Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

27 Ağustos 2023 Pazar

Kendini aldatan toplum

 obursali@cumhuriyet.com.tr

Kendini aldatan toplum

27 Ağustos 2023 Pazar

Sizi bu pazar da kısa bir geziye, 23 yıl önceye, 4 Mayıs 2000 yılına götürüyorum. Lütfen söyler misiniz, bugünkü durumla o gün arasında temelde özünde ne fark var? (Türkiye Kalkınamaz başlıklı dizinin 4. yazısı idi.)

***

“İyi haber: En hızlı büyüyen 7. ülkeyiz!” İki iyi haber daha: “Türkiye’nin bu gelişme ile 2010 yılındaki turizm geliri 73 milyar dolara ulaşacak” ve “OECD içinde Türkiye Çekler ve Macarlardan sonra en ucuz 3. ülke.” Yani işler ve ekonomi tıkırında. Sanırsınız ki yarış pistinde sol şerit Türkiye için boşaltılmış durumda! “Açılın, Türkiye geliyor!”

Örneğin Demirel 40 yıldır kalkınma edebiyatı yapar. Gözünde hep pemboş-iyimser gözlük vardır.

Türkiye, ekonomisinin enerji, bankacılık vb. gibi alanlarında büyük yatırımları ve kuruluşları olan holdinglerle bütünleştikçe, çok satan gazetelerin ve çok seyredilen televizyonların de gözünden iyimser gözlükler düşmez oldu. Bu, iktidarla ve 40 yıllık politikacıyla aynı söylemde buluşma sürecidir. 

Ancak, toplumsal/kamusal sorumluluk objektif gözlükleri takmayı gerektirir. Gerçek başarı öykülerinin ön plana çıkarılmasından yanayım. Bu, kişisel olabilir, şirket veya kurum bazında olabilir. Hatta ve hatta, varsa devlet, iktidar, politikacı ve parti bazında bile olabilir! Ancak bunun için objektif gözlük gerekir!

UCUZ ÜLKELERLE KIYASLAMA

Ömrü boyunca kalkınma edebiyatı ile aldatılan bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak bütün “iyimser” haberleri kaldırıp altlarına şöyle bir bakmak düşünsel refleks haline geldi.

Kalkınmada ikinci ve üçüncü küme ülkeler arasında en hızlı büyüyen 7. ülkenin adam başına milli geliri ne olmuş diye bakıyorsunuz: 1965’te 1590 dolardan, 1998’de ancak 3 bin 160 dolara gelebilmiş. Yani Türkiye 33 yılda kişi başına düşen milli geliri iki misline bile çıkaramamış. (Aynı dönem içinde Çin 85 dolardan 750 dolara, Taylan 430’dan 2 bin 160’a, Endonezya 140 dolardan 640’a, Hindistan 183’ten 440’a, Brezilya 2 bin 250’den 4 bin 630’a çıkarmış...)

Örneğin Yunanistan’la, Portekiz’le, İspanya gibi Avrupa ülkeleriyle kendini kıyaslayıp hedefler koymak yerine, en alt düzeylerde ekonomik değeri olan ülkeler arasında 7. en iyiyiz demeyi kendine yakıştıran bir toplum ne kazanacak?

UCUZ EMEK KALKINDIRIR MI?

“OECD’nin en ucuz üçüncü ülkesi olduk” haberine bakıyorum. Ucuz ülke ne demek? Bu yoksulluğun bir itirafından başka bir şey değil. Emek pazarının alabildiğine sömürüye açık olması demek. Şirket açısından, milyonlarca insanın iş bulmak için birbirini çiğnediği bir ülkede en düşük ücret ödeyerek pazarda rekabet şansını artırma olanağı demek.

Ucuz emek Türkiye’yi kalkındırır mı?

Yoksa pahalı emek mi ülkeyi kalkındırır?

Türk Lirası’nın değer kazanmasını korkudan titreyerek ve kötü haber olarak, eyvah diyerek veriyoruz!

Dışsatım olanağı daralacak endişesiyle. TL’nin mümkün olduğunca dolara göre ucuz tutulması tercih ediliyor. Aman! Dışsatımcının rekabet olanağı zayıflamasın!

Dışsatımı artırmayı ancak düşük TL değeri ile sağlayabilmenin anlamını neden sorgulamıyoruz?

Rekabet gücümüzün a) kaliteden gelmediğini; b) ileri teknolojik bir yatırıma ve ürüne dayanmadığını neden sormuyoruz?

BUGÜN 1 DON, YARIN 5

Tekstil gibi herkesin milyarlarca ürettiği sıradan mallar pazarında kıyasıya rekabetin ancak sürekli ucuzlukla sürdürüldüğünü niye tartışmıyoruz?

Bu anlamda rekabetin, örneğin 1 dolara dün 3 don satarken, yarın 5 don satmak demek olduğunu neden yazmıyoruz? Bunun da ülke zenginliğinin giderek daha ucuza ve daha fazla dışarı akması demek olduğunu? Emeğin ucuzlamasının, gelirlerin azalması demek olduğunu? Üçüncü dünya ülkelerinin fiyatta ucuzluk rekabetiyle, mesela Amerikalıyı daha ucuza ve daha kaliteli giydirme, yedirme, içirme yarışı içine girdiğini, Amerikalının refahına katkıda bulunduğumuzu... neden yazmıyoruz ve tartışmıyoruz?

Türkiye’nin nasıl kalkınabileceğini, don yaparak mı, yoksa ileri teknoloji beyin/sanayi ürünleriyle mi... basınıyla, ekonomi yazarlarıyla, devlet/ hükümet, siyasi parti proje ve programlarıyla gerçekten tartışmadan refaha ulaşacağını ileri sürmek, ham hayal bile değildir.

Buna ancak bir toplum kendini aldatıyor, denir.

***

Evet 23 yıl önce böyleydi. Değişen ne?

Ekonomik çöküşün ana suçlularını buldum...

 obursali@cumhuriyet.com.tr

Ekonomik çöküşün ana suçlularını buldum...

24 Ağustos 2023 Perşembe

Pişkinliğin çifte kavrulmuşu. Tabii ki Saray’dan bahsediyorum. “Memurlarımıza zamlar gelirken emeklilerimize hiçbir şeyin gelmemesi olacak bir şey değil. Onları da inşallah memnun edecek adımları atacağız” sözleriyle toplumun özellikle artık hiçbir yerde çalışmayan ve aldığı üç kuruşla hayatlarının kâbusunu yaşayan emeklileri anımsadı.

En düşük memur maaşını 22 bin TL’nin üzerine çıkartırken emeklileri, toplumun en itilmiş kakılmışları durumuna indirgeyen sanki Saray ve politikaları değilmiş gibi.

VUR ENSESİNE...

Emeklilerin önemli bir çoğunluğu toplumun en örgütsüz, dağınık, vur ensesine al ağzındaki lokmayı durumundaki kesimi. İktidarın imanına kalmış, Saray’ın ağzının içine bakan, kurtar bizi durumunda bırakılmışlar. İşleri tıkırında olan kesimlerini ve tabii EYT’lileri, genç emekli olarak çalışanları kastetmiyorum. Gerçi emeklilik maaş+asgari ücret civarında ve üstünde bir toplam gelirin hayatı sürdürmek için ne gibi bir anlamı olacağını da sorabiliriz...

Koskoca sıfır. Toplumun büyük kesimi bu noktaya indirgendi.

Örgütsüz güç, en çok dayağı yer.

Muhalif partiler de seyreder.

Seyretmekle kalmaz, iktidarın işini kolaylaştırır. Çünkü onlar da örgütsüzdür, ne yapacaklarını bilecek durumda değiller.

Bir yandaş, emeklileri toptan Saray’ın destekçisi ilan etti ve bir duygusal kopuş yaşadıklarından bahsetti. Yüzde kaçı destekçidir, bilmiyoruz.

DIŞ GÜÇLER DEVREDE

Pişkinlik dedik ya, Erdoğan bir işadamları toplantısında yaşadığımız ekonomik çöküş için “Ekonomide yaşadığımız sıkıntıların çok önemli kısmı iktisadi değil, siyasi saikle hayata geçirilen oyunların ürünü” dedi.

İçerik yok, başka açıklama da! Acaba kimleri kastetti? Toplantıda bulunan müteahhitler olabilir mi? Dışarıda kazandıkları milyar dolarları Türkiye’ye getirmeyerek ekonomik krizin parçası olduklarını mı kastetti?

Yok yok, acaba ülkeyi yöneten ekonomi ile ilgili atadıklarının Saray’a bir kumpas kurduğu gibi tuzak kokusu almış olabilir mi?

Veya dış güçler?

Ekonomi-maliye bakanlarının aman dolar lütfen diye kapılarını aşındırdıkları Londra ve New York gibi dünya finans merkezlerini mi kastetti?

Evet orada bir siyasi oyun olabilir: O kadar yatırıma çağırılmalarına rağmen Türkiye’ye bir türlü gelmeyerek ülkeyi ekonomik olarak çökertme politikası izliyor olabilirler.

Evet bu akla çok yatkın! Siz dünyanın dört bir köşesine koşun yatırım yapın ama karadan, havadan, denizden Türkiye’yi es geçin! Bir türlü yatırıma gelmeyin!

Bunca çağrıya rağmen!

Bu bir siyasi ayak oyunu olabilir ancak.

YOKSA GAMLI BAYKUŞLAR MI ÇÖKERTTİ

Bir de tabii ki ortada fol yok yumurta yokken durmadan ekonomik çöküntü çığırtkanlığı yaparak üreticiyi, satıcıyı ve milleti buna inandıran, benzin zamlarını, üretici zamlarını, dolayısıyla da süpermarket zamlarını hiç yokken kışkırtan şom ağızlı muhalifler, ekonominin e’sini bilmedikleri halde çöküş ve pahalılık yorumları yapanlar, pazarda fiyatları görünce öldük bittik diye bağıran laik teyzeler...

Hepsi bu siyasi oyunun içinde...

Aslında bu büyük siyasi oyun, ülkenin en büyük ekonomistini salt açığa düşürmek, ekonomist olmadığını göstermek için...

Cezasını çeken de biziz...

Yoksa ekonomi tıkırında... Timur Selçuk’un dediği gibi: Kulakları çınlasın!

Yönetimle seçmen kitlesi arasındaki ilişki 180 derece terse

 obursali@cumhuriyet.com.tr

Yönetimle seçmen kitlesi arasındaki ilişki 180 derece terse

22 Ağustos 2023 Salı

Tabii ki beklediğim tepkiler geldi dünkü yazıma... Yıllardır bu böyle değil mi, yeni mi delege avcılığını farkettin kinayelerinden tutun, ta Baykal dönemine ve öncesine giden ve somut olaylar anlatan okurlar. Hepsine yanıt veremiyorum, affetsinler.

Delegeleri bilemiyorum, bu konuda kulis söylentilerini bilgi ve haber diye yayan ve CHP’yi bu anlamda bölen, kurultay delegelerinin oylarını ve fikirlerini sabitleyen çok bilmişler ortalığı epey karıştırıyor. “Kulis var mı abi kulis...” Varsa gözdesin ve zaten programlardan da bu nedenle paranı kazanıyorsun.

Salla gitsin gazeteciliği

Gazeteciliğin vardığı noktaya üzülüyorum. İnsan bir duyum alır, zaten tanıdıklarına ne var ne yok diye sorsan, bir sürü şey anlatır, ama bu dinlediklerini çıkar çatışması olmayan farklı kaynak ve kişilerden doğrulatmadan TV ekranlarından veya köşelerden ortalığa sallayan gazetecilik değil. Türkiye’de durum bu.

Bunlara kulaklarımı kapatıyorum. Şüphesiz ki delege avcılığı var (CHP’ye özgü değil). Zonguldak’tan bir okurum “Biz yıllar önce bir rakı ziyafetine milletvekili sıralamasına oyunu satan delegeyi de gördük” diyor.

Delege robot değil!

Bu parti siyasetlerinin bir gereği mi? İzlediğim kurultaylarda parti yönetimlerine girmek ve delegelerin oylarını almak için çok yoğun kulis çalışmalarını gördüm. Listelere girmek için çırpınan insanları da... Tamam, bu iş böyle, delegeyi ikna etmek için çalışırsın. Ama daha delege seçiminde insanları sabitlemek ve robotlamak ne kadar mümkün? Çok büyük vaatlerle mi bu işler dönüyor... Mesela “Oğluna, gelinine mutlaka iş hazır...” veya parti içinde mevkiler falan gibi.

Ben yine de delege çoğunluğunun kurultaylara hazırlanmış/ayarlanmış robotlar olmadığını düşünüyorum. Bunu kimseye yakıştıramadığım için olabilir. Bazı okurlar bu iyi niyetime gülebilir, safsın, diyebilir. Eğer öyleyse demek CHP’nin ülke-gelecek diye bir meselesi yok, derim.

Bu noktada önemli soru

Evet şu: Eğer seçmen kitlesi ile delege tercihi/parti yönetimi arasında 180 derece bir anlayış farkı ortaya çıkarsa ne olur?

Kitlesiyle ilişkisini koparan parti...

Büyüyen bir parti yerine, küçülen, küçük olsun benim olsun anlayışın parti yönetimlerine egemen olduğu bir parti...

İktidar iddiasını yitirmiş ve tarihsel misyonundan kesinlikle vazgeçmiş bir parti.

Mars’tan yayın

Bir de parti içinde “Kılıçdaroğlusalt Aleviliğinden dolayı giderse...” diyerek Alevilerin kopabileceğini ve daha ayrı parti bile kurabileceğine ilişkin bazı okur mektupları da yok değil.

Bir bu inanç ayrılığı eksikti!

Bir de parti içinde bazı aklıevvellerin, başarılı ve Ankaralıların benimsediği Mansur Yavaş yerine sözde gerçek CHP’li birini (Bunu Levent Gök asla için söylemiyorum, eminim onun da Yavaş konusunda bir itirazı yoktur) Ankara için aday gösterelim diye, Mars’tan dünyaya radyo sinyalleriyle yayın yaptığını izliyoruz.

Neyse bu yazı da böyle oldu.

Delege avcılığı’ aslında büyük ihanettir!

obursali@cumhuriyet.com.trSon Yazısı / Tüm Yazıları

‘Delege avcılığı’ aslında büyük ihanettir!

21 Ağustos 2023 Pazartesi

CHP kurultaya gidiyor ya, il-ilçe temelinde partide kurultay delegeleri saptanıyor. Medyaya yansıyan bölümü nedir bu seçimin? Genel merkezi destekleyenler mi seçildi seçiliyor, yoksa muhalefet ve dönüşüm/değişimden yana mı olanlar mı?

Yoğun kulis... Görevlendirilmiş parti yöneticileri vb. delege avı peşinde. Delege seçeceğiz seni, ama kurultayda şöyle şöyle yapacaksın.

Ve medyada hesap kitap: Şu ilçede ve ilde parti merkezini destekleyenler çoğunlukta... şurada değişimden yana delegeler seçildi...

Ne ayıp, peşinen oyunu satmış delegelerden mi oluşuyor kurultay?

Fikri hür vicdanı hür insanlardan oluşmayacaksa, partisinin ve ülkesinin bugün içinde bulunduğu koşulları dikkate alarak partisini yarına, halkta, topluma hazırlayacak bir bakışa sahip olmayanlar kurultaya gönderilecekse, partisinin kuyusunu kazıyor demektir.

Tabii en önemlisi, delege seçenlerde gelip düğümleniyor olay...

Seçtiğiniz delege fikri ve vicdanı hür mü, partisinin içinde bulunduğu durumdan kurtarılmasına hizmet edecek mi etmeyecek mi, yoksa vur patlasın çal oynasın, benim adam seçilsin, gerisinden bana ne mi?

DUYARLILIK EKSİKLİĞİ

Birkaç kurultay izledim. Delege hesabı yapanların bazen hayal kırıklığına uğradığını da gördüm. Listelere sokulmayanların delip geçtiklerini de.

Kurultay havası ruhu farklıdır.

Parti ruhunu devinimden, toplum ve ülkenin acil ihtiyaçlarından, dahası yükselen toplumsal eleştirilerden, yapamadıklarından, başaramadıklarından, bürokratik ve siyasal donmuşluklara karşı başkaldırılardan... alır.

CHP tüm bunlardan uzak duyarlıktadır.

Bugünkü yapı böyle sürerse, gözlediğim şu ki karşılaşacağı ve yaşayacağı siyasal tepki beklenmedik sertlikte olacak.

Dün Ada’da bir denize girip çıkalım dedik, merdivenden denize inen kadın kendi kendine söyleniyordu, bir daha oy verirsem... Şüphesiz bugünkü CHP yönetimini kastediyordu, aynı zamanda Adalar ilçe belediye yönetimini de. Hayatımda her ikisine de bu kadar bıkkınlık, yaka silkme, kızgınlık, kötü söz işitmemiştim, seçmen kafayı sıyırmış, ruhu derinden zedelenmiş. Seçimin üzerinden bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen...

Çok yaygın bu ruh hali, bunu ancak çok büyük, önemli değişiklikler ve vereceği güven kısmen tedavi eder.

GERİSİ TEFERRUAT

Gelecek umudunu, artık zamanını doldurmuş liderlikler ve yönetim anlayışları topluma seçmene taşıyamaz.

CHP’nin bugünkü yönetimi bunu görmeli.

Ülke bu ruh haliyle yerel seçimlere asla gidemez, gitmemeli.

Başkaldırı aynı zamanda CHP içinden, seçilmiş ve yönetime getirilenlerden başlamalı. En üsttekilerden. Yönetimin bizzat kendisi büyük bir devrimci altüst oluşa yardımcı olmalı.

Mesele CHP’nin ötesinde...

Millet şöyle bakıyor artık CHP olayına:

Mesele vatansa, milletse, bugünse, gelecekse, yarınlarsa, CHP teferruattır!

Yani şöyle: ülkenin, milletin, geleceğin her şeyden çok CHP’de kökten bir değişime ihtiyacı vardır, gerisi teferruattır.

***

Kurultaya gidecek delegelerin böyle bir düşünce özgürlüğü ve ruh birliği içinde hareket etmesi birinci derecede önemlidir.

Zamanı gelmiş güçlü bir fikir pırıltısı arayışı

obursali@cumhuriyet.com.trSon Yazısı / Tüm Yazıları

Zamanı gelmiş güçlü bir fikir pırıltısı arayışı

20 Ağustos 2023 Pazar

26 Nisan 2000, kısa bir geçmişe yolculuk yapacağız:

Türkiye’nin en çok duyduğu gereksinimlerden biri olan “hukuk”un; ülkenin, devletin başına oturacağını umuyoruz. Müstakbel cumhurbaşkanı, ülkenin “hukuk vizyonu”nun temel taşlarını döşeme şansına sahiptir.

Türkiye’nin son 30 yıl içinde alabildiğine kirli politik dünyası içine şu veya bu şekilde karışmış herhangi bir politikacının böyle bir şansı sıfırdır.

***

Haluk Şahin, Viktor Hugo’dan bir alıntı yapıyor: “Zamanı gelmiş bir fikir kadar güçlü bir şey yoktur” ve kendisi ekliyordu: “Zamanı gelmiş fikirler er geç kendi kahramanlarını tarih sahnesine sürerler.”

Hukuk ve temiz toplum isteği, zamanı çoktan gelmiş ve gerçekleştirilmeyi bekleyen çok güçlü toplumsal kavramlardı. Siyasetin kirliliğine bu kirlilik içindeki kişilere hiçbir borcu olmayan bir hukuk insanı olduğunu düşünürsek Sayın Sezer bu isteğe yanıt verebilir.

***

Zamanı gelmiş bir başka düşünce de çağcıl düşünceleri ve gelişmeleri yakalamış bir kalkınma isteğidir. Şimdi bir “ilahi gelişme”nin daha, ülkeye bir kalkınma vizyonu verecek bir liderin, bir kadronun, bir stratejinin bekleyişi içine girebiliriz.

Bu bekleyiş ve umut, daha az bir mucizeyi gerektirmektedir.

Asıl gerçekleşmeyecek mucize ise bugün her yeri sarmış olan dünün kadrolarının içinden bu yeni kalkınma vizyonunun bir şekilde çıkmasıdır!

***

Bu iddialı gibi görünse de minik bir soru sormakla, bunun gerçekçi bir sav olduğu kolayca anlaşılır. Politikacılarımıza şunu sorunuz: Bugünkü dünyamızda bilimsel ve teknik bilginin eskime/yenilenme hızı 4 yıla indi. Acaba bunun bir toplum, bir ülke yönetmede taşıdığı anlam nedir?

***

Önceki yazılarımızda, kalkınma görelidir, demiştik. Küçülen, küreselleşen yani etkileşimin her alanda müthiş bir hızlı arttığı dünyada bu görelilik çok daha belirginleşti. Bugünün dünyasında kalkınmanın belirleyici unsurları, devingenlik ve refah olanaklarının sürekli geliştirilmesidir.

Bu gelişmenin altyapısını döşeyen bilimsel ve teknolojik gelişmelerdir. Kalkınma motorunun kullandığı bilimsel ve teknik bilginin eskime veya yenilenme hızının ortalama 4 yıla düştüğünü belirtirsek devingenliğin sırrı anlaşılmış ve nedeni çözülmüş olur.

“Bilginin eskime hızının 4 yıla düşmesi ne demek” diye sormayan ve bunu merak bile etmeyen politikacı, toplumsal hayatı her yönüyle yönetmeye soyunan bir bürokrat ve bilginin 4 yılda eskidiği gerçeğini dikkate almayan bir devlet yapısı ve yönetimi, (bir şirket ve şirket yönetimi de) hiçbir şey yapamaz. Toplum ve yönetim durağanlaşır ve insanların gereksinimlerine yanıt veremez.

***

Bilimsel ve teknolojik bilginin 4 yılda eskimesi, kurduğunuz düzenin sürekli geliştirilmesini ve değiştirilmesini şart koşar. Yeni bilgiyi alıp bünyesine katabilecek açık ve istekli bir yapısal sistemin zorunluluğunu anlatır.

Bilimsel ve teknolojik bilginin 4 yılda eskimesi, toplumun istek ve ihtiyaçlarının arttığını anlatır. Çünkü kalkınmanın göreli ve referanslı olduğu bir dünyada küresel, toplumsal etkileşimi önleyemezsiniz.

Bilimsel ve teknolojik bilginin 4 yılda eskimesi, küreselleşen dünyada tek yanlı bağımlılığa düşmemek ve karşılıklı bağımlılık dengelerini oluşturmak zorunluluğunu anlatır. Çünkü küreselleşme, ekonomik ve diğer kültürel değerler olarak, egemen olarak buldozer gibi gelip ezerek geçtiği bir dünya yaratmaktadır.

Bilimsel ve teknolojik bilginin 4 yılda eskimesi, eğitim öğretim sistemini, üniversiteni, sanayini bu yeni duruma göre yeniden yapılandırman gerektiğini söyler.

Bilimsel ve teknolojik bilginin 4 yılda eskimesi, bilimsel ve teknolojik bilgi üretmeni şart koşar. Yoksa, bu bilgiyi üretenlerin dört yılda bir eskittiği bilgiyi durmadan size kakalayacaklar ve aranızdaki mesafe durmadan artacaktır.

Bilimsel ve teknolojik bilginin 4 yılda eskimesi, eğer kalkınma ve ileri ülkeleri yakalama gibi bir hedefiniz varsa, sizin bilim ve teknoloji üreten ülke olmanızı gerektirecektir...

Türkiye’ye bakınca, bugünkü koşullar devam ettiği sürece Türkiye’nin neden kalkınamayacağını, (yani örneğin kişi başına milli geliri 15 bin doları aşmış ileri ülkeler arasına giremeyeceğini) görmek için kör olmak bile gerekmiyor.

***

Güncel not: Yukarıda size, 26 Nisan 2000 tarihinde altı dizilik Türkiye Kalkınamaz-3 başlıklı yazımın, yer darlığı nedeniyle biraz kısaltılmış biçimini sunuyorum. Sayın Sezer’den beklenen hukuk mucizesi gerçekleşmediği gibi (çünkü ülkeyi seçilmiş siyasiler yönetiyor), ülkenin kalkınmasının temel taşlarını döşeyecek “mucize” kadro da gelmedi. 23 yıl geçti, Türkiye bir guguk devleti oldu, pek çok bakımdan toplumsal ve kültürel anlamda geriledi, tarihinde yaşamadığı bir ekonomik çöküş ve yoksullaşma ile karşı karşıya kaldı... Ülkeyi toplumu bu kara talihten kurtaracak bugünkü siyasi kadrolar içinde pırıltı gören var mı?