Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

29 Nisan 2017 Cumartesi

Bataklıktan nasıl çıkacağız.. AB’nin siyasi denetlemesi.. Kadri Gürsel, gazeteci büstü!

  
Zor bir durum, bilgisayarıma düşen Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün yeni raporu, bizim için şüphesiz ki bir yüzkarası durumun ağırlaşarak sürdüğünün kanıtı. 4 sıra daha gerileyerek 180 ülke arasında 155.sıradayız. Biz buna bakarak üzülüyor olabiliriz, ama bu durumun sorumlusu iktidarın ellerini ovuşturduğunu söylersek abartmış mı oluruz?
Kesinlikle hayır! Yüzlerinden bir üzüntü kıpırtısı geçseydi bugüne kadar, sıralamamız 4 basamak artmaz, ama en azından 4, en iyisinden 20 basamak inerdi.
İktidarın kendisine yakıştırdığı “muhafazakar demokrat” maskesinin ahlakla, hukukla, yasayla, yargı ile, din ile, özgürlüklerle ilişkisinin düzeyini veya niteliğini görüyoruz. Yelpaze geniş, çağdaşlığın ve uygarlığın göstergelerinden hiç birinin karşısına artı işareti konamıyor. Şüphesiz, sandıkta yapılan sahtecilikleri onaylar demeçleri de, bütünün bir parçası olarak fotoğrafı tamamlıyor.

“Beni diktamla kabul et”

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM)’nin Türkiye’yi yeniden siyasi denetlemeye alma kararını tanımadıklarını söylüyor Cumhurbaşkanı. Şimdilik bu ifadelerin Avrupa’nın çok umurunda olduğunu sanmıyorum. Yani belirli ilkeler doğrultusunda karşılıklı ilişkiye giriyorsunuz, sonra da “bu ilkeleri fırlatıp atıyorum, beni bu şekilde kabul edeceksin” diyeceksin ve ekleyeceksin “istersen kabul etme, yoksa...”
Tüm Cumhuriyetten tutuklanan yönetici, çalışan ve yazarlara karşı açılan dava ve yöneltilen suçlamaların Avrupa’nın hiç bir ülkesinde adalette ve yargıda (boş verin demokrasiyi!) karşılığı yoktur. Hepsini tek tek yazamayacağım için, iki örnekten yola çıkalım, mesela Ahmet Şık ve Kadri Gürsel’i ne ile suçladığınızı anlatın.
Türk ceza yasasını bilen bir Avrupa mahkemesinin karşısına bile çıkartılamazlar. Herhangi bir savcı, elindeki verilerle bir iddianame bile hazırlayamaz, hazırlasa bile bunu kabul edecek mahkumu bulamaz.
Kadri Gürsel, uluslararası nitelikte ciddi bir gazeteci yazardır ve hayatı boyunca bunu kanıtlayan davranışları bir gazetecilik normu olarak bile kabul edilebilir. Savcılar suçlama yapacak yapamıyor, “adeta” ile başlayan, özür dilercesine laflar. “Adeta cinayet işledi..” gibi bir suçlama yapılabilir mi, evet, Türkiye’de..

Gösterin tek bir FETÖ’cüyü

Kadri Gürsel meydan okudu: 92 Fetöcü ile ilişkimi yazıyorlar, tek biriyle telefon konuşması yaptığımı göstersinler..
Bugüne kadarki iddianameler bu tür suçlamalara hiç olmazsa kanıt diye, yapılan telefon konuşmalarını deşifre eder cümle cümle yazarlardı. Tek bir cümle yok. Ayrıca cep telefonunda bazı cemaatçilerin telefonlarını bulunması neye göre suç olabilir, diye sorduk.
Bunların hepsi gereksiz sorular, çünkü yanıtları yok.
Savcıların yaptıkları da suçlamalarının bir karşılığının olmadığını bile bile, bir sanal iddianame ve karşılıkları olmasa bile bir senaryo yazmak zorunda olmaları. Çünkü “Başsavcı” ve medya tetikçileri yazarlarımızı terörist ilan etti.
Hukuk ve yasalarla ilgisi olmayan bu suçlamaların ayıp bir senaryoya dönüştürülmek zorunluluğunun yaşandığı bir ülkede, bir değil, iki değil, beş değil, 10-20-30.. ihlal karşısında, Avrupalılar ne yapsaydı?

Avrupa’ya “vicdani” gerekçeler

Ahmet Şık’tan, Kadri Gürsel’den, karikatür emekçisi Musa Kart’dan, onyılların kitap emekçisi Turan Günay’dan... “Fetöcü” çıkartmaya çalışan bir iktidar, acaba Almanlar, Avrupalılar neden “Darbe girişiminin FETÖ ile bağlantısını gösteremedi hükümet...” demesine de bir gerekçe sunduğunu görmüyor mu?
Adamlar zaten saldırmak, terör örgütlerine kucak açmak ve onları masum ve haklı görmek için bahane arıyor..
FETÖ ile en çok mücadele eden insanları gel FETÖ’cü diye içeri at.
İnandırıcılığın sıfırı tüketir, ayrıca tabii ki, umurunda olmasa bile, haklı gerekçelerle diktatörlükle suçlanırsın.. Ve vicdani gerekçeler hazırlarsın onlara: Diktatörlüğün ezdiği insanlara koruma!
Bu iktidarın yaptığı Türkiye’ye eziyettir, çökmekte olan bir ekonomi ve tamamen mezarı kazılan bir demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk, yasalar ve adalet...

Bir enkaz ülkeye doğru

Avrupa’nın kararına “tamamen siyasi, asla kabul etmiyor yok sayıyoruz” diyorsunuz.
Tabii ki siyasi! Çünkü bu ülkede yaptıklarınızın da hepsi siyasi! Hiç olmazsa onların sıraladıkları maddelerin hepsi teknik, ve hepsinin Türkiye’de karşılığı var
Türkiye’de basın özgürlüğünü çukura ittiniz.. Sadece Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü değil, aynı zamanda Freedom House kurumunun yıllık özgürlük raporlarında da hem özgürlükler hem de basın özgürlüğü göstergelerinde yıllardır çukurun dibindeyiz.
Buna göre notumuz: 2016-2017
Basın özgür değil –6 puan daha düşüş,
İnternet özgür değil; 3 puan daha düşüş;
ülke yarı özgür; 10 yılda toplam 28 puan düşüş...

Debeleniyoruz, buradan nasıl çıkacağız...
27 Nisan 2017 Perşembe  / Bilim ve Siyaset 

26 Nisan 2017 Çarşamba

AKP yüzde 10’luk Hayır’ı nasıl kırdı ve başkanlık seçimleri meselesi - 4


Seçim öncesi yazılarımda şuna işaret etmiştim: AKP’nin evet çıkartmasının önündeki en büyük engelin, AKP-RTE iktidarına evet diyenlerden yüzde 10’a yakın bir kesiminin, frensiz bir reislik sistemine geçişe hayır demesidir.
15 Temmuz 2016 öncesi yapılan kamuoyu yoklamalarında, başkanlık sistemine evet diyenlerin oranı en çok yüzde 38’e çıkmıştı. 15 Temmuz 2016 Fethullahçı darbe girişiminden sonra bir araştırma yapıldı mı bilmiyorum.
Anket şirketlerinin genel kanaatine göre, AKP’ye oy veren seçmen oranı yüzde 44-46 civarında. Şüphesiz yüzde 41’in altını gördüğü gibi, yüzde 49’un üzerine de sıçradı.
2011 genel seçimleri: 49.83
2015 Haziranında: 40.87
2015 Kasımında: 49,46
Peki Referandum’da bu oy oranına ulaşabilir miydi ve başkanlık sistemine karşı direnci nasıl aşabilirdi?

Her seçimde düşmanlar gerek

15 Temmuz 2016 darbe girişiminin, Başkanlığa direnci aşmada katkısı ne kadar oldu? Elimde veri yok, ama olmadığını söylemek abesle iştigal olur. Yüzde 40’ın ne kadar üzerine çıktı?
2017 Referandum sürecine girildiğinde, AKP’nin anket şirketleri, Referandumda AKP’lilerin destek oyunu yüzde 44-46’larda tahmin ediyorlardı. MHP’nin parçalanacağı belli olunca (yüzde 7 Hayır’a kaçtı, tahminleri var), AKP henüz yüzde 50’nin altında seyrediyordu.
Düşmanlar gerekiyordu, her seçimde olduğu gibi.
AKP ve lideri kamplaştırmanın, ötekileştirmenin adıdır. Geriye doğru gidin, her seçimde bir düşman buldu ve seçim kampanyaları sürecinde “düşmanı” parçalamaya çalıştı. Bu bazen MHP, bazen CHP ve bazen de HDP- Kürtler oldu. Bazen de ikisi veya üçü birden.
Bu kamplaştırıcı- ötekileştirici politikasını, seçmenini kendi çevresinde tutmanın önemli bir tutkal aracı olarak kullandı. Bunları biliyoruz.

Hollanda Almanya düşmanlığının etkisi?

Bu kez Hollanda ve Almanya düşmanlığını olabilecek en üst düzeye yükselterek, bu kez yeni bir kamplaşma yarattı. Buradan Hayır direncini kırıcı puan aldığını varsayabiliriz. Bunu yurtdışı oylarında biraz görmek mümkün.
Almanya Dış İşleri Bakanı Sigmar Gabriel de, Spiegel’de yayımlanan Referandum öncesi söyleşisinde RTE’nin hakaret ve düşmanlığı tırmandırarak ve bir düşman bloğu yaratarak oylarını arttırma babası içinde olduğunu söylüyordu. Almanya bunu hesap ederek gerilimi tırmandırmamaya gayret etti, ama yine de RTE’nin içi boş Hitler suçlamalarının önüne geçemedi.
Hollanda ise tam bu tuzağa düştü ve uygulamalarıyla RTE’ye büyük destek çıktı.

Darbe girişiminin etkisi ne kadar?

Dünkü yazımda belirttiğim gibi, önemli siyasi gözlemciler, Başkanlığa Hayır direncini kırmada geçen yılki darbe girişiminde epey etkili olduğunu söylerken, Kılıçdaroğlu’nun yeniden bu konuyu gündeme getirmesinin de buna katkı sağladığı görüşünde.
MHP’den geldiği varsayılan yüzde 3’lük oy oranıyla ve sandıklarda yapılan sahtekarlıklarla birlikte, yüzde 51.4 e ulaşıldı, Hayır kırılarak baraj aşıldı.
Görünen o ki, sandığa dışarıdan müdahale, bir koz olarak hazırlanmıştı.
Şunu belirtelim: AKP genel oy bloğu esas olarak parçalanmadı. Genel seçimlerde Meclis’de çoğunluğu alma potansiyelini koruyor. Başkanlığa mesela RTE’ye oy vereceklerden bir kısmının AKP’ye oy vermeyebileceği de potansiyel vardır.

Şimdi ne yapacak?

Başkanlık seçimleri yapılsa, bugünkü Referandum sonuçları, yeniden tekrar edebilir mi, RTE seçilir mi, tamamen tartışma konusudur. 2,5 yıl var ve kim bilir ne sular akacak.. Hayır bloğu bunu önleyebilir. Ama 2,5 yılda neler değişir?
Ama aynı zamanda kim bilir, RTE bu süreç içinde hangi politikaları uyulamaya koyacak, bunu da bilmiyoruz.
Ama ana politikasının, MHP üzerinde olacağını, MHP’den kaçak yüzde 6-7’lik oy oranını geri getirecek önlemler üzerinde duracağını, MHP’yi başkanlığa yamama çalışmalarına ağırlık vereceğini rahatça söyleyebiliriz. En azından bugünkü durum açısından... MHP’den kopanlarla merkez sağda yeni bir parti doğar mı, güçlenir mi, bilmiyoruz.
Ekonomiyi toparlama olasılığının giderek azaldığını varsayarsak, bunun önümüzdeki süreci iktidar açısından olumsuz etkileyeceği de açık.
Şimdi seçimlerde yapılan sahtekarlığın üzerine gitme ve konuyu gerekirse hemen AİHM’e götürme zamanı.
Bu sahtekarlık açıklığa kavuşturulmadan bundan sonra yapılacak seçimlerin de bir garantisi olmayacağını, CHP acaba biliyor mu?
Bazıları CHP’nin ayak sürteceği görüşünde.

Böyle bir olasılık var mı?
25 Nisan 2017 Salı  / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Sandıklara siyasi ve yargısal örgütlü saldırı- 2



Bir okurum mesaj gönderdi ve “sahtekarlık tamam da, gerçekten referandum sonucu değiştirecek ölçüde bir oy sahtekarlığı var mı” diye sordu. Yaşadıklarımızın can alıcı sorusu bu mu? Bugüne kadar tüm seçimlerde oy sahtekarlığı şu veya bu ölçüde yapıldı, fakat ortaya çıkan olgular, bunların hiç birinin seçim sonuçlarını değiştirebilecek bir etkiye sahip olmadığını gösterdiği için, “olur böyle vakalar” denilerek yola devam edildi. Vicdanlar derin yara almamıştı.
Özellikle son seçimlerde kurulan, Oy ve Ötesi gibi sivil toplum hareketinin yanı sıra, partilerin sandıklar üzerinde dikkatleri ve sandık tutanakları ile YSK’nın sonuçlarını karşılaştıran paralel sistemler, nispeten vicdanları rahatlatıyordu.
Fakat Referandumda belki de ilk kez sandıkların siyasi ve yargısal örgütlü bir saldırıya uğradığını görüyoruz.

Güven sıfırlayan yargı

YSK’nın,
*seçim yasası ile ilgili bazı maddeleri “yok” saydığını ilan etmesi, iktidar mensubunun talebi doğrultusunda bu kararı alması.
*gösterdiği örneklerin (daha önceki bazı kararlar ve AİHM kararı gibi) durumla asla örtüşmeyen ilgisiz gerekçeler olduğunu görülmesi,
*YSK’nın mesela 170 bin kadar sandık varken, neden 480 bin kadar mühür yaptırdığı, bu mühürlerin nerelere ve kimlere dağıtıldığını açıklamaması..
Tüm bunları, sandık sonuçlarına siyasi bir saldırının unsurları olarak değerlendirmek mümkün.
Öyle anlaşılıyor ki, sonuçların eşite yakın çıkması ve kaybedilme olasılığının da olduğunun görülmesi üzerine, sandıklarda örgütü bir sahtecilik, B planı olarak hazırlanmış ve devreye sokulmuş.
YSK’nın tamamına yakını, AKP’nin atadığı ve yargıda üst düzeyde görev almış, hatta başkanı Rize’ye çay toplamaya gitmiş insanlardan oluşuyor. Ülkemizde yargının işleyiş örneklerini gördükçe, inkar edilmez bir eşgüdüm net ortada.

Kazansa bile sistem çöktü

Acaba sahtekarlık seçim sonuçlarını değiştirebilecek boyutta gerçekleşti mi? Bu soru, sandıkların örgütlü bir siyasi saldırıya uğramasının yanında önemini kaybetse de, yine de şimdiye kadar ortaya çıkan olgulara bakılacak olursa, evet demek henüz kolay değil. Bu soru ve yanıtı önemsiz kaldı diyorum, neden?
Çünkü, ilk kez YSK kendisinin de varlık nedeni olan seçim yasasını yok saydı! Yasa, mühürsüz zarf ve pusulaları tamamen geçersiz sayıyor. Bu kesin emirdir.
İkincisi, YSK bu kararıyla, yapılacak tüm seçimleri de yasal güvenceden yoksun ve her türlü oy-sandık dolandırıcılığını adeta serbest bırakmıştır. İktidarın kaybedebileceği anda, devreye girmeye ve yeni kararlar almaya hazır olduğunu gösteren bir YSK var karşımızda.

“Kaybetmemek için her şeyi yaparım”

Üçüncüsü, iktidarın tutumudur. Var olan itiraz başvurularının tüm yollarının kapalı olduğunu ısrarla belirtmektedir. Hele Adalet Bakanı! İdari Mahkeme ve Anayasa Mahkemesi’ne adeta talimat verir pozdadır.
Oysa, başvuruları kabul veya reddetme işi mahkemelere aittir.
Dördüncüsü, buna yargı karar verecektir, diyebilecek kadar bir adalet ve hukuk nosyonundan yoksun bir iktidar, kaybetmemek için her şeyi yapabilecek yapıda olduğunu da gösteriyor. İktidardan düşmek en büyük korkularıdır ve salt bu ruh hali bile totaliter zihniyetlerini yansıtıyor. YSK kararını bağlı olduğumuz uluslararası mahkemelere götürülme olasılığına karşı ttumları da bu zihniyetin parçası.
Beşincisi, bazı sözde tarafsız kalem erbabının, bırakın bu işleri, oturup büyük şehirlerde iktidarın kaybetmesinin zevkini çıkartın biçimindeki mastürbasyon önerileri de, toplumda hak ve adalet arama, yasadışılığa karşı durma ve güvenli seçim isteğini aşağılama tutumları, toplumsal ahlakın nasıl içinin boşaltıldığını göstermektedir.

Ahlak iflası

Mesele bir iki puan daha az veya çok oy olmak değil, seçimlerin herkes için yasal güvence içinde yapılmasının koşullarının var olmasıdır.
Bu köşenin temel düşüncesi hep şu oldu: Ülkenin yönetim sistemini tamamen değiştirecek böyle bir Anayasa değişikliği referandum ile yapılamaz. Anayasayı kabul etmeyen bir yüzde 50 oluştu.
Şimdi, bunun üzerine bir de yasal güvencesizlik eklendi.
Diğer bir yön: Siyasal İslam’ın, zaten yıllardır örneklerini verdiği adaletsizlik şeffafsızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk örneklerini, şimdi bu seçimlerdeki tavrı tam bir ahlaki bir iflası gündeme getirmesidir. Yeryüzünü, inançlılara bir ahrete dönüştüren –Evet farzdır, hayır cehennemliktir– söylemi ile, inancı da dini de değersizleştirmesi, başka bir ahlaki çöküştür.
Yarın: CHP....

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun!
                                         23 Nisan 2017 Pazar  / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet