Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

29 Ağustos 2020 Cumartesi

Doğal gaz “Büyük Kurtarıcı” mı?

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 27 Ağustos Perşembe, 2020

 

  Ne küçümserim ne abartırım. Bazı okurlar bir sen kaldın petrol üzerine yazmayan, neden susuyorsun, diye mesaj atıyor. Bilgi üzerinde toz dumanın, sis ve alaca karanlığın olduğu bir konuda yazmak kolay ve doğru değil. Önce anlamaya çalışacaksın.

Sis dağıldı mı ki oturdun yazıyorsun, diye sorabilirsiniz. Hayır. Ama bir başlangıç yapmak gerek.

Öncelikle, doğal gazın bulunması sevindiricidir. Hiç tartışmasız. Bu ülkenin malıdır, refahına katkı sağlayacaktır, kim bulursa bulsun. Bu açıklamadan sonra olaya girebiliriz.

 

 

Propaganda ile gerçek

 

İki durum yaşadık, yaşıyoruz. İlki Cumhuriyet’in, açıklamanın yapıldığı gün manşetten doğru olarak duyurduğu gibi, Tuna Deltası’nda, hükümetin Sakarya olarak anlamlı bir isim vermeyi tercih ettiği bölgede doğal gaz yatağına rastlanıldı. Herhalde sismik araştırmalardan elde edilen verilere de dayanarak, 320 milyar metre küplük bir rezerv tahmini yapıldı. Bölgede yeni yataklar bulunur mu, bilmiyoruz.

Hükümetin epey makul ölçülerde tuttuğu rezerv üzerine daha sonra açık arttırmaya çıkıldı adeta! Bazı petrol uzmanları 85 milyarlık bir varlıktan bahsetti. Neye ve hangi verilere dayanarak bunu ileri sürdü bilmiyoruz, çünkü uluslararası Enerji Ajansı direktörü Fatih Birol’a bu soruyu soran olmadı. Fatih Birol’un elinde özel bilgiler mi var hükümette olmayan? Hükümete fazlasıyla şirin görünmek, destek çıkmak veya kendine bir yeni siyasi gelecek tasarladığı için mi veya Türkiye’nin kendine özgüvenini artırmak için mi bu açıklamayı yaptı, bilmiyoruz.

Hükümetin 50-60 milyar dolar açıklaması ile Birol’un 85 milyar dolar açıklaması arasında büyük bir fark var. Öyle ki Cumhurbaşkanı ile inşallah yeni yataklar da buluruz ve yüksek miktarlara ulaşırız deme gereğini duydu.

İkinci durum, bu doğal gazla Türkiye artık eksen değiştirdi, yani köşeyi döndü, bundan sonra artık Türkiye küresel enerji oyuncusu oldu, biçiminde, hükümet cenahından, özellikle Berat Albayrak’tan gelen yüksek gerilimli, en üst düzeyden siyasi açıklamalar..

 

Pembe dizi kahramanı

 

Öyle ki Berat bey, 4- 5 yıl sonrası için tüketiciye müjde vermeyi de ihmal etmiyor: Doğal gaz fiyatlarını tabii ki düşüreceğiz!

Berat bey, o koltukta oturalı beri, hiç bir zaman gerçeği görmeyi tercih etmemiş, bunun yerine gelecekte hayallerini sanki bugünkü olgularmış gibi bize satmayı tercih etmiştir. Müthiş bir hayal taciri!

Berat bey olmasa, Amiral Battı’nın ekonomi üzerine millete sattığı ekonomi pembe dizileri de olmayacak ve sayfaları boy kalacak.

Berat beyin ağzından bugüne kadar, ekonomik kriz, işsizlik, pahalılık, zam, işten çıkarmalar vb üzerine tek laf duydunuz mu?

Görevi ülkeye ve ekonomiye gaz vermek. Bu görevi doğrusu büyük bir başarıyla yerine getiriyor.

Şimdi bu gazı, doğal gaz üzerine çeşitlemeleriyle sürdürüyor.

Ülkenin, ekonominin buna ihtiyacı var. Reel ekonomi yerini, hayal ekonomisine bırakmış durumda.

İlginç olan, doğal gazın “Büyük Kurtarıcı” olarak takdim edilmesi. Bu gaz Türkiye’nin dişinin kovuğuna yeter mi, tartışmalı.. Hele çalışın biraz daha, yeni yataklar bulun, şöyle 1 trilyon metreküp kesin rezervlere doğru yol alın...

 

18 yıl sonra derin kriz

 

Ayrıca doğal gaz üzerine yapılan yapılan propagandanın büyüklüğünün, ekonominin zorlukları ve krizlerinin büyüklüğü ile doğru orantılı olduğunu da anımsatırım.

Doğal gaz mı kurtaracak bizi, yoksa akıl, fikir, yenilik, ekonominin bilimsel yönetimi, ülke kaynaklarının çok akılcı kılı kırk yararak kullanılması, saydamlık, liyakat, demokrasi ve ülke birliği mi?

18 yıldır geldikleri nokta, derin krizdir.

Bol bol akan paraları har vurup harman savurdukları, taşa toprağa ve yandaşlara gömdükleri ağustos böceği zamanları geçince, şimdi “doğal gaz” umut ve kurtarıcı oldu. Sanki tek çareleri gibi duruyor ortada.

O kaynaklar doğru ve akılcı kullanılsaydı, bulunan gaz şimdi Türkiye için çerez olurdu!

26 Ağustos 2020 Çarşamba

Büyük Zafer ve TC olmasaydı, hiç biriniz olmayacaktınız

  

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 25 Ağustos Salı, 2020 

  

AKP’nin tüm liderleri var olan bir ülkede, Türkiye Cumhuriyeti’nde doğdular. Sınırları belli, bayrağı belli, toprakları ve sınırları belli bir ülke...

Şöyle bir istatistikçi, veya nüfus bilimci, önde gelen hepsinin bu ülkedeki varlıklarının, köklerinin şöyle bir ilişkiler yumağını çıkarsa.

Nereden geldiler, ana babaları nasıl bir araya gelerek mutlu ve kutlu doğumlarını gerçekleştirdiler.

Ortaya, Kars’tan Edirne’ye, Samsun’dan İzmir’e ve çaprazlama tüm ülkenin herhangi bir yerine kadar uzanan bir coğrafyada doğduklarını gösteren bir tablo çıkacaktır.

Sadece onlar için değil, hepimiz için de...

 

Hiçbirimiz olmayacaktık

 

Türkiye Cumhuriyeti olmasaydı, büyük bir olasılıkla, hiçbirimiz olmazdık.

Ana babalarımızı bir araya getiren rastlantıların ürünleriyiz hepimiz.

Bu ülke, yani Türkiye Cumhuriyeti diye bir ülke daha önce yoktu.

Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra hayat başladı

Yani bu ülke olmasaydı, hey iktidardakiler, sizler de olmayacaktınız, yani Türkçesiyle doğmayacaktınız!..

Bugünkü nüfus olmayacaktı....

Türklere Sevr antlaşmasıyla şöyle küçük bir parça, bugünkü ülkenin 5’te 1’i  kadar toprak parçası öngörülmüştü.

Çevrende bir dizi başka etnik ve mezhepsel devletçiklerle çevrili olacaktın. Hepsi bölünmüş parçalanmış ve emperyalistlerin denetiminde devletçikler.

İstanbul mu? Unut. İzmir, Antalya, Kahramanmaraş, Gaziantep, Trabzon, Diyarbakır.. Rize, Edirne, Trakya, Bursa, Balıkesir.... Unut, unut unut..

İstanbul yok. Kendini esir ettiren son pPadişahınızı da, kuklanın işi bittikten sonra, yallah edeceklerdi!

 

Yoksa Sevr diye bir anlaşma yok muydu

 

Hey, yoksa Sevr diye bir şey yoktu da “Kemalistler” mi uydurdu. Şimdi aslında sizden, “derin tarih”çilerinizden, bir dizi yalan dolan yanında, böyle bir performans bekliyoruz.. Çok geç kaldınız, aslında Sevr’in de bir hayal olduğuna ilişkin toplarınızı ateşlemekte! Nasıl 12 Adaları Lozan’da kaybettik, Kemalistler verdi diyorsanız!

Utanmazlığın sınırı yok!
Büyük Zafer sayesinde Sevr parçalandı ve imzacıların yüzlerine çarpıldı..

Edirne’den Kars’, Trabzon’dan Antalya’ya İstanbul’dan Diyarbakır’a bir ülke ortaya çıkıldı.

Bunu 30 Ağustos Zaferi sağladı.. Okulda öğrenmedinizse, dünya tarihine sorun. Yoksa unuttunuz mu?

 

Hiç mi minnet duygumuz yok

 

O halde, varlığınızı borçlu olduğunuz bu ülkeye, bu ülkeyi kuranlara, Büyük Zafer’e bir minnet duygunuz olmasın mı?

Dünyanın hiç bir ülkesinde, Kuruluşun Kurtuluşun Zaferini yasaklamaya, törenlerini kutlamalarını iptal etmeye cesaret edecek, hatta bunu aklına getirecek kimseyi zor bulursunuz.

İşte zor bulunan bir durum ile karşı karşıyayız. Üstelik iktidarda!

Bu kararı ancak, keşke Yunanlılar, İngilizler galip gelseydi, keşke Padişah vatanı parçalayan İngilizlerin kuklası olarak orada kalsaydı diyen kendini bilmezler, aklı uçuklar, ne idüğü bilinmezler alkışlayacaktır.

Bir de ağır mağluplar, kuyruklarını kısıp kös kös ülke topraklarını terk edenler.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, asla.

Büyük Zafer ve Başkomutanı üzerine hiç abartmadan, yüzlerce inceleme araştırma kitap, binlerce makale yazılmış bir ülkenin çocuklarıyız.

Şanlı bir kuruluş tarihimiz var.

Mazlumlara ilham olmuş bir ülkeye aitiz.

Bu ülkeye ve bu ülkeyi bize hediye edenlere minnet duygularımızı asla ve asla kaybedemeyiz.

Yoksa, aslımızı ve varlığımızı inkar etmiş oluruz.

25 Ağustos 2020 Salı

Kaybederlerse gidecekler tabii, ama bu rezerv polis ordusu da ne?

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 23 Ağustos Pazar, 2020

 

 

İlginç bir Cumhurbaşkanı kararı ile karşı karşıya kaldık dün sabah, RTE “müjdeli haberi”i 3 günlük bir duyuru bombardımanıyla büyük bir şov ile verirken, aynı sabah resmi gazetede Cumhurbaşkanlığı Kararı adı altında İstanbul’da bir yedek polis gücü kurulacağı “müjdesi” okuyorduk.

Ne demek bu? İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı “hazır takviye gücü” “taşra teşkilatı olarak tutulacak, hazır bekletilecek.

Kaç bin kişi, belli değil. 10 bin? 25 bin? 50 bin? Ve neden?

Anlaşılan “merkez”de, yani İstanbul’da çıkabilecek büyük “kargaşalara” karşı, acil müdahale gücü olarak kullanılacak. Öyle mi? Sivil mi, yoksa resmi mi, bilmiyoruz.

Ama bu ihtiyacı siyasi – ekonomik – sosyal olarak iktidara karşı protesto gösterilerine karşı kullanmak için duydukları açık. İktidarın gizli gücü mü? Tamamen polis yasasına göre mi yoksa özel kuvvetler olarak mı görev yapacaklar...

2018 Aralığında İstanbul Emniyet Müdürü Çalışkan kentte  “35. 334 polis, 2.846 mahalle bekçisi var” diyor ve metropol güvenliğinin rahatça sağlandığını belirtiyordu. Mayıs 2019’da Soylu, “polis sayısı 55 bine çıkacak, bekçi sayısı 4.034” “müjdesini” veriyordu! Önümdeki grafiğe bakıyorum, 100 bin kişiye düşen polis/jandarma sayısı AB ortalaması 318, Türkiye ise 540 sayı ile Güney Kıbrıs’tan sonra ikinci! AB’de azalma, bizde artma.

 

Neden “taşrada yedek polis gücü”?

 

Bir “polis devleti” yorumları zaten yapılıyor. Ama mesele biraz bunun da ötesinde: AKP iktidarı zayıfladıkça polis- emniyet gücünü arttırıyor. Hele Cumhurbaşkanının son kararı ile bu bağıntı arasında artık tamamen birebir ilişki kurma noktasına geldik.

Bir zamanlar darbeci askerlerin “sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” gerekçesine benzer olarak, “bizi iktidarda tutan seçmen gücü altımızda kaydı, ekonomik olarak çok zayıflattık halkı, işsizler milyonlarla, geçinemeyen milyonlarla, bu güç bir şekilde gösterilere dönüşür, kent içindeki polis gücümüzle bu isyanları bastıramayız, bu neden sosyal olaylara yönelik büyük bir hazır emniyet gücü elimizin altında olsun ki hemen kullanabilelim..” düşüncesi mi baş rolde?   

Bir “bastırma hazırlığı”. Tabii bu yorumu masum bulabilirsiniz. O halde buyurun ikinci değerlendirmeye:

 

Artık ters mi yoksa doğru orantı mı

 

İktidarın seçimleri kaybetme olasılığı büyük. Yerel seçimlerin sonuçları, büyük kentleri kaybettikten sonra, sıranın siyasi iktidarı da kaybetmeye geldiğini gösteriyor.

Tek adama bağlı otoriter yönetimler, iktidardan gitmemek için büyük direnç gösterir. Siyasi karakterleri böyle örnekler bol.

Hele iktidarda kalma süresi uzadıkça otoriter rejimlerin, iktidarı bırakmama niyetleri daha da güçleniyor.

İktidarın zayıflaması ile polis vb güçlerle iktidarlarını koruma iç güdülerinin de arttığı görülüyor.

Rezerv polis gücü bunun hazırlığı mı?

 

“İktidarı vermeyiz” 

 

Bunu çok duyuyoruz. Peki nasıl vermeyebilir? Açmazlar karşısında istifa, hiç bir otoriter rejimde görülmez.

İki yolu var: Seçimleri, sandıkları manipüle etmek. Halkın iradesini türlü çeşitli yollarla gasp etmek. Bunu yapabilirler mi?

İstanbul’da kaybettiği yerel seçimleri, muhalefete vermemek için bir deneme yapıldı. Yüksek Seçim Kurulu kendi atadıklarından oluşuyor, seçim sonuçlarını saymayarak seçimlerin tekrarına gittiler. Ayrıca muhalefet büyük bir direnç gösterdi sandıkları korumak için. Sonuçta verdiler.

İstanbul’u kaybedersek Türkiye’yi de kaybederiz” lafı onlara aittir. Bugün bile İstanbul’un yönetimini İmamoğlu’na bırakmamak için, İstanbul iktidarını parça parça gasp ediyorlar. Gerisi gelecek, hazırlıkları var. Belediyeleri de bizzat Ankara yönetmek istiyor!

 

Peki ama...

 

Peki İstanbul’a neden verdiler? “Tüm ülkeyi yönetiyoruz, seçmen iradesini tam çiğnersek, meşruluğumuzu erken kaybederiz. Biz İstanbul’u yine kontrol ederiz!”

Peki, Cumhurbaşkanlığı seçimini de kaybetme noktasına gelince?

Otoriter rejim tıpış tıpış gidecek, millet iradesi böyle, çok teşekkür ederiz, diyerek çekilecek mi? Yoksa daha sandığa gitmeden ve sandık kurulduktan sonra, yerel seçimlerin daha ağır örneklerini mi göreceğiz.

Bana sorarsanız, “tabii ki çekilecek, yoksa tüm oyunun sonu olur..”

Bu kötü yorumlarla da doğrusu hiç bir ilişkim yok. Fakat milletin ağzı torba değil ki büzesin.. Türkiye demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir ve seçimi kaybeden gider..

Peki de bu “rezerv polis ordusu” da ne oluyor?

Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı İngiltere’ye karşı verdi Türk - Yunan düşmanlığı İngilizlerin ektiği büyük tohumdur...

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 24 Ağustos Pazartesi, 2020

 

Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı İngiltere’ye karşı verdi

 

Türk - Yunan düşmanlığı İngilizlerin ektiği büyük tohumdur...

 

Sakarya Savaşı, büyük bir tarihsel olaydır; hem Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve bağımsız bir ülke olarak dünyada yerini alması; hem de dünya savaş tarihindeki, stratejik, taktik, başkomutanlık yönetimi, bakımından çok özgün yeri dolayısıyla... Atatürk’ün askeri dehasının tartışılmaz bir şekilde yeniden parladığı bir savaş olması da olayın büyük ekstrasıdır.

Yunan ordusu sayıca ve her türlü silah bakımından çok üstün. İlk saldırıları başarılı oluyor ve Ordumuz geri çekiliyor. Atatürk Yunanistan için cepheyi genişletiyor ve yayıyor, Yunan ordusu da yayılmak zorunda kalıyor.

Askeri akımından tarihe geçen Atatürk’ün emri her şeyi belirliyor; hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır. Bu emirde artık cephe hattı yoktur, her nokta, her siper her toprak her tepe, yani her bulunduğun yer bir cephedir, nerede bulunuyorsan, orayı savunacaksın, bir adım gerisinde siper alacaksın. Böylece “cephe çöktü” lafını tarihin çöplüğüne atıyor Mustafa Kemal.

Atatürk bunun teori ve pratiğini Çanakkale’de yapmıştı. Siper savaşı! Düşmanın büyük saldırısı ve gücü karşısında kaçan askerleri bizzat durdurmuş yere yat komutu verdirmiş, siper tutturmuş ve süngüsünü kullandırmıştır. Düşman şaşırmış, güçlü konumdayken ne olduğunu anlayamamış, o da sipere yatmış, böylece sonunu hazırlamıştır.

“Sathı müdafaa”, Çanakkale’deki doğrulanmış büyük emrin, Sakarya Savaşı’nın özel koşullarında uygulanmasıdır.

 

Neden böyle bir yazı?

 

Şimdi, bu yazı ve bunlar da nereden çıktı güncel konular mı bitti, diyeceksiniz. Anlatayım.

Önceki gün Sakarya Savaşı’nın başlangıcıydı... Doğu Akdeniz’de yine Yunanlılar... İki aydır durmadan Kurtuluş, Kuruluş ve özel olarak Atatürk odaklı okumalarım... Yeterli mi?! Ve Yunanlılarla savaş gerilimleri, gemi batırma önerileri...

Şüphesiz, Türkiye özellikle Meis adası konusundaki tezleri ve Doğu Akdeniz’de açılımları açısından haklı bir konumda.

Her ne kadar iktidar ideolojik dış politika izlemesiyle ülkeyi dünya karşısında tamamen yalnız bırakmış olsa ve derdini tezlerini kimselere anlatamıyor olsa da...

Yunanistan’ın neredeyse her kaya parçasına “ekonomik alan” yaratma politikasıyla Türkiye karşısında “kadim düşmanlık” izlemek istemektedir.

Derdim bu “kadim düşmanlığı” anlamak.

 

İngiltere baş düşmandı

 

Kurtuluş Savaşı aslında İngiltere’ye karşı verildi. Çanakkale’de de İngilizler baş roldeydi! Orada Yunanlılar yoktu. Fakat  Birinci Büyük Savaş’ın bitimiyle Osmanlı İmparatorluğu üzerine tam çöken de esas olarak İngiltere idi. İstanbul’un işgali de İngiltere’den sorulurdu. Meclisi basarak yurtseverleri Malta’ya süren de onlardı. İstanbul’da vatanseverleri kurşuna dizen de.. Vahdettin’i esir alarak vatan haini derekesine düşüren ve Kurtuluş Savaşı’nı boğma komplolarının tümünün kaynağı ve Hilafet Ordusu denen ilkel artıklar takımını İngiliz altınlarıyla örgütleyen de.

Ve, Yunanlıları Anadolu’ya saldırtarak iğfal eden ve onlara “Küçük Asya Felaketi” yaşatan da.. Yunanlıların “Büyük Yunanistan” hayalini kullandı. Trakya ve Batı Anadolu’yu (Ege bölgesini) siz alın dedi. Venizelos da Kral Konstantin de bu zokayı yuttu ve ülkelerine büyük felaketi hazırladı

Çünkü İngilizlerin ellerinde, Anadolu’yu Sevr Anlaşmasıyla parçalamak için, başka bir “büyük kullanışlı alet” yoktu. Yunanistan Anadolu’da büyük kötülükler yaptı. Bu kötülüklerin önemli hesabı da İngilizlere aittir.

 

Askerler çözemez sorunu

 

Yunanistan bu felaketin iç hesaplaşmasını nasıl yaptı, İngilizlerin oyuncağı olduklarını gördü mü... Ama ellerinde kalan, Türkiye düşmanlığı oldu. Yunanistan’a egemen olan bu düşmanlık politikasının tohumlarını eken İngiltere’dir. İngiltere, gittiği, işgal ettiği her yerde milletleri, etnisiteleri, mezhepleri birbirine kırdırarak, tüm bunlardan menfaat çıkarmıştır.

 Şimdi de Yunanistan, adaletli ve her ülkenin çıkarını gözeten dostluk politikası yerine, büyük ağabeylerini devreye sokmaya çalışıyor.

Bu yanlış, Türkiye ile kardeşçe işbirliğinin herkese, tüm Akdeniz’e kazandıracağı büyük bir dünya ve refah var..

Gerginliklerin ise kaybettireceği, yine büyük bir dünya ve refah var.

Bu iş, askerlerin çözebileceği bir sorun değildir. Osmanlı tokadı falan...

Bu sorunu her iki tarafın toplumunun, sivillerinin büyük dayanışmasıyla çözmeliyiz. Tarih iki ülkeyi dostluğa, birlikteliğe davet ediyor. Bir tarihsel ve coğrafi zorunluluk.

Farkında değil miyiz?!

 

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Cemaatlere boyun eğiliyor, AKP’li kadınlar hiçe sayılıyor, İstanbul Sözleşmesi

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 20 Ağustos perşembe, 2020


Önceki gün AKP’nin parti yürütme kurulunun toplantısı sonrası sözcü Çelik “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi” İstanbul Sözleşmesi konusunda hükümetlere ve devletlere sorumluluk yükleyen İstanbul Sözleşmesi konusunda açıklama yaptı: (İptal) çalışmalarımız devam ediyor!

2011’de İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi toplantısında kabul edilen Sözleşmeyi AKP hükümeti altına imzayı asarak herkesin imzasına açmıştı, İstanbul Sözleşmesi adı da buradan geliyordu.

Türkiye gibi kadın şiddetin ayyuka çıktığı yılda 400’e yakın kadının bu yüzden öldürüldüğü, evde şiddetin dur durak bitmediği ülkemizde, beklenirdi ki, iktidar sözleşmenin gereğini yapsın, buna uygun yasaları vb çıkarsın.. Bu cinayetler için mesela görevli mahkemeler kursa başlarına da  kadın yargıçlar atasa.. Tehdit ve şiddet altındaki kadınlara çok daha kesin koruma sağlansa... Cezaları ağırlaştırsa, silah edinimini kısıtlasa, pompalı tüfek vb kesin silah sayılsa.. Şiddet  altındaki kadınlara yer değiştirme, iş olanakları yaratılsa...

Hayır... Hiç biri olmadı. Zaten kendileri de bu Sözleşme’nin gereğini yerine getirmediklerini açıkladılar.

 

Tarikatların zamanlaması manidar

 

Derken... tarikatlar baş kaldırdı. Sözleşmenin iptal edilmesini istediler. Kadın- erkek eşitliği ne neymiş.. ikisi eşit olur muymuş.. 18 yaşını doldurmamış kızlara evlenme yasağı da konur muymuş ve bir sürü inkar. Tabii İslam’da fetva veren, ticaretini yapan, mürit toplayan, ve tamamı erkeklerden oluşan tüm tarihsel ve bugünkü tarikatlar /Cemaatlerin faaliyetlerinin tamamı, öz olarak, kadını erkeğin baskısı, arzularının kölesi, emir ve talimatları altında tutma üzerine kurulu. Yani kadına bakış söz konusu olduğunda durumları fecaat. Bir de hepsi neredeyse Allah’ın yeryüzündeki sözcülüğüne soyunmuş gibi.

 

Cemaati ziyaret

 

Kadını yok sayan geçmiş din müktesebatı başlıca dayanakları.

Zaten, İstanbul Sözleşmesi’nin kadim İslam geleneklerine ters düştüğünü de bizzat söylüyorlar.

Cumhurbaşkanı 20 Ocakta İsmailağa Cemaatini ziyaret eti. Taleplerini dinledi. Cumhurbaşkanı halkımız istiyorsa Sözleşmeyi kaldırırız dedi. Partinin diğer önde gelenleri, hemen devamını getirdiler. Parti içinde kaldırma çalışmaları başladı.

Murat Yetkin konuyla ilgili yazısında, 2011’de sesi çıkmayan tarikatların neden şimdi baş kaldırdıkları ve hükümete baskı yaptıkları sorusuna şu yanıtı verdi: 2011’de RTE güçlüydü, hatta gücünün doruğunda. Seslerini çıkaracak halleri yoktu. Şimdi ise RTE en zayıf zamanında, kendilerine muhtaç olduğunu düşündüler ve isteklerini kabul ettirmeyi planladılar.

Cumhurbaşkanının Cemaati ziyareti ilginçtir. Ve bu ne nedenle Erdoğan vefakardır, geçmişine bağlıdır diye övüldü.

 

 

AKP’li kadınların başkaldırısı

 

İlk kez AKP’li kadınlar bu konuda partilerine aykırı düştüler ve İstanbul Sözleşmesini savundular. Kaldırılmasına karşı çıktılar. Mesela KADEM... Cumhurbaşkanı’nın kızı Sümeyye yönetimde. Hayır kaldırılamaz dedi. Partinin kadın kolları öyle...

Bir kadın başkaldırısı var kendi içlerinde, artık bu Sözleşmeyi kaldırma hikayesi gündemden düşer, derken, hayır üzerinde çalışıyorlarmış.

Parti Sözcüsü Ömer Çelik, üzerinde çalışmamız devam ediyor, dediğine göre, bunu “kaldıralım mı kaldırmayalım mı” anlamında söylemiyor. Sanırım Cemaatlerin ve en gerici kanattan erkeklerin talepleri dikkate alınarak, sanki Sözleşme’den imzalarını çekecekler ve yerine kendilerinin hazırladığı, kendi meşreplerine, cemaat liderlerinin isteklerine yanıt veren, eh kadınları da sözde koruyacaklarına ilişkin maddeleri ekleyecekleri bir tasarıyı Meclis’e sunacaklar..

 

Aileyi korumak adına şiddet

 

Açıklamadan anlıyoruz ki, “aileyi korumak” namına, kadın üzerindeki erkek şiddetini meşrulaştırmayı sürdürecekler.

Aile parçalanmasın... Kadın erkeğine boyun eğsin, isteklerini yerine getirsin, ayrılmak isterse, işte hac hoca takımını üzerine salalım, ikna edelim... bildik hikayeyi sürdürecekler.

Sanırım, zaten, “sembolik bir iki kadın gelsin aramıza” politikasının egemen olduğu ve erkekler arasına kadın çağrıldığı AKP, kendi içindeki kadınları hiçe saymayı sürdürecek.

Ne dersiniz Ayşe Böhürler hanım?!

***

NOT 1: Umut Vakfı’nın bülteni tam yazının sonuna yetişti: Aile içi şiddet  artıyor! Bir yılda 18 yaş altı kızlar 16 bin doğum yaptı.

NOT: Önceki yazımda Selin Sayek Böke’nin Kılıçdaroğlu’nun listesini delerek PM’e girdiğini yazdım. Böke anahtar listedeydi, düzeltirim.

21 Ağustos 2020 Cuma

Kılıçdaroğlu, Gül meselesi, program ve Cephe

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 18 Ağustos Salı, 2020

 

CHP Başkanı Kılıçdaroğlu, arkadaşımız İpek Özbey’in sorularına önemli ve pek çoğu net yanıtlar verdi. 

Parti içinde farklı görüşler ve muhalefet konusunda yanıtları “tek adam” eleştirilerini boşa çıkardı. Selim Böke gibi muhalif duran bir politikacıyı Parti Sekreterliğine getirmesi, aslında parti birliğini koruyan ve Kurultay kararlarına saygı duyan bir liderin eylemleriydi.

Muharrem İnce’nin partiye zarar verdiği noktada disipline sevkedileceğinin de işaretini verdi. İnce’nin parti için muhalefet sınırlarını aşmadığı sürece birlikten yana tavır koydu. Bu da iyi.

Kılıçdaroğlu’nun çoğu gazetemizde yayınlanan ve Türkiye için birer program anlamına gelen açıklamalarını önemsemiştim. Bu açıklamaları bir millet ittifakı temelinde kaleme aldığını da tekrar vurguladı. Geniş bir ittifak programı, Türkiye’nin 18 yıllık AKP iktidarının hemen her alanda yaptığı geniş tahribatı onarma ve özellikle de yetkili bir demokratik parlamento oluşturma ve hükümet etmeyi amaçladığı da açık.

Muhalefeti izlediğinizde, hemen hepsinin bu programı ana hatlarıyla vurguladığını görüyoruz.

 

Gül meselesi

 

İpek’in, Gül’e cumhurbaşkanı adayı olarak düşündüğünüz söyleniyor sorusuna ise çoğumuz kaçamak yanıt veriyor diyebiliriz. Nitekim bu noktayı öne çıkartan sosyal paylaşımlar gördük. Evet net yanıt vermedi, CHP’nin adayı olabilir mi sorusu üzerinde ısrar edilseydi ne yanıt verirdi bilmiyorum.

Ama Gül tabii ki aday olabilir gibi, demokratik bir tavır almayı tercih etti. Öyle mi, yoksa arka planda Gül’ün muhtemel adaylığını şimdiden saklı tutma politikası mı var?

Verdiği yanıtın, daha çok, AKP’den kopan yeni liderlerin ve partilerin Millet İttifakı cephesine katılımına şimdiden bir set çekmemek amacını taşıdığını düşünüyorum.

Gül’ün adaylığı geçen seçimde gündeme gelmişti ve Meral Hanım karşı çıkmıştı. Aynı durum söz konusu olur. Gerçekleşmeyen bir adaylığı sürekli gündemde tutmanın siyasi bir anlamı olmaktan ziyade, Kemal beye sürekli muhalefet amacı taşıdığını söylemek, belki daha doğru.

CHP ortak aday söz konusu olmayınca İnce’yi aday göstermişti. Artık bence ikisi de adaylık konusunda aşıldı gibi. Yeni dönemde CHP’nin gösterebileceği, İttifak’ın üzerinde fikir birliğine varabileceği adayları var.

 

Önemli olan kişi mi, program mı?

 

Başka bir nokta daha var, partili biri olmadığım için rahat ve net dile getirebilirim: Kılıçdaroğlu Millet İttifakı’nı, politikasının siyasetin merkezine oturtuyor.

Bugünkü koşulların doğru reel politikası. Şu sırada geniş muhalefet cephesinin ana çıkarı ve beklentisi iktidarın değişmesinde. Bu ortak paydayı güçlendirecek tüm politikalar doğrudur.

Muhalefetin bir ciddi programı varsa, parlamenter sistem, laiklik uygulamaları, özgürlükler, insan hakları, Meclis’in yetkileri, siyasi şeffaflık, hesap sorulabilirlik, denetim, kuvvetler ayrılığı gibi... Ve seçilecek kişi bu programı kabul ederek iktidara getirildiyse, bunu gerçekleştirmekle mükelleftir.

Aksi taktirde Meclis çoğunluğu, istediği an yeniden seçime gidebilir ve yeni bir kişi seçebilir.

Bu nedenle, ben “CHP’li olsun, şu olsun, bu olsun”dan çok, bu programın uygulanmasına bakmanın, eğer ittifak böyle uygun gördüyse, doğru politika olduğunu görürüm.

 

“10 seçim kaybetmiş lider”

 

Kemal beye “10 seçim kaybetmiş, iktidar olmamış, Parti oyunu yüzde 25’in üzerine taşıyamamış bir liderden ne beklenir” eleştirilerini ön planda tutan bir görüş var.

Baktığınızda doğru gibi, ama muhalefetin iktidar olabilmesi, salt muhalefete veya lidere bağlı bir durum değil. İktidarın gücü ve bulduğu destek ile ülke koşulları bunu belirliyor.

Merkel de 4 dönem Başbakan seçildi. Sosyal demokrat parti bir varlık gösteremedi. Bu tabii ki, liderin / partinin dinamik ve atılgan politikalar izlememesi anlamına gelmiyor. Tersine, politikayı çeşitlendirmeli ve şaşırtmalı.

Ne yazık ki, hemen hemen tüm ülkelerde seçmenlerin ortak oy verme / seçme tavrını, ekonomi ve kendi sosyal konumu üzerine muhtemel korkular, endişeler belirliyor. İnsan hakları, özgürlükler, demokrasi vb tüm üst yapıya ilişkin temel sorunlar ikincil üçüncü sırada.

***

Hayır o kadar da değil!

Seçmende vicdan, hakkaniyeti diye çok önemli kavramların var olduğunu, geçen yılki Ekrem İmamoğlu’na iktidarın yaptığı büyük haksızlığa despotluğa karşı 1 milyon oy farla yanıt verdiğini gördük.

7 ay önceki demeç, Fol’da seçim yumurtasına mı işaret ediyor?

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 17 Ağustos Pazartesi, 2020 

 

Bit pazarından nur yağıyor, veya eski haberlerden kırpıp kırpıp yeni haber yapılıyor. 7 ay önceki ve üstelik Türkiye’de yayınlanmış haberi “hey Atatürkçüler, milliyetçiler gelin RTE’nin bayrağı altında birleşin, emperyalistler saldırıyor” mantığıyla devlet katında anti emperyalist havasıyla pompalanmasının anlamı nedir? O iktidar ki, Trump’un ağır suçlama ve eylemlerine yanıt bile verememişken...

Biden’ın, Erdoğan iktidarına karşı muhalefeti yüreklendirmeliyiz mealindeki sözleri hem komik hem aptalcaydı, o zaman da öyleydi şimdi de..

Aslında hem ABD hem Avrupalıların RTE politikaları geri zekalılık.

Hepsi Ankara’nın  tuzağına düşmekte birbirleriyle yarış halindeydiler.

Özellikle de seçim zamanları..

Örneğin Anayasa referandumu seçimleri öncesi RTE Almanya’yı hitler artığı faşistlikle suçlamış, Hollanda ile papaz olmuş ve iktidar buradan bir milliyetçi söylem çıkarmıştı. Gayet planlı programlı... Anket şirketleri dış düşman propagandasının iktidara yüzde 2’ye yakın oy akışını saptamışlardı.

 

“İşsizliği de düşman yarattı”

 

Yazmıştım, hemen her alanda ülkeyi zor ve güçsüz duruma sokan, halkın ekonomik perişanlığının mimarı olan iktidar politikalarının önünde en iyi veya tek seçenek, dış düşman, kuşatılmışlık...

Zaten TL’nin değersizleşmesi ve doların alıp başını gitmesi de, biliyorsunuz “dış düşmanın spekülatif atakları” yüzünden; yoksa caaanım TL kapı gibi, ekonomi kapı gibi, büyük bir yükseliş içindeyiz, dünyanın yıldızıyız çekemiyorlar ve saldırıyorlar...

Bir “işsizliği de düşman yarattı” demedikleri kaldı.. 

Milleti, “göbeğini kaşıyan adam, hiç bir şeyden anlamaz, vur ensesine al lokmasını, sıkıştır köşeye boşalt cebini, ben ne dersem ona inanır, görmez duymaz konuşmaz anlamaz, embesil..” olarak kabul etmelerinin tipik bir propagandasına şahit oluyoruz.

 

Fol’da  erken seçim mi var?

 

Biden haberini dolaşıma sokmalarının dış ülkelerde bir anlamı olacağını düşünen yoksa, amacı ne?

İçeriye propaganda.. Göbeğini kaşıyan adam olarak gördüklerini, iktidar çevresinde tutabilmenin yemi.. Peki bu kadar mı?

Seçim yok, fol yok yumurta yok, erken ve zamanlama hatası değil mi?

Yoksa bu bir başlangıç mı?

Kafada bir erken seçim planı var da, onun inşası için temele çimento mu dökülüyor başlangıç olarak? Bir deneyelim bakalım mı deniyor. Yoksa birinin aklına geldi attı ortaya laf olsun diye mi?

Siyaset analizi anlamsızlığı sevmez, bu nedenle ciddi gördüğü olaylar üzerine anlamlar yükleyerek, bir çıkarsama çabasına girer. En azından bu köşe böyle!

 

Kuşatıldık ey halkım!

 

Doğu Akdeniz’deki hazır gerginlikler varken...

Türkiye özellikle Meis adasındaki haklı tutumunu bile anlatamamışken ve “dış saldırı”, kuşatılmışlık ile karşı karşıya kalınmışken..

Ve Yunanistan ile anlaşmazlık uzun bir çözümsüzlük sürecine sokulmuşken...

Mısır – Yunanistan anlaşması ile bu “düşman hattı” pekişmişken...

Elysse Sarayı’nda oturan Fransız emperyalizminin yeni yetme uşağı Doğu Akdeniz’e savaş gemisi gönderirken ve dişlerini gösterirken...

Yani gerilimin uzun süreli tırmanacağı planlanırken..

Biden’in RTE’ye karşı “muhalefet liderlerini açıkça desteklemek” gibi akılsız lafı da, “Amerikan emperyalizmi”ni de bu araya sokuşturmanın zeminini mi hazırlattı...

Böylece cephe 7 düvele yayılınca, milleti inandırmak daha kolay olur diye mi düşündüler.

Amerikan emperyalistleri”ni Libya’da Suriye’de işbirliğine çağıran kendileri değilmiş gibi.

Herkes iktidarın ülkeyi büyük bir yalnızlığın içine sürüklediğinden şikayet ediyor ve suçlamalar çıkartıyorken, iktidar da “şerefli yalnızlık”tan bir seçim kazanma propagandası mı inşa ediyor?

***

“Dış düşman”, RTE’yi iktidarda tutmanın iyi araçlarından biri olduğunu sık sık göstermişken?!

Bir laf üzerine bu yazıyı yazdığımı sanmayın. Seçim ne zaman olursa olsun, bu konu iktidarın ana propaganda politikası olacak..

En azından şimdilik öyle...

16 Ağustos 2020 Pazar

ABD’ye öneri “Suriye’yi bölüşelim”; Sen Kürt devleti ku, İdlib i ben alayım, Kılıç hakkı mı?

 Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 16 Ağustos Pazar, 2020

 

Dün eski bir haberin ABD Kongresi’ne aslında yine eski / yeni bir yansımasını gördük. Ruslardan satın alınan S - 400 savunma sisteminin geçen yıl Kasım ayında TSK’nın elindeki F-4 ve F-16 uçakları üzerinde test edildiği, “bu uçaklara başarıyla kilitlendiği” haberinin geç bir tepkisi, yeni bir versiyonuyla gündeme sunuldu. Şimdi de 7 Temmuz’da yine aynı uçaklara savunma sistemi kilitlenmiş.

Amerikan Kongre üyeleri de “kızmış”. Bu durumu diğer ülkelerin elindeki  F-16’lar için de bir tehdit olarak görüyorlarmış.

RTE bu yılın ilk aylarında “Nisan ayında çalışmaya başlayacak”, “kimse bizden tükürdüğümüzü yalamamızı beklemesin”, “ABD bize Patriot versin onları da alalım” açıklamaları yapmıştı.

Ama, 2,5 milyar dolar ödenen sistemin çalışmaya başladığına ilişkin herhangi bir resmi gayri resmi açıklama yapılmadı.

S-400 savunma sistemi kuruldu ve çalışmaya mı başladı?

Yoksa arada sırada “sistem çalışıyor mu” merakıyla testler mi yapılıyor?

Resmen çalışıyor olsa, Mürted vb üzerinden uçan kuşların haberi olurdu ve dünyaya yayılırdı. Demek öyle bir durum yok.

Nisan ayı pas geçildi

Dünyanın en gelişmiş hava savunma sistemleri arasında nitelenen Rus S-400 sistemine, Nisan virüs bulaştığı için gerçekleşemedi. Politik virüs derken, Ankara’nın, Osmanlıyı sonunda batıran, herkesi birden idare etmeye yönelik iki arada bir derede Abdülhamit politikasının doğurduğu, Ankara’nın derin açmazlarından bahsediyorum.

ABD’nin F-35 savaş uçakları programından Ankara’yı çıkarması ve bu uçaklara yönelik ülkemizde yedek parça üretimini de iptal etmesi, üstüne üstlük PKK’ya Suriye’de “devlet muamelesi” yapması ve ellerindeki petrol yataklarının işletilmesini Amerikan  şirketlerine peşkeş  çekmesi, ekonomik kriz, Doğu Akdeniz’deki “şerefli yalnızlık” Ankara’yı durdurmuşa benziyor.

Ayrıca gizli açık bir silah ambargosu da uygulanıyor.

 

Trump’a mektup

 

Fakat Nisan ayının sonunda önemli bir olay yaşadık. Cumhurbaşkanı, korona yardım uçağı vesilesiyle Trump’a yazdığı mektupta “... normalleşme sürecinde, ülkemin, ABD'nin güvenilir ve güçlü bir ortağı olarak, her türlü dayanışmayı sergilemeye devam edeceğine emin olabilirsiniz... Suriye ve Libya başta olmak üzere, bölgemizdeki son gelişmeler, Türk-ABD ittifakının ve iş birliğinin en güçlü şekilde sürdürülmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiştir”, diyecekti.

Daha sonra da ABD ile Türkiye arasındaki çeşitli düzeylerde “görüşmeler yapıldığı” haberlerini okuduk.

 

Bu ne tür bir işbirliği?

 

ABD ile Suriye’de ve Libya’da ne tür bir işbirliği yapılabilir?

İşbirliği kapsamı aslında net.

İki yerde de, esas olarak Suriye’de, ABD ile Rus çıkarları çatışıyor.

Suriye odaklı konuya bakacağım.

ABD Suriye’de önemli bir bölgeyi PKK ile birlikte tutuyor. “PKK / PYD generalleri”yle  oturup konuşuyor, işgal altında tuttukları Suriye petrol bölgesinin Amerikan şirketlerince işletilmesi anlaşması yapıyor.

Suriye’nin toprak ve ülke bağımsızlığına karşı, parçalanmasından yana.

Ankara her ne kadar Rusya ve İran ile yaptığı anlaşma gereğince, yazılı metinlerde “Suriye’nin toprak bütünlüğünü” savunuyor görünse de, fiiliyatta izlediği politika, Şam’ı tanımayarak da, Suriye’nin federatif görünümlü ama parçalanmasından yanadır.

 

Kılıç hakkı

 

Geçen yıl bu konu TV tartışmaları sırasında Ankara’nın “stratejik düşünce” adamlarıyla tartıştığımda “en makul ve ülke yararına çözüm” olarak ABD ile bu parçalama işbirliği olduğunu dile getirmişlerdi.

İdlip konusunda Ankara’nın savunma politikasına rağmen, Şam- Rusya epey adım attı, köktendinci örgütleri Türkiye sınırına yaktın bir alanda sıkışıp kaldı. Fakat İdlip’in bu bölgesi ciddi bir savaş kaynağı olmayı sürdürüyor. Ankara sorunu bu noktada dondurup, var olan duruma “ebedilik” kazandırmak ve Suriye”yi da parçalanmış durumda tutmak istiyor.

Bunun için tek desteği ABD’den bulabilir.

Suriye’de ABD’ye işbirliği çağırısının anlamı “gel bölüşelim”dir.

Ankara, ABD’nin PKK/PYD’yi Suriye’de bir devlet olarak inşa edeceğine ve bunun engellenemeyeceğine inanıyor.

O zaman Ankara’ da “bu kadar can verdiğimiz, kan akıttığımız İdlip vb bölgesi de neden Türkiye’nin kontrolünde kalmasın?” diye düşünüyor.

Kılıç hakkı” olarak!

Böylece S-400'ler biter ve F-35'ler yeniden hayata geçer. Ne kolaycı bir bakış! ABD yarın burada olmayacak!