Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

20 Şubat 2015 Cuma

Tıp ve Hukuk’a Baraj, El Öpme Olayı, Külliye-Yerleşke, Başarılı Kadın Bilimcilerimiz Üzerine

CBT Gündem sayı 1457,  20 Şubat 2015

Bilim hayatımıza bakacağız bu hafta, kısa kısa notlarla.

TIP VE HUKUK'A BARAJ: YÖK’ün Tıp ve Hukuk fakültelerine girecek öğrenciler için bir baraj puan belirleme kararı doğru ve geç kalmış bir karardır. Yıllar önce hukuk fakültesine girmek çok sıradan bir olaydı, Türkçe-matematik puanı getirildi ve nitelik bir basamak yükseltildi. Şimdi baraj puan getirecekler, geç kalmasınlar, kırk yılda iyi bir şey yapacaklar! YÖK Başkanı Saraç umarız bunu lalıkiyle uygulatır. Acaba çıtayı, hangi puana koyacaklar?!
Tabii, bu iki fakülteye girebilmek, gelişmiş ülkelerde öğrencilerin önce en az iki yıllık bir üniversite eğitimi şartına bağlı olduğunu anımsayalım. Bizde tıp ve hukuk düne kadar tam yolgeçen hanıydı. Şimdi bu hanların önüne bir iki basamak konuyor. Ama bunun yeterli olmadığını belirtelim.
Olayın önemli yönü, baraj puanın vakıf üniversiteleri için de geçerli olacağının açıklanması... Bu üniversitelerin önemli bir kesiminin, öğrencileri bir kapıdan sokup hızla diğer kapıdan çıkartacak, paralarını kasaya hızla kasaya atmayı düşünen bir “eğitim politikası” izlediklerini biliyoruz. Ayrıca çok sayıda ailenin “aman bir üniversite diploması olsun” diye, bir meslek bile öğrenme niyetinde olmayan çocuğunu özel üniversitelere doluşturduğunu da biliyoruz.
Bu tip öğrencilerin okullardaki maceralarını ve derslerle ilgisini (ilgisizliğini) dinlemekten bıktık! Bu nitelikte öğrencilerin bence epey üstün nitelik gerektiren hukuk ve tıbba sokulmasını önlemek gerek. Pek çoğunuzun “onların sokulmaması gereken başka fakülteler ve disiplinler de var” dediklerini duyar gibiyim.. mesela mimarlık mühendislik..
Böylece tıp ve hukukta, devlet –özel sektör arasında öğrenim ve kalite farkı da asgari ölçülere düşecek. Tabii okullar arasında öğrenim ciddiyeti sağlanabildiği ölçüde..
***


EL ÖPEN DEKAN OLAYI: Geciktik, ama yine de buraya notumuzu düşelim kayıtlara geçsin, önce habere tersten bakalım: RTE dekan beye elini öptürmedi! Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. M. Fatih Uşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Fahri Doktora verirken öpmek için elini kapar! Ama RTE elini öptürmez! Fatih bey neden RTE’nin eline hamle yaptı acaba? Erdoğan hocası olabilir mi diye düşündük, ama Erdoğan’ın hangi üniversiteden mezun olduğu ilişkin bile tartışmalı olduğu ve bir tek üniversiteli arkadaşınının ortaya çıkmadığını düşündük. Acaba karanlıkta kalmış bir hocalığı mı vardı, o da yok... Hocalar arasında “Cumhurbaşkanı hocaların da hocasıdır, o makama çıktığına göre..” biçiminde yaygın bir inanış mı var? Dekan bey acaba şaşkınlık çukurunda mı böyle hareket etmeye yeltenmiş? Bilmiyoruz.
Ama hiç yakışmamış.. Bu hareket dünyanın her yerinde ayıplanır! Dekan bey üstelim Dekanlık kontenjanından üniversitesinin etik kurulunda da görevliymiş!
Profesör olduğuna göre, hukuk fakültesine girişinin, matematik-türkçe kıstasından daha önceye gidiyor olabilir mi? Bilmiyorum, ama ülkemizde siyasetçinin elini öpmemek için mutlaka çok iyi bir eğitim almak da gerekmiyor. Bu, başka bir bilimsel kültürel eğitim ve anlayışını gerektirir. 
Şanssızlık mı diyeceğiz, yoksa ülkemizin siyaset- bilim ilişkisinin ayıplı konumunun dışavurumu mu.. Bilmiyorum. Haberi buraya taşımamın nedeni, aman dikkat demek sadece... Umarım sayın Uşan hata yaptığının bilincindedir.
Tabii üniversitelerimizin bu durumları, bir kaç yıl önceki bir haberi aklıma getirdi: “Bu işsizlik insanı profesör yapar!” başlığıyla yapılan haberde, üniversitelerin akademik kadro ihtiyaçları için verdikleri ilanlara 4 bini aşkın başvurular yapıldığını okuyorduk.
***
KÜLLİYE: Şunu da anımsayalım: Yukarıda sözünü ettiğimiz el öpme olayının gerçekleştiği törende, Cumhurbaşkanı RTE, ünversitelere kampus falan gibi isimler yerine tarihimizde örnekleri olan Külliye kavramının kullanılmasını da önerdiğini anımsayalım. Külliye, dini ve medrese gibi geniş yerleşke alanları için Osmanlı zamanında kullanılıyordu. Hala kullanılır. Bakın yerleşke dedim. Kampuslere yerleşke diyoruz. Türkçe! Buralarda bilimsel eğitim-öğrenim yalıpıyor. RTE her fırsatta dini ve Osmanlıyı çağrıştıran kavramları bize dayatacak bundan sonra da anlaşılan.
Yerleşke kardeşim! Merak ediyorum, el öpme olayı kadar vahim olacak Külliye kavramını üniversitesi için kullanan bakalım ilk kim olacak! Veya olacak mı!
***
BAŞARILI KADIN BİLİMCİLER:  Bu sayımızda bu kez h-15 ve üstü değere sanip 155 başarılı kadın bilimcimizin listesini veriyoruz. Bu tabloda şüphesiz eksikler olabilir. Mehmet Doğan hoca, daha şimdiden çok sayıda bilimcimizin, kadın-erkek- h sayılarında birer ikişer artış olduğunu belirtti. Yıl sonunda listeyi yenileyeceğiz! Bu bizim için sevindirici bir olay çünkü! Bu arada TÜBA’nın üye seçiminde h-20 sınır değerini ölçü alacağını açıklıyor Doğan Hoca, bu sayımızdaki yazısında.. Bu da sevindirici!
Geçen haftaki listeyi ve bu haftaki listeyi, yine bloğumda yayınlayacağımı belirtirim..
Yazacak çok şey var, ama yerimiz dar, haftaya kadar sevgiyle kalın..


Kadın Düşmanlığı Sona Eremez Bu Ülkede

Büyük bir iyimserlikle izliyorum Özgecan’ın ardından ülkede yaşananları.. Bir Özgecan’ın, alt insan grubundan ilkel birinin vahşetine kurban gitmesi ile Türkiye’de kadının yazgısının değişeceğine ilişkin pompalanan umut, beni çekip koynuna alıyor. İçimizde, işte şimdi, tamam, bu alçaklık kültürünün canına ot tıkama zamanı, tarihi bir fırsat çiçekleri yeşeriyor.
Öyle mi dersiniz? Size binbir çiçek resmi çekemeyeceğim ne yazık ki! Çünkü RTE birden “feministlere” saldırdı.. “Dans edeceklerine fatiha okusunlar!”mış. Feministler kim? Kadın eşitliği hakları ve özgürlüğünün radikal savunucuları...
Bu ülke, her yıl binlerce “cinayet”e kurban gidenlerin arkasından, “fatiha okutula okutula” toplumsal ilişkilerde gerileyip duruyor. “Fatiha okuyun”muş. “Sokaklara çıkıp istismar ediliyor”muş Özgecan.
İnsanların neyi nasıl anacakları, kime nasıl ve ne zaman fatiha okuyacakları, neyi ne zaman sokakta meydanda protesto edecekleri, kadın cinayetlerini nasıl yorumlayacakları konusunda, Başimam adeta fetva veriyor.
“Dinsiz imansız bunlar” söylemi
Yok hayır; biliyor ki bu söyledikleri muhalif ve uygar halkın büyük çoğunluğunun kalkanına çarpar ve parçalanarak yere düşer.
Bu söyledikleri, sürekli canlı tutmayla çalıştığı toplumun en geri, en bağnaz kesimlerine.. Onları çemberi içinde tutmaya yönelik konuşuyor. “Fatiha”, “Feminist”, “dans”, “sokak”, “direnme”, “gösteri”..  Şuna bakın: “Bu feministlerin dinimizle, medeniyetimizle ilgisi yok..” Hepsi, düşmanlık simgeleri olarak kullanılıyor
Tam bir Şeyhülislam.. Dinin ne olduğuna dair en kışkırtıcı fetvalar adeta. Kadın katilleri de “feminist”lerin, yani kadınların üzerine salınıyor: “Dinimizden değil bunlar..
Şüphesiz bu ilkel medeniyet ve din anlayışıyla, uygarlığın ve geleceğin bir ilgisi olamaz. Bu anlayışı ve sahiplerini, bu toplum eninde sonunda aşacaktır, aşmak zorundadır, yoksa kendisi varolamayacak... Ülkeyi saran büyük yolsuzluklarıyla, hırsızlıklarıyla birlikte..
Kadınları koruyor sözde: “kadınlar, Allah’ın erkeklere emaneti”. Bu sözü, “kadın-erkek eşit değil ve olamaz” anlayışını pekiştiriyor. “Kadınlar erkeklere emanet” bakışı, kadını erkeğin kölesi yapan gören ve öyle sürmesini isteyen anlayış.
Şunu diyor kadınlara yani: Sen bana emanetsin, başını türbanla, saçını gösterme, çalışma, evde otur, 5 çocuk doğur, erkeğinin sözünden çıkma, o sever de döver de..
Ve sonuçta tabii ki öldürür de.. Karısını, olmazsa sokaktaki kadını kızı.
“O lanet Batı Uygarlığı”
Hani düşünce soytarıları var, iktidarın eteklerine yapışmış... “Kadınlar açık-saçık giyindikleri için saldırıya uğruyorlar, batı medeniyeti suça teşvik ediyor..” diye yazan, içimizde modern kılıklarıyla dolaşan “Boko-Haram”lar yani..
Önümdeki dünya tecavüz haritasına bakıyorum: Şeriatın tam veya yarım hüküm sürdüğü, kadınların baskılandığı, örtüldüğü tüm Ortadoğu, İslam ülkeler ve Afrika en koyu kırmızısından tutun kıpkırmızı ile bulanmış. Kadın hak ve özgürlüklerinin en yüksek düzeyde olduğu ve kadın haklarını artık kültürel olarak da  epey içselleştirmiş Avrupa, İskandinav, Kanada ve hatta ABD’de ise kadınlara tecavüzün en az olduğu yerler.. Yani o lanet Batı Uygarlığı!
Önümde cinsel saldırı, tecavüz, istismar mahkumiyetlerinin grafiği, ülkemizden: 2007’de 6700 kadar. Yıl be yıl düzenli artarak 2013’de 23.250’ye çıkıyor.
AKP/RTE’nin ilk 4-5 yıllık cicim aylarının sona ermesinden itibaren, iktidarın İslami söylemleri, uygulamaları, kadınlara yönelik “erkeklere emanet”, kadın-erkek eşit değildir, kadının yeri evidir, kadın çocuk doğurmalıdır  politikaları yeri göğü sarınca, tabii bir de türbanlama galip gelince, kadın cinayetleri tecavüzleri de arşıalaya çıktı..
Şu dediklerine bakın: “Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, anası ölsün” (İMG); “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur” (AKP milletvekili, A. S. Üstün)...
Daha çok var, çalışan kadınların fuhuşçuluğundan tutun, hamile kadınların sokakta gezmesini lanetleyen ve 6 yaşındaki kız çocuklarıyla evlenme fetvası veren sapık kafalara, çocuk ve toplum düşmanlarına kadar.. Sürü sepet.. Toplasanız insanlık adına on para etmezler, ama iktidarın etek altında gezindikleri için toplum içinde ve erkeğin damarlarında dolaşan insanlığın en ilkeliklerini su yüzüne çıkartıp çoğaltıyorlar.
Bunların hepsi “dinci”. Yani tabii siyasal dinci.. Yeri göğü sarmış durumdalar ve aralarında tek bir “Allahın Kulu” çıkmıyor doğruları haykıracak.. Yapışmışlar çıkarlar için biribirine, “beraber doğduk iktidara, beraber gideceğiz” toplu söylemi içindeler.
Yeni mi Ağlıyoruz?!
Her türlü en gerici söylemin tepe yaptığı bu ülkede, kadına şiddet durmaz..
Özgecan ilk miydi? Bu ülkedebu iktidar döneminde neler yaşadık, neler gömdük, kimlere fatiha okuduk ve cenaze namazlarını kıldık, sokakları az mı doldurduk.. Ve bu tür toplumsal tepkileri az mı gösterdik..
Ama ülkemizdeki tüm ilkelliklerin en büyük koruyucusu ve geliştirici bir iktidar olduğu sürece, daha çok Özgecanların arkasından ağlayacağız. Ne idam durdurur bunları ne de başka bir şey.. 13 yıllık bir süreçte siyasal ilkelliğin toplumsal ilkelliği kışkırttığı bir erkek nesil ve bunu kabul iktidara hayran kadın nüfus ile birlikte yaşıyoruz..
Tabii bunlardan öncesi de ilkellik diz boyu idi ülkemizde

Şimdi ise katmerleşerek artıyor
--19 Şubat 2015 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

18 Şubat 2015 Çarşamba

Bilim İnsanları: h değeri Başarım Listeleri Üzerine

CBT Gündem, Sayı 1456, 13 Şubat 2015 Cuma 

4,5 aydır dergimizde parça parça yer alan, bilim dünyasında başarım değerlendirmesinde bir kıstas olarak kullanılmaya başlanan h-20 ve üstü değerine göre düzenlenmiş 358 bilim insanını kapsayan listeyi, erkek+kadın, tama yakın olarak, dergimizde yayımlıyoruz. Şüphesiz ki hâlâ bu listede ufak tefek eksikler olabilir. Listede yer almaları gerekirken gözden kaçmış veya bizim bu çalışmamızdan bihaber köşede bucakta kalmış insanlar varsa, bunları sonradan toplayıp dergimizde duyuracağız.
Bu arada, kadın bilimcilere pozitif ayırım ayrım yaparak, h-15 değerine göre düzenlediğimiz 155 kadın bilimcimizin listesini de gelecek sayımızda yayımlayacağız.
4,5 aydır bu konu üzerinde duruyoruz. Bu süre içinde pek çok bilimcinin atıf sayılarında artışlar olmuştur ve hatta h-değerlerinde de bir-iki puanlık yükselişler olmuştur. Artık bunlar önemli değil. Zaman içinde listedeki değerleri yenileriz.. 
Günce’mde (blogspot) yayınladığım önceki başarım listesinin bulunduğu sayfaya 13.000’i aşkın girişler oldu. Bu da gösteriyor ki, bilim insanlarımızın ilgisi çok yüksek. Tabii, bloğumdaki listeyi de yenileyeceğiz, gelecek sayımızı da yayınlayalım hele.
14 Eylül 2014 tarihli Anadolu Ajansına göre, (YÖK kaynaklarından derleme) akademisyen kadro sayısı 142 bin 437. “Bunun 20 bin 5'i profesör, 12 bin 839'u doçent, 31 bin 345'i yardımcı doçent, 20 bin 471'i öğretim görevlisi, 9 bin 990'ı okutman, 3 bin 672'si uzman, 44 bin 74'ü de araştırma görevlisi ve kalan kısmı da diğer akademik kadrolarda görev yapıyor.”
Bu kadrodan bilimsel araştırma yapabilecek olanlar, esas olarak, profesör, doçent, yardımcı doçent kadrosunda bulunanlar olduğunu kabul edersek, toplam sayıları 64 bin civarında. Tabii, araştırma görevlisi kadrosunda bulunan genç bilimcileri de aslında bilimsel yayın yapacak kapasitede görmek gerekir. Ekleyelim: 108 bin eder.
Soru şu: Bilimsel yayın yapabilecek 108 bir akademik kadrosu olan bir ülkede, h-20 değerinde yayın yapan bilim insanlarının sayısının 358 olması normal midir, ortalamalara uygun mudur? Üstelik bunlar arasında yurtdışı üniversitelerde bulunanları da dikkate alırsak?
HAYDİ AZİZ!
Başka soru: h-40 değerini aşanlar çok başarılı kabsul ediliyor, bu yönteme- sınıflamaya göre. Listemizde burada 57 bilim insanı var. Ama bunların 25’i yabancı üniversitelerde çalışmalarıyla bu başarıya ulaşmışlar. Üstelik h değeri yükseldikçe, yabancı üniversite adresleri artıyor. H-60 üzeri sadece Mustafa Soylak var (h-63). Ardından h-58 ile Salim Çıracı geliyor. Listeyi inceleyin.. Tabii Aziz Sancar dostumuz listenin başında! Sadece sayısal ve yüksek değerler olarak değil, yaptığı bilimsel çalışmaların yüksek niteliği nedeniyle, çığır açıcı temel bilimsel araştırmaları ve bu araştırmaların etkileri nerdeniyle de, Nobel’e aday olabilecek bir insanımız. Umarım son çalışmalarıyla da Nobel potasına basketini atar!
h-40 üzerine listesde toplam 8 kadın bilimci var. h-50 üzeri iki bilimcimiz yabancı üniversitelerde.
Bir başka mesele de, h değerinin gerçek değerleri ölçüp ölçmediği konusu. Sanırım böyle kitlesel ölçüm yöntemlerini devreye soktuğunuz her zaman, listelere giremeyecek ama önemli araştırmalara imza atmış bilim insanları olacaktır. Onlar ülkemizde de varlar, ama listemizde, kriterler nedeniyle bulunmuyorlar. Saygıyla selamlarım hepsini..

SORULAR SORULAR SORULAR
Soruları çoğaltabiliriz: Mesela h-değeri belirli kaliteyi öngörmesine ragmen, bilim insanlarımızın araştırma kalitesi, yeterli mi? Aralarında “çığır açan” kaç tane araştırma var? Bunların kaçı mesela patent doğurdu? Hayata geçirilerek uygulama alanları buldu. En azından önemli bilimsel araştırmalarda mihenk noktası kabul edildi.
Aralarında dünya biliminin kullandığı-kullanabileceği bir “yöntem keşfi” var mı?
Tabii şu soru hepsi kadar önemli: Türkiye’de yapılan bu bilimsel araştırmaların sonuçları itibariyle ülkemizde hayata geçmiş olanları var mı, varsa kaç tane? Türkiye’ye toplumsal-ekonomik değer olarak dönen araştırmaların  katkısı azsa veya hiç yoksa, burada temel bir sorun var mı, Varsa nedir ve bu sorun nasıl aşılır? Veya böyle bir sorunun yöneltilmesi çok mu anlamsız?
Bu listelerin, üniversitelerimizin bilimsel başarımlarında etkisi nedir?
Yayın yapmayan veya salt akademik yükseltme için “çöp yayın” kategorisine girecek kaç tane “araştırma makalesi” var?
Biliyorum ki, listeleri hazırlayan hocalarımız ünlü intihalcileri elimine ettiler. Fakat yine de ülkemizin dünya bilimcileri arasında epey düzeyde intihalciler düzeyinde görüldüğünü de hiç saklamadan dile getirelim..
Tabi, Mehmet Doğan hoca yazacaktır mutlaka: Toplam bilimsel yayınlarımızın yüzde kaçı, düşük değerde, üçüncü dünya ülkelerinde imal edilen, salt makale basarak para kazanmak amacıyla yayınlanan dergilerde yayınlanmıştır, makalelerimizin sayısı bu tür on paralık dergilerde mi artıyor yoksa itibarlı dergilerde mi?
Neyse epey tehlikeli soru günedem getirdik, daha fazla deşmeden Gündem’I bitirelim.
Gelecek hafta Cuma yeniden birlikteyiz, unutmayın!
Sevgiyle kalın..



Türkiye Bölünür mü?


Bölünür de bölünmez de.. Aslında, Kürt meselesi ülkenin salt bir iç meselesi olarak kalabilse, Kürtlerin ülkenin dört bir yanına dağılmış ve Türklerle her alanda ve her açıdan iç içe geçmiş varlığı, ülke bütünlüğü içinde birlikte yaşamayı öncelikli kılar. Çözüm bu çerçevede aranır ve herkesin yararına bir çözüm mutlaka bulunur...
Ama, Kürt meselesi salt bir iç sorun değil, dahası giderek tamamen “dış dinamikler” denen illetin rüzgarında gelişmektedir. Son durumu belirteyim: Türkiye’nin Kürt meselesini birlik yönünde çözmek giderek imkansızlaşıyor. Çünkü, İmralı-Kandil ve BDP’nin önünde “özerk yapı” oluşuyor: Suriye!
Irak demiyorum. Irak’ta zaten ABD’nin himayesine giren Barzani’nin özerk bir devlet yapısı var. ABD üstelik Erbil’de askeri lojistik üs açıyor.
Suriye’de ikinci Kürt özerk yapısı biçimleniyor. Burası PKK/PDP’nin. Kürtçe adıyla Kobani ve çevresi.

Esad Yönetiminde yeni Suriye yapılanması
Batı, IŞİD’i Suriye’den kesip atmaya kararlı. ABD, müdahale birliklerini oluşturuyor; bu kez daha hızlı davranacak. Obama’nın atadığı John Allen, “IŞİD’e kara operasyonu geliyor” dedi. Ayrıca Irak Ordusu bu amaçla hazırlanıyor. Esad ile ABD arasında IŞİD’e karşı açıkanmamış bir işbirliği var.  Güvenlik Konseyi’ne özel rapor hazırlayan Birleşmiş Milletler’in Suriye’de çözüm çalışmalarının Özel Temsilcisi Staffan de MistureEsad çözümün parçasıdır” diyor.
Bütün bunların sonucu, Suriye’de Esad yönetimi ülkeye egemen kılınacak, PKK/PYD Kürt Özerk bölgesi ile birlikte. Herhalde, Esad yönetimine ılımlı Şii muhalifler de entegre olacak. Yazmıştım: ABD’nin Suriye, Irak, Libya’dan ders çıkardı: Müdahale ettiği ülke yönetimleri parçalanıp yokolursa, yerlerini terör örgütleri, üstelik onlarcası alıyor. Şimdi devlet kurumlarını yıkma değil güçlendirme politikasına geçildi.
Yakın gelecek: Suriye’de Esad yönetimi ülkeye egemen kılınacak, tabii PKK/PDY Kürt özerk bölgesi ile birlikte. Herhalde, Esad yönetimine ılımlı Şii muhalifler de entegre olacak.

Kandil ve İmralı ile Suriye’de Komşuyuz
Bu ne demek? Bizim iktidarın elaltı-yeraltı müttefiki IŞİD kesilip atılacak, Türkiye, Kandil-İmralı-HDP ile bütünleşik bir Suriye Kürt Özerk Yönetimi ile komşu olacak.
Kürt Silahlı ve Siyasi Hareketi ve “çözüm süreci görüşmeleri” esas olarak bu gelişmenin dinamiğine girdi. Belirttiğim gibi, PKK/PYD Batının desteğini almış durumda. Genelkurmay İstihbarat Daire başkanı iken alçakça Silivri’ye tıkılan İsmail Hakkı Pekin, Aydınlık’ta yayımlanan ve Pazar gecesi de Habertürk’te Enine Boyuna’da paylaştığı bilgiye göre, PKK 235 uçaksavar silah aldı, TSK saldırı yaparsa kullanmak amacıyla! “PKK ateş kes süreçlerini hep yeni silah yığınakları için kullandı,” diyor.
 PKK’lı komutan Bersus, geçen cumartesi günü yayımlanan haftalık Der Spiegel’e konuşuyor: “IŞİD’e karşı Kobanı’deki savaşlarda Alman silahları çok işe yaradı, bunları bize Peşmergeler verdi”. Almanların Barzani’nin Peşmerge’lerini silahlandırdığı ve eğittiği haberlerini bir kaç aydır okuyorduk. Almanlar el altından, beklendiği gibi, PKK/PYD güçlerini de silahlandırıyor. Kılıf hazır: “Biz vermedik, ellerine geçmiş! Silahlar yollarını şaşırmışlar!” PKK’lılar ellerindeki Alman malı bazukalarla IŞİD tanklarını çok iyi vurduklarını söylüyor.
IŞİD’e karşı tabii ki iyi silah lazım. Ama Batı artık PKK’yı kucaklıyor ve onu terör örgütü olmaktan fiile olarak çıkartıyor...

Ankara ve PKK “Barış için” mi silahlanıyor?
Bu arada hükümet kanadından “barış oldu olacak” haberleri pompalanıyor. Ortak açıklama yaparlar mı, yaparlar. Suya sabuna dokunmayan, barış kardeşlik falanı içeren bir açıklama beklenebilir. Kürt Silahlı ve Siyasi Hareketi’nin yapılanmasını sürdürmesi için daha zamana ihtiyacı var. Ankara’daki Meclis’e ihtiyacımız yok diyorlar. HDP’nin seçime katılıp baraja takılması pek umurlarında değil. Ordu da Güneydoğu’ya komandolar gönderiyormuş.
Görünen şu: Her iki taraf da silahlanıyor. Ankara’nın iç güvenlik paketinin bir hedefi de bu. Muhtemel çatışma hazırlıkları.. savaş, olasılıklar arasında ağırlıklı sanki.

Yeniden soralım: Türkiye bölünür mü?
Dış dinamizmin Kürt sürecini iyice kucaklamasıyla birlikte, içeride kardeşçe sorunları çözmekten uzaklaşan bir Türkiye var. RTE’nin tek adam yönetim politikası, süreci şüphesiz hızlandıracak etki yapacak. Bazı akademisyenler de “AKP’den hâlâ bölgesel güç” olarak bahsediyor ve tecrit edilen RTE politikasını destekliyor!
Demokrasi ve hukuk yoksa, salt tek adam ve diktatörlük heveskarlığı varsa, ülkenin bölünmesi kolaylaşır. RTE çözüm sürecine “sandıkta oy devşirme mekanizması olarak” baktı. Milletin temsilcilerinden gizli sürdürülen görüşmelerin vardığı nokta, Kürt tarafının kazanç hanesine sürekli artılar eklemesi ile sonuçlandı.
2005’te RTE Diyarbakır konuşmasıyla aslında resmen başlattığı çözüm sürecini, 10 yılda bu noktaya vardırdı. Ve tabii sürece gözü kapalı destek veren “liberal/sol” paydaşlarının katkılarıyla.. Oysa daha başında ciddi bir süreci başlatılabilseydi, Meclis seferber edilebilseydi başka bir yere varabilirdik.
Ülkenin en büyük Ulusal Sorunu’nu “sandık ve güç alanı” gördü. Çözümü bu noktaya getiren bir anti demokratik iktidarı yapısı.. Şimdilik görünen o ki, seçimden sonra esas kaosu yaşama olasılığı artacak.
Yoksa ben rüyamda karabasanların esiri mi oldum? Umarım öyledir...Yok yok, tabii ki öyledir.. İnşallah..

--17 Şubat 2015 Salı / Bilim ve Siyaset - Cumhuriyet