Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Nisan 2012 Pazartesi

Londra Yağmurlu!


Bunda ne var diyeceksiniz, normal değil mi.. Londra’da çimenlerin hem de ilkbaharda sararabileceğini kimse düşünemezdi bile. En azından bilenler öyle söylüyor. Kurak, yağmursuz bir kış, İngilizleri epey telaşlandırmış, hatta tamam iklim değişikliği İngiltere’yi böyle yapacak demek ki düşüncesi gelip oturmuş ada milletine.. Su kullanımına büyük sınırlamalar getirilmiş, bahçe sulama araba yıkama yasaklanmış: Gereksiz tek gram su tüketmeyin!
Yağmur duasına çıkmak üzerelerken, bizimle birlikte yağmurlar sökün etti! Yağıp duruyor, gece –gündüz demeden!
Kimseden bir teşekkür bile almadık. Olsun, İngiltere kurtulsun da!
***
Londra 10 yıl önce nasıl bıraktımsa öyle gibi.. Yahu bir kent bu kadar mı değişmez! Bu kadar mı arkaik kalır!? Neredeyse her bir taş yerinde, her bir ev olduğu gibi duruyor... Gözlerim İstanbul’daki gökdelenleri, yeni İstanbul’a benzer manzaraları boşuna arayıp durdu!
Londra’nın bütün büyük parkları hala boş duruyor! Hem de bomboş!
Hiç birine dokunulmadığını hayretle gördüm!
Bu kadar da büyük açık alanlara kentin ve insanların ne ihtiyacı olabilir ki! Düşündüm taşındım çıkamadım işin içinden! Londra Belediyeseninin ve İngilizlerin şu gereksiz parklar meselesini yeniden düşünmesi gerekir.. Tabii, Topbaş’ın kendilerine iyi bir danışmanlık hizmeti vereceğini de bilmeliler! İstanbul, 3 saat mesafede!
Veya bi telefon yeter: Alo, Mistır Topbaşşşş!...
Türkiye ve İstanbul’daki değişim ve yeniden yapılanma politika ve inşaat mühendisleriyle, Londra belediyesinin ve Londralıların pek acele tanışması gerekir! Ben öneride bulunacak durumda değilim, şehir planlamacı donanımından yoksunum, ayrıca Topbaş ve arkadaşlarının, bu konudaki uzmanlıklarına da sonsuz saygılıyım!
Tam da şu sıralarda Londra Belediye Başkanlığı seçimleri hazırlıkları sürerken..
***
Seçim mi dedim? Nerede o? Hiç bir seçim faaliyeti yok! İnsanın aklına, yahu bunlar gizli seçim mi yapacaklar gibi kötü düşünceler geliyor!
Türkiye’de Basın Özgürlüğü” üzerine konuşma ve tartışmadan sonra, CHP İngiltere Dayanışma Derneği yönetimi ve üyeleriyle birlikte yemek sohbetinde, belediye seçimleri mitingileri falan hiç bir şey görmüyorum, ne bayrak var ne parti flaması, herşey sessiz sedasız, ne oluyor burada soruma yanıt alıyorum.
Öyle miting falan olmazmış.
Benim gibi şaşırırsınız tabii! Biz de her türlü seçimde kıyameti koparırız, ortalığı yıkarız, gürültü göklere tırmanır..
Orada öyle bir şey yok. Bir dost açıkladı ve işte buradaki şu yemekli toplantıyı seçim çalışması olarak kabul edin, dedi! Adaylar, partiler çeşitli örgütlerle, insanlarla vb. bu tür irili ufaklı yemekli yemeksiz toplantılarla “seçim propagandası” yaparmış! Programlarını, yapacaklarını falan anlatırlarmış..
Bu işte bir terslik var, ama kimlerde ve nerede, doğrusu bilemedim!
Aklıma, örneğin AKP il örgütlerinin İstanbul veya başka kentlerde, öncelikle AKP’li olmayan, ama her kesimden iş, yönetici gibi, lider veya kanaat önderleri ile yaptıkları yemekli toplantılar geldi! “Sayın bakanımız sizlerle yemekte bir arada olacak ve bütün sorularınızı yanıtlayacak.. Lütfen hazır olunuz!”.. İnsanlar koşa koşa gidiyor (CHP’nin ilgi ve bilgisine)..
Londra’da CHP ile dayanışma içinde olanlar büyük bir özveriyle ve bir karşılık beklemeden çalışıyorlar! CHP’ye halkla ilişkilerde yeni bir dil, yeni bir düzen, yeni bir anlayış gerekiyor..
***
 Londra yağmurlu.. Şimdi önce Cahitlerle kahvaltıya gideceğiz, sonra da British Museum’a..
Orada özellikle, İngilizlerin Ksantos’tan alıp götürdükleri (1840, İngiliz Fellows) Nereidler Anıtı’na alıp geliriz belki!
Nisan başında Likya’yı dolaştık, Ksantos’u da gezdik ve anıtın yerinde hala sadece bir levha duruyordu!
Nereidler, yani Su Perileri, denizlerde zora düşenlerin yardımcılarıydı.. Belki de bugün artık yerlerinde olmadıkları için bunca felaketi yaşıyoruz..
Kimbilir!
---30 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

29 Nisan 2012 Pazar

Ankara- Kürdistan Hattı


Davutoğlu – Erdoğan Ortadoğu’yu “yeniden yapılandırmaya” soyundu! Suriye cephesi, derken Irak cephesini de açtılar.. Bu iki cephede savaşa soyunan bir ülkenin üçüncü cephesi de, zorunlu olarak, İran’dır!
İktidar bu gücü şüphesiz NATO’dan alıyor. Yani ABD, İngiltere, Almanya hatta Fransa’dan! Bu ülkeler, Suriye ateşine ellerini sokmak istemedikleri için (hem karşıda Rusya ve Çin, hem ekonomik krizleri var), Türkiye’yi savaşın içine ittikleri biliniyor: Sen yürü, arkandayız!
Türkiye, tarihinin hiç bir döneminde bu kadar savaşın içine itilmemişti! “Ecevit’in Kıbrıs savaşına özeniyorlar” diyeceğim, ama Kıbrıs’ta Türkiye haklı ve uluslararası anlaşmalara uygun müdahalede bulunmuştu. Erdoğan- Davutoğlu, ise komşuluk ilişkilerinden öte, şimdilik hiç bir hakka hukuka dayanmayan bir Ortadoğu cephesi açmış durumda!
Davutoğlu, savaşa teşne politikacı. Yazdığı “stratejik derinlik” kitabının esiri olarak nitelendirebilirim, geldiği noktayı. Ortadoğu’da Osmanlı kültürünün ve tarihsel ilişkilerinin mirasçısı olarak, bugün bölge (ülkeleri) ile Türkiye arasında, örneğin İngiltere’nin sömürgeleri ile (Commonwealth-İngiliz Milletler Topluluğu) arasındakine benzer bir yönetim biçimi kurulabileceği düşünde. Bunu zaten dillendiriyor.. Türkiye Orta Doğu Topluluğu gibi. Tabii, bu bir masal!
Davutoğlu’nun Meclis’teki konuşması saldırgan ve üzücüydü! Şişmiden Ortadoğu’da savaşa girmiş hali vardı! İpe sapa gelmez bir dizi kavramla muhalefeti suçladı. CHP darbeciymiş, hükümetin Ortadoğu politikasını ve Suriye’nin (Baasçı) yönetiminin neden yıkılması gerektiğini anlayamazmış.. Kendileri ise, özgürlükçü rejimlerle birlikteymiş.. (Suudi Kralı, Katar Şeyhliği, Bahreyn artık en kadar kral, şeyh ve despot yönetim varsa hepsiyle ele eleler, vardır bir hikmeti!)
Davutoğlu, Ortadoğu yeniden tasarlanıyor, biz seyretmeyeceğiz, bu işin öncüsü olacağız, diyor. Bugüne kadar emperyalist devlet sözcülerinin ağzından dinlerdik bu “tasarlama” olayını.. Türkiye, bir Ortadoğu savaşını başlatacak “Sırbistan rolüne” mi soyunduruldu! Koçbaşı olarak denenecek Ankara, duruma göre arkadan itenler, konum alacaklar!
***
BDP önce Iğdır’dan Hatay’a “Türk Kürdistanı” sınırı çizdi. Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi lideri Barzani Türkiye’ye geldi. Tabi, ABD’ye gitti önce.. Derken BDP de ABD’ye gitti! Ankara, Irak Başbakanı Nuri el Maliki’ye saldırdı! Maliki, “Türkiye düşman devlete dönüşüyor”, dedi.. Maliki Şii, Esad da Şii... 
Maliki’nin yardımcısı olan ve Irak’tan kaçan Sünni Tarık Haşimi’yi Türkiye, Suudi Arabistan, Katar bağırlarına basıyorlar, Liderleri o!
Irak’ın ve Suriye’nin başına sadece sünni liderlerin gelmesi değil söz konusu olan.. Süreç, Suriye ve Irak’ın parçalanma, yeni devletlerin oluşması olasılığını içeriyor.
***
Ülkelerin yeniden tasarlanmasında bütün yollar Kürdistan’a çıkar.
Erdoğan- Davutoğlu, Turgut Özal’ın bir zamanlar tartıştırdığı Ortadoğu’da Türk-Kürt Federasyonu’nun bir başka versiyonunu gerçekleştirebileceklerini düşünüyor.
Irak’ta Kürt Devleti kurulmasına, Ankara yeşil ışık yakmış gibi. Hatta, Irak Kürdistanı’na, Suriye Kürtleri de katılabilir! Yazılanlara bakılacak olursa, buna karşılık Ankara, Kerkük Petrol bölgesinde Kürtlerle işbirliği edecekmiş.
***
KCK, Büyük Kürdistan’ın omurgasıydı. Peki büyük Kürdistan’ın yönetimi kimin elinde olacak? Barzani mi, PKK mı? Düne kadar “Kürtler birbirine düşmez”di..” Ama işler, Kürdistan’ı kim yönetecek noktasına gelince, büyük planlar devreye girecek gibi.
Barzani-Ankara işbirliği, PKK’nın gözden çıkartılması demek.
O zaman Türkiye’de de BDP ön plana çıkar... PKK susturulur!
PKK, Irak’tan çok Türkiye’nin sorunu değil mi? Iğdır- Hatay Kürt bölgesi hattı konusunda Ankara ne düşünüyor? Açın haritaya bakın!
Daha önce yazdığımız “Ver PKK- Al Suriye” yeni bir biçimde gerçekleşiyor mu?
Ankara, “Kerkük bölgesini beraber yöneteceğiz, Türkiye petrole ortak olacak, petrol sorunumuz  çözülecek, PKK da halledildi” mi diyecek millete? Verecekleri karşılığında, milleti susturmak için?
Şunu bilirim: Su yolunda akar.. Yani bütün yollar Büyük Kürdistan’a çıkar..
Bu yolda sadece geçici anlaşmalar yapılabilir...
--29 Nisan 2012 Pazar / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

27 Nisan 2012 Cuma

İnsan’ın Sosyalleşme İçin Savaşlara İhtiyacı Olduğu Zırvalığı Üzerine


Amerikalı bilimcilere eleştiri

Geçen haftaki dergimizin kapağındaki konu üzerine (Sosyalleşmenin bedeli) yazmak istiyordum, ama araya Mersin için güneş enerjisi projesi girdi (*)..
Tarih öncesi dönemden bu yana insanların hep bir grup oluşturma ve grubun içinde kalma eğiliminde ve bu eğilimin de insanoğlunun içgüdüsel bir özelliği olduğu ileri sürülüyordu yazıda. “Grup üyeleri tüm grubun çıkarları ve iyiliği için kendi çıkarlarına bile ters düşebilir. Fedakârlık, işbirliği, rekabet, hakimiyet kurma, karşılıklılık, taraf değiştirme ve hilekârlık” da, bu gruplaşma oyununun dayandığı temel.
Bizim çocukluğumuzda “mahalle” vardı (bazı yerlerde yine var). En büyük grup Mahalle idi. Mahalle Baskısı, sonra sosyolojik bir terimden siyasal kavrama da evrildi! Mahalleler arası kavga bile yaptığımızı anımsıyorum. Bir mahalle bizim mahalleyi (genellikle kız yüzünden!) basmış, biz de o mahalleyi basmaya gitmiştik! Kavga edecek kimseyi bulamayınca kös kös geri dönmüştük!
Takım taraftarlığı kavgası da böyle bir şey. Çeşitli çıkar gruplarından tutun, Cemaatciliğin bu kadar hızlı yaygınlaşmasına varıncaya kadar. Sonuç olarak gruplaşmalar, çeşitli derecelerde şiddet uygulamalarına, “benimki seninkinden üstün” rekabetlerine ve savaşlara kadar uzanıyor. Araştırma, grup aidiyetinin insanı suçluluk duygusundan da arındırdığına işaret ediyor. İşin ilginci, gruplaşmanın, insanı insanı yapan temel dürtülerden biri olduğu, insanoğlunun bu sayede sosyalleştiği ileri sürülüyor!
Doğrular ve yanlışlar iç içe bir saptama!
Şüphesiz ki insanoğlunun bir arada bulunarak, gruplaşarak varoluşunu güvenceye aldığı evrimsel bir gerçektir. Dayanışma, yeryüzünde tutunmanın ve dünya üzerinde yayılmanın, yerleşmenin ve uygarlık inşa etmenin şüphesiz ki temel taşıdır.
Ama insanın ebedi olarak her zaman savaşarak, kandırarak, rekabet ederek, öldürerek.. ancak sosyalleşebileceğini söylemek de, bence eşekliğin danıskasıdır.
Sanki, insanın sosyalleşeceği başka konumlar, durumlar, ortamlar, düzenler, mekanizmalar söz konusu olamayacakmış, olamazmış gibi!
Bu Amerikan “sosyolojisinin” veya davranış biliminin dayandığı temel mi? Bilmiyorum, bilenler söylesin!
***
Ama şunu biliyorum: Bu bakış, günümüz rekabetçi ve birbirinin çukurunu kazan, emeğini sömüren ve birbirinin sırtına basarak türlü çeşitli zenginleşmenin, toplumda makam, güç, onur, itibar kazanmanın yollarını sunan yeni, eski- yeni liberal kapitalist toplumun ve onların bilimcilerinin bakışıdır. Onlara göre bu düzen değişmez, verili, mutlak bir kalıptır. Bunu böyle kabul etmek zorundayız ve insanoğlunu da ancak bu mutlak geçerli düzende anlayabiliriz.. Bu “doğuştandır”.
Bir zamanlar, “Tarihin Sonu” teorileri gibi!
Yazıda deniyordu ki: “Savaşlar ve soykırım evrenseldir ve sonsuza dek devam edecektir. Herhangi bir kültürün veya dönemin tekelinde de değildir. Resme bütün olarak bakıldığında, büyük savaşların yerini küçük savaşların aldığını görüyoruz. Bugünkü küçük savaşlar avcı toplayıcı atalarımızın, ilkel tarım topluluklarının zamanındaki savaşların büyüklüğüne ve tipine benziyor. Uygar topluluklarda işkence, idam ve sivillerin öldürülmesi gibi uygulamalara son verilmek istense de. Bu küçük savaşlar ne yazık ki bu çabaları boşa çıkartıyor..”
Değişen bir şey yok mu? Her birinin ayrı bir sosyolojik, varoluş, ekonomik temeli yok mu?
Devamla: “Gruplararası rekabeti savaşmadan sürdürebilmek amacıyla gelişen uygarlık, iyilik ve güzellik yolundaki uzun erimli mücadeleyi başlattı. Uygar topluluklarda özveri, merhamet ve paylaşım ödüllendirilirken, bencillik eleştiri bombardımanına tutuldu. Bütün uygarlık yarışına karşın grup çatışmalarının son bulmaması, insanoğlunun içindeki iyiyi de kötüyü de ortaya çıkartması açısından hem en büyük hem de en kötü genetik mirasımızdır..”
***
Hayır! İnsanlığın genetik mirası bu değil! Bu Amerikalıların veya kapitalist düzene mutlak inancın dışavurumu olabilir!
Mutlak olan şudur: İnsan, içinde bulunduğu koşullara göre davranıyor. İçine sokulduğu düzen, insanı öyle davranmaya zorluyor.. Ortamı, düzeni değiştirdiğinizde, insan davranışı da ve sosyalleşme ilkeleri ve mekanizmaları da değişebilir..
Şüphesiz ki her insanı “mutlak iyi” yapamazsınız.. Ama büyük çoğunluğu, toplumsal davranışları, ülkelerarası ilişkileri doğa-insan-ülke arasındaki dengeyi mutlak iyilik üzerinde kuran ve gören bir düzen öngörebilirsiniz..
Bu konu daha çok yazı kaldırır!
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak dileğiyle...

Mersin Yerine Bodrum mu?
(*) Dr. Sami Demir, bu projenin Mersin yerine Bodrum’a daha uygun olacağını yazıyor:
“Geçen hafta sözünü ettiğiniz Mersin’in tüm enerji ihtiyacının petrol dışı kaynaklardan sağlanması, sürdürülebilir enerji kaynaklarından yararlanma, özellikle güneş enerjisinden yararlanma konusunda, en uygun bölgenin Bodrum olacağı kanısındayım. Bodrum’un imar planı nedeniyle tüm çatılarının güneş enerjisi panellerinin yerleştirilmesine uygun olması, öncelikli tercih nedeni olacaktır Ayrıca geçimini turizmle sağlayan bir bölgenin böylesi bir çevreci proje ile anılması, turizmin gelişmesine de katkı sağlar. Bu yüzden Bodrum için güneş enerjisinden yararlanma ile ilgili ulusal bir projeye öncülük etmeniz, ülkemizin enerji politikaları açısından gelecek ile ilgili yol gösterici olacaktır.”
Sayın Demir, öncülüğü Bodrumlular, Mersinliler ve onlarla birlikte, yerel yönetimler ve merkezi yönetim elbirliği ile yapabilir. Biz yayın ve düşünce desteği olarak hep buradayız..
-- CBT Gündem sayı 1310, 27 Nisan 2012

26 Nisan 2012 Perşembe

Cemaat ve ABD; Yükseliş ve Düşüş

Erdoğan, ABD’lilere defter mi dürdürtüyor! Üç gün boyunca, Salı günkü “AKP’nin oylarının kaynakları” analizimin devamını yazacaktım, ama hobi konum devreye girdi! O da ne demeyin, Cemaat- AKP ilişkileri tabii ki! Son durumda bu ilişki, Gülen Hareketi (Partisi) ABD ilişkilerine dönüştü!
Biliyorsunuz, ABD’de Cemaati tırmalayan irili ufaklı haberlerden yayımlandıktan sonra, Internationale Herald Tribune gazetesinde Gülen Siyasi Partisi’ni küt diye vuran, Ahmet Şık’lı büyük bir haber yayımlanmıştı. Gülen Partisi küçük bir kıyamet kopardı, Zaman’ın müdürü E. Dumanlı IHT’e giydirdi... Protesto falan derken... Amerikalılar hiç tınmadı ve bu kez New York Times (NYT) benzer yazıyı bastı..
***
Taa 15 Aralık 2011 tarihli “3 koltuk Boşalıyor-4” başlıklı yazımda “Cemaat: Bedel Zamanı” başlığı altında, Erdoğan ile girdiği “politika oyununu kaybetmesi durumumda, bir de bedeli olacaktır! Cemaat, artık bir siyasi iktidar odağıdır! Bunun de bedelini er geç ödeyecektir!” demişim.
Yine 12 Ocak 2012 tarihli Erdoğan’ı Kuklalaştırma  yazımda ise:Başaşağıya gidiş, kaçınılmaz olarak başlamıştır. Cemaat de bu kaderden kurtulamayacaktır.. tetikçiler de..” Ayrıca, “Cemaat iktidar siyaseti yaparak yükseldi, düşüşü de bu siyasetle olacak..” öngörüsünde bulunmuşum. İşte hepsini yaşıyoruz.
***
NYT’da bu haberin yayınlanması “önemli”! Ama yorumu da gerek. Ama önce NYT’a bakalım: Başlıkta "Türkiye, ABD'de inzivada olan din adamının egemenliğini hissediyor" demekte ve Gülen’i “Milyonlarca takipçisi ve 140 ülkede bulunan okullarıyla dünyanın en etkili İslami hareketlerinden birinin karizmatik vaizi” olarak nitelendiriyor, ayrıca “gazeteci Ahmet Şık’ın tutuklanması, Gülen ile bağlantılı olabilir,” diyor.
“Olabilir”i fazla! “üst düzey bir Amerikan yetkilisi şöyle diyor: ‘Gülen hareketi’nin doğası bilinmezlerle dolu, tedirginiz. Her şey bir saptırmaca, göz boyama. Etki ve güç istedikleri çok açık. Laik Türkiye'ye meydan okumak için gizli bir ajandalarının olduğundan endişe duyuyoruz ve ülke daha İslami bir yönde ilerliyor".
NYT, Ergenekon soruşturmalarına da işaret etti, "Ancak taktikler ve şeffaf olmamanın yanı sıra hareketin gücünün gizlice yayılması Gülen'in.. daha fazla muhafazakar bir Türkiye yaratmak” istediğine dikkat çekti. “Muhaliflerine karşı bir cadı avı başlatmak için Türkiye'deki mahkemelerde, poliste ve istihbarat servisinde elemanlarını kullandıkları” suçlamasını da anımsattı gazete. Bir de, Erdoğan’ın da, Gülen’in, otoritesine meydan okumasına karşı duyarlı olduğuna dikkat çekti.
Her neyse, bunları aylarca yazdığım için, bir de NYT’de üstelik sıradan ifadelerle okumaktan sıkılıyor insan, ayrıntısını bulup okuyun!
***
Biz yorumuna bakalım: ABD basınında bu Gülen Hareketi’ne eleştiri ne zaman geldi? Sen yıllarca sus sus ve şimdi konuş..
Şimdi derken: 6-7 aydır Gülen – Erdoğan arasındaki iktidar savaşı sona ermeye başladıktan ve galipler-mağluplar belli olduktan sonra, ABD’nin Beyaz Saray’a yakın, ciddi, ama “ABD’nin Sesi” gazetesi bu yazıyı yazıyor. Nokta koyuyor!
ABD Gülen okullarını da biraz daha yakın mercek altına aldı ve bir mi üç mü ne, okulunu kapattı!
***
 ABD, Gülen Hareketi’ni Erdoğan’a karşı koz olarak kullanıyordu. Kullanım süresi bitti…
4 nokta etkili oldu ABD’nin şimdiki tavrında.
a) Türkiye’de “iktidar kapışması” epey sonuçlandı. Erdoğan kesin tavrını aldı. Gülencileri dizginledi: “iktidar olamazsınız, ama bana hizmette bulunabilirsiniz, devlet içinde benden izinsiz güç kullanmanıza izin vermem, ama bazı koltukları koruyabilirsiniz..” ABD de Erdoğan’ın bu tavrını gördü…
b) Erdoğan, ABD’ye “bana güven Ortadoğu politikalarında. Gülen’e ihtiyacın yok” mesajını verdi.. Hatta ABD’ye, “Gülencileri dizginle, sonra senin de başına bela olurlar” demiş bile olabilir..
c) ABD, koruduğu Gülencilerin hem Türkiye’de hem dünyada yayılma derecelerinden endişe etmiş de olabilir. Kontrol edemeyecekleri bir noktada diyor ki: “bu kadar... daha fazla sıçrayamazsın”. Gülenciler “sonuna kadar karşı devrimci”, sınır tanımıyorlar! Yarın ayaklarına dolanacak bir siyasi- toplumsal hareket yarattıklarını görmüş olabilirler.
d) Gülencilere artık ihtiyaçları yok. Bavulcuları, tetikçileri ne kadar varsa, hepsini kullandı, Ordu vesayetine son verdi, güçlü bir ABD- Erdoğan ittifakı kuruldu, Ordu’yu Ortadoğu’da istedikleri gibi kullanabilirler.
e) Erdoğan, Ordu’yu istikrarlaştırmak istiyor. Artık giden gitti, kalan sağlara sahip olması gerekir. Yoksa Ortadoğu’da 230 bin kişilik polis gücüyle savaşacak!
Emrelerin, Baransuların vb iplerinin çekilmesi de bu gelişmeleri doğruluyor. E. Uslu basbar bağırıyor! Her ne kadar sonunda “Erdoğan’ın zulmünü Ergenekoncuların zulmüne yeğlerim” biçiminde biat noktasına geldiyse de!
Atı alan üsküdarı geçti kardeşim, geçmiş olsun.. Hadi askere!
--26 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

Not: Görüşlerine değer verdiğim ve ABD'de yaşayan bir bilim insanımız, NYT'da yayımlanan yazının ABD hükümeti ile ilişkili olduğunu sanmadığını söyledi: 
"NYT yazısının arka planında ABD yönetiminin olduğunu hiç sanmıyorum. Temel faktör, Bilefsky'nin öncekilere oranla TR'de olanları daha iyi okuyor olması. Daha evvel de TR'de basın özgürlüğünün durumu üzerine iyi bir yazı yazmıştı.  NYT oradan buradan lafla yazı yazmaz.


NOT 2 Bu değerlendirmemi ABD ilişkileri açısından yeniden düşündüm. Biraz erken yorum olarak nitelendiriyorum şimdi. Üç güç arasındaki ilişkiler henüz o düzeyde gözükmüyor veya bu konuda bilgiler eksik. Bu nedenle eas çatışmanın bugünkü koşullarda AKP- Cemaat Hareketi arasında geçtiği yorumu ile sınırlıyorum, genel değerlendirmemi.. 29 Nisan 2012

24 Nisan 2012 Salı

Merkez Sağı Bitirme Projesi: AKP ve CHP Nereye kadar?


Merkez sağın, üstelik geniş bilgi temelli saygın ve düzgün politikacılarından.. İlhan Kesici.. bir hoş sohbetin bitiminden sonra söyledim: Biliyorsunuz, aslında AKP, hem varlığı hem de tüm etkinlikleriyle sizleri, yani merkez sağı bitirme projesinin adıdır.
Sözler, giderayak söylenmişti, içini açamamıştım; ayrıca gerek de yoktu, Kesici, önsezi ve bilgisiyle olanı biteni gören bir kişi. Ben sadece isimlendirme yapmıştım.. Ama yine de, bir olayın adını koyduğunuz andan itibaren, başka bir içeriğe ve biçime bürünür.
Beşir Atalay, “28 Şubatın eşgüdümcüsü Süleyman Demirel’dir” deyince bu konuyu yazayım dedim.
***
AKP, CHP’yi bitirmemiştir, bitiremez de, çünkü her ikisinin kökleri, dalları farklıdır (*). CHP, varlık ve etki olarak neyse, hâlâ odur! En önemli konu, bu varlığını korumasıdır. Ebleh veya kasıtlı, siyasi aydınların keskin vuruşlarından etkilenerek, AKP’ye yanaşma / onunla yarışma / ona benzeşme politikalarıdır CHP’yi bitirecek olan! AKP saldırdıkça, CHP güçlenmelidir aslında... Tabii bunun mekanizmalarını kurmazsan, nal toplarsın...
Ama AKP, merkez sağı bitirmiştir. Zaten bu amaçla doğdu.
Abartmayalım, AKP merkez sağı bitirmek için de çok özel politikalar uygulamadı.. Sadece kuruluşta, merkez sağın isimlerine yer vererek, Özal’ın her yönü birleştirme politikasını izledi..
Merkez sağ denen olgu ise, zaten önce kendi kendini yiyip bitirmişti; bütün seçmenleri örgütsüz, dağınık olarak bütün ülkeye serpiştirilmiş kalınca, AKP yeni kimliğiyle hepsini silip süpürdü. Olan budur!
2007’de, “merkez sağ” denen olgunun ortalıkta kalan iki leşi, DYP ve ANAP, son bir hamleyle DP’de “dirilme” eylemine kalkıştı (ANAP/DYP Birleşmesi südeci). AKP’nin, nasıl olduğu henüz karanlıkta kalan bir kılıç darbesiyle, onların da boyunları kesildi! Bugün debelenen bir DP’yi görüyoruz!
Şimdi, önceki “Parti Patronu” Mehmet Ağar’a özel cezaevi beğendiriliyor; olayın içinden sıyıran “diğer lider” ise Erkan Mumcu’ydu. Karanlık bir olay... 2007’de birleşme olsaydı, AKP’nin önünü belki ancak bir kaç puan daha kesebilirlerdi, ama merkez sağ olarak asla ayağa kalkamazlardı!
Ölmüş eşeği diriltmek imkansızdır!
Burada, “merkez sağ”ın neden bittiği konusunda bir şey yazmayacağım.
Tek söz söyleyebilirim: Çünkü Türkiye’yi bitirdiler, böylece kendilerine bir yer kalmamış oldu!
***
 AKP’nin yüzde 49 oyunun, belki zerresi dışında, CHP’den gelmiyor. 1980’ler sonrası kurulan Doğru Yol, ANAP, MSP (Erbakan) MHP... Şimdi şu seçimler tablosunu inceleyin (%, küçük kesirleri +– tamamladım):

CHP    DSP    ANAP  DYP   MHP   Erbakan   DP  AKP   GP
1995    10,7        14,7     19,7     19,2     8,2       21,4           ---    ---        ---
1999      8,7        22,2     13,2     12        18        15.4           ---    ---        ---
2002    19,4        1,2         5,1      9,5      8,4        2,5            ---    34,3     7,3
2007    20,8      (CHP)      ---      ---        14,3       2,3           5,4    46,6     3
2011    26          0,25        ---       ---       13          1,3           0,65  49,8      --

Ecevit’in 1970’lerdeki olağanüstü yüzde 40’ı aşan oranını saymazsak, 1990 sonrası CHP/ DSP oyları yüzde 20-31 arası gerçekleşti. DSP tükenirken, oyları CHP’ye gelmedi! Çünkü ağırlık olarak o oylar Ecevit oylarıydı. Ama CHP’den DSP’ye oy hep kaydı.
Esas konuya gelelim: 1999’la kıyaslarsak, AKP’nin 2002 seçimlerindeki yüzde 34 oyunun yaklaşık dağılımı şöyle: Yüzde 13 Erbakan + 10 ANAP/DYP + 10 MHP..
AKP’nin 2007 seçimlerinde yüzde 10 fazlalığının kaynağı da, yaklaşık, geride kalan DYP/ANAP oyudur.
AKP’nin 2011 seçimlerindeki yüzde 3 puan fazlalık ta, Genç Parti / MHP artığıdır (2002’de GP’nin oyları esas oarak MHP’ye kaydı, denebilir)
AKP, merkez sağı bitirmiştir. Şüphesiz, CHP/DSP’den de biraz oy kaymıştır. Büyük anafor, her tarafı etkileyici olur. Ama koparabildiği “parçalar” farklı olur.
Buradan çıkan sonuç: AKP, merkez sağı yutarak büyüdü, ama artık büyümesinin sonuna gelip dayandı. Çok olağanüstü başarılı bir dönem geçirirse, bir-iki-üç puan daha artabilir.
Bu nedenle AKP büyük büyüme stratejisini MHP üzerine kurdu geçen seçimde. Bunu hep yazdım, okurlar bilir. Yine, 2011 seçimlerinde de AKP’nin ana stratejisi MHP’yi Meclis dışına itmek üzerine olacaktır. Çünkü tek büyüme kaynağı MHP’dir!
CHP merkez sağa kaydıkça, merkez sağlaştıkça, AKP onu da yemeye başlayacaktır! Bunu gören bir politik beyin partide var mı, bilmiyorum..
Şimdi soru soralım: AKP eski merkez sağı muhafakarlaştırarak, dincileştirerek bitirdi.. Acaba eski merkez sağın, liberal değerlerle yeniden dirilme şansı olabilir mi? Olursa nasıl yeniden inşa edilebilir adım adım? AKP dincileştikçe- diktatörleştikçe, merkez sağın uzaklaşma ve kendini ifade etme koşulları doğar mı? Nasıl.. Bunu da onlar düşünsün...
----
(*) Bir de bugünkü CHP (yönetimi) bunun farkında olsa! AKP ve liderinin tarih kumpaslarına düşmese; Erdoğan vurdukça ona yaklaşıp koynuna girmese; din konusunda yarışa kalkmasa; demokrasiyi bitirme politikasının keskin kolunun Fetocular olduğunu görse; Kılıçdaroğlu, “onlar bugün o partiyi yarın bu partiyi destekler” gibi, tepeden tırnağı ham hayallere kapılmasa...
24 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

23 Nisan 2012 Pazartesi

Başbakan ve Cadı Avı.. Gazetecilik Namusu ve Yeni Tarifi


Yeni tarif: Utanacak yüzü olana gazeteci denir!


Başbakan’ın son demeci ürkütücü! Tarihteki “cadı avları”nı çağrıştıran bir konuşma yaptı. 28 Şubat’la ilgili soruya yanıtı:
Cadı avına çevirmek yanlış, ama adalet de yerini bulmalı.. yargı nereye varacaksa varmalı, çıkının içinde ne varsa ortaya çıkmalı.. iş gidebildiği yere kadar gitmeli.. işin içine kimler karışmadı ki.. iş dünyası, basın, sivil toplum, rektörler... Mesele sadece askerle bağlantılı değil..”
Başbakan göstermelik bir cümle olarak “cadı avına dönüşmesin” diyor, ama cadı avı çağrısı yapıyor: iş dünyası, basın, sivil toplum... yani bütün Türkiye’yi savcılara hedef gösteriyor ve gidebildiğiniz yere kadar gidin, kimse kalmamalı ortalıkta!
Başbakana iyi niyetle yaklaşalım ve diyelim ki amacı bu değil! Ama bu demeci cadı avı çağrısı olarak kabul edecek, yetkili yetkisiz, sıradanından yükseğine kadar, namussuz ne kadar insan varsa, gereğini yerine getirecektir. Fazıl Say’ı Türkiye’den kovalayanlara bakın!
Umarım olmaz, bekleyip göreceğiz!
Başbakan’ın bu açıklaması, bugüne kadar yaşadığımız hukuksuzluklara, adaletsizliklere rahmet okutacak bir boyuta ulaşabilir.. Baksanıza, sayıp döküyor: iş dünyası, sivil toplum, basın..
Başbakan aslında, açılan bir soruşturmaya müdahale ederek, savcılara ne yapacaklarını gösteriyor.. Bu suçtur, ama bugün bunu soruşturacak tek kişi bile yoktur.
***
Benim kurduğum denklem ne yazık ki işliyor: İktidar, ABD’nin çıkarına Ortadoğu’da ne kadar ileri adım atarsa; ABD-AB, demokrasi-hak ve hukuk çiğnemelerine de, o kadar hoşgörü ile yaklaşacaktır: Önemli olan bugün Ortadoğu’da Türkiye’yi kullanmaktır, insan haklarına sonra bakarız!

Siyaset, Gazetecilik, Namus
İktidar basınında, 28 Şubat için medya hesap vermeli, çağrıları giderek artıyor.. Yeni Şafak’ta mı yoksa Star’da mı görmüştüm, bir yazar 28 Şubat sürecinde bazı gazetelerin kapak fotoğraflarını yayınlamıştı. Aralarında mesela Cumhuriyet yoktu, ama özellikle Hürriyet ve Sabah vardı..
Heyecanlı başlıklar, durumu yansıtıyordu...
Düşünmeli: Ortalık gergin, MGK’de kabul edilen bir bildiri.. Hükümet almış, uygulamaya da koymuş.. Askerler çağrıyor, çeşitli kesimleri topluyor, açıklama yapıyor. Siyasi ve toplumsal heyecan... darbe mi olacak gerginliği en üst düzeyde..
Gazeteci olarak, siz ne yaparsınız?
Gazetecilik özellikle böyle dönemlerde kulaklarını diker, olayların içinde olmaya, özel haber almaya, asker-siyasi, en yetkili kişilerle konuşmaya, haber atlatmaya, reyting ve tiraj arttırmaya önem verir.. Ben Yeni Şafak’taki gazete manşetlerinde, özellikle bunu gördüm!
Gazeteler neredeyse hergün siyah ve kalın manşetlerle çıkar ülkemizde! En sıradan olayı bile, okur nezdinde önem derecesini arttırmak için, puntolar gözalabildiğine kalınlaşır!
Yeni Şafak ve Star, şöyle bir haftalık, bir aylık, bir yıllık gazetelerine baksınlar! Sanki Türkiye, dünya yıkılıyor!
“Askeri Müdahale”nin konuşulduğu bir ortamda ise, bu başlıklar haydi haydi normaldir..
Gazetecileri, mesleklerini yaptılar diye 28 Şubat’ın hazırlayıcıları olarak suçlamak, ve bugün onları çarmıha germeye kalkışmak, büyük insafsızlıktır, gazeteciliğin bittiği noktadır, yazarlık ve gazetecilik namusunun da...
***
Haa, şu olayı belgelersiniz: Örneğin askerler, bazı gazetelerle anlaşırlar, onlara yazdıkları senaryoları verir ve “bunları yayınlayın ki biz de iktidarı yıkmanın koşullarını oluşturalım” derler. Hukuki olarak bunu kanıtladığınız gazete ve gazetecilerin yakasına yapışın..
Ama gazetelerin siyasi yaklaşımlarını bile soruşturma konusu yapamazsınız.. Yapmaya kalkarsanız, sizin gazeteciliğinizin de başkaları tarafından çarmıha gerilmesini kabul etmiş olursunuz...
***
Sizler, 28 Şubat gazeteciliğini eleştirirken, esas bugünkü gazeteciliğinizi sorguluyorsunuz farkında mısınız?
En sondan başlarsak: Erol Özkasnak’ın evinde 28 Şubat günlükleri ele geçirildi, biçiminde yalan başlıklar atmaya utanmıyor musunuz?
Balyoz ve diğer pek çok davada, bugün hepsi yalan çıkan, sahtekarlıkları belgelenmiş Cami bombalama gibi olaylarla ilgili attığınız başlıkların, 28 Şubat sürecini 1000 kat gölgede bırakacak ve yarın esas hesabı sorulacak başlıklar olduğunu düşünür müsünüz?
Acaba hanginiz, CD’lerin sahte olduğuna ilişkin bilirkişi raporları konusunda mesleki-ahlaki bir haber yaptınız?
12 Eylülde Başdarbeciyi evinde ağırlayan Barlas ve 12 Eylüle övgüler düzen Ilıcak gibileri baştacı erdeceksiniz, ama 12 Eylülü ve 28 Şubatı başka gazetele- gazeteciler üzerinden yargılayacaksınız.. Bu ne kadar tutarlıdır?
Gazeteciliğin artık bugünkü yeni tarifi:
Utanacak yüzü olana gazeteci denir!
---23 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

22 Nisan 2012 Pazar

Adalet ve Komplo, Hipnoz Savına 9 Yıl, Yeni Çığlık


Türkiye’de nasıl bir hukuk, yargı, adalet olduğunu anlamanız için, “siyasi nitelikli” davaları izlemek yeterli. Özel yetkili veya ağır ceza mahkemeleri, farketmez.. Yeter ki “aynı tel”den çalsın..
Silivri’deki ağır adalet ve hukuk ihlal savları medyaya yansırken, Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nden de, Silivriyi aratmayacak bir karar çıktı: Hava Kuvvetleri Başsavcısı Ahmet Zeki Üçok 9 yıl hapse mahkum oldu.. Bu davayı bu sütuna taşımıştım (İzleyin, 20 Mart 2012, Erdoğan’a Askeri Darbe?).
Nedeni: TSK bilgisayarlarına dosya koyup aldığı saptanan 3 astsubayı “hipnotize ederek” işkenceye azmettirmek! 3 astsubay TSK bilgisisayar sistemine sahte bir belge yüklemekten yakalanır. Astsubaylar, soruşturmayı sürdüren askeri savcı Üçok’a Cemaat elemanı olduklarını itiraf eder. Bu süreçte, astsubaylara hiç bir şiddet uygulanmadığına ilişkin 34 sağlık raporu ve sanıkların açıklamaları vardır.
Ancak Cemaat olaya el koyar, bu davayı ortadan kaldıracaklardır. Sanıklar “İfademiz işkence altında alındı, bize hipnoz yapıldı” derler ve Savcı hakkında suç duyurusu yaparlar. Üçok hakkında ağır cezada dava açılır! “Suçu” sabit görülür ve 9 yıl ceza alır! Suçu, tabii ki  F elemanlarının ordu içindeki üstelik casusluk bile denebilecek faaliyetlerini ortaya çıkarmaktı! Tanıdık: Cemaate dokunan yanar, yani!
***
Şimdi hukuka bakın:
Hipnoz yapıldığını söylediği tarihte adam Kayseri’de yoktu. Avukatların, hipnozla ifade almanın mümkün olup olmadığının saptanması için bilirkişi istemleri reddedildi. Reddi hakim istemini, hukuka aykırı olarak aynı mahkeme reddetti. Sanığın, birinci sınıf askeri hakim olduğu için ancak askeri mahkemede yargılanabileceği ilkesini de takmadı. Zeki Üçok’un esasa ilişkin savunma için süre isteği de reddedildi.
Avukat Hüseyin Ersöz diyor ki: “Savunma yok sayıldı ve adil bir yargılamanın şartları oluşturulmadı. Sıradan bir vatandaşın kendisini hukukun ellerine teslim etmesini beklemek ne kadar mümkün..”
Ve Balyoz davasıyla benzerlikleri şöyle saptıyor: “İki davada da savunma hakkı kısıtlanıyor, talepler karşılanmıyor, deliller tartışılmıyor. Kayseri Davası, Balyoz Davası'nın sonraki sürecinde nasıl bir sonuçla karşılaşacağımızı açık gösteriyor.”

HAKSIZLIKLARA BÜYÜK İSYAN
Balyoz Davası’nda büyük haksızlıklara karşı adalet isteyen isyan çığlıklarıyla dolu masamın üstü! 
Subaylar, onlara sanık demeye bile dilim varmıyor, kendilerine yöneltilen suçlamaların iler tutar yanı olmadığını, kanıtlarıyla gönderiyor ve seslerinin duyurulmasını istiyor..
Hangi birini yazsa bilemiyor insan! Hepsi aynı haksızlıklar tuzağının çemberine sıkıştırılmış. Dosyalardan birini çekiyorum: Piyada Kurmay Yarbay Nedim Ulusan:
Sahteliği kanıtlanmış, imzasız bir dijital word belgesinde adım geçtiği için çağırdılar, Hırvatistan’dan gelerek teslim oldum, 13 aydır tutukluyum! Benimle ilgili olmayan bir uyduruk belgede adımın neden yazılı olduğunu nasıl kanıtlarım? Mahkeme üniversitelerden gelen ve sahtecilikleri kanıtlayan bilirkişi raporlarına inanmıyorsa, neye inanacak? Çocuğum Nehir neden babasız büyüyor? Adalet istiyorum, hemen!
***
Diğer bir dosya, çok imzalı:
Orgeneral, Amiral, Korgeneral, Tümgeneral, Albay.. imzalı ülkenin yetiştirdiği subaylar: Bilgin Balanlı, Deniz Cora, Can Eerenoğlu, Rıdvan Ulugüler, Turgut Atman, Yurdaer Olcan.. Bülent Kocababuç, Süleyman Namık Kurşunlu, Fikret Güneş, Hasan Fehmi Canan, Mücahit Şişlioğlu,  Gürbüz Kaya, İsmail Taş, Beyazıt Karataş, Gürbüz Kaya, Ahmet Yavuz, Şafak Yürekli,  Hakan Akkoç, Sadi Ünsal, Güngör Kurubaş, Halil Helvacıoğlu, Gökhan Gökay, Yalçın Ergül, Mehmet Eldem, Ahmet Erdem, V. Murat Tulga, M. Erhan Pamuk, Kubilay Baloğlu, Fatih Altun, Mehmet Erkorkmaz, Erhan Kubat, Dora Sungunay, Murat Saka, Ahmet Tuncer, Tayfun Çakır, Cengiz Köylü, Koray Eryaşa, Kadri Sonay Akpolat, Onur Uluocak, Aziz Yılmaz, Murat Ataç, Nedim Ulusan, Osman Kayalar, Murat Özçelik, Ahmet Hacıoğlu, Ender Güngör, Nihat Altunbulak, Levent Görgeç, Hanifi Yıldırım...
Bizi bilgilendirmek ve halkımızın bilgilendirilmesini sağlamak için Balyoz davasının ne olduğunu anlatıyorlar.. Diyorlar ki: Savcı, davanın dayandırıldığı Plan Semineri’ni suç görmüyor, ancak bu seminerde örtülü olarak, Balyoz darbe planının denendiğini ileri sürüyor..
Savcının kanıt olarak sunduğu CD’lerdeki kayıtların hepsinin ise sahte, sonradan yazılmış olduğu, dünyada ve Türkiye’deki bilirkişi raporlarıyla kanıtlanmış durumda.. Subaylar, büyük bir komplo ile karşı karşıya..
Açıklamalarına, “Fatih Camiini bombalayacaklardı” ve benzer suçlamaları günlerce manşetlerine çeken bütün medya yer vermelidir.. 
Ama ne yazık ki büyük çoğunluğu ahlaksızlık yapıyor! Suçlamaya yer var, ama savunmaya ve sahtekarlıklara yer yok!
Subaylar, mahkemede savunmalarına yapılan haksızlıkları da bir bir açıklıyor. Bu sahte darbe planlarının, “profesyonel ve çok teşkilatlı organizasyonlarca üretilip servis edildiğini” yazıyorlar.
Soru şudur: Bu Sahte CD’leri Kim Üretti? Balyoz davasının asıl araştırılacak yönü budur.
Bu araştırılmanın önlenmesi için, savunma baskılanıyor ve ortaya çıkan gerçek ne olursa olsun, bir an önce ceza verilmeye gidilmek isteniyor.
 Evet: Yargı, adalet, yasalar...bu komplonun parçası olamaz ve olmamalı!
Adalet Bilime Karşı olamaz ve olmamalı!
--22 Nisan 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

20 Nisan 2012 Cuma

Mersin İçin Tamamen Rüzgar ve Güneş


AKLININ ERDİĞİ YERE KADAR (2)

Mersin’in Tüm Enerji İhtiyacını Petrol Dışı Kaynaklardan Sağlama Ulusal Projesi
Petrol 1940'larda Lüks Maddedir, Orta Doğu O Güne Hazırlanıyor!


Geçen haftaki Gündem’de Arkeoloji’den hareketle, “Aklının-beyninin erdiği, elverdiği yere kadar gidersin” demiştim. Baha Kuban’ın “Danimarka 2050’de yüzde yüzde yenilenebilir enerji kullanacak” projesine de gönderme yapmıştım.
Ülkelerin yukarıya doğru sıçramasının, kalıplarını kırarak büyük dönüşümleri gerçekleştirmesinin, özgürlüklerinin, bağımsızlıklarının, refahlarının teminatı, sahip oldukları siyasi beyinleridir öncelikle. Bu beyinlerin ve yetişkin insan güçlerinin, ülke çapında öngördükleri büyük projeler sayesinde, ülkeler ileriye yönelik büyük atılımlar yapabilir.
Danimarka “ısı, enerji, sanayi, ulaşım, elektrik” ihtiyacının yüzde yüzünü güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaknaklarından sağlamayı kararlaştırdı. Kendisine 38 yıllık da zaman tanıdı!..

PETROL LÜKS MAL
Neden 2050” derseniz, petrolün kaynak olarak iyice tükeneceği ve bir kaç kat pahalanacağı öngörü yıllarıdır.
Petrol 30 yıl sonra çok lüks bir mala dönüşecektir..
2030- 2040’lardan sonra petrolü ülke enerjisinde ana girdi olarak kullanan ülkelerin yanacağını söyleyebiliriz! Ya petrolü pahalılığından dolayı kullanamayacaklar ya da batacaklar! Dünya o zamana kadar enerji dönüşümünü gerçekleştirememişse, vay uygarlığın haline!
Burada yazayım: Orta Doğu petrol ülkeleri bütünüyle işgal edilir! Kuyulara el konur, hiç biri petrolü istediği fiyattan satamaz, ancak dünya ekonomilerinin izin vereceği, kaldırabileceği fiyattan satılır! Yok ülkelerin bağımsızlığıymış, yok emperyalist işgalmiş.. Kimse bunları takmaz (sanki bugün takan var!) 
Bugün Ortadoğu üzerinde seyrettiğimiz Suriye ve İran’ı yıkmaya yönelik “savaş” hazırlıkları ve her türlü faaliyetin amacı, bölge üzerinde uzun vadeli siyasi denetimi kurmaktır. ABD ve AB ülkeleri kendi şirketlerini bölgede yoğunlaştırarak, denetim ve hak iddialarını orta ve uzun vadeli olarak da yayıyor ve siyasi amaçlarına hazırlık yapıyorlar. Hem ticaret hem de geleceğe yatırım..
ULUSAL PROJE
Danimarka yarına hazırlanıyor. Bu büyük bir ulusal projedir!
Ulusal proje bir konuya kilitlenmedir! Yoksa, TÜBİTAK’ın, DPT’nin ve de üniversite araştırma fonlarının genellikle yaptığı gibi, “onu da desteklerim bunu da” projelerine para saçması gibi değil.
Ulusal Proje, önemli “sorun çözme” paketidir veya düşüncesidir! Bu açıdan kapsamlıdır, hacimlidir, çok ortaklıdır, eşgüdümlüdür ve mutlak siyasi desteklidir! Yani Danimarka’nın projesi gibidir!
Bu bakışınız yoksa, hiç bir sorununuzu çözemezsiniz! Biraz ondan biraz bundan da olsun, dediğiniz sürece... sürünürsünüz..
Dünyanın en gelişmiş rüzgar türbini teknolojilerini üreten Vestas ve NEG Micon Danimarka şirketidir.. Baha Kuban: Enerjisinin yüzde 25’ini Danimarka rüzgardan sağlıyor. 2050 Enerji Stratejisi belgesi,  toplam enerji ihtiyacının yüzde 35’ini 2020’de, yüzde 100’ünü 2050’de sağlayacak ve toplam enerji gereksiniminin yüzde 50’sini rüzgardan temin edecek. Ülke şimdi buna göre yeniden yapılanıyor!
Bir üniversitede yemekli bir toplantıda, örneğin Mersin’in bütün elektrik enerjisinin güneşten (veya tüm yenilenebilir kaynaklardan) sağlanmasına yönelik (arabalar dahil!) bir projenin geliştirilmesini söylemiştim.. Masadakiler dinledi, ama kimse yapılabilir demedi, çünkü yapılabilir bulmadı.. Türkiye’nin neredeyse tümü böyle düşünür. Nasıl olacak, arabalar ne olacak falan filan.. Yapılamaz üzerine bir düşünce sistemi, bugünün esir aldığı, yarını ise düşleyemeyen bir düşünce sistemi egemen ülkemizde..
Mersin Makine Mühendisleri Odası’ndaki arkadaşların da güneş enerjisinin yaygınlamasına büyük emek verdiklerini biliyorum. Orada bir konferansta kendilerine de bu düşüncemi açmış ve bütün Mersin çapında tüm enerji ihtiyacının yenilenebilir kaynaklardan sağlanmasını öngören bir proje üzerinde çalışmalar yapılsa ne iyi olur, demiştim!
Böyle bir proje, gerçekten bunu kabul eden bu düşü kuran paydaş insanların bir araya gelmesiye gerçekleşir.. Petrol ve doğal gaz dışarı! Yenilenebilir Enerji içeri!
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, böyle büyük ulusal projelere yoğunlaşmalıdır..
Örneğin Mersin’de oluşturulacak çözümler bütün Türkiye’ye ışık tutar!
Ortaya çıkacak sorunların çözümü için bütün ülke kafa yorar!
Bu sorun tarşılır mı dersiniz ülkemizde?
***
Gelecek Cuma yeniden buluşmak umuduyla..
CBT Gündem, 1309, 20 Nisan 2012