SAYFALAR

27 Mart 2013 Çarşamba

Büyük Plan’a Bakış; Yeni Durumun Şifreleri-3



Dünkü yazımda “Öcalan, 21 Mart açıklamasında, Davutoğlu + Erdoğan’ın ‘Yeni Osmanlılık, Orta Doğu Bakiyemiz, ulus devlet ve ulusalcılıkta hesaplaşmalıyız, İslamı birleştirici unsurumuz’, tezleriyle birleşiyor ve bunları ortak politika yapıyor” demiştim. PKK liderinin İmralı’da hükümetle bu aylarca süren mesaisi sonucu bu görüşlere ikna olduğu anlaşılıyor.
Öcalan, mesajında diyor ki, “Bugün artık yeni bir Türkiye'ye, yeni bir Ortadoğu'ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz. Çağrımı bağrına basan gençler, mesajımı yüreğine katan yüce kadınlar, söylemlerimi baş-göz üstüne diyerek kabul eden dostlar, sesime kulak kesilen insanlar; Bugün yeni bir dönem başlıyor. Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.”
Öcalan’ın bütün metni, dünkü yazıda belirttiğim gibi, iktidarla varılan temel anlaşmanın kodlarını taşıyor. Eksen Türk-Kürt birlikteliği.. Hangi temelde? Yeni bir kuruluş, yeni bir meclis, yeni bir ülke.. Türkiye nasıl kurulduysa, şimdi Türk-Kürt uluslarının birliği temelinde, aynı heyecanla ama bu kez yeniden kurulacak.
Öcalan, bu “yeni ülke”nin sınırlarını da çiziyor ve 1912’de Osmanlı Meclisi Mebusanında kabul edilen Misaki Milli’yi kapsayacak, Kürt ve Türkmenlerin yaşadığı Kerkük Musul, hatta Suriye Kürtlerini içerecek şekilde genişletiyor.
Bir adı konmamış: Türk-Kürt Federasyonu..
Bu yeni devleti-ülkeyi gerçekleştirmek için Apo+RTE ve Davutoğlu’nun almaları gereken büyük yol var..
1- Bu federasyonu öncelikle Türkiye’ye kabul ettirmek, uygulamasını gerçekleştirmek gerek. Yani, Kürtlerin her bakımdan “eşit ulus” kabulu için anayasal-yasal düzenlemelerin yapılması.. Bu, anadilde eğitimi ve özerk bölgeyi de (adı öyle konmasa bile) şüphesiz ki içermek zorunda.
2- Sırada Irak Kürdistanı vardır. Esas “Federasyon” adının alınması, bu adımla birlikte gerçekleşebilir! Peki Barzani ve yönetimi ile bu konuda bir görüşme yapılmış olabilir mi, herhalde Irak Kürtleri bunu ilk kez duymuyorlardır.. RTE-Apo’nun, Barzani’yi ikna etseler bile, çok daha büyük bir engeli aşmaları gerek: Irak’ı parçalamak gibi! Davutoğlu-RTE ikilisi, bir yıla yakın zamandır, Irak merkezi hükümetini hedef alarak, Barzani yönetimiyle yakın ilişkiler kurarak, bu parçalama işine giriştiler zaten! Ah bir de Amerikalıları bu aşamada ikna etseler! Tabii, Kürt tarafında lider sorunu da çıkabilir, Apo mu Barzani mi..
3- Suriye Kürtleri de bu Misaki Milli içindedir. Bu toprakların katılımı, herhalde en kolay olabilir. Zaten sınırımızda Suriye Kürt yönetimi kurulmuştur. Suriye de parçalanacak bir ülkedir.. Bizim iktidar çoktan bu işe başlamıştır.
4- Dördüncü Kürt parçası İran’dadır. İran zaten özellikte İsrail’in hedefindedir. Ayrıca düşmandır (Şii). RTE- Kürtler, Ortadoğunun “iki büyük aktörü” olarak, Sünni aksını oluşturuyor. İsrail’in özür dileme eylemi sonucu RTE ile yeniden kucaklaşmasının burada büyük önemi ortaya çıkıyor. Türk-Kürt Federasyonunun en zor parçası olan İran’ın halledilmesi, şüphesiz ki İsrail’in (ve ABD’nin) aktif desteği olmadan başarılamaz..
***
Yukarıda çizdiğimiz yeni dönemin ve anlaşmanın “siyasi vizyon”u ortaya çıkınca, Öcalan’ın, yeni mücadele dönemini ilan etmesi çok doğaldır! Öcalan ve PKK hareketi, belki de Türkiye’de belirli sınırlara ulaşmış ve duvarın ötesine geçemeyeceklerini görmüş olabilir. Hükümetin bir kaç bin KCK’lıyı tutuklayarak, bir paralel veya iç içe “Kürt devlet yönetim” kurulmasına izin vermeyeceği ikazını yapmıştı. Öcalan’ın elinde, kendi ifadesiyle 50 bin kişiyi ayaklandırarak saldırıya geçilmesi tehdidi (büyük kıyım, büyük olay yaratmak ve uluslararası müdahaleye çağrı yapmak) ile kentlerde terör saldırılarını başlatmak kozları vardır. Burada başarı kazansalar ve bölünmeyi gerçekleştirseler, Anadolu’nun yeni bir mübadeleye sahne olması olasılığı da yüzde yüze vurur..
Ama hükümetle vardıkları anlaşma, kendileri için hepsinden daha caziptir.. Büyük Kürdistan perspektifi şüphesiz ki, PKK’nın elindeki savaşı sürdürme kozundan çok daha önemlidir.. Üstelik, Büyük Kürdistan, “Türk silahlı güçlerinin yardımı” ile çok daha kolay ve erken gerçekleşebilir.
Bu senaryoyu hayata geçirmeyi denerlerse, o zaman Türk Silahlı Kuvvetleri ile PKK- Peşmergelerin silah arkadaşlığı ve aynı cephelerde savaşma olasılığı doğacaktır!!! Yeni TSK’nın kurulmakta oluşu bu açıdan anlamlı ve zorunludur da!!!
***
Öcalan ve Kürtler için “Türk-Kürt” veya nüfusu göre Kürt-Türk Federasyonu kalıcı mı olur, yoksa bir ara aşama mı olur ve Kürtler “bütün yardımlarınıza çok teşekkür ederiz, bunu asla unutmayacağız ve ebedi kardeş kalacağız, hadi eyvallah” mi derler, bilemem..
Bir de, varılan bu büyük anlaşmanın gerçekleşme olasılığı var mıdır... bu federasyon Türkiye sınırları içinde mi kalır.. Bizim Kürtler, burada oluşumlarını tamamladıktan sonra, Irak Kürdistanı ile mi birleşir.. bilemem..
RTE’nin Başkanlık-Diktacı anayasasını, Apo desteğiyle millete kabul ettirme zorluğu da vardır.. Anayasa'yı referanduma götürmeden Meclis’te bu işi halletmek ve 367 oyu bulmak için, CHP- MHP’den gerekli adam satın almayı başarırlar mı.. CHP’den biri gitti.. Geride var mı, kaç kişi var.. bilemem..
Yorumları size bırakıyorum, çünkü bu yazıyı okuyor olduğunuzda ben ülkeden çoktan kaçmış durumdayım! İtalyanlarla federasyon görüşmeleri için zemin yoklayacağım!!.. dönersem, iyi haberlerle!!!
--26 Mart Salı 2013 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

26 Mart 2013 Salı

Yeni Durum’un Şifreleri - 2 Apo ve Yeni Osmanlılar


Öcalan’ın 21 Mart Nevruz açıklamasında, “Yeni Osmanlı”cıların izlerini süreceğiz bu yazıda.. Bu izlerin, aslında Abdullah Öcalan’ın daha önceki teorik görüş ve değerlendirmeleriyle bir ilgisinin olmadığını söyleyebiliriz. Öcalan’ın mesajında net olarak görülüyor ki, söylemini değiştirmiş, RTE ve Davutoğlu’nun “Yeni Osmanlıcılık, ulus devletlerin sonu ve Orta Doğu’da İslamın birleştiriciliği ile yayılma politikası”nın aracı veya paydaşı olmuştur..
Öcalan’da bu söylem değişikliğinin politik mi, mecburiyetten mi, bir kişisel ve politik açmazdan/ tıkanmışlıktan mı kaynakladığı üzerine, sonraki yazıda değineceğim..
Öcalan, Anadolu’da “farklı ırklarla, dinlerle, mezheplerle kardeşçe ve dostça birlikte yaşayan” büyük medeniyeti, “Son iki yüz yıllık fetih savaşları, batılı emperyalist müdahaleler, baskıcı ve inkarcı anlayışlar, Arabi, Türki, Farisi, Kürdi toplulukları ulus devletçiklere, sanal sınırlara suni problemlere gark etmeye çalışmıştır..” diyor.
Davutoğlu da benzer düşüncede! Bu nedenle, Osmanlının temsilcileri Yeni Osmanlılar olarak Ortadoğu’yu “tarihi bakiye” biçiminde görüyor ve bölgede hak iddia ediyor. Bu bakışın temelinde şüphesiz Kürtler var, bir de örneğin Suriye ve Irak Sünnileri! Ama durum, önce şu Öcalan’ın yanlış görüşünü eleştirelim:
Öcalan, kapitalizm ile ulus devletlerin ortaya çıkışı arasındaki temel tarihsel, ekonomik ve siyasi bağı ve mekanizmayı unutmuş! Osmanlı’nın dağılmasını kastediyorsa, bunun temel nedeni, kapitalizmin sosyal ve kültürel bütün unsurlarıyla (kiliseyi deliğine tıkmasının yanısıra) imparatorluklar çağını sona erdirmesi, ulusçuluğu ve ulusal devletleri ortaya çıkarmasıdır; bu bir tarihsel olgudur.. Osmanlıdaki parçalanma, sanayice daha gelişmiş ve İslam olmayan diğer etnik kimliklerin öncülüğünde (Yunanistan, Bulgaristan vb) başlamıştı. Osmanlı ermenilerinin ayrılıkçılığı da 19.yüzyıla dayanmasına rağmen, Türkler ve Kürtlerle iç içe Anadolu’da yaşadıkları için, bunu başaramadılar. Eğer imparatorluğun uç kısımlarında yaşıyor olsalardı, bugün bir “Ermeni meselesi”miz olmayacaktı!
Ortadoğu’da ulusal devletlerin doğuşunda, Batıların katkısını şüphesiz kimse inkar edemez. Ama ulusal ayrışmalar döneminde, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış “Arap” kimliğiyle Türkü bir arada tutmak zaten mümkün olamazdı. İslami referans bile! Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da “arapça ana dilli” 19 ülke var! Bu ayrılıkları salt emperyalist müdahale ile açıklayamayız. Ulusal ayrışmalarda dil ve din bile bazen birleştirici olamıyor, coğrafi ve yerel gelenek ve özellikler de öncelikli olabiliyor.
Özetle, Öcalan’ın 200 yıllık sürece sanal sınırlar ve yapay problemler olarak yaklaşması, kendi teorik donanımı ile değil, sürece tam da böyle bakan Davutoğlu ve Erdoğan’ın tezlerini benimsemiş olmasıyla açıklayabilirim. Öcalan’ın, Yeni Osmanlıların tezleriyle birleşmesinin olası nedenlerini ve bunun Kürt hareketine yeni açılımlar kazandırma şansını, sonraki yazıda açmayı deneyeceğim..
Öcalan, RTE ile vardığı anlaşmayı, yeni osmanlıcılığın zorunlu vardığı durak olan “çok ulusluluk” olarak açıklıyor. “Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak (Türk/iye gibi), bizim aslımızı ve özümüzü inkar eden modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır.. Bugün kadim Anadolu'yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.
Yani, Türkler ve Kürtler olarak iki eşit etnik varlık, coğrafyamızda tek değil çok uluslu birliktelik… Birleştirici bayrağımız da İslam..
İslam konusunda, eğer doğrudan Davutoğlu ile teorik-pratik tartışmalar yapmadıysa İmralı’da, MİT Müsteşarı Hakan Fidan aracılığıyla bu konuda fikir birliği oluşmuş. Öcalan, ilk heyetle görüşmesinde de kuran-din islami geçmişi konusunda tiyölerini ve anlaşmasını önceden vermiş bulunuyordu! Bir ikinci vahiy dönemi gibi bir şey..
Öcalan Atatürk ve kurduğu ulusal devlete de şöyle saldırıyor: 
Kapitalist Moderniteye dayalı son yüzyılın baskı, imha ve asimilasyon politikaları; halkı bağlamayan dar bir seçkinci iktidar elitinin, tüm tarihi ve de kardeşlik hukukunu inkar eden çabalarını ifade etmektedir. Günümüzde artık tarihe ve kardeşlik hukukuna ters düştüğü iyice açığa çıkan bu zulüm cenderesinden ortaklaşa çıkış yapmak için hepimizin Ortadoğu'nun temel iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve uygarlıklarına uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye çağırıyorum.”
Bu konuda da, Atatürk dönemini herşeyiyle tamamen tasfiyeye yönelen, ulusalcılıkla hesaplaşmalıyız diye bunu açıktça söyleyen Erdoğan+ Davutoğlu ile birlik içindedir.
Şimdi ise yeni bir kuruluş dönemi başlatıyor, tıpkı “TBMM'nin kuruluşundaki ruh, bugün de yeni dönemi aydınlatmaktadır.. Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.. Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti'nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir "Milli Dayanışma ve Barış Konferansı" temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum. Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna şahitlik etmektedir. Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz omuza ağaya kalkmak istiyor..
Bu son noktayı, Ortadoğu’da parçalanmış Kürdistan’ın da (Türkmenler de!) birleşmesi çağırısı olarak görmeliyiz..
Bu hedef, Öcalan ile Erdoğan+Davutoğlu, önlerine koydukları Türk-Kürt ulusal devletleri, Federasyonu gösteriyor..
--25 Mart 2013 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

24 Mart 2013 Pazar

Yeni Durum’un Şifreleri - 1 : Bombanın En Büyüğü


Ben soğukkanlı analizden ve durumu anlamaktan yanayım. Bu köşenin adına uygun olarak.. Bilimin temel sorusu hep “nedir, ne oluyor, nasıl”dır. Toplum bilimleri / siyaset de bunun dışında değildir.. Toz duman içine girdiniz mi, bir şey göremezsiniz. Bu nedenle bir iki adım geriye çekilip bütünü görmeye çalışmak gerekir...
Öncelikle bir anımsatmayla başlayalım, çünkü biz böyle “büyük olaylar”a alışığız. Özellikle AKP iktidarı döneminde. Mesela ne, diyeceksiniz.. hemen ilkini anımsayalım: 2005’de Avrupa Birliği’ne “girmemiş”miydik, yoksa ben yanlış mı anımsıyorum! Aman da ne aman! Gazetelerimizin televizyonlarımızın sunucularımızın yorumcularımızın iktidarımızın... o zamanki düğün bayramını düşünün. Ankara’da patlatılan havai fişekleri! Noldu? Bu köşede o zaman da aptal havaya kapılmayan ve hey durun bakalım ne oluyor orada.. yazıları vardı. CNNTürk’te “başka telden çalan adam” olarak AB’ci düğüncülerin arasına programa çağırmışlardı.. Kadın aktrislerin hepsi “bu yanlış adamın da aramızda işi ne” diye baktılardı.. Onlarla aynı duyguları paylaşmıştım!
Evet başka taraflara bakmak genellikle iyidir, özellikle “yüzyıllık” ve “derin” sorunlarda. Gelin AKP’nin “düğün-bayram”larından üçünü daha anımsatayım: Ergenekon, Balyoz, Odatv davalarının patlatılan “bombalar” ülkede büyük bir demokratik başlangıcın, dönüşümün, ülkede vesayet rejiminin, darbelerin, entrikaların sona ermesi adına patlatılmıştı!
Bugün bu üç davanın altından büyük ahlaksızlık, büyük hukuksuzluk, büyük insanlık dramı, büyük yasa tanımazlık ve büyük bir sivil dikta-diktatörlük rejiminin kuruluş taşlarının döşenmesi çıktı!
***
Hadi bir tane daha: 2010 Anayasa Referandumunu anımsıyor musunuz.. O yılın bombası “Büyük Demokrasi”, “Büyük, Tarafsız ve Yansız Hukuk” gelecek ve ülke özgürlüğe kavuşacak bombasıydı.
Sel gitti, baktık ki elimizde bir yandaş hukuk kalmış.. Biçiyor, doğruyor.. on yıl, yirmi yıl, otuz yıl, müebbetler, ağır müebbetler.. Haksızlık, hukuksuzluk, sahte belgeler, uydurma senaryolar.. Dünyanın hiç bir ülkesinde modern tarihin hukukuyla karşılaştırılamayacak bir engizisyon hukuku..
Devam edelim: Daha küçük bombalar olarak da mesela Erdoğan’ın seçimler sonrası balkon konuşmalarını ve üzerine kopartılan küçük kıyametleri anımsayın .. Daha dün Apo’yu asarız, idamı geri getirtiriz diyen, bütün gazete patron ve yayın müdürlerini Ankaralara çağırarak Kürt meselesi konusunda gazetelerde büyütülecek bir şey görmek istemedikleri talimatlarını veren, bunun üzerine tv’lerde ve gazetelerde temizliği başlatan...
***
Erdoğan / AKP bombalarını patlatmaya devam ediyor. Şimdi de “Barış” bombası ortalığı sildi süpürdü.. Bundan etkilenmeyecek, gelecek için umutlanmayacak çok az insan olabilir.
Bu Erdoğan’ın en büyük bombasıdır...
Bombanın büyüklüğü ve etkinliği, Erdoğan’ın kendisine inşa ettiği siyasi geleceğin büyüklüğü ile doğru orantılıdır..
Başkanlık anayasası, ülkenin hukuki ve yasal olarak da tek hakimi talebi..
Atatürk Cumhuriyetini sıfırlayarak, Tayyibistan Cumhuriyetinin kurma amacı..
Üstelik, Atatürk’ün “gerçekleştiremediği” ilk Misaki Milli düşüncesini, Irak ve üstelik Suriye Kürt bölgelerini katarak (İran kürtleri hedefini de gözeterek), “Türkiye’yi büyüten”, Atatürk’ü aşan büyük adam..
Muhtemel savaş kahramanı...
Bütün bu hedeflere İmralı sakini Abdullah Öcalan ile birlikte yürüyecek!
Hayır, abartmıyorum, Öcalan’ın konuşması, geçen 7 ay boyunca İmralı’da yapılan büyük siyasi ve ideolojik tartışmaların ve varılan kararları içeriyor..
Bu kararları, Erdoğan değil, Öcalan bütün dünyaya ilan ediyor..
Şimdilik bu ana hatlarla kalalım ve daha ince ayrıntıyı yarına bırakalım..
Ama şunu belirtelim öncelikle: bakmayın siz ortalıkta dolaşan savaşın ne galibi olur ne mağlubu sözleri..
Şimdilik iki galip, anlaşmanın iki lideri, el ele yürüyüşe çıktılar. Birbirlerinin arkasını önünü yanını kollayarak.. Birbirlerinden ürkerek de olsa..
Ama bu anlaşma sonuna kadar sürerse (sürüp sürmeyeceğinin irdelenmesi başka bir konudur) Öcalan Yılın Politikicasıdır..
Esas galibidir de..  Çünkü elinde bir Büyük Kürdistan kalma olaslığı en yüksek adamdır..
Dahası şunu bile söylemek mümkün: Öcalan Büyük Kürdistan’ı RTE – Davutoğlu ikilisine kurdurtuyor.. Eğer böyle giderse..
Olayın baş teorisyeni Davutoğlu’nun hakkını yemeyelim. O aynı zamanda bir pratisten, bir uygulayıcı, bir saha adamıdır.. Yeni Osmanlı düşüncesini yayıp, başlangıç için bile olsa bunu Apo’ya kabul ettiren, ulusçuluk / ulusalcılık teori ve uygulamasını yıkarak, Türkiye’ye yeniden imparatorluk döneminin kapısını açacağını sanan bir teori ve pratikçi...
Bugünkü barış havai fişeklerine bakınca..
Türkiye bugün Fareli Köyün Kavalcısı öyküsünü anımsatıyor..
---24 Mart 2013 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

22 Mart 2013 Cuma

İktidarda Kin ve Nefret Oturuyor!


CBT Gündem, sayı 1348, 22 Mart 2013

İsyankâr, öfke dolu, yazar, direnişçi.. Stéphane Hessel.. 95 yaşında Şubat’ın son son günlerinde öldü. Bir kaç yıl önce yazdığı ve bizim Cumhuriyet kitaplarında “Öfkelenin” adıyla ilk Fransa’da 2010’da yayımlanan kitabı bir küresel manifesto olarak dünyada dolaştı ve insanları etkiledi. Hessel, insanlığın haline, küreselliğin haline, doğanın haline, kapitalist sisteme isyana çağırıyor, ne duruyorsunuz, öfkelenin diyor ve eyleme çağırıyordu dünyayı..
Epey bir zamandır üzerine yazacaktım ki, baktım Doğan Kuban hoca mükemmel bir yazıyla bugünkü köşesini Hessel etkileşimine ayırmış, ama tabii ki Türkiye’yi yazmış.. Hoca diyor ki:
“.. Evet, güllük gülistanlık değil. Acılı insanlarla dolu. Fakat toplumların yaralarını sarabileceklerini kendi yakın tarihimizden biliyoruz. Kızalım, ama kin tutmayalım! Kızalım ve düşünelim. Sormaya başlayalım. Düşünen, aynı zamanda insana acıyandır. Bu insana yakışan en güzel bir yaşam kuralıdır. Acımasızlar düşünmeyenlerden çıkar. Çünkü insanın toplu yaşayan, birbirine gereksinimi olan bir yaratık olduğunu öğrenmeden, bitki gibi bir ömür sürerler..”
***
Bu fikri ilerletelim. Özellikle uzun süredir yaşadığımız büyük ve derinlemesine siyasal çalkantıyı yönetenlere, ülkeyi kamplara bölenlere, siyasi ama tamamen hukuksuz ve yasasız davalarla insanlara acı çektirenlere yönelelim…
Öfkelenmemek mümkün mü bu ülkede!
Tek adamın herşeyi belirlediği, neredeyse astığı astık kestiği kestik yönetimine öfkelenmemek mümkün mü?
Patronların ayakları üzerinde duramadığı, dizleri üzerine titrediği, genel yayın müdürlerine “seni buraya bu adamları atmak için getirdim, yoksa her ay önüme dosya koyuyorlar ve ‘bu adamlar bizim aleyhimize yazıp duruyor, gazetene hakim değil misin’ diye soruyor” biçiminde açıkça söylendiği bir ülkede..
... öfkelenmemek mümkün mü!
İktidarda olan sadece kin ve nefret!
Yıllardır orada oturuyor.. Sadece, iktidarda hangi koşullarda, nasıl ne kadar daha uzun kalırım, benden olmayanları nasıl daha fazla dışlarım düşüncesiyle oturuyorsa bir iktidar, içi kin ve nefret doludur...
Yoksulluğu, işsizliği piyasa çözere emanet eden bir yönetime öfkelenelim..
Üniversitelerde öfkeyi, düşünmeyi, çözüm üretmeyi, farklılığı bastıran ve üniversitelerde sessiz bir umman yaratacağını sanan anlayışa ancak öfkelenebiliriz..
Kadınlara yönelik şiddetin son derece artmasına öfkelenelim, iktidar politikalarının bu şiddeti nasıl kolaylaştırdığını ve teşvik ettiğini anlamaya çalışalım..
Öfkelenelim ve ülkeyi, eğitimden sosyal yaşama ve düşünce odaklarına kadar tutuculaştıran bütün politikaların içeriğini sergileyelim..
Bu ülke neden hala yüksek cari açık veriyor, neden ithalat üretime döndürülemiyor, neden daha çok sadece tüketen bir ekonomi var, neden bilim ve teknoloji ekonomik üretimi dönüştüremiyor, dönüştürücü politikalar izlenemiyor, neden üniversitelerde her türlü ortalama kalite düşüyor? Neden, neden ve neden..
Neden Suriye’ye karşı savaşçı politika izleniyor, nasıl oluyor da bir bakan “ulus devlet parantezini kapatacağız” diyebiliyor...
Neden, neden ve neden..
Öfkelenelim..
Öfkelenmezsek yaratıcı olamayız.. öfkelenmezsek üstümüze gelen her heyelanı kabul ederiz.. öfkelenmezsek düşünemeyiz, geliştiremeyiz, yaratamayız, isyan edemeyiz..
Öfkeyi, yeni düşünce ve yaratıcılığın kaynağı olarak kullanmalıyız.
Yoksa hiç bir şeyi değiştiremeyiz...
  
RENNAN PEKÜNLÜ’YE YENİ DAVA 

Emekli astronomi profesörü Rennan Pekünlü’ye, derslere türbanla girdikleri için haklarında rapor tuttup dekanlığı verdiği matematik bölümünden 4 öğrencisinin şikayetleri üzerine yeni bir dava açıldı.. 16 Nisan günü saat 09:50’de İzmir 9. Asliye Ceza Mahkemesinde Rennan Pekünlü, veya daha kurumsal bir adla Laiklik İlkesi duruşmaya çıkacak! 
Yeni Şafak, Cihan Haber Ajansı, Bugün gazetesi yargıyı etkilemek, Anayasa Mahkemesi'ne ve hukuka uygun karar vermemeleri ve Pekünlü’nün mahkumiyetini onaylamaları için, Yargıtay üyelerini "uyarıcı” yayın yapıyorlar.. Kim bilir belki de Yüksekova'ya sürgünü anımsatıyorlardır.. Pekünlü diyor ki, “Tabii, üniversitelerdeki öğretim üyelerinin de, türban konusunda üç akıllı maymunu oynamaya devam etmeleri gerektiği konusunda kulaklarını çekiyorlar..”
***
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak dileğiyle..

21 Mart 2013 Perşembe

1) Utanmaz Adamlar; 2) Başkanlıktan Yan Çizeri mi?


Başlangıçta, tıpkı Balyoz’da olduğu gibi tam dolduruşa getirilen iktidar destekçilerinden bazıları, şimdi bu ne biçim dava diyorlar. “Kimse beni Başbuğ’un darbe planladığına inandıramaz” diyenden tutun, “elmalarla armutları bir araya tıktılar” diyene kadar.. Tabii, değer veya değersizliklerini sorgulamaya gerek olmayan bazı yüzsüzler de “az bile istediler” diyor.. Bakıyorum, sadece Cemaatçiler, savcının tam arkasında! Yazarlarıyla, gazeteleriyle ve tv’lerde hazır kuvvet tipleriyle.. Robokop gibiler!
Hele içlerinden bir eski savcı, hukukçu kılığıyla, tam 5 yıldır, elindeki savcı iddianamaleriyle tv’den tv’ye koşturup durdu.. oradan açıp okuyor hâlâ. Bu ne utanmazlık öyle! Aradan bunca yıl geçmiş, dosyaya bir dizi delil girmiş, savunmalar yapılmış, insanlar suçsuzluklarını anlatıp durmuşlar.. Adamlarda tık yok, yüz de yok! Tam mahkeme duvarı! Savcının masallarını hâlâ anlatıp duruyorlar.. Yahu bir kez de sanıklar bu iddiaları nasıl çürüttü, ona bak, dile getir, söyle, kulak ver!
Bu zamanlar geçecek ve birileri bunları vitrinde teşhir malı gibi sergileyecektir..
Ergenekon davasında savcının talep ettiği, giyotinle kafa kesme, enjeksiyonla veya gazla zehirleme, (niye Baldıran otu yok bunlar arasında?!), elektrikli sandalyeye oturtma, ipe çekme gibi, henüz ülkemizde olmayan öldürmelere denk düşen ağırlaştırılmış ebedi hapis cezalarının bir geleceği olabilir mi? ( Erdoğan halkım isterse idamı geri getiririm demişti anımsatırım!)
Örneğin İlker Başbuğ’a biçilen yeni suç ve istenen ceza, Erdoğan’a da bir yanıt mı? Bunları (kan temizler demiyeceğimJ) ancak af temizler eylemine bir kapı mı açıldı? Başbakan, cemaatin elindeki bu mahkemeleri tam kapatmayarak, acaba kendisine bir “affetme yüceliği” için koşul ve fırsat mı yarattı?
Malum, affın da kendisine oy kazandıracağı hesaplarını, hangi seçimler üzerinde kuruyor.. Dikta anayasası üzerine mi? Hadi buna bakalım şimdi..

Başkanlıktan Yan Çizme
Başbakan Erdoğan, Kürt Meselesi çözümünü, rafında hazır bekleyen diktacı Anayasasına bağlayacak ve bunu millete dayatacak mı, yoksa bundan vaz mı geçecek..
Önümüzdeki bir ayın temel sorusu budur.
Üç aydır yazıp çiziyorum. Erdoğan’ın Kürt Meselesi çözümüyle başkanlık sistemi anayasası birdir diye. Önlerindeki bu apaçık olguyu görmek istemeyenlerden kimisi yok yahu nereden çıktı bu dedi. Kimisi, başkanlık anayasası sonraki sorun dedi.. TV’lerde birlikte olduğum hükümet yanlıları yemin bilah yok dedi..
Ama Öcalan bu pazarlığı resmen açıkladı. RTE de tarih verdi: Nisan ayında getiririz Anayasamızı! Sonbaharda da referandum gözükmüştü. Kürt siyasetçileri “Başkanlığa destek veririz” deyince, millet önünü görmeye başladı! Bazı gazete yazarları da köşelerinde Kürt Meselesi ile diktacı anayasanın birbirine bağlanmasının yanlış olduğunu yazmaya başlayınca, konu en önemli gündem maddesi olarak yayıldı..
Geçen gün bir kanalda baktım, kamuoyu araştırma şirketi yöneticileri bir masaya dizilmiş.. Özetle hepsi, Kürt Meselesi çözümü ile Başkanlık anayasasının ayrı tutulmasını öneriyor.. Neden? Kamuoyu yoklamalarına göre, millet diktacı yetkilere hiç yüz vermiyormuş. Yüzde 20-30 arası bir destek varmış. Eğer Kürt çözümü başkanlık sistemi anayasasına bağlanırsa, hepsi toptan reddedilirmiş.. yazık olmaz mıymış..
İçlerinden biri, “bu durum karşısında Başbakan bir hata yapmaz, önce Kürt meselesini anayasada yapacağı değişikliklerle çözer.. Sonra bu çözümü gören milletten alacağı hızla, başkanlık sistemine yüzde 80 destek alır” dedi.. Bir diğeri, iktidarın anayasayı kabul ettirmesi için milletin kafasını iyi yıkaması zorunluluğuna dile getirdi!
Eh, elbirliği ile bunu yaparsınız!
Evet, önümüzdeki bir ayda dananın kuyruğu kopacak. Erdoğan biliyorsunuz, Başkanlık sisteminin faziletlerini halka anlatma timi kurdu, Soylu’dan tutun Kuzu’ya kadar hepsi bla bla bla.. Kuzu ki, daha 2007’de Başkanlık sistemlerinin hızla diktatörlüğe dönüşeceği konusunda sayfalarca makale yazdı. Kuzu’ya bakıyorum da kendi “bilimsel” saptamalarını nasıl ayakları altına alıp çiğniyor.. Demek bilimci ile ilimci arasındaki fark burada.. veya bilimcinin kendini siyasi kullandırtmasının çok iyi bir örneği olarak vitrinde oturuyor!
Başbakan, ya herro ya merro ikisini birden istiyorum der mi.. bilemem. Vazgeçebilir.. O zaman, milletvekili yaptığı anayasa profesörleri, şu sıralarda, Apo ile RTE anlaşmasını hayata geçirecek anayasa değişiklikleri üzerinde harıl harıl çalışıyorlardır. Habercilere duyurulur.. RTE, dikta anayasasını sonbaharda referanduma sunmaktan kaçınabilir. Çünkü, tepetaklar olma olasılığı çok büyük..
NOT- ÖSYM Başkanı Ali Demir sınav salonlarında kopyacılığa göz açtırmayacağız diye demeç veriyor..  Salonlarda sıkı güvenlik önlemleri alacaklarmış.. Demir’e söyleyelim: mesele salonlar değil, ÖSYM’nın kendisi; soruların hazırlığı, dağıtımı oradan oluyor! Sınav soruları güvenliği merkezi bir sorun..
--21 Mart 2013 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

20 Mart 2013 Çarşamba

Ergenekon’a İdam Kararı


Baro’yu, yiğit avukatlarımızı yazacaktım ki Ergenekon Mütaalası patladı! Şu ülkeye bak.. Neyse, Baro dışarıda, bekleyebilir; içeridekilere öncelik vereceğiz..
Savcı, kardeşim Mustafa Balbay, İlker Başbuğ, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal, Doğu Perinçek, Fatih Hilmioğlu, Erol Manisalı ve daha çok sayıda kişi için idam kararı verilmesini istedi… Şaşırdım mı, zerre kadar hayır; beklediğim buydu, aslan savcılar, siz orada oturduğunuz sürece biz hep haklı çıkacağız! İki seçenek vardı önlerinde.
İlki şuydu, o yüksek yerdeki kürsüden mahkemeye ve yargılananlara dönerek diyeceklerdi ki dün:
Sayın mahkeme heyeti, sayın sanıklar.. İddianamemizi açıkladıktan bu yana yıllar geçti.. Son ana kadar, son duruşmaya kadar bu umudumuzu koruduk, bir belge çıkacak ve işteeee Ergenekon Terör Örgütü diye takdim edeceğiz.. Ama aradık taradık, sorduk soruşturduk, taktık takıştırdık, ne yazık ki şu Ergenekon isimli örgütünü bulamadık.. Ne liderini keşfedebildik ve ortaya çıkartabildik, ne üyelerini.. Ne tüzüğü var ortada, ne talimatları.. Ne Başkanını keşfedebildik ne üyelerini.. Ne şema var, ne emir, ne kumanda.. Ortada hiç bir belge yok.. Sadece bazılarının aralarındaki telefon görüşmelerine dayanarak, sadece bazılarının resmi ve yasal toplantılara katılmalarına bakarak… bunların darbe-terör örgütü olduğunu ileri sürdük.. Ama geçen beş yıl içinde, bu iddiamızı kanıtlayan hiç bir belge bulamadık. Yüzlerce tanık dinledik, hiç kimse ergenekon örgütünün adını duymadığını söyledi. Devletin resmi kurumlarından MİT’ten, Emniyet Müdürlüğünden, Genel Kurmay’dan var mı böyle bir örgüt diye sorduk.. Hepsi bilmiyoruz görmedik duymadık dediler.. Toronto’da yaşayan imam, pardon papaz da, bu bir siyasi projeydi, böyle bir örgüt yok, dedi.. Son ana kadar umudumuzu koruduk, ama şimdi işin sonuna geldik..
“Gönlümüz hiç rahat olmasa da, böyle bir terör örgütünün varlığını kanıtlayamadık.. Bu bakımdan, bütün sanıkların beraatini ve hemen serbest bırakılmalarını istiyoruz. Esas hakkındaki mütaalamız bu kadardır..”
***
Bunu diyebilirler miydi? Dünkü taleplerinin haklı olduğuna inanıyorlar mı? Bence inanmıyorlar. Eğer inanıyorlarsa, namusları, onurları, çocukları ve eşlerinin başları, kutsal inandıkları, tanrı, cennet-cehennem, cemaatçi iseler Pensilvanya ve eğer inanıyorlarsa Kuran üzerine yemin etsinler.. Tabii, savcılara uyarak benzer cezaları verecek olan, Mahkemenin her bir kişisi için de aynı şeyi söylüyorum..
Bunu yapamayacakları için, ellerinde baştan beri tek seçenek olan, mahkumiyet istediler. Heyet de buna uyacak, zaten sanıkların tanık dinletme isteklerini, “konu bizim için aydınlığa kavuşmuştur, bu talebi gereksiz buluyoruz..” gibi sözlerle reddetmişlerdi..
Burada hukuk yok, hukukun, yasaların zerresi yok.. siyasi davada ancak siyaset konuşulur..
Balyoz gibi cehennemi bir şaklabanlığın ciddi ciddi sürdürüldüğü ve ağır cezaların verildiği bu tür bir yargılamada, Ergenekon’un farklı sonuçlanmasını beklemek, eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Bu iki dava, ülkenin nasıl bir keyfi yönetim batağı içinde çırpındığının somut kanıtlarıdır.. Bu iki dava, bu ülkeden bir Tayyibistan ve Cemaatistan yaratma davasıdır. Bir dikta rejiminin alabildiğine ve dizginsiz egemen kılınması davasıdır...
Ama yanlış yapıyorlar. Bu yanlışa da inanıyorlar.. Bu ülkeden ne Tayyibistan çıkar ne Cemaatistan.. Sultanlık tahtı kurulamaz burada. Bu ülkeyi savaşa da sürükleyemeyeceklerdir. Medyayı satın alarak yarattıkları büyük suskunluk altında, demokrasinin ve özgürlüğün ayaklar altında çiğnendiği bir ortamda, Kürt Meselesini de çözemeyeceklerdir.
RTE-Apo arasındaki al vere destek için ortaya dökülüp bildiri yayınlayanlar; ülkede demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, hukuk ve yasalara saygı, baskılara son, özgürlük, daha çok demokrasi, inadına en çok demokrasi için kıllarını kıpırdatmamış, ortalığa dökülmemişler ve bu amaçla bir bildiri yayınlamamışlardır..
Bu dönem, ancak kralın soytarılığına soyunmanın izinli olduğu bir dönemdir..
***
Ergenekon savcısı idam istedi. Evet aslında tabii ki idam istedi; ama idam kalktığı için, idamı dile getiremedi, onun yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis istedi..
Yüzleri kızardı mı bilemiyorum. En azından ruhları kızardı mı, bunu da bilemem. Duruşmada olsaydım, bu okumayı yapardım.. Çünkü insanın söyledikleri ile gerçekler birbirine uyuşmadığında hemen yüzüne yansır, gözlerinden mutlaka bir karanlık ışık çakar.. Bedeninde mutlaka bir titreme olur, gözü seyirtir, dilinde en incesinden bile olsa mutlaka bir sürçme olur.. Ben de onu yakalarım!
Ama rahatlıkla söyleyebilirim ki, bunlardan bir veya bir kaçı mutlaka olmuştur!
Bu kadar absurd bir dava, şüphesiz absurd cezalarla sonuçlanacaktır. Ama hepsi yok hükmündedir. Ben ülkeme güveniyorum. Bunlar ancak zulümleri kadar yer yakacaklar.. Ben olsaydım, tutuksuz yargılansaydım, açıkça yazıyorum: artık bu noktada haksızlığa zerre kadar gider teslim olmazdım…
--19 Mart 2013 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

19 Mart 2013 Salı

Irak Savaş Raporu, Savaş Ağı Örülüyor


190.000 e yakın insan ölmüş, 2,2 trilyon dolar: Savaşlarda insanı aramayın.. İnsan yoktur.. İnsan ancak öldürülmek için vardır.. Kitleler halinde hem de..

Irak savaşını anımsıyorsunuz değil mi? Hani önceki gün Bağdat’da patlayan bombalar sonucu en az 18 kişinin daha öldüğü o komşu ülkemizi! Belki de bu son bombadan haberiniz yoktur! Hayır, Suriye’den bahsetmiyorum! Unutmuş değilsiniz, biliyorum; Irak’ta 10 yıldan bu yana yaşanan büyük insanlık dramı, farkında olmasak da derinlemesine sürüyor. İnsanlık dramı mı dedim? Evet, ama bunun üzerine bir millet, bir ülke, paramparça edilmiş bir devlet dramını eklemeliyiz. Dahası, bir bölge, bir petrol, bir İslâm dramını.. Ve üzerine bir Türkiye dramını da..
Saddam’ın kimyasal silahları var, hepimizi öldürecek” yalanıyla 2003’te alçakça işgal edilen Irak üzerine yeni bir “savaş raporu” (*) yayımlandı. Saygın tıp dergisi The Lancet’teki ayrıntılı araştırmaya göre, savaşta 190.000’e yakın insan öldürüldü, öldü. 5 milyon Irak’lı yerinden yurdundan oldu.. Binlerce Irak’lı yaralandı, hastalandı. Ülkenin bütün altyapısı paramparça oldu! Ülkenin bizzat kendisi dahil!
Iraklılar için bu ölüm sayısı mutlak değil. Geleceğe yönelik sonuçları itibariyle de potansiyel olarak yüzbinlerce ölümü bu sayıya katanlar var. Tüm sağlık altyapısının çökertilmesi nedeniyle, tedavi edilemedikleri için ve benzer nedenlerle savaşın etkileriyle ölen ve hala ölmekte olan Iraklılar var.. Bir de 10 yıldır ülkede esen terörün kurbanları…
Savaşın ABD’ye bedeli 2,2 trilyon dolar! Gelecek 40 yılı hesap etmişler, faiziyle birlikte 6 trilyon doları bulmuşlar.. 4.487 Amerikalı asker öldü, 31.000 asker de yaralandı.. Yazarlar anımsatıyor: O zamanki Bush Kongre’ye verdiği raporda “bu işi en çok 60 milyar dolara bitiririz..” diyordu!
Irak’a Özgürlük, İnsan hakları ve Demokrasi gelecekti! Anımsayan var mı? 10 yıl geçmesine rağmen bırakın yeniden toparlanmayı, can çekişen ve parçalanmış bir ülke var karşımızda..
***
Egemenlerin, galiplerin, alçakların savaşı.. 2003’te ülkemizde bu savaşı alkışlayan ve savaşa katılmak için çırpınanları anımsamak bile istemiyorum. Ama savaşa katılmaya gönüllü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bugün de, yine neredeyse tıpkısının aynısı bir başka savaşın adeta içinde.. Suriye’de, bu kez emperyalistlerin devşirdiği uluslararası “müslüman tugay”la körüklenen iç savaşta kan gövdeyi götürüyor..
ABD’nin neden savaşa doğrudan katılmadığını, müslümanı müslümana kırdırma yolunu seçtiğini merak edenler, Irak savaşının bilançosuna baksınlar.. Irak’ta bile bugün nasıl bir yapı kuracağına, bütün mü kalsın yoksa ikiye üçe parçalansın mı, hangisinin menfaatine olduğuna karar veremeyen bir hegemon.. Suriye’yi Esat’tan sonra hangi siyasi kimliklerin yöneteceğini de göremediği için,  Erdoğan-Davutoğlu ikilisini durduruyor. Bıraksa, ikisi de Suriye’ye dalacak..
Belki yarın karar verir, bilemiyoruz.. Çünkü Amerikan dergileri Suriye için artık “ölü ülke” diye yazmaya başladı (The Economist). Ve bu ülkede aklını satmış çıldırık insanlar, savaşı bitirmek için değil, kışkırtmak için çalışıyor. Üstüne üstlük, savaşan tarafların aralarında diyalog kurulmasına bile karşı çıkıyor..
Düşünün ki Suriye’nin başına geleni siz ülkenizde yaşamaya başlıyorsunuz.. Her tarafta kan gövdeyi götürüyor. Onbinlerce kişi ölüyor, ülke göç ediyor.. Sokağınızda toplar patlıyor, evlerinize bombalar düşüyor ve yanıbaşınızda insanlar ölüyor.. Komşularınız, çocuklarınız, arkadaşlarınız, dostlarınız…
***
Savaşlarda insanı aramayın.. İnsan yoktur.. İnsan ancak öldürülmek için vardır.. Kitleler halinde hem de..
Emperyalist savaşların hiç birinde insanlık yoktur.. Sadece vahşet vardır.. Emperyalistlerin, egemenlerin, iktidarların iktidar hırsları, paranın kapitalizmin kazancı ve yararı vardır..
İktidarlar bütün bunlar için halkı peşine takar..
Tek haklı savaş, ülkelerin, halkların işgale karşı yaşam savaşıdır..
AKP, hâlâ, komşulara karşı savaş ağlarını örüyor..
Kürt Meselesi çözümünün yakın gelecek planında bu çözümün izdüşümünü görüyor musunuz?
 (*) Boston Tufts Üniversitesinden Barry Levy ve Albert-Einstein Tıp Kolejinden Victor Sidel’in araştırması..
 ---18 Mart 2013 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Şu CHP Yine.. Bindir Gitsin! Ve Ordu Üni Deniz Yıldırım


CHP içinde farklı “kanatlar”ın birbirini tasfiyesi mi? Ne aptalca bir şey.. Dışarıdan içeriden habire birileri kışkırtıyor.. Kimi “CHP’de Kuzuların Sessizliği” diye, ya kendisi dolduruşa getirilmiş ya da CHP’yi dolduruşa getirme amaçlı yazı yazıyor. Parti içinde “ulusalcı” ve “sosyal demokrat” iki kanat varmış.. Ulusalcı kanat Kılıçdaroğlu’nu dolduruşa getiriyor ve partinin “nasyonalist” olduğunu söyletiyormuş. Yabancı dilde yazıyor ki, Hitler’e, ırkçılığa çağrışım yapacak sözde! “Ulusalcı” sosyal demokrat değilmiş, olamazmış gibi.. Kaba, kategorik, fırsatçı ve parçalamaya yönelik...
Bir diğeri, Başbakan’ın “batsın gazeteciliğiniz” diye esip gürlediği gazetede yazan bir akademisyen, sözde “etkin bir muhalefet olması için” gibi bir bahaneyle, CHP’ye bindiriyor! RTE-Davutoğlu ikilisinin Suriye’de savaş politikasına karşı CHP eleştirilerini beğenmiyor.. Hemfikir olduğu benzeri yazarın şu satırlarını üstleniyor: “CHP kendi ayağına kurşunu sıkıyor.. İmralı sürecine karşı muhalefetini ve Suriye’de Esad yanlısı tutumunu gözden geçirmezse, önümüzdeki seçimde sıkıntı yaşar”mış.. Tehdite bak!..
Kamçı ile CHP’yi yola getirecekler.. hangi yola, diye sormayın RTE’nin yoluna, CHP’yi iktidarın kuyruğuna bi taksalar “en büyük orgazma” erecekler!
CHP politikalarını eleştirin.. Örneğin CHP’nin Cemaat’e yönelik politikasını yerden yere vuracağım sonraki yazılarımda.. Ama “etkin muhalefet yapmalı” yalanı altında, partiyi iktidar kuyrukçuluğuna zorlama.. bu CHP’yi bitirme politikası olur.. CHP içinde bir kanadı diğerine vuruşturma, tasfiye kışkırtıcılığı yapma.. Bu da CHP’yi etkisizleştirme, içeride birbirinin gözünü oydurma anlayışı olur..
Sanki hepsi iktidarın “özel görevlileri”…
CHP “güçlü başkanlık” yönetimi ile bu çabaları etkisiz kılabilir. Sorunlara odaklı ve bu sorunlar çerçevesinde ama gerçekten etkin muhalefetle CHP yükselir.. “Vay ulusalcı, milliyetçi” gibi bilinçli saldırılar, CHP’yi bütün köklerinden ve Türkiye’yi savunma refleksinden arındırmayı amaçlıyor. RTE, ABD ve ayrılıkçı politikacıların da, CHP muhalefetini tamamen etkisizleştirmeye şiddetle ihtiyacı var.. Türkiye’yi her açıdan bitirmek için…
CHP’nin, önceki gün yayımlanan çok imzalı “sürece destek bildirisi” gibi davranmalarını istiyorlar. Bu bildiriyi hazırlayanlar, iyi güzel de, sürecin otomatik olarak RTE’nin dikta anayasasına bağlandığını görmüyor mu? “Biz süreci destekleriz, gerisi bizi ilgilendirmez, biz ne pahasına olursa olsun çözümün arkasındayız..” durumundalar.
Ben bu tavrın berzerini, 2010’da sanırım bu ülkede, yoksa ABD’de mi ne, yapılan bir anayasa hukuk referandumunda anımsıyorum.. Hay allah neydi o!
***
Günümüz Üniversitelerinden.. Ordu
 Akademisyen Deniz Yıldırım,  Ordu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde yardımcı doçent.. Geçen Aralık ayında YÖK Yasa Taslağı üzerine düzenlenen bir panele katıldı, eleştirilerde bulundu, görüşlerini açıkladı. Ordu Üniversitesi yönetimi Yıldırım’a “ben gitmene izin vermedim, sana disiplin cezası veriyorum” dedi.
Bir akademisyenin, hem de üniversite ile doğrudan ilişkili bir yasa tasarısı hakkında görüşlerine nasıl yasak koyarsınız.. Yıldırım diyor ki, “izinsiz Ankara’ya gitmişim, üniversitede bulunmamışım.. Bilimsel ve mesleki olarak kendinizle ilgili bir yasa üzerine görüş açıklamak için izin alınması akademik geleneklere uymaz. Öğretim üyesi olarak ders sorumluluğu yanında toplumun bilgilendirilmesi görevim de var. Bu gibi panellere katılıp kamuoyunu bilgilendirmek tam da görevimin gereği.”
Evet görevlerinden biri de budur Deniz Yıldırım’ın.
Verdiği cezadan, Ordu Üniversitesi’ne atanan hükümet rektör ve dekanlarının görevinin de, muhalif sesleri baskıyla susturmak olduğunu anlıyoruz.. Yönetim, sendika afişi astıkları gerekçesiyle 7 öğretim görevlisi hakkında daha soruşturma açtığını söylersek…
--17 Mart 2013 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet