Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

30 Nisan 2020 Perşembe

İktidar, gücünü kötüye kullanarak, tarihsel tanımları doğruluyor

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 28 Nisan Salı, 2020

Cumhuriyet gazetemize ve habercilerimize yönelen iktidar suçlamaları ve açılan tazminat ve ceza davaları, ve ilanlarını kesme kararları, Anayasa’daki Basın hürdür sansür edilemez maddesinin çöpe atılmasıdır. İktidar bunu şöyle uyguluyor: “Seni kapatmıyorum, tamam sansür de etmiyorum gazeteyi hazırlar ve basarken, ama sonrasında canına okuyorum.”
Zaten Anayasa’daki madde, fiili olarak türlü çeşitli yasalar ve uygulamalarla canının yarısını kaybetmişken, iktidarın tecavüzleri ile ve yargıyı harekete geçirmesiyle, resmen ruhunu teslim etmekte.
İktidarın medyadaki uşakları gazetecilik oyunu oynarken, bunların bir kısmı da fiili olarak saldırı halindeler Cumhuriyet’e. Bu alçaklıklarının sona ereceği zamanlar şüphesiz ki gelecek ve hepsi silinip gidecekler, ama geçmişleri yakalarını hiç bırakmayacak.

Cumhuriyet sizin gibi olamaz, kanı uyuşmaz!

Aman iktidara dokunan bir şey olmasın, Amiral Battı’nın tüm varakaları dahil, havuzlanmış ve milletin hazinesinden salınan paralarla ayakta duran medya, kendilerinden farklı olan Cumhuriyet’e “sen de bizim gibi ol” diye saldırıyor.
Bunlar hazineden, iktidar da ranttan besleniyor. Müthiş bir parasal karanlık ağın içinde birbirlerini ağırlayıp duruyorlar.
Havuz medyasına verilen ana görev, iktidar adamlarının rant ve yasalara aykırı faaliyetlerini görmemek. Ve görenlere de saldırmak!
Havuz medyasının ekranlara çıkartılanları da, ani bir durum – olay geliştiği taktirde, cep telefonlarıyla bağlı oldukları veya dikkate almak zorunda oldukları sosyal medya hesaplarına bakarak, nasıl tavır alacaklarını belirlemektedir. O kadar yani!

İktidar gücü zehirleyicidir

Yaşadıklarımız, çok bilinen tarihsel bir olguyu adeta her gün yeniden kanıtlıyor: Güç zehirler. İster parasal olsun ister ekonomik ister siyasal. Hele siyasi iktidar gücü, baş zehirleyicidir! İktidar sahipleri, bizim gibi ülkelerde, ellerindeki gücü durmadan kötüye kullanma eğilimindedir. Üstelik gücü mutlaklaştırarak!
Bu nedenledir ki, mutlak güce ulaşmak ve iktidarda mutlak güç kurmak, organların birbirini denetlemeleri ve iktidarın diğer anayasal güçlerce dengelenerek, engellenmektedir.
Bu tarihsel bir olgudur ve bizim Türkiye’deki rejim her zaman bu olgunun ne kadar doğru olduğunu kanıtlama davranışı içindedir. Hele demokratik siyasal kültür, ülkece ve siyasetçe içselleştirilmediği ve herkesin benimsediği bir norm haline gelmediği ülkelerde... Türkiye bu açıdan tipik bir olgu sunuyor dünyaya.
Türkiye şüphesiz ki, bu çıkmazdan demokratik bir yönetim biçimi kurarak kurtulacaktır.
Türkiye, medya özgürlüklerinde dünyanın en kötülerinden biridir.. Bu bile başlı başına iktidarın medya karnesini oluşturur.

Bakanların toplu hareketi
İlginç olan bir başka olgu da, şu sıralarda Diyanet İşlerinin başında olan zata yöneltilen eleştirilere, bakanların toplu savunma açıklamalarıyla karşı çıkmalarıdır. Belli ki bir merkezden harekete geçirilmişlerdir.
Eleştiri, muhalefetin, sivil toplumun iktidarı başlıca denetleme aracıdır.
Fakat karşılarına siyasal iktidar topluca ret hareketi ile çıkıyor; bu dünyada pek de görülmüş değildir. Topu topu bir bürokratın, laik devlet kurallarına aykırı, ülkede şeriat rejimi varmış gibi haddini bilmez açıklamalarıdır söz konusu olan. Hedef aldığı veya dışladığı toplum kesimi, burada Ankara Barosu, harekete geçmiş ve bu bürokratın söylediklerinin yanlışlığı vurgulanmıştır.
Türkiye bir fetva devleti olmaktan çıkalı çok oldu. Bugün Türkiye’nin Kuruluş İlkelerini ayaklar altına alanlar, bilmelidirler ki, yarın vitrinlerinden inecek ve ülke yine Kuruluş İlkeleri doğrultusunda yönetilmeye devam edecektir.
Ara rejimin tadını çıkartıyorlar, keyfini sürüyorlar!

29 Nisan 2020 Çarşamba

Uygarlığın çektiği beyaz teslim bayrağı Bir yanda büyük uygarlık, öte yanda 50-70 nanometrelik virüs

Orhan Bursalı, Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 27 Nisan Pazartesi 2020


Uygarlığın çektiği beyaz teslim bayrağı

Bir yanda büyük uygarlık, öte yanda 50-70 nanometrelik virüs

Ne oldu, diyelim ki 5.000 yıl boyunca inşa ettiğimiz, böbürlenerek ve övünerek durmadan referanslar verdiğimiz o müthiş uygarlığımız?
Ateşi keşfet, tanrılarını yarat, tıbbı oluştur, insanı kes biç iyileştir, ilaçlar geliştir, hastalığa ve ölüme meydan oku...
Elektriği yarat, otomobili icat et, trenleri koştur, uç uçabildiğin kadar...
Büyük dâhilerin, büyük düşünürlerin, büyük bilimcilerin...
Sanatı, mekaniği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi taş üzerine taş koyarak yaratanların...
Hepsi var.
Michelangelo, Leonarda, Kopernik, Galileo, Darwin, Newton’ların...
Einstein, Freud ve hepsi..
DNA’yı kesip biçerek insan genomuna yeni içerik kazandırıyorsun...
Canlılığı sıfırdan yaratabileceğini planlıyorsun...
Yeryüzündeki toplam böcek sayısını hesaplayabiliyorsun...
Matematiğin, geometrin, kozmolojin..
Uzay’a çıkıyorsun...
Kaç gökada ve yıldız var hesap ediyorsun...
Samanyolunla nereye doğru aktığını görüyorsun... Evrenin nasıl doğduğuna ve nasıl yok olacağına, Güneş’in ne kadar enerjisi kaldığına ve Yerküre’nin ne zaman Güneş Sistemiyle birlikte berhava olacağın ilişkin bilgilerin harikulade!
Güzel sanatların müthiş, doğayı keşfine diyecek yok, estetiğini evrende görüyor ve alıyorsan, yaşam nedire yanıtlar veriyorsun...
Mantığın, felsefen... Adeta eksik bir şeyin yok sanki!
Gezegenlere yolculukların büyüleyici! Mars’a ineceksin, Ay’da koloni kuracaksın! Tüm hesaplar ve malzemeler hazır.
Robotların uzayda dolaşıyor, göktaşları üzerine konuyor kalkıyor geliyor gidiyor malzeme topluyor. Altın madeni dolu göktaşını nasıl dünyaya indirebilirim planlarını da yapıyorsun.
Maddeyi oluşturan en küçük parçacıklarının modellerini hayal ediyor ve deneylerde bunları bir bir bulup çıkartıyorsun...
Her türlü bombaya, öldürücü silah üretimine aklın müthiş eriyor.
Alçaklıkta, namussuzlukta, hırsızlıkta, insan ezmede ve öldürmede de gücünün sınırı yok; kitlesel cinayet işkence ve yok etme uygarlığını inşa etmekte de pırıl pırıl aklınla birinci sınıfsın!
Aynı zamanda doğayı, yerküreyi, atmosferi, denizleri... özetle sana hayat veren, seni var eden her şeyi yok etmekte de!
***
Ama 50-70 nanometre kadar büyüklüğünde bir yarı canlının karşısında tir tir titreyerek kendini mezarına atıyorsun; evlerin tepelerinde, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, matematiğin, sanatın, müziğin... doruğa ulaştığın her everestin zirvesinde sallanan beyaz bayraklar!
Yığdığın milyarlar, altınlar, petroller... hepsinin tepesinde!
Demek ki senden büyük COVİT-19 varmış.
Seni yerlere seren, tüm insanlığının zirvesine kendi bayrağını diken.
***
Övündün, böbürlendin, her şeyi kontrol edeceğini sandın..
Bir şeyleri yanlış yaptın..
Boş ver COVİT’i alt etmek için ne yapacağını da..
Nerede yanlış yaptığın üzerine, o müthiş uygarlığını avucunun içine alarak bir düşün...
Doğadaki yerini, varlığının cüceliğini...
Tıpkı dinozorlar gibi, bir olağanüstü afetle, Homo sapiens olarak 300.000 yıllık fiziksel varlığınla ve 50.000 yıllık bugünkü aklınla, yok olacağını!
Unutma: Senden büyük COVİT-19 var!
---

27 Nisan 2020 Pazartesi

Bakımevinde ölüm yüzde 64; mücadeleden siyasal zafer çıkarmak mı?

Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 26 Nisan Pazar 2020

ABD’deki dostum, 94 yaşında ama beyni dipdiri anası için bulsa bir uçağa atlayıp gelecekti, üstelik daha yeni dönmüştü Türkiye’den, ama bir huzur evindeki anasının çevresine, yani neredeyse tüm komşularına virüs bulaşmış ve hepsi hastaneye kaldırılmıştı. Adeta çılgına dönmüştü ve çaresiz kalmıştı. İstanbul’da pek çok huzur evi bakım evinin artık ne derseniz, bulaşmaya açık olduğu haberi de yayıldı.
Oysa bu evlerin yönetimlerinin hemen ilk önlem almaları gerektiği yerlerdi; gidenler gelenleri, hemşireleri, bakıcıları durmadan dışarısı ile içerisi arasında bir virüs alış veriş köprüsü halindeydiler.
Bizim toplumsal şeffaflığımız çok çok zayıf olduğu için, mesela önümüzde bir döküm yok: Huzur evlerinde virüs bulaşmış toplam insan sayısı kaçtır, mesela yüzde 50’si mi? Yoksa 70’i mi? Evlerde veya hastanelerde virüsten kaybettiklerimizin yüzde kaçını oluşturuyorlar?

“Kahrolsun yaşlılar!”
Bir bilgiye rastladık mı? Umarım vardır da ben görmemişimdir.
Yeniden yazılarına başlayan sevgili Nilgün Cerrahoğlu’ndan, yaşlılara fuzuli yaşayan insanlar muamelesi edilmeye başlandığını, artık bir yıl boyunca onlara sokağa çıkma yasağı getirilsin gibi hükümetler katında, onları hayat dışına itecek önlemlerin ciddi ciddi konuşulduğunu okuyunca, şuna bir de ben el atayım dedim.
Sadece bizim sorunumuz değilmiş bakımevleri, bazı ülkelerde COVİD -19 ile bağlantılı ölümlerin yüzde 60 kadarı bakımevlerinde yaşayanları kapsıyor! Londra Ekonomi Okulu'ndan bazı akademisyenler bu konuyu araştırmış, ve bakımevlerinin virüsün en rahat yayılacağı yerlerin başında geldiğini görmüşler; ortak yemek salonları, sosyal mekanları, bazı bakımevlerinde ortak odalar, bu bulaşmayı kolaylaştırıyor. Yaşlıların çok yüksek risk grubunu oluşturduklarını dikkate alırsanız, ne kadar yaşam tehdidini boyutu görürsünüz..
Pek çok ülkede bu bilgiye ulaşmak mümkün değil çünkü kayıtları tutulmuyor. Ama huzur evlerindeki gelişmeleri kayda geçiren şeffaf ülkeler, az sayıda olsa da var.

Şeffaf bir terkedilmişlik raporu
Mesela Norveç’te bakımevlerinde yaşayanlar COVİD-19’dan ölümlerin büyük çoğunluğunu oluşturuyor
Norveç yüzde 64!
Kanada’da yüzde 57!
Irlanda’da yüzde 55!
Belçika’da yüzde 49
Fransa’da yüzde 49
Singapur’da yüzde 20
Avustralya’da yüzde 14
Bu arada İspanya’da yüzde 53, Portekiz’de yüzde 33 olduğu da bildiriliyor.
Peki Türkiye’de kaç? Yukarıdaki ülkelerin hayat standartları bizi katladığı için, nüfusumuza göre bakım evlerinde yaşayan yaşlılarımızın sayısının da, kıyaslama yapacak durumda olmadığı söylenebilir.
Ama şeffaflıktan yoksunuz, en iyi bakım evlerinde bile bulaşma çok sayıda olduğuna göre, bu konuda Sağlık Bakanlığı’nın bir açıklama yapması beklenmez mi?

Bilmediklerimiz o kadar çok ki
 Diyeceksiniz ki, Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı istatistikler o kadar sınırlı ki, elimizde mesela kaybettiklerimizin nüfus dağılımını bilmiyoruz; kaçının altta yatan diğer hastalıklar (yüksek tansiyon, kalp- damar, şeker, obezite...) nedeniyle kaybedildiğini, bu hastalıkların sıralamasını vb bilmiyoruz.
Kadın – erkek – genç oranını bilmiyoruz.
Bakanlık, tüm bu verilerin oturmuş vaziyette; birilerine araştırma ve rapor hazırlama görevi verilmiş mi, bilmiyoruz.
Dünya literatüründe, 40 bine yakın COVİT-19 ile ilgili yüzlerce açıdan araştırma yapılmış ve yayınlanmış durumda.. Bunlar arasında Türkiye’den kaç makale var? Beş mi, on mı, yoksa iki mi?

Siyasal zafer beklentisi mi?
Bakanlık, mesela, COVİD’den ölenlerin, sadece testi pozitif çıkanların COVİD ölüm olarak kodlanmasını buyurmuş durumda tüm hastanelerde.
Testlerin ortalama yüzde 50 kadarının doğru sonuç verdiğini biliyoruz, diyelim test negatif çıktı, yani COVİD değil diyor, fakat hastanın tüm klinik ve radyolojik bulguları COVİD diye bas bar bağırıyor.
Eğer bu hastayı kaybettikse, salgın hastalık veya zatürre olarak kodlanıyor. Dolayısıyla COVİD ölümlerine girmiyor.
Test yine negatifse ve iyileştirilip taburcu olduysa veya evden izleniyorsa, bu hstlar COVİD’den taburcu oldu diye mi kodlanıyor veya hiç hasta olarak istatistiklere sokulmuyor mu?
Şeffaflık yok.. Ama övünme had safhada! Bu durum, her ne kadar salgında üçüncü ülke durumuna yükselmiş olsak bile, COVİD ile mücadeleden bir “siyasal zafer” arzusu taşındığına işaret ediyor.
Yaşlı evleri ile ilgili rapor:

23 Nisan 2020 Perşembe

Egemenlik kayıtsız şartsız.... Saray’a ait değildir!

Orhan Bursalı, Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 23 Nisan Salı 2020

Türkiye’nin tartışmasız kurucu lideri, Milleti tek egemen ve Meclis’i de bu egemenliğin icra edilen merkezi ilan ettiğinde, 470 yıllık bir hanedanlık imparatorluğun yerine (1453- 1920) bir Millet ülkesi- devleti kuruluyordu. Osmanlı hanedanlığını Atatürk ve arkadaşları çökertmedi, yıkmadı. Dört bir taraftan sarılmıştı ve büyük bir çatırtı ile kendi içine – üzerine yıkıldı. İstilacılar da gelip teslim aldılar padişahı madişahı. Zamanını çoktan doldurmuş, her tarafından dökülen bir köhne eve dönüşmüştü.
Kuruluşunu ve giderek ayakta kalışını fethedilen topraklarda milletlerin ödeyeceği altınlara ve rüşvetlere borçlu olan İmparatorluk, kendi üretimini gerçekleştirememiş, tamamen dışarıya bağımlı kalmış ve Birinci Dünya Savaşı bahanesi son darbe olmuştu.

Yeni ile eskinin büyük çarpışması
Aslında 1500-1600’lerden itibaren durmadan yükselen bir güç ile 1600-1700’lerden itibaren durmadan gerileyen ve çöken iki farklı dünyanın uzun süreye yayılan bir transatlantik çarpışmasını izliyorduk. Batı transatlantiği yeni fikirlerle, bilimle aydınlanma ile felsefe ile büyük düşüncelerle donatılmıştı, Osmanlı transatlantiği ise boş, koftu.
Fethet ve vergi al dönemi çoktan bitmiş, ulus devletler dönemi başlamış, yeni emperyalizm, sanayi, bilim ve teknoloji devrimleri ve büyük paralar ortaya çıkmıştı. Sömürge çağının paylaşımlarının ardında çok güçlü bir birikim vardı, Osmanlı’da asla olmayan...
Yani son, çoktan belirlenmişti.

Kendini inşa eden lider
1850’lerden itibaren de, Osmanlı aydınları “kurtuluş reçeteleri” arayışına başlamıştı. “Türk ve dil” yeni arayışların temelini oluşturuyordu. Çağın milletlerinin iki ayırt edici ve birleştirici özelliği inşa edilmeye başlanmıştı.
Bütün bunlar olurken, kendisine Atatürk soyadı verilecek büyük bir lider, daha Selanik’ten itibaren ülkenin kara bahtını değiştirecek düşünce, plan, program ve siyasi arayışları içindeydi. Selanik’ten itibaren, Mustafa Kemal’in tüm siyasi, düşünsel ve askeri arayışları, girişimleri, savaşları, bir liderin kendini adım adım ve durmadan yükselerek inşa etmesinin tarihidir. Bu süreçte yaşadıklarının hepsi büyük başarının ve zaferin, Kurtuluş ve Kuruluş’un halkalarıdır. Tüm adımları, ilerleyişleri, geri çekilişleri, yeni ileri atılımlara ve bir üst aşamaya geçişi sağlamıştır.
Bir lider durup dururken doğmaz, hele Atatürk gibi bir lider söz konusu ise...
İstanbul’dan, Osmanlı’nın yurtsever bürokratları onu “bir şey mi yapacaksın, Kemal” sözleriyle ve büyük bir umutla Anadolu’ya uğurlarken, O “evet bir şey yapacağım” diyecekti ve tüm umutları, sevgileri Samsun’a oradan Anadolu’ya taşıyacaktı, yayacaktı..

Büyük devrimci kişilik
23 Nisan Mustafa Kemal Atatürk’ün programının can alıcı yeriydi, çökmüş ve bitmiş bir dönemle bağlarını tam kopartamamış arkadaşlarından büyük farklılığı, ayrılığı, ayrıcalığı, bitmiş hayaller, tükenmiş ve çökmüş tarihle ileriye asla yürünemeyeceğini bilmesiydi. Arkasından şüphesiz ki zorunlu olarak Cumhuriyet’in resmen ilanı gelecekti!
İleriye bakmak ve Anadolu’nun ayakta kalmasının ancak yeni ve çağdaş bir oluşumla, bir millet ve devletle mümkün olabileceğini görebilen böyle bir düşünceyle, felsefe ve özgünlükle donanmış başka kimse yoktu.
Hiç bir maceraya kalkışmadı, gücünü aslı şurada burada tüketmedi. Kurtuluş’a Kuruluş’a odaklandı sadece..
Bu özellik büyük dâhilere, yaratıcılara özgüdür.
23 Nisan 1920, yeni devletin ve ülkenin, Milletin kayıtsız ve şartsız egemenliği ve bu egemenliğin de kayıtsız şartsız Milletin Meclisi ile icra edileceğinin ilanı, Atatürk’ün devrimci ve yenilikçi bir kişiliğinin zorunlu bir sonucuydu.
19. ve 20 yüzyılın ve çağımızın en büyük ve sürükleyici liderinin bu topraklarda doğmuş olması ve kendi şansını tamamen kendisinin yaratması, olağanüstü bir serüvendir.
***
Saray, geçmişin köhne yapılarını simgeler. İçinde oturanların, çevresinde kümelenenlerin ve geçmişe özenenlerin bir geleceği olabileceğini tarih ve zaman bize göstermiyor.
Meclis’in ve dolayısıyla milletin iradesini gasp eden yeni sistem, bir ara dönemdir. Geçicidir. Bitecek ve daha güçlü bir millet iradesinin kuruluşuyla sonuçlanacaktır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920’lerin Meclisi olacaktır yeniden.
Bunun tüm işaretlerini görüyoruz ve yaşıyoruz.

22 Nisan 2020 Çarşamba

Bırakın öpüşmeyi, el sıkışma geleneğine de paydos, yerine bakın ne geliyor, Korona zamanları

Orhan Bursalı, Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet, 21 Nisan Salı 2020

Dünyada birbirini yakından tanıyan insanların karşılaştıklarında yanak yanağa öpüşmeleri, en azından yanak yanağa dokunmaları gelenektir. İki yanak, tek yanak ve üç yanak öpüşme. Rus geleneğinde yoldaşlar arasında dudak dudağa da öpüşüldüğünü, eski dönemin Rus ve Doğu Alman liderlerinde görmüştük (Brejnef – Honecker). Bu hararetli öpüşme dünya tarihinde mümtaz yerini almış durumdadır.
Bu “olay” üzerine öğrendik ki, sosyalist ülkeler liderleri arasında ağırlıklı olarak üç kez yanaktan, ama özel ilişkili liderler arasında da dudaktan “sosyalist kardeşlik öpücüğü” olarak yaygınmış. “Kardeşlik öpüşmesi”, Wikipedia’da bir Sovyet pulu üzerinde de görülüyor. Aynı kaynakta Fidel Castro’nun, Moskova’yı ziyareti sırasında Brejnev’in dudaklarından kaçmak için uçaktan ağzında Havana purosu ile indiği ileri sürülür. Yeltsin’in de Sovyet hiyerarşisi protokolünde bir “öpüşme kararnamesi” yayınladığını okuyorum başka bir kaynakta. Kim kimi ne amaçla ve nasıl öpecek! Madde madde, çok komik! Arafat ile Humeyni’nin de dudak dudağa öpüşme resimleri var.
Her neyse, sanırım bu öpüşme ritüeline korona dünyasında artık veda edilecek.

Veba salgını ve Kral’ın emri
İngilizler dudak dudağa pek mi hiç mi neyse atık, öpüşmezler. Bunun tarihinin 1439’da ortalığı kırıp geçiren veba salgınına kadar gittiği belirtiliyor. Kral VI. Henry selamlaşmada öpüşme yasağını koymuş ve gelenek olarak sürmüş. Yerini sıkı bir el sıkışmaya bırakmış.
Biz de öpüşürüz, kucaklaşırız. Epey bir zamandır da öpüşmeye siyaset bulaştı ve belli bir kesimin kafa tokuşturması biçimine döndü! Taa o zamanlardan koronayı mı görmüşler?! Ama öpüşmelerin daha önce de her yıl çoğu insanı hasta eden ve epey de öldürücü sonuçları olan griplerin yaygınlaşmasında ve bulaşmasında önemli bir rol oynadığını belirtelim. COVİD-19 artık tüm bu yakın selamlaşmayı bitirecektir, en azından toplumun bir kesiminden.
Neden öyle diyorum? Biz kucaklaşmayı öpüşmeyi seven toplumuz, herhâlde bizden kalkmaz.

Kanada hükümetinden talimat
Peki el sıkışma ne olacak? Sağa sola tutmaktan bile çekindiğimiz bir zamanda?
Önümdeki metin, öpüşmeyi ilk bitiren millet İngilizlerin el sıkışmayı da bitirdiklerini söylüyor. Halk sağlığı kuruluşları bu konuda uyarıyor! Fakat insan insana sıcak temassız olur mu: Yatay yumruklaşma, yumruk çarpma girmiş yerine. Zaten bu yumruk çarpma epey zamandır yayılmaya ve bizde bile kullanılmaya başlanmıştı. Bunun bir başka türü de şuydu: Çak! Fakat bunlar selamlaşma yerine kullanılmıyordu, şimdi yumruk çarpma selamlaşmasına dönüşüyor!
Kanada hükümeti virüsten korunma önlemleri arasında yurttaşlarına şunu tavsiye ediyor: Birbirinizi selamlama şeklinizi değiştirin. Bir el sıkışma, bir öpücük veya birbirine sarılmak yerine, dostane bir el sallama veya dirsek çarpmasını tercih edin. Bu sizi solunum virüslerine çok daha az maruz bırakacaktır.

“Pandemi Kültürü”
Önümdeki güncel bir metinde, mesela bir yıl önce el sıkışmanın reddi, hakaret kabul edilirdi diyor. Haklı! Bizde bu reddiye nerelere varırdı, bir düşünün!
İşe araştırmacılar da girdi: Ottawa'daki Carleton Üniversitesi'nden Sheryl Hamilton ve Antropolog Neil Gerlach, insan davranış ritüellerindeki değişim hızı artıyor diyor ve “pandemi kültürü”nden bahsediyor! Bu kültür, “yüksek hastalık farkındalığı çağına” özgü; eski gelenek ve alışkanlıkların yerini yenileri alacak. Dirsekleşme veya yumruk çarpmanın pek tutacağına inanmıyor, “dostça bir gülümseme ya da başla derin selamlama”, yani temas etmeden selamlaşmaya geçeceğiz.
Bu değişimin kalıcı olması beklenir. Ne eskinin vebası ne kolerası ne diğer büyük salgınların değiştiremediği selamlaşma riteülleri, SARS virüsünden sonra adım adım değişmeye başladı. Yeni Koronanın buna son noktayı koyacağa benziyor!
COVİD 29,  sen nelere kadir olacaksın daha, göreceğiz!

21 Nisan 2020 Salı

Korona sonrası: Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak mı?– 2, gerçek iktidar kim?

Orhan Bursalı, Bilim ve Siyaset,  Cumhuriyet, 20 Nisan Pazartesi 2020

Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” yaygın görüşü üzerine geçen hafta yazmıştım. Bu konu üzerine çok yazılabilir. Şüphesiz ki öncelikle bu konu dünyada geçerli bugünkü siyasi ve ekonomik düzeni ile ilgili. Yeni korona virüsün dünyadaki düzeni soktuğu büyük açmaz ve zorluklara bakılarak, üretilen veya durumdan yapılan çıkarsamadır.
Bu çıkarsamaya, yani bir virüs mü devrim yapacak alaylı sorusunun da yöneltildiğini belirtelim.

Dünyanın egemeni Mali Sermaye
Burada “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” varsayımı, dünyayı esas yöneten “finans kapital”in (mali sermaye), egemenlik haklarından, daha doğrusu doğrudan kendisinden vazgeçeceğini içermektedir.
Ortaçağdaki gibi, büyük bir ateş yakılacak, cadılar yerine Mali Sermaye üzerine atılacak, bir kibrit ve pufff. Veya mali sermaye kendini ateşe atacak.
Böyle bir şey olmaz
Peki şöyle bir şey olur mu? A) Sermaye (ve büyük şirketler) en yüksek kârlılık hırsından vazgeçecek. B) Sermaye, sahip olduğu varlıklara ciddi bir üst sınır getirecek ve geri kalanını sürekli olarak dünyanın ve toplumların iyileşmesi için harcayacak (veya birileri, veya sermayenin siyasi yönetimi bunu sermayeye dayatacak)... C) Sermaye, kendi üzerine bir toplumsal- siyasal üst yönetimin getirilmesini kabul edecek, belli bir kârlılığın dışındaki tüm servet yine dünyanın sorunlarının çözümü için harcanacak.. (Böyle olsa da tüm bu denetim vb mekanizmaları bile başlı başına bir sorun..)
Veya buna benzer öneriler...
Bu varsayımlar veya önerilerin hepsi, aslında evrensel bir “sosyal-izasyon sistemi”ni öngörür. Doğrusu gönülden desteklerim!

Sermayenin gücüne bakın!

Dünyada şirketleri yöneten bir ortak kurum yoktur.
Ama tüm kurumlar parayı yönetir! Dünya Bankası, İMF, dünya merkez bankları, tüm bankalar..
Şirketler dağıtılmaz.. Ama para dağıtılır durmadan.
Para, şirket kurdurur, şirket batırır, yenisini kurar.
Şirket egemenliğinden çok, paranın egemenliği söz konusudur.
Şirketi kaçır(a)mazsınız, parayı veya buna eşdeğerleri kaçırırsınız.
Şirketleri parçalarsınız, tekel olduklarında mesela, piyasayı, rekabeti körüklemek ve yeni girişimlere yol açmak için, yani kapitalizmin sürmesi için...
Ama parayı parçalayan ne bir kurum ne bir yasa vardır!
Sermaye, gerektiğinde siyasayı yıkar, kurar, satın alır, sıfırlar..

Sermaye ile eşitsizliğin büyüklüğü atbaşı

Bunları anımsatmanın nedeni, pek çok kez dile getirilen dünyayı yöneten şirketler gibi söylemlerin aslında ikincil – üçüncül değerlere sahip olduğunun ve ana gerçeği ıskaladığının - sakladığının altını çizmek içindir.
Bu nedenle, “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” sözünün gerçekleşmesi için, ‘Mali Sermaye’ nasıl kontrol altına alınır fikrinin göbeğine oturttum.
Bunun gerçekleşmesi mümkünse, dünyada siyasal ve soysal, ekonomik sistemi gerçekten değiştirmek ve yeni bir dünya kurmak mümkün olur (ülkelerde tek tek sosyalist vb devrimlerinden bahsetmeyin!)
Mali sermaye hem görünürdür hem de görünmez, ama dünyada iktidarın anası- babası çocuğudur.
Aklımda kalan bir rakam: Ölçülebilir – görünebilir olanı sanırım – tahminen likit 25 trilyon $. Yoksa 50 miydi?!
Bu zenginlik, bunun büyümesi ve büyüklüğü, aynı zamanda dünyadaki eşitsizliğin büyümesi anlamına gelir. Veya mali sermayenin büyüklüğüne, mesela son 30 yılda büyüme çizgisiyle, dünyadaki eşitsizliğinin büyümesi çizgisi aşağı yukarı  örtüşür. En azından ortak bir grafikte birlikte yükselmesi açısından..

Tartışma açık
Evet çok yönlü bu konuyu tartışalım. “Her şey artık eskisi gibi olmayacak” nasıl gerçekleşebilir, bu virüsten sonra? Korona ailesinden daha azgın bir virüs mü bunu halledecek? Mali sermayeyi ellerini havaya kaldırmış ve teslim olmuş görüntüsünü hayal bile edemiyorum!
 Ama bir yol var, ülkelerin önünde. Aklı başında bilge insanların siyasette ortaya çıkması ve bugünkü kepaze vahşi düzene, mesela Türkiye’de adım adım son vererek, gerçekten yeni ve uygarca bir yaşamın temellerini tark ilerlmesi.
Toplumu da yanına alarak...

20 Nisan 2020 Pazartesi

Tüm ulusun iktidarı olamamanın ülkece büyük sıkıntısı

Orhan bBursalı  Cumhuriyet, Bilim ve Siyaset 19 Nisan Pazar 2020

Tüm dünya zor bir dönem yaşıyor, ve belki de ilk kez bir “ortak düşman”a karşı ortak savaşılıyor. Bir saldırıya uğrayan insanlık var. Her ne kadar ülkeler öncelikle kendilerini kendi toplumunu koruyacak önlemler alıyorsa da, ve mesela ülkelerin epey kader birliği yaptıkları Avrupa Birliği içinde bile İtalya yalnız bırakılmanın acısını yaşıyorsa da, düşman bir ve ortak.
Bu çerçevede en büyük birlik evrensel karakterdeki bilimde görülüyor. İnanılmaz bir işbirliği, yardımlaşma ve ortaklık. Dünyayı bu beladan kurtaracak tek sistemin BİLİM olduğu gerçeğinde dost düşman herkes birleşmiş durumda. Bu önemli fotoğrafta, Bilim’in, bilimsel güçlerin neredeyse bağımsız bir evrensel güç - otorite olarak ortaya çıktığını da görüyoruz.

Aşı bulunmayabilir

Fakat iki nokta var.
Birincisi, bu evrensel bilim gücünde ne kadar payımız, katkımız var sorusu.
Bu sorunun anlamı, bilimde ne kadar üretici olabileceğimizle ilgili. Mesela bugüne kadar elde edilen bilgiler, COVİT-19 salgınından kesin olarak ancak bir ilaç veya aşı ile kurtulabileceğimizi söylüyor. Yoksa kısıtlı, virüsün yarattığı yeni yaşam koşulu içinde hayat sürecektir, virüslü dikkatli bir hayat.
Fakat aşı veya ilaç için umutlar büyük, herkes kesin kurtuluşu orada görüyor.
Aşının 18 ay içinde bulunması, adeta bilimde mucize olarak kabul edilecek. Bilimin içinden paylaşılan yorumlar böyle. Gökhan Hotamışlıgil, “hatta bulunamayabilir bile” diyor. Çünkü bu Coronavirüs ailesinin önceki üyelerine karşı (Sars...) aşı geliştirme başarısız oldu. İlaç konusuna da aynı gözle bakmakta yarar var. Kesin önümüze gelinceye kadar.

Her şey YENİ NORMAL’e göre

Ancak, bugün bilimde yaşanan büyük işbirliği, belki de bu durumu değiştirecektir. Bilmiyoruz. Buradan çıkartılacak sonuç, sonbahara kadar aşı bulunacak ve hayat eski normale dönecek biçimindeki anlayışın rehavetine kapılmamaktır. Hayatın ve üretimin bütününü bu YENİ NORMAL’e göre yeniden düzenlemeye başlamaktır. Tepeden tırnağa..
Bir aşı ve ilaç geliştirilmesi durumunda, bunu öncelikle kimlerin kullanacağı, küresel hacimde üretimin nasıl olacağı da, daha şimdiden tartışılan önemli bir sorun. En ucuz, herkesin en kısa sürede aşı veya ilaca ulaşması nasıl mümkün olur, bile tartışılıyor. Aşı veya ilacın bir şirketin ve ülkenin malı olamayacağı düşüncesi de bu kapsamda dile getiriliyor.
Ama yine de, ülkemizin bilim güçlerinin aşı ve ilaç araştırma ve üretimlerinde yeni çözümler ve uzun vadeli araştırmalara odaklanmasının planlanması şart. Bu alan, ne kısa süre önce yaşadığımız gibi kişisel şov kaldırır ne de “dünyada üretirler, bize de düşer” gibi bir yaklaşımı kabul edebilir.
Bunun için üniversitelerin başlarında hırs, düşmanlık veya siyasal bağımlılıkla hareket edecek insanlar bulunmamalı. Bilim güçlerinin önünü açacak yönetimler işbaşına gelmeli. Sağlık araştırmaları, her yönüyle yeniden planlanmalı.

Ülkenin elini yağını bağlamayın

Daha da önemli bir konu, ülkeyi yönetenlerin, tüm ülkenin tüm milletin yöneticisi olmayı başarmaları konusudur. Şunu anlamakta zorlanıyor insan: Ekonomi şimdi de virüsle birlikte daha ağır bir darbe yemişken, krizden en çok etkilenen milyonlarca insan temel yaşam ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak bir duruma sürüklenmişken, Rejimin birleştirici değil, muhalefeti eskisi gibi dışlayıcı, toplumu parçalayıcı siyaseti elden bırakmamış olmasıdır.
AKP’li Cumhurbaşkanının, muhalefeti ve gerçeğin peşinde koşan gazetecileri “temizlenecek virüsler” olarak görmesi, bu ülkeyi yönetmekten giderek acizliğe düştüklerinin dile getirilmesi mi oluyor?
İçişleri Bakanı Soylu’nun yardım topladıkları gerekçesiyle İstanbul ve Ankara gibi büyükşehir belediyeler hakkında, paralara ve hesaplara el koyduktan sonra, şimdi de soruşturma açma hazırlığına girmesi, milletin birliğini değil parçalanmasını öngören politikaların iktidara egemen olduğunu gösteriyor.
Böyle dönemlerde ne bu politikaların geçerliliği olmalı ne de Soylu gibi politikacılara ihtiyaç.
Soylu, AKP’li Cumhurbaşkanının politikalarının en sert uygulayıcısı olduğunu göstermektedir ve bu da neden geri çağrıldığını açıklamaktadır.
Milleti bölmeyin, ülkeyi germeyin kucaklayın, yerel yönetimlerin elini ayağını bağlamayı siyaset sanmayın. Olsa olsa ülkenin elini kolunu bağlamış oluyorsunuz.

19 Nisan 2020 Pazar

Gerçekten her şey farklı mı olacak?

  
13 Nisan 2020 Pazartesi
Bu kadar derinlemesine ve küresel ölçekte etkileyen, insanın elinde olmayan büyük bir olay insanlık yaşamamıştı. Diyelim ki 100 yıldır! Doğal olaylardan bahsediyoruz tabii ki. Depremler, seller gibi jeolojik, meteorolojik - iklimsel olayları da katarsak, bunların hiçbiri küresel bir korku yaratmadı ve yaşamı çok yönlü kesintiye uğratmadı. Yerel ölçekte yaşandılar.
Gerçi ilerisi için bu doğal olayların çok büyüklerini yerküre biriktirmiyor değil. Mesela iklim değişimi... Bunun henüz başlangıç aşamalarındayız. Virüsün bugünkü etkilerini solda bırakacak muazzam etkilerinden bahsedeceğiz..
Virüsler de “doğal olaylar” kategorisinde şüphesiz ki. “Doğal”ın biyolojik yaşam bölümünde...

Biyolojinin üstünlüğü
Virüsleri, insanoğlu elindeki olanaklarla, bilim ve teknoloji güçleriyle kontrol edebilir, edecek de. Şu veya bu şekilde. Sosyal mesafe ile, ilaçla, aşı ile... Ve bununla birlikte “normal” yaşamını sürdürebilir.
Ama iklim değişimini kontrol edemez, dünyayı altüst edecek bir değişim söz konusuysa tamamen buna uyumlu bir yaşam söz konusu olacak. O zaman neler yaşayabileceğimizi şimdiden kestirmek zor. Ama felaket senaryoları çok var tabii.
Biyoloji, bizim bir parçamız. Virüsler de. Hepsi toplam yaşamı oluşturuyor. Bu nedenledir ki biyoloji, insanlık ve tüm canlılar için bilimlerin anası olmaya adaydır. Zaten insanlığın yarattığı parasal değerlerin büyük bir bölümü de bu alana harcanmaktadır. Ar-Ge olarak. Düşünün ki dünyada mesela kanser araştırmalarına her yıl 6 milyar dolar gidiyor.
Covit-19 gibi bir küresel olay şunu gösterdi ki, her ülke bu alanda çok güçlü olmalı, yetişkin insanıyla, araç gereciyle, Ar-Ge’siyle.

Doğal olayın muhteşemi
Dedik ki son yüzyıl içinde insanlık, böyle küresel ölçekte hayatı kesintiye uğratan doğal bir olay yaşamadı.
Yaşadığımız olayın bundan sonra dünya düzeni üzerinde, siyasal, ekonomik ve sosyal etkisi büyük olacak. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Düşünürler, pek çok kanaat lideri tartışıyor, fikir ileri sürüyor. Kimi evet diyor, kimi ise daha dikkatli konuşuyor. Herkesin kendi ulusal sağlık, gıda turizm politikalarını gözden geçireceğini söyleyen de var.
Sosyal medyada bu soruyu sordum. İzleyicilerden gelen yanıtları incelediğimde, umutlu olanlar var, kesin - mutlak olacak, diyorlar.
Umutsuz olanlar var çok sayıda, değişmesi gerek ama kim değiştirecek, hayır değişmez... tarımda ufak tefek ülkelerin kendine yeterliliğini dikkate alan değişimler bekleyenler var. Siyasal olarak daha otoriter ve faşizan rejimlere kapılar açılacak görüşü de yaygın. Ama dijital dünyanın buna olanak tanımayacak yeni bir büyük muhalefet odağı olacağını düşünenler de.

Muhafazakârlık ne zaman değişir?
Ama büyük çoğunlukla değişen bir şey olmayacak diyerek yaşadığımız eski krizleri, savaşları vb ileri sürerek, bunlar neyi değiştirdi dünyada sorusunu soranlar da..
Değişmeyecek şey, ağır sömürü, yoksulluk - zenginlik diyenleri okuyorum.
Muhafazakârlık değişmez, bunlar yeniden durumu korurlar dünyada ve toplumlarda, düşüncesi tartışmak istediğim ana konuydu.
Değişimin önünde en büyük barikat. Parasıyla, topuyla tüfeğiyle, geçmişin kültürel kalıp yapısıyla...
Muhafazakârlık yıkılmaz bir şey mi!... Tarih öyle demiyor. Toplumlar yaşam koşulları ortadan kalkma tehlikesiyle fiilen karşı karşıya kaldıklarında, liderlerini bulurlar ve değişimin bayrağını taşırlar.
Durup dururken büyük kitlelerin köklü değişim isteği olmaz. İnsanoğlunun toplumsal karakteri böyle gözüküyor.

Virüs devrim mi yapar?
O zaman soruyu yeniden soralım: Covit-19, önümüzdeki 6-12 ay içinde etkisini yitireceği varsayımıyla, toplumda, kitlelerde köklü değişim isteği yaratabilecek bir güç mü?
Mesela ekonomi ve sosyal hayat, tam değil ama hemen hemen önemli ölçüde eskiye dönerse?
O zaman “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” bir lafazanlık olarak boşlukta dolaşıp mı duracak?
Bu konuyu tartışalım.
Sosyal medyada paylaşımım şöyleydi: “Artık dünya Covid-19’dan sonra hiç eskisi gibi olmayacak, sistem değişecek söylemine bayılıyorum. Özellikle ekonomik ve toplumsal muhafazakârlık yerle bir olacak, virüs dünyanın en büyük devrimini yapacak desenize.. İnanıyor musunuz?
Bu noktada Ahmet Yavuz’un yanıtını paylaşayım: Devrimi virüs değil, ondan ders çıkarabilirlerse liderler, kadrolar, toplumlar yapar.
Bir de acaba düzenin egemenleri, patronlar ve bunların hınk deyicisi siyasiler ne diyor?..

Gazetecilere virüs olarak saldırmanın hafifliği, Türkiye susmaz

orhan bursalı  cumhuriyet, 16 nisan perşembe 2020

AKP’li, Cumhur ittifakının Cumhurbaşkanı, bu ittifakın dışında kalanlara karşı sürekli öfkeli; hele gerçekleri ve eleştirileri dile getiren ve muhalefet partilerine yer veren medyaya ateş püskürmeyi sürdürüyor. Son bir konuşmasında topa tuttuğu muhalefeti ve havuzlanamayan medyaya karşı ağır hakaretlerde bulundu ve "Ülkemiz sadece koronavirüsten değil, aynı zamanda bu medya ve siyaset virüslerinden de inşallah kurtulacaktır" dedi.
Siyaset virüsleri” dediklerine karşı ne yapar bilmiyoruz, kastettiği başta Kılıçdaroğlu olsa gerek, çünkü konuşmasında onu da yalan yanlış şeyler söylemekle suçladı. Zaten Kılıçdaroğlu başdüşmanı!
AKP’li Cumhurbaşkanı’nın eleştirilere tahammülü adeta sıfır.
İstiyor ki yanlışları, hataları görülmesin, susulsun, ses çıkarılmasın, yazılmasın, çizilmesin. Bu ancak diktatörlüklerde, askeri olsun, sivil olsun, faşist olsun, otoriter rejim olsun geçerli olur. Hayır bu durumlarda bile geçerli olmaz.
Çok şükür, Türkiye’yi sessizliğin hüküm sürdüğü bir ülkeye dönüştürmek, geçmişte de hiç mümkün olmadı, bugün de yarın da olması zor. Geçici durumlar yaşadık, o zamanlar bile dikta heveslileri rahat yaşayamadılar, ne kadar asıp kesseler de. Türkiye’nin, yaşadığı sıkıntılı geçmişlere rağmen, temel özelliği konuşulan - konuşan bir ülke olmasıdır. Bu gerçeği Cumhur İktidarı da değiştiremez. Bir dener iki dener, baskı yapar ama gerçeği değiştiremez.
“Ülkemiz sadece koronavirüsten değil, aynı zamanda bu medya ve siyaset virüslerinden de inşallah kurtulacaktır...” sözünü açıkça sarf eden bir lider, yasal olarak ülkenin Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyor olabilir, ama herkesin Cumhurbaşkanı olmadığını da kabul etmiş sayılır. Kendisinden olmayanları, mesleğini dürüstçe yapanları virüsle eş tutmak, ve temizlenecek kategorisinde görmek ve ilan etmek, nefret ve kinin vardığı tepeleri gösteriyor.

“Medyayı temizle”
2008’den beri, iktidarın sevmediği hoşlanmadığı gerçekleri yazan, veya eleştirel düşüncelere yer veren medyayı “temizleme” politikası uygulanıyor. Devlet Banklarının kredileri devreye sokularak oluşturulan “havuz medyası”, devşirilen satın alınan gazete ve televizyonlardan oluşturuldu. İktidardan nasiplenen – beslenen bir dizi TV ve medyaya eklemlendi. İktidara eklemlenenlerin hala korudukları başlıca özelliği, “laik bilinenler - görünümleri” oldu.
Ama bu sadece bir görünüm aldatmacası, algısı. “Bakın bu eskiden beri tanıdıklarınızın, bir zamanlar bize karşı olanların hepsi şimdi bizim saflarımızda, bizi doğru buluyorlar ve destekliyorlar” gibi, artık halk nezdinde bile geçerliliği olmayan bir sahte inanç yayıyorlar.

Rahatsızlığın kaynağı: Gerçekler

 Otoriter yönetimler kişilikler demokrasiden, güçler ayrılığından, bağımsız ve tarafsız yargıdan, halka eşit davranmaktan, görüş çeşitliliğinden, eleştirilmekten asl hazzetmezler. Ellerinin altında da kullanabilecekleri mahkemeleri her zaman bulundururlar, bulundurmak isterler. Birer cellat giyotini olarak kullanmak için.
Bunca çabalarına rağmen, havuzladıkları medya sürekli itibar kaybetti, geri kalan medyanın da bir küçük pencereden de olsa hep gerçekleri de dile getirme eğilimi içinde oldu. Tabii Fox tv, Cumhuriyet, Sözcü, Tele 1, Halk tv, Birgün, Evrensel, KRT ve saymamız gereken Karar gibi tv ve gazeteleri de gerçeklerin peşinde koşanları için anmalıyız.
Aslında gazetecilik kendini baskılar karşısında yeniden yaratmanın yolunu her zaman buluyor. Çünkü gerçekler, gün ışığına çıkmak için gazeteciliği zorluyor ve bunu başarıyor.

Barışlarla başladı
AKP’li Cumhurbaşkanının nefretle Virüs olarak tanımladığı ve temizlenecek dediği olay aslında geçen ay başladı, Barış kardeşlerim, Hülya Keskin, Murat Ağırel, Ferhat Çelik, Aydın Keser..
Sıfır yasal haklılık, sıfır hukukla içerideler. Aslında, Osman Kavala da olmayan hukukla içerde.
Ülkeyi krizler karşısında savunmasız bıraktılar ve COVİD-19’ın bu kadar dal budak salmasını da, ilk başta seyrettiler.
Verdikleri paralar, devasa kriz karşısında kimseyi ayakta tutabilecek hacimde değil. Har vurup harman savurdular, hala inşaat peşindeler ve bütün bu kötü yönetimin ceremesini bu ülke ağır çekiyor, bu sürecin de sonu gözükmüyor.
Bu koşullarda, vurun, susturun, konuşturmayın politikasın daha çok sarılmak zorundalar. Mesela Habertürk’ün sabah normal programı bile, konukların gerçek dışı şeyler söylediği gibi komik bir gerekçe ile kaldırıldığı bir “özgürlük ortamı”nda yaşıyoruz.
İktidarın her noktadan telefonları çalışıyor. Mahdumun bile eli telefonda...