Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

20 Mart 2012 Salı

Erdoğan’a Askeri Darbe?


Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kullanır mı? Erdoğan’a karşı MİT Darbe Girişimi’ni, bu kez Askeri Darbe Girişimi izler mi, nasıl ve ne zaman izler?
Bu köşe “fantezi” üretir oldu. Cemaat, denetlediği özel yargılama güçleriyle Erdoğan’a hukukun mızrağını gösterir mi, diye sorduk, bir ay geçti geçmedi MİT üzerinden Erdoğan’ı silkelediler!
Bu güçler, tıpkı yargı mekanizmasında olduğu gibi, uzun zamandır orduyu da denetim çabası içindeler..
Kayseri’deki dava ile ilgili belgeleri okuyunca, birden, Ergenekon ve Balyoz davaları konusundaki tutumları üzerine tanrının ışıkları düşüverdi!
İşte bu, dedim!
***
Cemaatin keskin kalemlerinin neden dört tahliye oldu diye, “dikkat Ergenekoncular güçleniyor” toplu yayınına giriştikleri anlaşıldı! Sorun sadece Odatv değil, hatta hiç değil.. Odatv, onların yarattıkları sadece bir korku havasıydı, fosladı! (*)
Cemaatçiler için esas sorun ise Ergenekon ve Balyoz!
Hele hele Balyoz! Bu davada amiralinden generaline, 365 subay yargılanıyor, 249’u tutuklu! Burada tahliyeler çorap söküğü gibi gelirse, bir de beraatler olursa diye korkuyorlar. Balyoz davasının, normal bir mahkeme ve yargılamada, iler tutar tarafı sıfır, bir iki kişi ceza alır mı tali şeylerden, o bile meçhul.. Davadaki hızlanmaya bakılacak olursa, bu tahliye ve beraat olanaklarını ortadan kaldırmak için, hemen ceza yağdırılacak bir sürece gidiliyor gibi..
Çünkü, ceza alırsa yargılanan subaylar, ordudan tasfiye olacaklar. Yerlerine ise yeni ordu güçleri yükselecek. Yani, cemaatin ordu içindeki stratejisinin ilkesi, suçlu-suçsuz değil, hızlı tasfiye! Ergenekon ve Balyozda mahkumiyetler, cemaate kendi güçlerini yükseltme fırsatını doğuruyor.
***
Kayseri’deki davası dedim, o da ne diyeceksiniz..
O dava, Hava Kuvvetleri Başsavcısı Zeki Üçok davasıdır. Üçok cemaatçi 3 astsubayın 2009’da “TSK sistemine girerek bazı belgeleri kopyalayarak birlik dışına çıkartıklarını” saptar ve olayın soruşturmasını sürdürür.
Dava Avukatı Hüseyin Ersöz şöyle diyor:
Soruşturma derinleştikçe bu kişilerin bir cemaatle bağlantılı oldukları tespit edilir. Bu bağlantılarını kabul eden şüpheliller, ifadeleri alındıktan sonra tutuklanır. Hiçbir kötü muamele görmediklerine ilişkin Adli Tıp ve GATA Raporları da dahil 39 sağlık raporu bulunmasına karşın, Başsavcı Zeki Üçok hakkında işkence yaptığı gerekçesiyle Kayseri Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açılır. İddia o ki, şüpheli ifadeleri "hipnoz" yöntemiyle alınmıştır! Kayseri Ağır Ceza Mahkemelerinde talep ettiğimiz tanık dinlenmesi, keşif vs taleplerinin hiçbiri kabul edilmeksizin, Savcılık esasa ilişkin mütalaasını Mahkemeye sundu. Zeki Üçok bu soruşturmanın ardından önce Sahte Çürük Çetesi Soruşturması'nda tutuklandı. Sonrasında 1. Sınıf Hakimliği düşürüldü. Sonra Balyoz Davası'nda da tutuklandı. Bir başka ifade ile "dokunan yanar" durumu...”
Yani Üçok hakkında, bir dizi uydurma suç oluşturuldu, Rusya’dan kadın getirip pazarladığı dahil!!!
Dava ile ilgili belgeleri okudum, astsubay ifadelerini, cemaat ilişkilerini, TSK bilgisayar sistemine nasıl girdiklerini, nasıl dışarıdan dosya eklediklerini, çıkardıklarını…
Üçok’un savunmasını okudum.. Belgelere, iddialara baktım… Bir “sahte belge üretim çetesi veya merkezi” sırıtıyordu. Siz de bakabilirsiniz: http://wp.me/pPwBF-1r9
Tam illegal komünist partilerin gizli hücre örgütlenmesi taktiğiyle TSK içinde ilerleyenler var..
***
 Ergenekon ve Balyoz davasında yargılanan subayların hepsi süründürülmeli.. Zamana oynuyorlar.. Suçsuzluklarının ileride ortaya çıkmasının önemi yok, o zamana kadar yükselen güdümlü kadrolar “malı götürecek..”
***
Peki bu durumun, “Başbakana askeri darbe ile ne ilgisi var”, diye sorar gibi bazılarınız..
Poliste ve yargıda örgütlenmelerinin, Başbakan ve hükümetle ne ilgisi varsa, aynı ilgi var!
Erdoğan ve (AKP) ile F. Gülen arasında savaş, yeraltında yerüstünde sürüyor..
TSK üzerinde denetim ve yönlendirme, cemaatçiler için, yılbaşı ikramiyesi önemindedir!
En büyük joker, yani!
***
Erdoğan bunun farkında (mı)!?
Hukukun mızrağı.. derken gelecek zamanda ordunun mızrağı
Şimdi bir yarış var:
Cemaatçiler hızlı bir mahkumiyet yarışında!.. Bir an önce, hemen!
Erdoğan ve iktidarı ise, özel yetkili mahkemelerle ilgili yasada bir an önce değişiklik isteğinde..
Bakalım kim kazanacak!
--
(*) HCemal gibi dostları bile, bu haltı yemeniz iyi olmadı zılgıdı geçiyor cemaatçilere! Bu mümtaz şahsiyet, yahu savunduğum şu Balyoz davasında sahte çıkan 1500 olgu nedir, diye bakmaz, bakamaz. Gerçeğe bakmak yürek ister çünkü!
--20 Mart Salı 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

19 Mart 2012 Pazartesi

Yargıyı Koruma İçgüdüsü?! Avukatlar, Kahraman!


Cumartesi günü, Sanık Sandalyesindeki Gazeteciler başlıklı, İstanbul Barosu, Ankara Barosu, Gazetecilere Özgürlük Platformu ve Türk Ceza Hukuku Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği sempozyumun bir kısmını izledim.
Avukat Fehmi Demir anlatıyor:
Odatv davasında Soner Yalçın’ın suçlandığı word belgelerinin virüs yoluyla bilgisayara bulaştırıldığına ilişkin raporu almışız. Sorgulama sırasında savcıya diyoruz ki, suçlamanızı dayandırdığınız bu belgenin Soner Yalçın’ın bilgisayarına dışarıdan yüklendiğine ilişkin ilişkin rapor burada. Siz hiç belgeyi bu açıdan araştırma gereğini duydunuz mu? Hayır diyor savcı.. Peki bilgisayarda gizli belgeler bulunduğunu ileri sürüyorsunuz, bu belgelerin gizli olup olmadığını kurumlara sordunuz mu? Yanıt yine hayır. Soruyoruz: Peki neye dayanarak tutuklama istiyorsunuz, belgelerin doğruluğunu bile araştırmamışsınız.. Savcı diyor ki, Hakim araştırır!.. Hakim’e gidiyoruz, o da aynı şeyi söylüyor, savcı araştırır! Sonuç: Tutuklama!
Bu davaların hukuksuzlukları, insan hak ve özgürlüklerinin nasıl çiğnendiği, ince ayrıntılarına kadar şüphesiz ki yazılacağı zamanlara giriyoruz!
Bazı “yorumcular”, insanların ciddi olmayan, doğruluğu araştırılmamış “delillere” dayanarak insanların yıllarca tutuklanmasını, yargının devleti koruma refleksi ile açıklıyor! Bunun için Adalet Bakanlığı’nda savcı yargıçları eğitici seminerler düzenleniyormuş!
Pardon, ama “devleti koruma” refleksi, kolay bir açıklama, buradaki özel durumu gözden saklıyor sadece! Biz ne çok sıkıyönetim-askeri mahkemelerde yargılandık, yöneltilen suçlamaların büyük çoğunluğu, hadi esası diyelim, “maddi delil”lere dayanıyordu! DGM’ler bile, ellerindeki yasalara uygun “fikir suçu” yöneltiyorlardı!
En ağırından devlet taraflısı yargıç ve savcı olsa bile, elindeki anında kof çıkmış bir “delil”e dayanarak, nasıl suçlama yapar, nasıl tutuklar, nasıl bir yılı aşkın süredir içeride yatırır insanları? “Devleti koruma içgüdüsü/refleksi” burada büyük bir palavradır! Olmayan bir “suç örgütü”ne karşı devleti korumak ne demektir? Biri bunu açıklasın!
***
Burada, ancak, genel anlamda, yargı içinde siyasi güdülen örgütlü bir yapıdan bahsedebiliriz.. Delil uydurukmuş, varmış/yokmuş, hiç önemli değil. Hedef kimse, neresiyse, içeri atılması gerekir. Bunun için belge adına zırvalıklar üretilir, bunlar hukuki imiş, sahte imiş, hiç önemli değildir.. Bunlar birer bahanedir! Bahane üretmek için herşey kullanılır..
Nitekim, bu özel yapıyı, MİT üzerinden Başbakana yapılan Darbe Girişimi’nde de herkes gördü. Bizim yıllardır yazdığımız “özel siyasi cemaatçi yapı”nın varlığını, bu kez iktidarın bizzat kendisi ve yazarları resmen yazıp çizmeye ve hatta bu yapının dağıtılması gerektiğini belirtmeye başladılar!
Bu özel yapının “devleti koruma refleksi” ile hareket ettiğini söylemek, bu yapının üstlendiği görevi görmek istemeyenlerin, “koruma güdüsü” ile ürettikleri başka bir bahanedir!
Bırakın palavrayı!
***
Avukatlar, Odatv’de verilen 4 tahliye kararını tamamen “dıştan gelen baskılara” bağlamaya da karşı. Fehmi bey diyor ki, mahkeme heyeti Odatv davasını eldeki delillerle asla meşrulaştıramayacağını gördü, bu noktada avukatların yetkin savunma çalışmaları ve tabii ki içeridekilere sahip çıkılması da etkili oldu.. İç dinamiklere vurgu yaptı! Haklıdır!
Çok iyi bir avukat ordusu yetiştiriyor bu davalar ve büyük çoğunluğu da zamanımızın kahramanları durumundalar! Avukatlar, birer insan hak ve özgürlükleri, hukuk ve adalet savaşçısı, sahteciliğe karşı uzman kesildiler!..
Bu nedenle, mahkemelerde avukatları susturmak, duruşmalara sokmamak için yasadışı kararlar alındığını söylüyorlar.. Savunmayı susturmak için, avukatlar hakkında suç duyurusunda bulunuyor mahkeme ve savcılıklar! Sadece avukatlar için değil, bizzat “sanıklar” için de! İnsanın savunma yapması için, deveye hendek atlatması beceresini göstermesine gelip dayandı!
Efendim, Sayın ve büyük yargıç ve savcı beyler ne kadar haklısınız, Siz bilirsiniz, en büyük sizsiniz, rica etsem tahliye eder misiniz, evet bir suç işledik ama sizler affedicisiniz, gibi savunmalar makbul olur!.. Ama onursuzluğa kimsenin tahammülü yok! Haksızlığa karşı sesinizi yükselttiniz mi ve yargılamanın amacını hedef aldınız mı, size bir de ekstradan Silivri Ağır Ceza Mahkemesinin yolu gözüküyor!
Sadece sanık ve avukatları yargılamak için, Silivri’de gereksiz bir ağır ceza mahkemesi kuruldu!
Oraya atamaları da, bu mahkemelerin üst kurumu yeni HSYK yaptı! Basıyorlar cezayı, ne insaf var ne hukuk!
Mahkemedeki tutumlarından dolayı ceza alan alana! Sadece Doğu Perinçek’e 20 yıl hapis cezası verildi! Ceza alan avukatlar da var!
Sanık Sandalyesindeki Gazeteciler sempozyumunda çok iyi konuşmalar oldu.. Hangisini yazsam, şaşırdım!?
--19 Mart Pazartesi 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

18 Mart 2012 Pazar

“Çanakkale’de Ölüm”. Nasıl Bir Hayat İstersiniz?


(Çanakkale'deki büyük savaşın ve zaferin anısına, yıldönümü nedeniyle, çok sevdiğim özel bir yazımı paylaşıyorum. Yazı "Bilim, Toplum ve insana Bakış” kitabında de yer almıştı..)
--

Gelibolu yarımadasındaki savaş alanları ve mezarlıklar, ölüm, hayat ve savaş üzerine insanı yeniden düşündürüyor. 
Bütün savaşlar, insanların ve toplumların hayatlarında yolaçtıkları derin yaralar göz önüne alındığında, şüphesiz istenir bir şey değil.
Savaş, buna karşılık, tarafsız bir olay da değil. “Bütün savaşlara karşıyım” düşüncesi şimdilik sığ bir anlama gönderme yapıyor. Yurduna saldırıldığında “ben savaşlara karşıyım” demek bireyciliğini, saldırı bizzat “sana” gelip dayandığında da göstermek tutarlığını sürdürmek kolay mı?
Çanakkale, saldırganlar ile yurdunu savunanların mezarlıklarıyla dolu. Hepsi yan yana yatıyor.
Bütün ölenlerin bir adı var!
Saldırganın adı, ülkesince, “yurdunun çıkarları” uğruna kutsanıyor.
Bu kutsanmayla, “emperyalist” ve “saldırgan” ülkenin politikacıları da “perdelenmekte”.
Bu açıdan Gelibolu, siyahlar ve beyazlar ülkesi.
Ortalık durulduktan sonra, ama artık “siyah ve beyaz” sona eriyor.
Ortak mezarlıklardır, geride kalan.
Bu gerçeği Mustafa Kemal, “düşman”ın analarına ünlü seslenmesiyle dile getirmişti.
***
Gelibolu Türk mezarlıklarında bütün şehitlerin adı var.
Her askerin, her subayın, her görevlinin.. Tabii kaydı tutulabilenlerin..
Şehit Yahya Çavuş.
Ve arkadaşları... İznikli Mehmet, Yozgatlı Ahmet, İstanbullu Ali, Çanakkaleli Osman..
İngiliz kumandan Ian Hamilton, anılarında, “Türk askeri toprağa yapıştı mı, onu söküp atamazsınız. Ayağa kalkar ateş eder, durduramazsınız” tarifini, onlar ve daha binlercesi için yapmış. Londra’nın pisliklerle, cinayetlerle, saldırganlıklarla dolu karanlık hükümet dehlizlerinde çiziktirilen, kağıt üzerindeki yalap şap bütün uyduruk savaş taslakları, Yahya Çavuşları hesap etmedikleri için, çöktü..
Yahya Çavuş ve diğer binlercesi yaşamıyor.
Yoksa yaşıyorlar mı?
Orada, aslında hepsinin yaşadığını görüyor insan.
Ziyaretçiler tek tek isimlerini okuyor, memleketlisini arıyor.
Hepsi orada, yaşıyorlar..
Ölüm ile yaşamın birbirine karıştığı bir yer Gelibolu mezarlıkları.
Ölümle yaşam anlam ve yer değiştirmiş.
Ölümün yaşama dönüştüğünü duyumsuyorsunuz.
Yaşamak, sadece bir duygu olup çıkıyor.
Yaşamak, her zaman elimizde değil.
Yaşamanın hiç bir zaman elimizde olmayacağını biliyorsunuz.
O “bizim dışımızda” bir şey, bir yerlerde!
Bizimle olan ise, yanımızda sürekli taşıdığımız, ölüm gerçeği..
***
Hayat, bir kalitenin adıdır, bu bakımdan.
Peki, Yahya Çavuş, arkadaşları ve subaylar ve diğer binlercesi?
Hepsi orada ve yaşıyorlar!
Dünya sadece hayatın değil, ölümün de kutsandığı inanılmaz bir arena..
Ama hangi ölüm?
İyi ve kaliteli yaşamak nedir?
Zamana, koşula ve insana göre içeriği değişiyor bu kavramın..
Çanakkale’de Ölüm”ün, iyi yaşam olmadığını kim iddia edebilir?
İnsanlık hala arkasından ağıt yakıyorsa, yakarışı dünyanın dört bir yanında yankılanıyorsa? Hem de kuşaklar boyu?
“Çanakkale’de Ölüm”, yaşatıyor!
İnsanları, kuşakları, toplumları, ülkeleri...
Çanakkale’de Ölüm, yaşama taze kan sürüyor..
Sıradan ölümlerin yankısı, bir anlık kıvılcımsa eğer...
... arkasından unutulan, ve insanların işlerine güçlerine, yiyeceklerine, mallarına, mülklerine, sevişmelerine koştuğu..
Yaşayan milyarca insanın adının bile olmadığı bir dünyada..
...“Çanakkale’de Ölüm”, kucaktan kucağa geleceğe taşınan hayatın adıdır..
Onların hepsinin tek tek adı var ve yaşıyorlar!
Yaşamak ne kadar “maddi” ise, ölüm de o kadar “maddi” bir şey..
Yoksa maddi olan, “ölüm”, “yokoluş” mudur?
Yaşam ve Ölüm: Ortak bir duygunun adı mıdır yoksa sadece?
Sanırım evet!
----
28 Nisan 2005 / Cumhuriyet, Orhan Bursalı

Tahliye.. Gülerce.. Özkök ve.. Aysever'e Linç Kıkırtması


Önceki gece 2. Ergenekon Davasınde gece vakte kadar tahliye beklendi. Balbay/Özkan/Hilmioğlu, en azından.. Heyet 3 saati geçen bir aradan sonra bir tahliye verdi. Ne konuştular aralarında bilinmez. Tahliye edelim mi etmeyelim diye epey tartışmışa benziyorlar.. Sonuç: dosya kapsamı, kuvvetli suç ve kaçma şüphesi, sanık savunmalarını tamamlanmamış olması” nedeniyle taleplerin reddine..”
Bunların “gerekçe” olmadığını, kendileri dahil herkes biliyor. Gece bu reddiye haberi gelince, Gülen Cemaatinin medya yüzlerinden Hüseyin Gülerce’nin (Zaman) “Ergenekon Güç Toplarken..” yazısını düşündüm:
Şu anda Ergenekon, üç cephede birden güç toplama hamlesi başlattı. Hrant Dink davası kararına tepki, Sivas katliamı davası kararına tepki ve Nedim Şener ile Ahmet Şık'ın tahliyeleri üzerlerinden kamuoyu oluşturma..”
Gülerceler, medyalarında bunu durmadan dillendirmekte: Ergenekon hortluyor, başlarını kaldırmasınlar, ezelim hemen!
Tercümesi: hukuk, adalet, yasa masa bunları kenara itin, önemli olan içeridekilerin dışarı çıkmaması.. dahası, dışarıda olan isimlerin de içeri tıkılması..
Geçen hafta da köşelerinde, tutuklanması gereken medya patronları ve çalışanları isimlerine yer verdiler! Cemaatçilerden tek allahın kulu, hukuk kepazeliklerini ve rezilliklerini dillendirmedi bugüne kadar! Bu özellikleri kendilerinin nasıl bir kumaştan dokunduklarının kanıtı..
Yo hayır, Gülerce’nin yazısı ile, mahkemenin kararı arasında bir nedensellik kurmuyorum.. Koskoca mahkeme, Gülerce’nin yazısına bakarak mı karar verecek! Ben “siyasi illiyetler” kurmayı yeğlerim, “uzmanlık alanım” olarak!.
***
7 Şubat’ta MİT üzerinden Erdoğan’a Darbe Girişimi’nin “bağırsakları”, Hükümet yanlısı yazar ve araştırmacılarca ortalığa döküldü. Bırakın 4 aydır bu çatışmanın bu köşede dillendirilmiş olmasını, diyelim ki burası “taraf”.
Tek bir örnek yeter, Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak yazarı, hükümet destekçisi, resmen, “cemaat-emniyet-yargı” özel siyasi yapılanmasının MİT üzerinden darbe girişiminin sorumlusu olduğunu yazdı.
Erdoğan bu yapıya müdahalelerde bulundu ama dağıt(a)madı. Fakat, özel yetkili mahkemelerin yasasında küçük değişikliklerle, mahkemelerin icraatlerinin, “katı cemaat yanlısı” değil de, “hükümetin isteği doğrultusunda” olmasını sağlayacak yönde adımlar atacak. Cemaatin yargı üzerindeki (siyasi) kontrolünü, “yasa denetimi” ile, istediği çizgide tutacak.
Hükümet üyeleri ikide bir uzun tutukluluğun kötülüğü üzerine demeç verirken (en son Babacan), Cemaatin adamları da hükümeti (belki hem de yargıyı) uyarıyor: Dikkat Ergenekon hortluyor, yapmayın etmeyin..
Aralarındaki çekişme sert, cemaat geri adım atmıyor, dizginleri sıkı tutuyor, olan da Balbaylara oluyor!
Bu davalar siyasidir.. Cemaatin elinde hala en büyük silahtır. Hukuk işlemeye başlarsa, bu silahı yitirir, ayrıca davaların altında kalırlar!
Gülercelerin direnmesinin nedeni bu..
***
Şu konuya da değinmezsem çatlarım: Ertuğrul Özkök, Ahmet Şık’ın tahliye sırasında “hesap verecekler” sözlerine dikkat çekti ve bugün yapılanların yarın öç almayı gündeme getireceğine vurgu yaptı. Şık, doğal olarak, kendisine polis-yargı kumpası kurulduğunu düşünüyor ve bir yıl içeride tutulmasının hesabını istiyor.. “Kumpas varsa”, yasal suçtur ve hesabı da sorulur. Doğal!
NAlçı (*), bundan, “Özkök Fethullahı’ı hapise attırmak istiyor” diye yorum çıkarmış. Tam öküz ile dağ fıkrası gibi yani!
Özkök de bunu “F.Gülen ve takımını Özkök’ün üzerine salma girişimi”, olarak algıladı. Oysa, dünya yıkılsa Gülen’e laf etmemiş birisi. Erdoğan’a Darbe Girişimi’nde bile sustu!
Ama Ertuğrul Özkök, hukuksuzluklara, öç duygularına etkili karşı çıktı, Allah için! Bu karşı çıkışlarının, Cemaate, Gülen’e karşı yazılar olarak algılandığını bildiği halde! Cemaatin tutuklanması gerekenler listesinde Özkök hep var!
Gülen ile aralarında bir “özel hukuk” olduğunu düşünüyor. Gülen’in içinde Allah duygusuna da vurgu yapıyor.
Bu onu kurtarır mı bilmem. Türkiye’yi rahatlatacak olan, siyasi ortam ve hukukun biraz normalleşmesidir. Özkök değil, ama içimizden bazıları, Gülen’(ciler)e sevimli görünmeye başlayarak, kendilerini emniyete alma yoluna girdiler! Gülencilerin, şeker (cemaat okulları, davetler!) ve kamçı (emniyet ve yargıda güçleri) politikaları, doğrusu etkili oldu!.
“Şeker ve kamçıya” teslim olanlar, farkında olmayabilirler, ama bu iş bitti, şimdi  geri dönüş yapabilirler! Bizim ise gidecek bir yerimiz zaten hiç olmamıştı!
***
Allah Duygusuna, korkusuna gelince.. Bu konuda kişiye özgü değil, genel görünüm üzerine yazacağım:
Din siyasetçilerinde, din araçlarıyla yüksek siyaset yapanlarda, bu duygunun tartışmalı olduğunu olgular gösteriyor. Erbakan’ın cihat paralarında kumbaraların (çanak çömleğin) patlamasına bakın.. Dincilerin hukuksuzluklarına, ihale yolsuzluklarına, vicdansızlıklarına bakın.. İntikamcılıklarına bakın.. Küçük kızlara sarkıntılıklara kadar!
Siyasi İslamcıların, bütün yaptıklarında sığındıkları dini bir şey hep bulunur.. Örneğin Cihat için.. Allah ve düzenini kurmak için her araç mübah.. Allah adına, Din adına..
Bu tür yalanlara sığınmalar, yeryüzünde her türlü kepazeliğe kapıları açıyor, veya her türlü kepazeliği örtüyor veya tanrısal izinli kılıyor..
Allah bu işlerin neresinde, gel de merak etme..
--
(*) NAlçı, bir “dişi Göbbels” merakını ve özelliğini, “Dört Bir Taraf”ta, Gazianteplileri Enver Aysever üzerine kışkırtırken ortaya koydu. Aysever “Sivas’ı yakınımda hissettim” dedi! Demagog/Göbbels siyaset, sanırız ki sadece erkek işidir.. 
Aysever’i Ergenekon’da yargılanan V.Küçük ile ilişkilendirmek, ancak bu ruhla anlatılabilir. Üstündeki kötü ruhların birikimini nasıl temizler bilemem, bir Umre’nin yardımı olmaz, Mekke’de sürekli yaşaması mı onu temizler?!
--18 Mart 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

16 Mart 2012 Cuma

Ne Ülke Be... Finlandiya Başarısının Sırrı

Bu kadar heyecan verici olayı, durmadan, süreklilik içinde yaşıyor olmamız, herhalde bize Allahın lütfudur! Sivas’ta zaman aşımı! Odatv’de 4 tahliye! Gülen (Cemaati)- Erdoğan (iktidarı) çatışması! Erdoğan’a Hükümet Darbesi Girişimi! Ve Türkiye’de bütün nesilleri etkileyecek olan eğitimde yeni yasa!
Bunlar arasında bizi ilgilendiren şüphesiz ki Eğitim Yasa Tasarısı.. Bu konuda Salı ve Perşembe günleri iki yazı gazetedeki köşemde yayımlandı. Bloğumda bu yazıları izleyebilirsiniz!
İki yazı, geçen sayılarda bu köşede yayımlandı.. İç sayfalarımızda tartışmalarda yer verdik.. Bugün de bunu sürdürüyoruz!
***
Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu’nun açıklamasında dikkat çekici bir nokta vardı:
“4 + 4 + 4 =? Ne yapılıyor, neden yapılıyor?” başlıklı duyuruda soruyor:
“İlköğretimin ikinci 4 yıllık kısmı olan ortaokullar ‘farklı program seçenekleri’ görüntüsü altında fiilen meslek okullarına dönüştürülmektedir.
* ‘Farklı program seçeneklerinin çocukları hazırladığı meslekler hangileridir?
* ‘Farklı program seçeneklerinin tamamı her okulda aynı anda sunulacak mı, yoksa ortaokullar program seçeneklerine göre mi sınıflandırılacak?
* Çocuklarımızın daha 10 yaşındayken meslek seçmeye zorlanması mutsuz ve başarısız nesiller yetişmesine yol açmayacak mı?
* Dört yıllık ilkokullarla, fiilen mesleki eğitim veren ortaokulların aynı binalarda hizmet vermesi, 6-10 yaş çocuklarının birlikte okudukları ve fiilen mesleki eğitim gören ortaokul öğrencilerini rol model olarak görmelerine neden olacaktır. Bu durumda ilkokullar da fiilen meslek okullarına dönüşmeyecek midir?
* İşletmelerde çalıştırılabilecek çırak oranındaki sınırlamanın kaldırılması, çocukların asıl işgücüne dönüşmesine yol açacaktır (Mesleki Eğitim Kanunu’nun 18. maddesinde yapılmak istenen değişiklik):
* Çocukların işe değil okula gitmesi için çağdaş devletler bütün güçlerini seferber etmişken, çocukların gelişmesini engelleyecek ve sömürülmesine yol açacak bu değişikliğin ülkemize ne faydası olacak?
* Bütün bunları ve dikkate alınması gereken başka onlarca, yüzlerce konuyu kimler, hangi bilimsel veriler ışığında “düşünmekte”dir?”
***
Evet can alıcı sorular bunlar, çünkü milleti ve geleceğimizi ilgilendiriyor..
Feyzioğlu ile görüşmemizde bir endişemizi daha paylaştık: Resmen açılacağı da duyurulan imam hatip ortaokullarının, normal ilkokulların yanında açılmasına ne engel var? Dahası, bir binanın bir kısmı da imam hatip ortaokuluna dönüştürülür! Böylece, ilkokul öğrencilerine rol modeli olarak, dini eğitim alan namaz kılan ortaokul öğrencileri sunulur.. Böylece, çocuklar ana babalarının isteğinden ve yönlendirmesinden tamamen çıkartılır, imam hatipli büyükler bu görevi üstlenlenmiş olur!
Bakanlığın bu tür açıklanmamış planları var mı?

FİNLANDİYA’NIN YÜKSEK BAŞARISININ SIRRI
İç sayfalarımızda yine eğitimle ilgili yazılarımızdan biri de, Prof. Bahattin Baysal’a ait. Yazıya dikkatinizi çekeriz! Hükümetin hiç gündemine almadığı eğitimde kaliteye bakmalıyız!
Baysal’ın yazısında Science’da yayımlanan Finlandiya Deneyimi söz konusu ediliyor. Yazının orijinaline baktık, Baysal’ın çok özet geçtiği başka noktaları da önemli gördük ve aşağıya özetliyoruz:
* ABD’li çocukların uluslararası ölçümlerde bilim ve matematikde kötü performansı aileleri ve Obama’yı kaygılandırıyor. OECD’nin öğrenci kalitesini ve sorunlarını araştırdığı PISA sonuçları ilk defa 2000’de yayımlandı. ABD bu araştırmadan hiç yararlanmadı.. Çünkü ABD’liler çok basit bir çözümle mucizevi bir şekilde eğitimi düze çıkartmak istiyor, ama böyle bir basit bir çözüm yok..
* ABD, önce soru sormaya dayalı öğrenme, birlikte problem çözme ve daha ilgi çekici bir müfredatla bu sorunu çözebilir; ama hiç bir yol öğretmenlerin eğitimi ile elde edilecek sonuçlar kadar başarılı olamaz.
* Finlandiya son 10 yılda PISA testlerinden en yüksek notu alan ülke ve bu başarıdan çıkartılacak ders çok basit:
En iyi ve en zeki öğretmenleri görevlendirin ve bunları yoğun bir eğitimden geçirin.. Öğretme yeteneklerini geliştirmek için de onları özgür bırakın, merkezi otorideten bağımsız kılın. Deslerini hazırlamaları için yeterli zaman tanıyın. Meslektaşlarıyla görüş birliğinde bulunmaları için ortam hazırlayın.. Kendi sınıfları dışındaki öğrencilerle görüşmelerini sağlayın.
Finlandiya’da öğretmenler toplumda çok merkezi bir rol oynuyor, genç insanlar öğretmen olmak için can atıyor, aldıkları ücretler ise ulusal ortalama düzeyinde. Finlandiya’da öğretmenlerin mutlaka mastır derecesi olması gerekiyor.
Finlandiya’nın bu eğitim ortamını yaratması onlarca yıl aldı, ama şu anda dünyanın en iyi eğitim sistemi orada. Finlandiya 20 başvuru arasından bir tanesini öğretmen eğitimine uygun buluyor! (John E. Burris’in yazısı, It’s the Teachers)
Biz hiç Finlandiya’yı tartıştık mı? Ve en başarılı diğer ülkeleri?
Gelecek cuma yeniden birlikte olmak dileğiyle

15 Mart 2012 Perşembe

POLİS COPU YERİNE HUKUK COPU


Oda TV tutuklu sanıklarından Müyesser Yıldız kendisi ile görüşen avukatı ve yakınları aracılığı ile OdaTV tahliyeleri ve gelinen son durum üzerine bir açıklama yaptı. Açıklamasında son duruşmada yaşananlar ve davanın 3,5 ay gibi normalin oldukça üzerinde ileriye atılmasını protesto etmek için 13 Mart 2012’den itibaren cezaevinden verilen yemekleri almadığını ve bu eylemiyle “Devletin Yemeğini değil Adaletini” istediğini ifade etmek istediğini belirtti. 
Müyesser Yıldız’ın açıklaması şöyle:

“Eskiden insanların hak ve hukukuna, onuruna tecavüz edilmesi denince polis akla gelirdi. Şimdi ise polis copunun yerini hukuk copuna bıraktığını ve insanların hak ve hukuklarının, onurlarının kişiliklerinin hukuk marifetiyle iğfal edildiğini ve haksızlıklara maruz kaldıklarını görüyoruz.
Öncelikle 12 Mart günü tahliye olan arkadaşlarımın tahliyelerine gerçekten sevindiğimi belirtmek isterim. İnsanların ailelerine kavuşmaları beni mutlu eder sadece. En azından hukukun tecavüzüne uğrayan insan sayısı azaldı.
Ancak bize “terörist, tecavüzcü” derken 1 yıldır hak ve hukukumuza tecavüz edip terör estirenler 12 Mart günkü duruşmada “Adalet”in cenaze namazını kılmıştır.
Son duruşmayı dikkatle izleyenler nasıl bir “film” çevrildiğini, bizlerin nasıl figüran yapıldığını gördüler. Sadece iki sanık heyet tarafından çapraz sorgu işlemine tabi tutulurken, biz diğer sanıklara ise sıksık acele et uyarısı ile 5’er dakika talep için süre verildi. En az 2 gün duruşma planlanmış iken ani bir kararla bir günde “ Oldu da bitti maşallah” denildi. Gerekçe; ne demekse, mahkeme heyetleri oluşmamış, heyet Ankara’daki seminere gidecekmiş. O seminer 3 ay mı sürecek ki bir sonraki duruşmanın tarihi 18 Haziran olarak belirlendi.
Son duruşmada “imaj” serbest bırakılmış, “terörist,tecavüzcü(!)” içerde tutulmuştur. Cumhurbaşkanı Gül Tunus’a giderken talimatı verdi; “Basın davaları imajımıza zarar veriyor.” İşte 16. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki cenaze namazının özeti budur.
Dün hiç bir tasnif yapmaksızın, ağızlarının dolusunca hepimize “terörist” diyenlerin, “imaj” tahliyelerinden sonra birdenbire “gazeteci” demeleri; “Olması gereken buydu” fetvaları, herhalde cenazenin helvasıydı.
1 yıldır hukuk ve adalet adına müracaat etmediğim hiç bir yargı mercii kalmadı. Duvarlardan sağırlardan ses geldi, onlardan gelmedi.
Hiç kimseden şefaat, lütuf istemedim. Anamın ak sütü gibi helal hakkımı istedim. Benim için kanun değişmesini istemedim. Mevcut kanunların layıkıyla uygulanmasını istedim.
Duruşmada “ONURUMU DAHA FAZLA ÇİĞNEMEYİN, HELALLEŞME İMKANINI ORTADAN KALDIRMAYIN” dedim.
Kimseye yalvarmadım, ağlamadım. 1 yıl boyunca şu soruların cevabını istedim:
1-             “Kara propaganda ve halkı yanlış bilgilendirme” suçu hangi kanunda yer alıyor?
2-             Hakkında tazminat davası açtığım ve bilahare kazandığım bir Cumhuriyet Savcısı beni gözaltına alıp tutuklatabilir mi? O tazminat davasının konusu olmuş telefon görüşmeleri “suç delili” yapılabilir mi?
3-             Sözde iddianameye göre benden daha çok “suç” işlediği öne sürülüp, hakkında benden daha fazla ceza istenen İklim Ayfer Kaleli tutuksuz yargılanırken, neden ben tutukluyum?
4-             Bilgisayarımda bulunduğu iddia edilen dijital verilerle ilgili (4 adet word dosyası) ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Fakültesi öğretim üyelerince verilen uzman raporunu 24 Ekim 2011 tarihinde 16 Ağır Ceza Mahkemesine sunmamıza rağmen neden mahkeme 5 ay sonra Mart ayında TÜBİTAK bilirkişilerine göndermiştir? İnsan özgürlüğünün değil 5 ay değil, 5 saniyesinin bile bedeli var mıdır?
5-             Hakkımdaki yegane “suç” delili sözde birtakım “dijital veriler”ise ve bunların da “şüpheli” olduğu ortadayken, daha hangi “delillerin arandığından ve delil karartma şüphesinden” söz edilebilmektedir?
İşte tüm bu nedenlerle ve özellikle bugüne kadar geciktirilen yargılama işleminin çabuklaştırılmasını istiyorum. Önceden 1 en fazla 1,5 ay ertelenen duruşma “İmaj” tahliyelerinden sonra 3,5 ay gibi uzun bir süre ileriye ertelenmiştir.Bu konulara dikkat çekmek üzere şimdilik cezaevinden verilen yemekleri almayarak dört duvar arasından DEVLETİMDEN YEMEK DEĞİL ADALET istediğimi kamuoyuna haykırarak duyurmak istiyorum.
Müyesser Yıldız ”

Müyesser Yıldız, Vicdan ve Bir Kedi


Odatv davasından içeri atılan canlardan 4 gazeteci serbest bırakıldı. Nedim Şener ve eşi Vecide Şener, dün Medya Mahallesi’ndeydiler (*). Nedim, anımsadıkça ikide bir gözlerini dolduran bir kişiyi özellikle vurguladı: Müyesser Yıldız.. Onu yazacağım.
Müyesser hanım için belki de sadece şu olguyu vurgulamak yetebilir. 12 Mart’ta, 4 arkadaşımızın salıverildiği duruşmada söz aldı. Kısa konuşmasının sonunda şu satırlar vardı:
Sözde iddianameye göre, İklim Ayfer Kaleli’nin işlediği öne sürülen suçlar ve onun için talep edilen ceza benden fazla.
O tutuksuz, ben tutukluyum.
Neden? 1 yıldır bunun cevabını arıyorum.
O sarışın, sen esmersin’ veya ‘O uzun boylu, sen kısa’ gibi bir cevap bile kabulümdür. Yeter ki bir cevap veriniz.”
Mahkemenin yanıtı, tutukluluğunun devamına.. oldu.
En kötü şey, bir mahkemenin “sanıklara” böylesine farklı davranışların nedenleri üzerine bir açıklama yapmaması. Bu güveni sarsmaz mı yargıladıkları insanlarda! Kendi sırtından hangi pazarlıkların yapıldığını düşünmez mi!?
***
“Sanık” İklim Ayfer Kilim de gazetecidir. Gerçekten de sarışın ve Müyesser hanımdan uzun boyludur!
İklim hanımın adı, CHP’yi karıştıran insan olarak medyanın manşetlerine çıkmıştı! Baykal’ın kendisini taciz ettiği savları! Bunları Odatv tutuklamalarından hemen önce, Ocak 2011’de yapmıştı, CHP içindeki bütün “gazetecilik faaliyetleri”, Odatv davasının “flaş” konularından biri olacak ve konu CHP’yi yıpratma propagandasına dönüşecekti..
Çok doğal değil mi.. İklim hanım dışarıda, tutuksuz; çok iyi tabii ki; ama Müyesser hanım neden içeride, tutuklu?
Bir vicdan buna yanıt vermeli!
***
Müyesser hanım, kendi davalarıyla Abdullah Öcalan davasını karşılaştırıyor:
 PKK bir terör örgütü, Abdullah Öcalan da 40 bin insanın ölümünden sorumlu bir terörist. 14 Şubat 1999’da yakalandı. Sadece 3;5 ay sonra, 31 Mayıs 1999’da davası görülmeye başlandı. Yaklaşık 1 ay sonra da, 29 Haziran 1999’da dava sona erdi. Yani toplam 4,5 ayda her şey bitti. 9 celse yapıldı.
Tutukluluk ve yargılama sürecine, yandaşları/destekçileri dahil, hiç kimseden toplu iğne başı kadar itiraz gelmedi. Yani böyle bir şahsa bile hukuk devletine yakışır bir şekilde muamele edildi.
"İleri demokrasi” hukukuna gelince: Bir kısmımız 14 Şubat, bir kısmımız 3 Mart 2011’de gözaltına alındık, tutuklandık. İddianamemiz 7 ay sonra hazırlandı. Huzurunuza 9 ay sonra gelebildik. 4 aydır da dava sürüyor, 12’nci celsedeyiz. Ve ne yazık ki halâ başladığımız noktadayız. Halâ delil aranıyor!..
Gelin siz buradaki genç arkadaşlara isnat edilen suçlar neyse, onları da benim hesabıma yazıp artık hükmü verin. Suçlu olduğumdan değil, hükümlü hak ve hukukundan yararlanmak için. Bir Öcalan’ın bizden çok hakkı var, onun hukuku bizden daha çok ve iyi korunuyor. Hükümlü hakkı derken; mesela yarın annem ağırlaşsa, en azından onu son bir kez görme imkânım olacak!..”
***
Şimdi, Savunma’sından değil, İtirazname’sinden! www.facebook.com/MuyesserYildiz adresinde savunma, yazı ve twitter mesajları yayınlanıyor. Oradan, İtirazname’sinden satır başları alıyorum..
·            “Sorun yasalar veya zihniyette değil, “NİYET”tedir. Niyetiniz nedir?
·            Devlete sızmış 3-5 virüs var. Nuri Alço’nun masum kızların gazozuna ilaç atması gibi, insanların bilgisayarına virüs atıyorlar. Silivri’ye düşürdüler, ama çok şükür kötü yola düşüremediler. Hala gazeteci oğlu gazeteciyiz.
·            Olmayan örgütün, olmayan medya kolu olarak, olmayan suçu anlatmamız isteniyor...
·            Bir gazete bürosu ilk kez toptan “terörist” olarak yargılanıyor. Anlaşılıyor ki biz kobayız. Bünye kabul ederse, diğer gazete bürolarına da rahatlıkla yaygınlaştırılacak demektir.
·             Bu bir iddianame değil iftiranamedir.. Mahkemenizden kendimle ilgili bir talepte bulunmayı da zul addediyorum. Yegâne talebim bu gayri hukuki, gayri ahlâki ve gayri vicdani sürecin hesabının sorulmasıdır..
·            Birkaç haftalık kursla “bilişim uzmanı” sayılmış polislerin verdiği raporlarla tutuklandık. Ülkenin üç üniversitesinin, bilişim uzmanlarının verdiği raporlarla neden tahliye edilmiyoruz? Emniyet, devlet kuruluşu da üniversiteler değil mi?
·            Nürnberg Mahkemelerinde yargıçlık yapmış Robert Jackson’un şu sözünü hatırlatmak istiyorum: “Mahkemeler davaları yargılar, ama davalar da mahkemeleri”
***
Silivri’de kuş bakmaya izin var, ama kediye yok. “Bir kedim olsun istiyorum,” diyor. 
Mahkeme’nin, Nisan başında dosyasını yasal zorunluluk olarak gözden geçirdiği sırada, tahliyesine karar vereceğini umuyor ve diliyorum.. 
Bir ay için de olsa, kedisini de versin, Silivri yönetimi!
--
(*) Bu mahallenin “patronu” Ayşenur Arslan’ın, medya üzerinde baskıların son derece arttığı ve ekranların karartıldığı bu dönemde, sınırları(nı) zorlayarak, daha özgür bir tartışma ortamının oluşmasına ve basın özgürlüğüne yaptığı önemli katkıyı hiç unutmayarak.. 
Ruşen Çakır’ın da bir “Yazı İşleri” vardı. Dün diyordu ki: “..programın sonlandırılmasının önde gelen nedenlerinden biri, işverenimiz Ferit Şahenk’in, Ahmet ve Nedim olayındaki tavrımdan rahatsız olmasıydı. Ona göre bu, NTV’nin tarafsızlığına gölge düşürüyormuş…söylenecek çok şey var ama şimdilik susma hakkımı kullanmak istiyorum. Ama bu yazının okurlarının böyle bir zorunluluğu yok..” Geçen ayın ilginç haberlerinden biri de Şahenk’in Dolmabahçe’de Başbakan ile 1,5 saatlik özel bir görüşme yaptığı idi. 
Yapsın tabii, ama vicdanlarımızın meselesi şu: Baskıların ayyuka çıktığı dönemde kim ne yaptı..
--15 Mart 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet