilerine verilen kitapları okumak, bütün toplu hareketlere katılmak, “abilerine”, “ablalarına” teslim olmak ve sonuçta “sıkı bir Gülenci” olmak zorundadır.
 “Hizmet”in “programından” kimse yan çizemez, yoksa kendini kaldığı evin, yurdun, hatta kaptığı işin dışında buluverir.. Veya bunu kabul etmeyen, oralara giremez bile! Bu konuda tanık olduğumuz onlarca olay var..
***
Bu “Hareket”, (illegal) sol “hareket”lerin, partilerin, kuruluşların “gizli örgütlenmesi”ni esas alır. Baktığınızda ortalıkta binlerce Gülenci görürsünüz, ama hiç biri Gülenci değildir!
Durum şudur adeta: F. Gülen’e de sormuşlar, “Cemaatin yargı operasyonlarında rolü olduğu söyleniyor, ne düşünüyorsunuz”..
Gülen yanıt vermiş: “Valla sanmıyorum, ama F.Gülen cemaatinden 30 yıldır tanıdığım bir dostum var, ona sorayım, size öyle kesin yanıt vereyim..”
***
Siyaset bilimi, insanların kendilerini nasıl tarif ettiğiyle ilgilenmez. Veya, bununla yetinmez, daha çok ne yaptığına bakar. Bu nedenle ben her zaman yorumlarımı ”karşılaştırmalı” zemine oturtmaya çalışırım. Bunun en basit bilimsel tanımı, daha önce de belirttiğim gibi: “Ne oluyor”dur. “Olanı görmek”tir. Bir şey esas olarak davranışıyla “neyse o”dur!
Gülen Cemaati, uluslararası arenada da kendisini resmi olarak “hareket” (movement) olarak tanımlar (Gulen Movement). “Hareket” deyimi aslında siyasi bir terminolojidir. “Partileşmeden önceki aşama” anlamına da gelir. Sıkı bir birlikteliği ve bir hedefe yürüyüşü dile getirir. Bizde ve dünyada sol örgütlenmeler arasında da kendilerini “hareket” olarak adlandıranlar çok sayıdadır.
Bu “Gülen Partisi”, son zamanlarda kendilerine ülkemizde “camia” demeye başladı! Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor vb camiası gibi! (Gülmeyin!)
Bu bir “geri kaçış”tı. Nereden kaçış? Başbakan Erdoğan ile giriştikleri büyük siyasi savaşta aldıkları darbeden sonraki geri kaçış. Yıpranma sonucu, siyasi varlıkları sorgulanınca, camia lafı ile kendilerini biraz gizleme yoluna saptılar. Yara bere sarma dönemi de diyebilirsiniz!
***
Gülen Cemaati “din” eksenli siyasi bir harekettir; bu tanımı yapmak için bütün siyasal (bilimsel) kriterler vardır.
 Türkiye’nin dış politikasına ilişkin tercihleri, görüşleri ve Erdoğan ile çatışmaları söz konusudur. Gülenciler, tam Amerikan politikasının uygulayıcılarıdır. Erdoğan’la Filistin, İsrail  konusunda meselâ hiç anlaşmazlar!
Ülke içi politikalarda tamamen siyasi kategorilerle düşünür ve görüşlerini açıklarlar, demokrasi, vesayet, ordu vb.. MİT..
İç ve dış konularda siyaset- görüş geliştirirler.
Oysa ülkemizdeki diğer cemaatler siyasi görüşlerini ön plana çıkarmazlar. Buna göre politika yapmazlar. Sağcı kitle partileri içinde genellikle partilerin politikalarına tabi olurlar.
Ama “Gülen Hareketi” değil. Bu “parti” ile AKP tamamen iki ayrı siyasi gövdedir. Gülenciler, devlet ve örgütlerine ve ekonomik kuruluşlara, sızarak, ele geçirerek, yöneterek ve kendilerine en geniş –siyasi- yönetim alanı yaratarak ilerliyorlar. Geldikleri yer itibariyle, artık “Erdoğan’ın canına okuyacak güce ulaştıklarını” sandılar..
F. Gülen Hareketi, sağdan soldan gazetecileri vb kabul ederek, ödüller vererek, Gülen okullarına, Pensilvanya’ya, dış gezilere davet ederek “devşirmeye çalışan” Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı aracılığıyla bir açıklama yaptı. Bu açıklama pek çok kişi tarafından şeffaflaşmaya doğru adım görüldü!
Bu açıklamaya, Ahmet Şık’ın “Kendilerini iyilik hareketi olarak göstermeye çalışan cemaat, polis teşkilatı ve ordu içinde niçin örgütleniyor” can alıcı sorusuyla birlikte bakacağız..
Soru sormazsanız, gerçeğe ilişkin yanıt bulamazsınız.
---10 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

9 Nisan 2012 Pazartesi

“Tutuklu Medya”


Geçen günkü yazımda dışarıdaki tutuklu gazeteciler deyimini kullanmış ve kim söyledi anımsamıyorum demiştim. Bu deyim Can Dündar’a ait. Ahmet Şık da benzer sözü Avrupa Parlamentosu’ndaki güzel konuşmasında kullandı. Sonra bu deyimin tam gerçeği ifade etmediğini düşünerek “tutuklu medya” dedim.
Olayın gerçek boyutu budur. İktidar medyayı tutuklamıştır. Biraz bu konuyu açmak istiyorum.
Medyayı medya yapan gazetecilerdir, şüphesiz ki.. Yazan, çizen, fotoğraf çeken, habere koşan, araştıran, kameramanı, röportajçısı ve tüm basın emekçileri..
Bu mesleki kadro olmadan gazete, televizyon olmaz. Medya ortamını yaratan,, da biz değilsek patrondur. Dolayısıyla, patron da gazeteciliğin asli bir parçasıdır.. Medyasını ticari işleri için iktisadi, toplumsal, siyasal silah olarak kullanmadığı sürece, patronlar da mesleğin, gazeteciliğin, bizim bir parçamızdır.
Bizim derken, şüphesiz ki basın özgürlüğünün, özgür medyanın.
Anayasada dile gelen “basın hürdür sansür edilemez”in parçasıyız hepimiz.
Biz çalışanların basın olarak özgürlüğümüzle patronun özgürlüğü, burada bire bir örtüşür.
Biz tutuklanıyorsak, bir anlamda patron da “tutuklanıyor”.
Veya patronun “tutuklandığı” durumlar, bizlerin de yazma-çizme, yorumlama, haber verme özgürlüğümüzü doğrudan etkiliyor. Genel yayın müdürü, yazı işleri müdürü, birden “patron tutukluluğunun” gazetede/tv’de uygulayıcısı konumuna geçiyor.
Genel bir susma, alabildiğine bir otosansür yürürlüğe giriyor.
Özgür yazan, yorumlayan yazarlar üzerinde baskılar katlanarak ağırlaşıyor, özgürce düşünceyi dile getirmek olanaksız hale geliyor, ya yazdırılmıyor ya kapının önüne konmalar başlıyor; veya türlü cambazlıklarla laf dolandırmalar yazılıyor. Gazeteciler, yazarlar, kendileri olmaktan çıkıyorlar. Patron da gazete sahibi olmaktan..
Hepimiz tutuklanıyoruz..
İçerideki gazetecilere, bizler, dışarıdaki gazeteciler, patronla birlikte de tüm medya toptan esir alınıyor.
Gazetelerin entelektüel faaliyeti, topluma düşünce ve haber olarak katkısı, iktidarın sıradanlığına, otoriterliğine, bayağılığına teslim ediliyor.
Dolayısıyla, Tutuklu Medya olgusu ortaya çıkıyor.
***
Tutuklu Medya’nın iki kaynağı var. Biri doğrudan iktidar, iktidarın başı. Kaç kez yazarlara, haberlere doğrudan saldırdı, çetelesini kim tutuyor? Bu yetmedi, doğrudan patronlara da: Parasını sen veriyorsun bunların, o zaman kes seslerini, onlar birer elemanın değil mi, orası bir şirket değil mi, istemediğin bir şeyi yazdırmazsın, veya değiştirirsin adamı olur biter.. Sonra kapıma gelip ağlayıp sızlamayın..
Bu kadar kaba saba ve basit. Doğan Medya’yı, bütün patronlara örnek bir cezalandırma yöntemi ile “terbiye etme” yolunu seçti (Maliye sopası!). Bu gurubun ilk büyük firesi, iktidar veya bedeli, 100 binden fazla satan sokak muhalefetinin başarılı örneği Gözcü’yü kapatmakla başladı. Sonra iktidarı kızdıracak yazarlardan adım adım kurtulma yolunu seçti. Gazete, kapak haberlerinde de kendine çeki düzen verdi. İktidara batacak haberler varsa eğer, küçük görülüyor...
***
Geçen ay gerçekleştirilen hukuk- gazeteciler vb seminerinde dinlediğim üç yazar, Sedat Ergin, Cüneyt Ülsever ve Mustafa Mutlu, içeriden ve dışarıdan, durumu özetleyen konuşmalar yapmışlardı
Cüneyt Ülsever, “bu dönemde çok sayıda yazarın fikri ile zikri aynı değildir, başıma ne gelir korkusu ile yazıyorlar” saptaması yapmıştı. Mustafa Mutlu, “kendisini sanık sandalyesi içinde hisseden, sürekli izlendiğini yargılandığını düşünen gazetecilerin çok sayıda varlığı dönemin karakterini belirliyor. Biz buraya gelerek risk alıyoruz.. hakkımızda tweetler atılıyor darbeciler toplanıyor, diye. 8 yıl öncesine kadar yazı işleri masalarında özel atlatma haber flaş haber tartışılırdı, buna kafa yorulurdu; şimdi artık yazı işleri toplantısı resmen açılmadan sohbete gazeteye girmeyecek haberler konuşuluyor..”
***
Evet baskı kaynağının ikinci ayağı polis ve yargıdaki yapılanmasıyla cemaat. Odatv ve izleyen tutuklamalar, hedef göstermelerin kaynağı. Ben bu kaynağın artık basına karşı eylem yapacak gücünü yitirdiğini düşünüyorum. Büyük itibar kabetme ve çırpınma dönemi. Özellikle Silivri davalarının yalan dolanı içinde!
Özetlersek, Basın – Medya Tutukludur.
Tutuklu Medya’nın kurtuluşu, özgürlüğü için, etkili, verilere dayalı, sağlam bir entelektüel mücadele başlatılmalı..
Konseyler, dernekler, cemiyetler, yazarlarımız...
--
Not: Silivri davaları, Balyoz üzerine yazılarım, gazetecilerin ortak vicdanı değildir. Kimse rahatlamasın! Ben kendi vicdanımdan sorumluyum.
--9 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

8 Nisan 2012 Pazar

Adalet, Bilime Karşı

Hiç, adaletsizliğe karşı tek yürek olmuş, isyan dolu yüzlerce gözle karşı karşıya kaldınız mı? İsyankâr, ama soylu bir bekleyiş içinde yüzlerce insan. Önceki gün izlemeye gittiğim “Balyoz” duruşmasında sanıklar o büyük vicdanın bir an önce gerçekleşmesini ve özgür bırakılmayı istiyordu…
Mahkeme bilime karşı!” Sanırım söyleyebilecekleri artık en son sözdü! “Somut kanıtları” veya “maddi gerçekleri” ortaya çıkarmakla yükümlü bir yargılamanın vardığı artık son nokta buydu: Bilime karşı bir tutum!
Savcılar, ortaya bir iddia (sav) atmışlar, mahkemeleri inandırmışlar, yüzlerce insanı tutuklatıp içeri tıktırmışlardı! Hepsi koşarak gelmişti arandıklarını duyduklarında, taa çinden maçinden!
Neden? Suçsuzluklarına inandıkları için.
Nitekim yüzlerce insan, haklarında ileri sürülen iddiaları bir bir çürütmüştü! İddialar çökmüş ve özgürlük bekleyişine girmişlerdi!
Mesleklerine, eşlerine, çocuklarına, dostlarına ve bütün Türkiye’ye alınları açık kavuşmak istiyorlardı..
Ama, gösterilen kanıtları görmeyen, duymayan, anlamayan bir “inanç duvarı” ile karşı karşıya bulunuyorlardı..
Savcılığın, işte darbe delilleri diye ileri sürdükleri CD’ler, uydurulmuş ve kurgulanmış bir senaryo çıkmıştı!
Bilim öyle diyordu: Bu CD’ler, iddia edildiği gibi, 2003 yılında üretilmemişti, kaydedilmemişti.. Bu CD’ler 2008 hatta 2009 yılında bile kaydedilmiş olabilirdi.. İçindeki dosyalarla oynanmıştı, tek bir kerede değil bir çok kerede kaydedilmişti, 2003 yılında henüz dünyada olmayan yazı karakterleri ve çizim programları bile kullanılmıştı.. 2003’lerde ortalıkta bile olmayan sokak isimleri vardı CD’lerin içlerinde. Görev yerleri Türkiye’nin dört bir yanında ve ülke dışında olan insanlar bile, darbe yapacak görevliler listesinde gösteriliyordu. Askeri seminere katılmamış onlarca subay seminere katılmış gibiydi; seminere katılmış onlarca insan hakkında dava açılmıyor, ancak bir kısmı yargılanıyordu. Ayrıca askeri plan seminerinin bir darbe provası olduğuna ilişkin bir sav da ileri sürülemiyordu..
Ya ne yapılıyordu? Diyorlar ki: Efendim, bu resmi seminerde konuşulmayan başka darbe planları hazırlanmıştı.. İşte Suga vb gibi isimler verilen harekat ve eylem planlarını içeren CD’ler burada!
 CD’ler, Türkiye’deki uzman üniversitelerimizde ve Amerika’da yetkin adli bilişim enstitülerince inceleniyor ve hiç birinin 2003’de hazırlanmadığı görülüyor, ancak 2008-2009 yıllarında hazırlanmış olabileceğine ilişkin resmi raporlar veriyorlardı.
Yani? Balyoz davasından kısa bir süre önce! Büyük sahtekarlık tezgahlanmış, CD’ler piyasa sürülmüş ve yüzlerce subay tutuklanmıştı!
Eğer savcılığın ileri sürdüğü ve mahkemenin israr ettiği deliller bunlarsa, hepsinin bir çöp olduğu kanıtlanmıştı..
Savcılar yeni ve gerçek delillerle ortaya çıkmadığı sürece, bu CD’ler büyük bir komplonun parçası olabilirdi ancak ve bunlara dayanarak tek bir insanın bile hayatını karartmaya kalkışmak büyük bir insanlık suçuydu..
***
Kanıta dayanmayan bir suç, ancak engizisyon mahkemelerinde imal edilebilirdi.. Ama ne kadar özel yetkili olursa olsun, ülkemizdeki mahkemelerin hiç biri engizisyon mahkemesi değil ve olamaz. Öyle davranabileceklerini sananlar varsa, yanılıyorlar!
Sen, bunlar mutlaka darbe planlamışlardı, diye düşünebilirsin. Bu inancınla hayatın boyunca yaşayabilirsin..
Ama, elinde bunu doğrulayan kanıt yoksa, “kanıt yok, ama darbe planladığına yüzde yüz eminim, o halde seni vicdanıma ve bu inancıma göre mahkum ediyorum,” diyemezsin..
Demeye kalkarsan, mahkeme olamazsın.. Ama o cüppenle adalet dağıtan o kürsüde oturuyorsan, yapabileceğin tek şey inancını bir kenara bırakmak ve öyle karar vermek.
En çok, şunu diyebilirsin, o da sonunda cüppeni çıkartmak koşuluyla: Sizlerin darbe provası yaptığınıza gönülden inanıyorum, ama eldeki kanıtlar, ne yazık ki bu savı göstermekte yetersiz kalıyor. Bu durumda karşısında sizi “kanıt yetersizliği” nedeniyle, yüreğim kan ağlasa bile, serbest bırakmak zorundayız..”
***
Duruşmayı izliyorum, haksızlıklara karşı tepki dalga dalga mahkeme salonunda yayılıyor. Sanıklar teker teker söz alıyor, kimbilir kaçıncı kez, haklarında ileri sürülen iddiaların yanlışlığını ortaya koyuyordu.
Artık şunu söylemeye başlamışlardı:
Hakim bey, gösterdiğimiz kanıtları dikkate almıyorsunuz.. mahkeme heyetinin CD’lerin gerçekliğini araştıracak yeni bilirkişiler tayin etmesi isteğimizi reddediyorsunuz.. Darbeyi önledi diyen savcının iddiasının doğru olup olmadığını sormak için, Aytaç Yalman ve Hilmi Özkök paşaların tanık olarak çağrılması talebimizi reddediyorsunuz…
Yol gösterir misiniz, suçsuz olduğumuzu kanıtlamamız için başka ne yapmalıyız, lütfen söyler misiniz?
***
Savcı, ilk baştaki iddiasında israrlı! Ortaya konan kanıtların tekini bile kabul etmeye yanaşmıyor. Mahkeme, sanıkların yasal ve haklı isteklerini durmadan reddediyor..
Büyük haksızlık ve hukuksuzluk duygusu ile, avukatlar cüppelerini attılar..
Mahkeme bence kendi kendisini tıkamış durumda.. sanıklara “avukatlarınıza söyleyin, duruşmalara girsinler, biz de sizin taleplerinizi görüşelim” biçiminde havuç uzatıyor..
Gördüğün kadar, ne sanıklar ne avukatlar bu zokayı yutmaya niyetli değil.
Bu mahkeme, niyet ve amacı itibariyle görülüyor ki, “ancak karakolda biter”. Çünkü çağımızda bilime, kanıta karşı bir Ortaçağ, işlemez…
Sanık yakınları ise duruşmalara “Bu sahte darbe senaryosunu kim hazırladı” tişörtleriyle dolaşmaya başladı..
Olayın bu yönünü araştıracak bir soruşturmanın daha heyecanlı olacağı kesin!
--8 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

5 Nisan 2012 Perşembe

“Our Boys..”


12 Eylül 1980’in kilit noktasıdır bu cümle.. “Bizim çocuklar başardı..” Buradan da net anlaşılıyor ki Kenan Evren ve diğerleri “onların çocuğu” idi. 12 Eylül’ü doğuran bu ilişkidir. Bu söz hem endişeleri gideriyor “merak etmeyin bizim çocuklar..”; hem de sevinci belirtiyor: “Hey bizim çocuklar başardı!”
“Darbe”nin doğumu için şüphesiz ki bir “hamilelik dönemi” gerekir. Keşke bu dönem 9 ayı geçmeseydi, çok acı çekildi, doğum sonrası acıyı da katmerleştirdi!
12 Eylül öncesinin vahşeti ile 12 Eylül sonrasının vahşeti, orantılıdır!
Aptal siyaset ise, kendi poposunun derdinde koşuyor: Sen nasıl olur da millet iradesine karşı darbe yapar, hükümet devirirsin!
En geri zekalı soru ve en geri zekalı yaklaşımdır bu!
Öncesi ve sonrasıyla mahvolmuş bir siyasal ve toplumsal hayat, ahlaksız bir Özal yönetimiyle (siyasi mafya vuruşmaları zamanı!) işbirliğine kapıyı açmış kanlı bir dönemin ana niteliği ilgilendirmiyor onları!
Bugünkü iktidar, Özal bağlantısı ile, 12 Eylül askeri ile fikirsel işbirliği içindedir.. Zaten 12 Eylülün ana kurumları olan seçimlerde yüzde 10 barajı ve YÖK’ü sahiplenmeleri de, bu illiyetin net örnekleridir!
İktidar, 12 Eylül anlayışının sivil izdüşümüdür! Dahası, generallerin yapamadıklarını yapmış, basını susturmuştur.. Generaller basına sadece kapatmalar uyulayabilmişti! Şüphesiz o dönem de, darbecilere hemen yamanan gazeteciler ortaya çıkmıştı, şimdi olduğu gibi!
***
ABD ile “stratejik müttefiklik”liğin gereği ve ürünüdür, 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrası.
Tıpkı bugünkü gibi..  Bir dizi “dış politikacı”, stratejik müttefikiz diye övünür! Büyük başarı diye alkışlar! Bak bizi en önemli partneri yaptı diye göklere çıkartır.. 
Irak savaşı döneminde,“eyvah stratejik müttefik olmaktan uzaklaştık” diye, bu ülkenin içine edenler kına yaktılar! Şükür ki Davutoğlu ve Erdoğan bu boşluğu hızla giderdiler, yeniden ABD’nin en yakın müttefiki oldular.
Obama’nın Kore’de Davutoğlu’nu gel gel diye çağırması, bu “müttefikliğin” ne kadar perçinlenmiş olduğunun göstergesidir..
Tabii, öyle kolay değil “stratejik müttefiklik madalyası” almak..
Bunun faturası var şüphesiz ki: Füze sisteminin yerleştirilmesine evet, Suriye’de rejimi yıkmak için en aktif ülke olmak ve İran’ın kuşatılmasına hizmet!
Stratejik müttefiklik, Türkiye’nin boynuna geçirilmiş İngiliz sicimidir..
Soros ne demişti: Türkiye’nin en iyi ihraç malı ordusudur..
Irak savaşında ABD bu ihraç malını kullanamadı..
Şimdi bu konuda gönlü rahat; Ergenekon, Balyoz, “rahat kullanım”ın da koşullarını yaratmak içindir!
ABD’nin “Our boys”ları bu ülkenin tepesinden eksik olmuyor hiç..
Üstelik şimdi iktidarda “çifte kanat” olarak..
Türkiye, ABD’nin bölgesel küresel dama taşının asli oyuncularından biridir.
Şah, vezir, fil veya at..
Hiç bir zaman da kendi satrancını oynayamamış bir ülke..
ABD ile “sömürü ilişkisi”si budur.. Yoksa, bir politikacımızın dediği gibi, “ekonomik” değil..
***
Gelelim yeniden 12 Eylül göstermelik mahkemesine!
Ezgi Başaran (dünkü yazısını kutluyorum!), ‘Şov Bizınıs” diyordu; tam AKP’ye uygun!
Bakıyorum, bir sürü insan, hak arıyor! 12 Eylül öncesi katilleri dahil: Kırcalar, Şendiller falan.. Türköne dahi başvurduğuna göre, müdahil olarak!
Onları anlıyorum.. Davalarını veya savunmalarını “NASIL KULLANILDIKLARI” üzerine inşa edeceklerdir, nasıl cinayetler işlediklerini, nasıl emir aldıklarını...diye düşünüyorum...
Bu arada, askeri, kontrgerillalı veya gladyolu bağlantılarını açık yüreklilikle ortaya sererlerse, Türkiye’ye büyük hizmet etmiş olurlar!
Çünkü 12 Eylül darbesi ve sonrasının bütün acılarını yaşatanlar, 12 Eylül öncesinin “hamilelik” dönemini oluşturanlardır..
1977 Kanlı Pazarını kimler tezgahladı?
Bahçelievler katlimanının katilleri değil de arkasındakiler kimlerdi?
Onlarca cinayet, mahvolan hayat?
Allahaşkına, herkes 12 Eylül sonrasının bilançosunu çıkartıyor..
12 Eylül öncesinin bilançosunu kim çıkartacak?
---5 Nisan 2012 Perşembe / Bilim ve Siyaset- Cumhuriyet

3 Nisan 2012 Salı

Beyinleri Özgürleştirmek; Kılıç: Kurtarma Hamlesi


Bugün de “Ergenekon(culuk)” üzerine yazacağım.. ama önce basın özgürlüğü üzerine bir kaç sözüm var.
Can Dündar değerli bir isimdir ve özgürlüklerden yanadır. Bu özelliği nedeniyle de, medya üzerindeki ağır siyasi tahakkümce, örneğin NTV’deki güzel ve başarılı haberciliğinden dışlanmıştır.. Bugün habercilik, bu iktidarın hoşuna gidecek bir çerçeve içinde geçerlidir... İşte Hürriyet, iktidarın hoşuna gitmeyen iki yazarını daha tasfiye etti: Özdemir İnce, Rahmi Turan..
Yönetici gazeteci arkadaşlarımız alınmasın.. Bu konuyu açıklığıyla böyle yazmak, aslında onlara destek içindir. Bizim henüz yazma özgürlüğümüz var. Normal koşullarda, tabii ki yazarlar eskiyebilir ve değişebilir.. konuya “yazar hakları” olarak hiç yaklaşmam! Yazarlık başka bir olgudur.
Bugün patronlar, iktidarın her iki kanadının da, (iktidar ve Cemaat) medya üzerindeki baskılarının ne süre, ne derece süreceği konusunda önlerini göremiyor. Bu nedenle “önlem alıyor” olabilir.
Aslında, basın özgürlüğüne yönelik siyasi baskılara dünyada tepkiler yoğunlaşıyor ve iktidarın daha çok baskı yapma isteği veya olanağı kalmıyor. AB’den itiraz sesleri daha yüksek çıkıyor. Financial Times, ilk kez, “Erdoğan’ın daha gaddarca yönetimi” başlığı atıyor!
Erdoğan’ın karizması çiziliyor durmadan! Bu gidişat, “kamuoyuna” önem veren bir politikacı için, kabul edilebilir değil. Sırtındaki küfedeki yumurtalardan geride ne kaldı, bilmiyorum.. Ama zaman özgürlüklerden yana işleyecektir! Medya patronları bunu görmeli... Ama “al gülüm ver gülüm”e girdilerse, bilemem. Kaybederler, ellerinde zoraki satın alınan gazeteler kalır..
Özgür ortam, herkesi ayakta tutar. Baskıcı ortam ise herşeyi yıkar süpürür.. Muktedirler başta olmak üzere!
***
Biz, “tutuklu gazeteciler”e odaklandık. Hayır, bunun doğruluğunu tartışmıyorum.. Onlar serbest bırakılınca ne yapacağımızı düşünüyorum..
Bu nedenle, tutuklu medya söylemine ağırlıkla geçmeliyiz. Tutuklu olan basındır, dolayısıyla basın emekçileridir, yazarlarıdır, dahası medya patronlarıdır! Patronların da basın özgürlüğünü savunmak zorundayız!
Kim söylediydi, “dışarıdaki tutuklu gazeteciler” terimini.
Medya tutuklu” durumunda. Tutuklu gazeteciler ise, bu durumun dışa vuran bir yönüdür sadece! Olaya bütün olarak bakalım! Medya tutukluysa, biz zaten özgür değiliz!
***
Gelelim dün “Ergenekon” açısından yaklaştığım Can Dündar’ın yazısına..
Derim ki, öncelikle, bütün konulara yaklaşım için, Kafaları özgür kılalım; olanı görmek, bu özgürlüğün bir nolu ilkesidir!
Evet, olanı görmeye çalışmak.. Bu en “temel bilimsel yaklaşım”dır.
Olanı görmek için, ideolojik bakışa ihtiyacımız yoktur. Tavıra da! Siyasi farklılıklara da! Bütün bunlar, olanı “yorumlamak’ için gerekli olabilir.
Ama “olgu”yu (olanı) görmeden, hangi bakıştan olursa olsun, yapacağımız yorum baştan yanlıştır, bizim zararımıza işler..
Silivri’de ergenekon yargılanıyor” yanlıştır. Silivri’de iktidar ortakları, düşmanlarını tasfiye ediyor. Doğru akıl, Balyozda tek bir delil göremiyor. Ergenekon davası mı, darbe teşebbüsünde bulunan general varsa yargıla..
Erol Manisalı ile sohbet ediyoruz. Evinde, Cumhuriyet gazetesi için planladığımız halka açık bir konferans ile ilgili düşünce notlarını buluyorlar.. Savcı beyler, bunları darbe planı delili olarak dosyaya koyuyor ve Manisalı’yı içeri atıyor..
Manisalı’yı içeride öldürmeye teşebbüs ediyor!
Ergenekon davası, böyle olaylardan örülmüştür! Balbay’ın neden içeride olduğunu sorgulamıyor, Şık ve Şener’i savunanlar? Ece, Banu ve diğerleri.. Nedim ve Ahmet, neredesiniz?
Yanlış mevzilerimizi terkedelim, haksızlığa karşı çıkacaksak, adaleti ve özgürlükleri savunacaksak, bu bir tanedir, iki tane, üç tane ve farklı değildir..
Eğer birden fazla adalet ve özgürlük varsa, o zaman, bu iktidarın da adalet ve özgürlük anlayışını kabul edin lütfen!
Özgürce, olanı görelim... O neyse, o!

HAŞİM KILIÇ’IN KONUŞMASI:
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç önemli bir konuşma yaptı... Anayasa Mahkemesi, en yüksek yargıdır.. Tepeden baktığında, adaletin ne kadar batık olduğu görülüyor demek ki.. İşte! Berrak bir ses ve saptama!
Haşim Kılıç, olanı gördü, işte neyse, o!
Bu konuşmanın salt Kılıç’ın düşüncelerini yansıtmadığını bilelim. Kılıç, yargının, adaletin nasıl çöktüğünü saptıyor.
Çöken bir adalet-yargı sisteminde, ne Kılıç’a ve arkadaşlarına, yani Anayasa Mahkemesi’ne, ne yüksek yargıya, mahkemelere ihtiyaç vardır!
Bu açıdan, bu konuşma, bir kurtarma girişimidir, hamlesidir..
Dün yargının siyaseti kuşatma gayretlerine karşı çıktığımız gibi, bugün de siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceğiz..”. Kılıç, vicdan birliği dedi, yargının topluma sunduğu tek ürün adalettir dedi, hukuk haksızlığı kavramını kullandı, yargıçların vicdanları üzerindeki işgallerin (ideolojik, siyasi psikolojik, korku) kalkması gerektiğine işaret etti.
Tam zamanında, adaletin, vicdanların, bataklığa yüzde 90 gömüldüğü bir sırada, bir kurtarma alarmı…
Bir umut mu bu?
--3 Nisan 2012 Salı / Bilim ve Siyaset-Cumhuriyet

2 Nisan 2012 Pazartesi

Ergenekoncu muyum? Z –Planı Ne?


Can DündarNeden Ergenekon’u gizliyorsunuz” yazısında kimlere seslendi, bilmiyorum, ama ben üzerime aldım... Ben cahilin tekiyim, Ergenekon nedir doğrusu bilmiyorum.
Masalla ilgim yok, şunun şurasında genç bir Cumhuriyetin çocuğuyum, bu tarihi biliyorum; Kurtuluş Savaşını, ulus inşa-yaratma ruhunu biliyorum. Bunlar olmasaydı rezil durumdaki İslam ülkelerinden biri bile olamayacağımızı da biliyorum! Bugün ya Anadolunun bir köşesine sıkıştırılmış belki himaye altında yaşayan veya dış ülkelere dağılmış bir “diyaspora ülke” de olabilirdik.
Derdim tarih değil. Bugün, “gerçekleştirilen tarihi” yıkıp, bu topraklarda yeni bir tarih başlatılmak istenmesi de değil.. Konuya girelim.
***
Derin devlet yapılanmasının adı” mı “Ergenekon”? Tarif öyle.. Ama bu nedir?
Birileri yazıp çizdi, her ülkenin (ulus devletin) bir derin yapısı var.. Vardır zaar.. Herkesin kendi ulusunu (devleti), yokoluş-çöküş koşullarında ayakta tutacak bir Z planı vardır (herhalde, mantıken)! Yoksa ulus devletin tabiatına aykırı olur.. Bizimki nedir, bilmiyorum. Seferberlik Tetkik Dairesi dendi vb. Tabii kontrgerilla, Gladyo..
Bunların hangisi “Ergenekon”? Veya Z Planı?
Öyle bir şey yok! Devlet içinde ve ülkede ırk-milliyetçiliği (yurtsever değil) kılıklı gelişigüzel bir yapılanma göze çarpıyor..
Ama bunların hiç biri bir Z-Planının unsurları değil.
Peki neyin unsurları? Hepsi, dönemsel siyasetin, iktidar güçlerinin sık sık silah olarak kullandıkları bazı güçler.. Biri alıp diğeri bırakıyor.
Bugüne kadar da genellikle ABD-NATO tarafından kontrol edilen, yönlendirilen, kullanılan güçler.. Ortak özellikleri, “komünizmi gördüğün yerde ezeceksin”, veya “solu sosyalisti başını kaldırınca yokedeceksin” biçiminde ortaya çıkıyor.
Yurtseverlikle ilgisi olmadığı, islami ve ırkçı anlayışı kullandığı için, etnik ve dini yurttaş ve kurumlara karşı ötekileştirici özelliğiyle de sık sık ortaya çıkıyor veya iktidar güçleri tarafından kullanılıyor..
ABD’nin, NATO’nun çıkarları doğrultusunda biçimlendi, içeriğe sahip oldu; yurtseverlerin, gazetecilerin, bilim insanlarımızın katlinde, provokasyonlarda kullanıldı..
Şüphesiz, anlayış olarak da, devletin güvenlik güçlerinde ve ırka gönderme yapan “sivil” milliyetçi ve İslamcı siyasi kesimlerde uzantıları, örgütlü veya örgütsüz varlar. Bu yapıdan destek alarak, Ordu, siyasi hayata olur olmaz müdahalelere kadar uzanan bir politik çizgi oluşturdu!
Türk-İslam sentezi, bu yapının ana düşünce gövdesi oldu.
O ünlü “Ergenekon”, gladyo ve kontrgerilla yapısı, işte budur!
***
10 yıldır, sığıyla deriniyle, bu yapıyı AKP devraldı, devşirdi..
Bize ise hâlâ dünün “derin yapısı” elma şekeri yalatılıyor!
Oysa, ülkeyi ikiye- üçe bölen, kan revan içinde bırakan, muhafazakarlaştıran Ortadoğulaştırıp islamileştiren, tek bir iktidar/yapı var ortalıkta..
Üstelik bu “tek yapı”nın mottosu ise: “kendinden olmayan herkesi ezeceksin..”
Düne kadar yurtseverler-sosyalistler yokediliyordu, bugün ise milletin yarısı yokedilme tehlikesi ile karşı karşıya!
Tabii ruh olarak, düşünce olarak, özgür varlık olarak.. muhalefet olarak yokedilme ve boyun eğen kullara dönüşme.. Merak etmeyin fiziki olarak da yoketme süreci, mahkemelerde ve hapishanelerde, tecrit odalarında sürüyor..
Bugün ne özgür basın ne özgür gazeteci var.. İşte Hürriyet’te son bir “arınma” daha..
Tepemizde, bu zulüm yapısını en iyi kim yönetecek, yani bizim canımıza en çok kim okuyacak tepişmesi- kavgası yapılıyor, bir de..
***
Tarifedilegelen “Ergenekoncu yapı”ya dün karşı yazılar yazan bir kalem olarak, bugün de, aynı yapının ağırlaştırılmış düşünce ve eylem mantığıyla hareket eden bir iktidara karşı, özgürlüğü savunmaya çalışıyoruz.
Gayet açık seçik, bugün Ergenekoncu yapı = iktidar ve kollarıdır. Hrant Dink’i öldüren yapının kumandası bugünkü iktidara geçmiştir.. Bu “genetik” bir geçiştir aynı zamanda (öyle ifade etmek isteyenler için), islami karakteri buna uygundur, şimdi de iktidara bildik Türk-“milliyetçiliği” aşısı yapılmaktadır.
İktidar güçlerinin büyük mücadelesini görmeliyiz.
Gül, bir “Erdoğan karşıtı” olarak, Dink davası dosyasıyla, Erdoğan’ı vuruyor. Burada Cemaat-Gül ittifakını da görüyoruz.
Cemaatin savcılığı da, Dink cinayeti Ergenekon marifetidir, diye ortaya çıkıyor. Burada, Silivri davalarını da güç vermeye çalışıyor tabii ki!
Oysa aynı savcılık, Dink davasının böyle sonuçlanmasında bir numaralı etkendi!
Gül ve Cemaat, bugün Erdoğan’ın kullandığı iktidar yapısına talipler..
***
Dündar’ın yazısının, özellikle “Ergenekonculuk” açısından, incelenecek daha çok yönü var..
Bu dava mı Ergenekon da, biz sessiz kalıyor muşuz!
Gülmenin sırası değil!
--2 Nisan 2012 Pazartesi / Bilim ve Siyaset- Cumhuriyet

1 Nisan 2012 Pazar

Dışta Hizmet- İçte Zulmet

Şöyle bir denklem kurmuştum yazılarımda, geçerliliğini sürdürüyor, üstelik fazlasıyla ve daha da netleşerek: Erdoğan ve iktidarı içeride şiddeti arttırdıkça, iktidarına destek için bağlı oluğu güçler karşısında teslimiyetçiliğini arttırmak zorundadır.
AKP iktidarının, desteğini aldığı ve almak zorunda olduğu bir numaralı güç, şüphesiz ABD’dir. ABD hala belirleyicidir, ekonomik ve siyasi destek (ülkeye para akışının sürmesi) ve AKP iktidarının istikrarı anlamında. Kontrol ve güç orada, henüz ve hâlâ!
Avrupa da önemlidir, ama kısa dönemde çok da önemli değildir. Avrupa Parlamentosu (AP) iktidara karşı eleştirilerini arttırdı. Utku’nun dünkü dikkat çekici haberinde belirttiği gibi, cemaatçilerin lobilerine rağmen, Silivri yargılamalarında sahtekar veya senaryo belgeler konusu on Türkiye raporuna girdi!
Sedat Ergin, dün raporu özetlemiş, AP eleştirilerini bir doz yükseltti. Ama bu uyarıların, şimdilik, AKP’ye karşı bir yaptırım aşamasına gelinceye kadar Erdoğan’a sinek vızıltısı etkisi yapacağını varsayabiliriz.
Peki Cemaatçiler neden çırpınıyor, aman Silivri konusu rapora girmesin diye?
Yanıtı içinde, ama yine de belirtelim: a) Sahte belgelerin izi onlara çıkıyor; b) AB, Cemaatçilere Avrupayı dar edebilir! Bavulcu’nun çırpınışlarına bakın anlayın. “Balyoz’un sahteliğini belgelen raporlara karşı başlattığı “Külliyet yalan” yazı dizisi bile kurtaramamaz kendisini, daha 10 yazı yazsa bile.. 
Dani Rodrik’lerin internet sitelerinde “bilimsel titizlikle” ve “belgelere dayanarak” verdikleri anında yanıtları izleyiniz lütfen..
Eminim ki, Dani Rodrik’lerin Balyoz ve Gerçekler’ini en iyi izleyenlerin, Silivri savcı ve mahkemeleridir. Ama şu ruhla bakıyorlardır: Acaba bugün hangi sahtekarlığı yine ortaya koyup bizi zor durumda bıraktılar!! Ellerinden gelse, aslında, Silivri yargılamalarından önce Rodriklerin bu sitesini yargılayıp mahkum etmeyi tercih ederler!
***
Baştaki denkleme dönelim: İktidar, şiddetin en alasını gösterdi Ankara’da eğitimcilere karşı.. Bu şiddet, iktidarın karayüzünü sergileyen yüzlerce örnekten biri. The Economist dergisi, Erdoğan ve iktidarının zalim karakterini vurgulayan makale yazıyor! Ama kime ne?
İktidar, içeride zulmünü arttırdıkça, dışta ABD’ye de hizmetini artırmak zorundadır.
Hem içeride şiddet uygula ve insan hak ve özgürlüklerinin her an içine et; hem oe dışta ABD’nin Ortadoğu’da senden istediklerini yerine getirme..
Bu ikisi olmaz.
Olursa, “iktidarı yıkılacak ve değiştirilecek bir islam ülkesi”ne dönüşürsün.. Bir “Ankara Baharı” gündeme gelir...
Suriye ve İran’da yapılacak bunca iş varken, “tarafsızlık” ayaklarına yatmana izin vermezler! Kullanırlar! Kullanmak en tabii hakkıdır ABD’nin! Çünkü, adamların demedi mi ki, “lütfen, süpürmeyin kullanın,” diye! Bu söz üzerine düşündüler taşındılar, galiba en iyisi bu yöntem kararını aldılar!
ABD insanı hiç boş bırakmaz.. Büyükelçisi iki şey yaptı:
İlki, Dink’in eşini, CHP liderini- ekibini, Şener’i, Pavel’i, ödül bahanesiyle törenle rezidansında kabul etti.
Bu mesaj AKP’ye idi: Bak kardeşim İran konusunda ayak sürüme, beni de sana seçenek yaratma durumunda bırakma!
Üç dört gün sonra da büyükelçi, İran’a ambargolar konusunda ne yapacağınıza karar verin dedi. Hemen ertesi gün İran’dan alınan petrolün yarı yarıya azaltılması kararlaştırıldı!
Al-ver, destekle-desteklememe ilişkileri bu kadar basit düzeyde seyrediyor!
***
Erdoğan ve adamları, tıpkı hemcinslerinin (DP ve devamcıları) yaptığı gibi, ülkeyi, ABD’nin çıkarları için yeniden ileri karakol – cephe ülkesine dönüştürdü..
O zaman Rusya hedefti.. Türkiye üzerinden atom savaşı pazarlıkları yapılıp durdu!
Bugün ise Ortadoğunun cephe ülkesi olduk!
Suriye’de işin ağırlığı sana düşüyor” diyorlar.. Tıpkı filmdeki gibi: “Emredersin komutanım!
Suriye ile savaş durumuna geçilmesinin karşılığı olabilir mi, Merkez Bankası  hesaplarındaki “net hata ve noksan kalem”ndeki, kaynağı ve nedeni açıklanamayan 13 milyar dolarlık fazlalık? Öyle ya, Suriye’den uğranılan kayıpların, iltica eden Suriyelilerin barındırılmalarının, ülkesine ihanet içindekilerin burada beslenmeleri, silahlandırılmaları vb nin karşılığını istemiş olabilir, tüccar iktidar!
Bakın, dünyada başka hiç bir ülke, bizim iktidar kadar, Suriye’nin yıkılmasına, parçalanmasına, Suriyelilerin birbirini öldürmesine çaba sarfetmiyor!
Bu iş Ankara’ya ihale edilmiş durumda!
Toparlayalım: Bu hizmetini arttırarak sürdürdüğü sürece, içeride gaddarlaşabilirler, İslam ve din adına ortalığı kasıp kavurabilirler, eğitimde 20 milyarlık ihalesiz siparişler verebilirler..
Halkını coplayabilir, biberleyebilir, gözyaşı gazı ile bombalayabilir, copla yerlerde süründürebilir..
Varsın yabancı dergiler “iktidar zulmü”nden bahsetsinler..
Bu gidişat, Erdoğan’ın sonunu getirecek gelişmelerin de yolunu açacaktır.
--1 Nisan 2012 Pazar / Bilim ve Siyaset- Orhan Bursalı