SAYFALAR

31 Ekim 2012 Çarşamba

Milletin Geri Dönüşü!


Cumhuriyet, bir karabasanı sanki iktidarın... Aslında korktuğu ve silmek istediği Cumhuriyet ve demokrasi kazanımları. Cumhuriyetle özdeşleşmiş olan Atatürk! Cumhuriyet deyince akla Atatürk’ten başka ne gelir! Ama her Cumhuriyet’le Atatürk de büyüyünce..


Tadını, kokusunu, yakıcılığını önceki yasaklı 1 mayıslardan, Taksim çevresindeki “muharebelerden” biliyorduk, ama unutmuşuz.. Bir bulut gibi geldi genizleri gözleri yakmaya başladı. Burnumu tıkadım.. Olay Ulus’ta heykelin hemen arkasında koca bir ayyıldızlı kırmızı bayrağın altına güneşten sığındığımız sırada oldu. 
Sığınacak yerin bayrağımızın altı olması üzerine sohbet ediyorduk. Can Dündar’a, bu büyük kalabalığı kaba güçle, gazla dağıtmak gibi bir gözükaralık göstermeyebilirler derken ve Dündar da gösterebilirler diye yanıt verirken, tam o sırada gaz bulutu çevreyi kapladı. Göz ameliyatı geçiren Bekir Çoşkun’a doktoru, biber gazı yeme, yersen hemen hastahaneye gelmelisin demişti, geri çekildik! Zaten ya gazın üzerine ya da geri gideceksin! Otomatik davranış, gaz etkisinden uzaklaşmak!
Yüzbinlerce insan, Ulus’a çıkan bütün caddeleri doldurmuş.. Opera’dan Ulus’a heykelin yanına gitmek zaten sorunlu.. Heykelin yanında meşaleler alev alev, durmak zor yanında. Ama oradan bütün caddelerin doluluğunu izliyoruz. Polis eski Meclis binasının önünde çanakkale barikatı kurmuş! Ulus, tarihi meydan. İlk Meclis binası bütün sevimliliğiyle, Türkiye kuruculuğu gibi şanlı bir görevi yerine getirmenin bütün muhteşemliğiyle orada.
Türkiye Gençlik Birliği örgütlü önderlik ediyor. Daha küçüklü guruplar, sendikalar. ADD bayraklarını da görüyorum. Ankara CUMOK’lularla bayramlaşıyoruz. Büyük çoğunluk halk. Bekir’le fotoğraf çektirme yarışı var. Yüksekten bağırıyorlar, Bekir buraya! Çıkıyor resim çektiriyor! Topluluk, tanıdıklarını, önder bildiklerini, sevdiklerini arasında görmek istiyor, çok memnun! Bunu yürüyüş boyunca gözlemledik! Önderlik ve örgütünü arayan halk. TGB gençleri minibüsün üzerinde yer yer konuşma yapıyorlar. Onlara, yarının siyasi liderlerine bakar gibiyim!
Yüzbinlerin yürüyüş baskısına, polis barikatları dayanmıyor. Gençlik Parkının önünde polis yolu açıyor. Emir geldiği belli. Halk, gençlik yürümekte kararlı. Orada büyük bir arbede çıkma olasılığı güçlü. Tepede helikopterle dolaşan, Başbakanın beyni ve vicdanı rolündeki İçişlerine Bakanı, bırakın yürüsünler talimatını almış olmalı.
Onbinlerce insan çeşitli kollardan Tandoğanda birleşip Anıtkabir’in kapısına dayanıyor. Halk orada! Aydınıyla genciyle çoluk çocuğuyla.. Büyük bir şölen havası var. Vosvosçular da arabalarıyla yürüyüşte.. Cumhur, bayramına sahip çıkıyor. Cumhuriyet’le birlikte, birey, insan, yurttaş kimliğini kazanmanın bilinciyle..
***
Cumhuriyet Şöleni, iktidara, Başbakan’a birikmiş olan büyük bir tepkinin dışa vurumu. 2007 seçimleri öncesi büyük Cumhuriyet Mitingleri de öyleydi. Milletin geri dönüşü! Bundan korkanların, Ergenekonun canlanması diyeceklerin canı cehenneme!
İktidar 2007-2011 arası millete saldığı ergenekon, darbe, silivri, büyük kulak (dinlenme) korkularıyla, durumu idare etti. Yarattığı büyük sessizlik ve korku apolitikleşmesi ile de iktidarını güçlendirdi. Gençlik yeniden diriliyor! İnsanlar ayağa kalkıyor ve üstündeki tozu silkeliyor. İktidar, oldum olası, Cumhuriyet Mitingleri deyince, ünlü deneydeki tepkiyi veriyor.. Hani bir Rus bilimci... Bu deneyde ise tüyleri dikiliyor, yüzü kasılıyor, eli beline gidiyor.. polis düğmesine basıyor!
Cumhuriyet, bir karabasanı sanki iktidarın! Stadyumlarda alıyorum halk kutlasın diyor. Halk sahip çıkınca da korkuyor.. Aslında korktuğu ve silmek istediği Cumhuriyet ve demokrasi kazanımları. Cumhuriyetle özdeşleşmiş olan Atatürk! Cumhuriyet deyince akla Atatürk’ten başka ne gelir! İktidarları boyunca silmek istedikleri, tarih liboşlarını ve sahtekarlarını saldıkları tv ve gazetelerde yıkmak isedikleri Atatürk, her Cumhuriyette daha büyük bir kalabalıkla ve büyüyerek karşılarına çıkıyor..
O zaman daha büyük bir sesle haykıralım: Yaşasın Cumhuriyet!
---30 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset- Cumhuriyet

NOT: Bu yazı yayımlandıktan sonra aslında Cumhurbaşkanı Gül'ün bir gön önce Ankara valisini çağırarak olaylara ve çatışmalara yol açılmamasını ve esnek davranılmasını istediği ortaya çıktı. Bu arada CHP lideri Kılıçdaroğlu ve CHP'li vekillerin mitinge katılması, Eski Meclis önündeki barikatın yıkılmasında ve göstericilerin birleşmesinde büyük katkısı olduğunu da burada belirtelim. CHP'nin katılımı, Ulus'u ve yürüyüşü çok büyütmüştür.

26 Ekim 2012 Cuma

Ayrılıkçılıkla Değil Birliktelikle Çözülür


Bayram bayram nedir bu cezaevi demeyin. Önce iyi bayramlar dileyeyim.. Şu sırada Sincanlar dahil 60’a yakın cezaevinde yüzlerce insan (Adalet Bakanı dün 600 küsur kişi olarak açıkladı) açlık grevinin 44.cü gününde. Bu eşik sonrasında insanda geri dönülmez sakatlıklar oluşuyor, eğer ölümler birbiri ardına gelmezse.. Açlık grevine gidenlerin büyük çoğunlukla Kürt kökenli mahkum ve/veya tutuklular olduğunu biliyoruz. Konu da cezaevi koşulları değil, mahkemelerde Kürtçe konuşma ve ifade vermek hakkı, İmralı’da Öcalan’ın tecritinin kaldırılması...
Kimsenin “bunlar siyasi talepler...” diyerek konuya sırt çevirmesi doğru değil. İlki, Kürt Sorunu ulusal boyutta en büyük sorunumuz.. Tam da bu nedenle çok daha önem taşıyor. Konuya yaklaşımınız, bu meselenin derinleşip ayrılığı mı güçlendireceği, yoksa Türk-Kürt yakınlaşmasını mı sağlayacağı ile ilgilidir! İkincisi, ortada insan canlarından bahsediyoruz.. Belki de şu sıralarda yeniden görüşmelere başladığınız terör örgütü PKK lideri Öcalan’a yıllarca tecrit uygulamanızın anlamı var mıdır?
Mahkemelerde Kürtçe ifade vermelerini önlemek mi önemli yoksa hepsinin açlık grevinden ölmesi mi.. insan canı söz konusu olduğunca konuyu böyle bir (ahlaksız) ikilim içinde sunmak bile felaket.
Ama, insan hayatı söz konusu olduğunda ahlaki olmasa da, şu soruyu soralım yine de bu noktada: Acaba hangi sonuç Türk-Kürt birlikteliğine hizmet eder?
***
Cezaevleri Türkiye’nin her zaman insan canının belasıdır. Bu bela, şüphesiz ki insan canını hiçe sayan devlet ve siyasi iktidar tutumundan ileri gelir. Mamak’ı vb saymayalım, ülkemizde akıllarımızda kalan en büyük cezaevi felaketleri veya katilamları Ulucanlar’da (Eylül 1999, 10 cinayet, şimdi müze yapıldı); Bayrampaya, Sağmalcılar başta olmak üzere çok sayıda cezaevinde de 2000 Aralığı büyük bir dehşete tanık olmuş, açlık grevindeki yüzlerce ve siyasi tutuklu ve hükümlüyü “hayat döndürmek(!)” için yapılan operasyonlarda 32 kişi öldürülmüştü!
Bizde devlet ve siyaset budur! Bugün de aynı kafa hüküm sürmektedir.. Cezaevlerinin her türlüsü insanlıkdışıdır.. Üstüne üstlük, Silivri’de olduğu gibi muhalefeti istediği komplolarla tutuklayıp içeri atan siyasi bir rejim altında yaşıyoruz!
***
Kürt Meselesi’nin ülkemizi ilgilendiren yönü şudur: Ortadoğu’da emperyalist yeni planlar, Büyük Kürdistan düşü vb olmasına ve ayrılıkçılık körüklenmesine rağmen, tek çözümü vardır: Birlik içinde ve beraber yaşayarak! Bütün iç ve dış zorlamalara rağmen, bu mesele ayrılarak-bölünerek çözülmez, çözülemez!
Ben terazinin iki kefesine koyuyorum sorunları, istekleri, ayrılık olup olmayacağını, hep birliktelik ağır basıyor.. Çünkü Kürtlerin büyük çoğunluğunun ayrılmak istediğini düşünmüyorum, sanmıyorum.. Irak Kürdistanı ile birleşip bir Ortadoğu ülkesi gibi mi yaşamak isterler, yoksa Türkiye bütünlüğünde, daha gelişmiş olanaklar içinde mi..
Kürt ayrılığının Kürtler açısından en büyük tehlikelerinden biri, tamamen etnik temelde bir ayrılığa dönüşmesidir... Türkler ve Kürtler olarak...
Türkiye Kürtleri, Irak Kürdistanı ile mi yaşayacaklar, Türkiye ile mi.. eşit yurttaş olarak..
Bu konudaki anketlerden zaten bu sorunun yanıtlarını görüyorsunuz.
Ama şunu da görüyorsunuz: Kürt olarak, etnik kimliğiyle ve kültürel olarak yaşamak isteği ve bilinci, son otuz yılda son derece gelişmiştir.
Bu sorun ancak birliktelik içinde çözülebilir!
Öncelikle şu cezaevlerinde açlık grevleri bir bitsin..
İyi bayramlar dileyeceğim yine de ve herşeye rağmen.. 
--25 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

23 Ekim 2012 Salı

Medya : Temel Gösterge; Dikkat Muktedir ve Adamları Hiç Uyumaz!


Gazetecileri Koruma Örgütü (CPJ), geçen yıl yayınladığı raporda sadece 8 gazeteci tutuklu var demiş ve iktidarın adamlarının, “işte bak biz demedik mi, 8 tane gazeteci tutuklu, gerisi terörist ve başka suçlardan içerde” biçimindeki yalan propagandasına zemin hazırlamıştı. CPJ bu kez doğruya yaklaştı, Ağustos itibariyla 76 gazeteci tutuklu dedi, üstelik raporuna koyduğu başlık zehir zemberek: “Türkiye'nin Basın Özgürlüğü Krizi: Gazetecilerin Hapsedildiği ve Muhalefetin Suç Sayıldığı Karanlık Günler..” Raporun ulaşabilir, yayabilirsiniz.. www.cpj.org/tr/turkey2012-turkish.pdf 
Raporda görüşlerine başvurulan Aslı Aydıntaşbaş: “Günlük gazetelerin tamamı Türkiye’de neyin yalnış olduğunun farkında, ama doğru düzgün gazetecilik yapamayacak kadar sindirilmiş durumda..” Nedim Şener de “İlk defa, yazmadığım ve yazılmasına yardımcı olmadığım kitaplar yüzünden tutuklandım” diyor..
 Üstelik “İleri demokrasi”ye geçirilen Türkiye, dünyanın demokratik olkabul etmediği bütün ülkeleri geride bırakarak, basın özgürlüğünün hapishanede olduğu bir nolu ülke oldu! Şimdi iktidar ve adamlarından, geçen yılın övgü dolu sözlerinin yerine şimdi küfür işiteceğiz!
***
Hayır, medyanın tutuklanmış olması, sıradan bir olay değil.. Ayrıca tekil bir olay da değil..
Türkiye’nin basın özgürlüğünde dünyada düştüğü derin çukura, başka derin çukurlar da eşlik ediyor: Örneğin demokrasi ölçerlerinde, her yıl basamak basamak geriye düşen bir ülke..
Papağanlar, durmadan “ileri demokrasiye geçtik, sen ne diyorsun” diye televizyonarda kükreyip dursun. Gazetecilerin içeri atılmasını, tutuklanmasını meşru ve doğru göstersin. Hatta, artık işkenceyi bile meşrulaştırsınlar... Utanmazlık, arlanmazlık, kendini bilmezlik ve mesleğine ve demokratik ideallere ihanet, ölçü ve endaze tanımıyor!
Bunları ekrana çıkartarak “eee ne yapalım, bir de hükümetin borazanlığını yaptıralım ki, denge sağlansın, gerçekler iki görüşün çarpışmasından çıkar” biçimindeki, gerçekleri karartmaya yönelik yeni moda ekran yönetme biçimleri, bu kara günlerin gazetecilik üzerindeki büyük kabusu olarak anılacak.
***
Ülkede hemen hemen bütün güç odaklarını denetimi altına almaya çalışması ve herşeyin kendisinden sorulduğu bir ortam yaratması, bir Muktedir’in, nasıl bir siyasi rejim kurmaya yöneldiği konusunda, isteyen herkese yeterli bir fikir verir..
Gerisi teferruattır. Gidişatı görmeyen veya karartmaya çalışanlar, ancak Muktedir’in yoldaşları, destekçileri olabilir.. Muktedir’in karakterini ve gidilen yolun niteliğini anlamanın en önemli kriterlerinden biri Medya ile ilişkisidir..
10 yıl içinde medya, üzerindeki ağır baskılar sonucu, güvenirliğini, objektif haberciliğini ve yorumculuğunu epey yitirdi. Tam iktidarlaşan medyayı bir kenara bırakın. Yaptıkları şakşakçılık ve yağcılık, onarın satışlarını sınırlı bıraktı. Açıklanan satış miktarına, iktidar belediyelerinin büyük miktarda gazete alım destekleriyle şişirilmektedir. Gerisi de, cemaatin adamlarının gazeteleri bölge bölge toptan alıp dağıtmaları biçiminde gerçekleşiyor.
Yani, bana sorarsanız, gerçek gazete satışları açıklanan rakamların yarısı kadar bile değildir.
***
Nereye varmak istiyorsun, diye sorarsanız: İktidar, bu nedenle, hala merkez / ana akım medya diyebileceğimiz gazete ve tv’ler üzerinde baskısını sürdürüyor. Çünkü geniş kitleleri kontrol etmenin en önemli aracı, merkezi, yani büyük kitlelerin kulak verdiği medya üzerinde sıkı denetim kurmaktan geçer. Bu kontrol girişimleri, iktidarın her zaman dikkat ettiği en önemli projelerinden biridir..
Su uyur diktatörlük arzusu uyumaz, her zaman uyanık ve ayaktadır!
Gazete ve tv’lerde durmak ve dinmek bilmeyen, istifa, görevden alma ve atamalar biçimindeki değişimlerin istikametlerinin, hep daha çok kontrole yönelik olduğunu unutmayın..
Çünkü Muktedir ve adamları durmadan medya patronlarını “...bey, gazetelerinizin henüz bir yararını görmedik, şunu ekrana çıkartın, onun tek başına iktidar aleyhine sözler söylemesi objektif yayıncılığa sığar mı..” gibi, önce en hafif ikazlarla dürtmekte.. Tabii doğrudan atılmaları bırakın.. Sonra..
Dikkat Muktedir ve adamları tam gaz işbaşında!
--23 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

22 Ekim 2012 Pazartesi

Siyaset Yalan mı? Erdoğan Gül’e Karşı? Suriye’de Teslim


Öcalan’la İmralı’da “kucaklaşarak” görüşmeler yapan- yaptıran Başbakan’ın, daha dün yeniden “teröristle kucaklaşanla konuşacak hiç bir şeyimiz yok” demesindeki mantığı biri bize izah etmeli! Erdoğan tutarlı olmamayı, halk nezdinde iyi bir itibar ve puan getiren davranış biçimi olarak mı görüyor, anlamadım gitti..
Erdoğan, balayı zamanlarında Hafız Esad’ı Türkiye’de tatile davet ettiğini ve sarmaş dolaş olduklarını bile reddetmişti! Sonra fotoğraflar ortaya çıktı ve Esad bizzat açıklama yaptı! Bu nasıl bir ruh halidir, birileri anlatmalı..
Erdoğan Oslo’da PKK ile görüşmeler yapmasına da “bunu söyleyen şerefsizdir” demişti. Sonra ortaya çıktı ki adamları yıllardır görüşüyor.. 
Peki, politikada yalan söylemek bir erdem midir? Biri bunu da bana kavratmalı! Kılıçdaroğlu haklı olarak “yalancıdan devlet adamı, baş.bakan, parti lideri olmaz” diyor.. Diyor da, millet bu yalancılığı nasıl karşılıyor, bu konuda bir anket sonuçlarını merak ediyorum..
Bizim millet yalan söylemeyi bir erdem olarak görüyorsa, seçimlere yönelik bütün politika konseptini vb değiştirmek gerekmez mi? Erdoğan’ın politik söylemi acaba “ne zaman ne söylersem halk bana inanır”a mı dayanıyor?

Bu Sözler Gül’e Karşı mı?
Erdoğan'ın BDP’lilere yeniden “teröristlerle kucaklaşanla konuşacak hiç bir şeyimiz yok” sözlerini ikinci kez söylediğine dikkatinizi çekerim! Bu ikinci kez dile getirmesi konuyu, BDP’lilerin Çankaya’da Cumhurbaşkanı Gül ile yaptıkları görüşmeden hemen bir gün sonra gündeme getirmesi ilginçtir! Erdoğan önceki gün Elazığ’daki konuşmasında, BDP’lilerle ancak teröristlerle ilişkiyi kesmeleri durumunda görüşeceğini söyledi..
Gül ise BDP’lilerle görüşerek, Erdoğan’ınki gibi BDP’lilerle bir görüşme şartı olmadığını göstermiş oldu.. Akla ister istemez, Erdoğan’ın ikinci kez teröristlerle kucaklaşanlarla görüşmem sözlerini, Çankaya’daki görüşmeden hemen sonra tekrarlamasını, Gül’e karşı bir mesaj olarak da görmek mümkün.
Ayrıca, BDP’lilerin Çankaya’ya çıkması, önceden açıklanan bir randevu değildi. Bu nedenle de “gizli görüşme” olarak yansıdı basına. Erdoğan’ın da bu görüşmeden önceden haberi olmayabileceği güçlü bir olasılık olarak düşünülebilir.. Gül'ün, bu görüşme üzerine, önemli meseleyi herkesin sahiplenmesi ve sorunun doğru mecraya girmesine yardımcı olması gerektiğini söylemesi de ilginçti!.. Yani sadece Başbakan ve hükümetin ilgilenmesi yetmez! Kendi ağırlığını hissettiriyor!
Gül, Kürt meselesinde, hükümetin yanında rol mu alıyor?
Ama her durumda, Gül’ün, daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra “siyasi programını oluşturma” kapsamında görebiliriz.
Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkma kararından sonra, Başbakanlığı Gül’e bırakıp bırakmayacağı, işler normal gittiği taktirde, AKP’nin ve iktidarın kaderi açısından bir numaralı sorundur.
Gül, eğer siyaset yapmayı sürdürmek istiyorsa, kendisine “Başbakanlık adayı” olmaktan başka bir rol biçmesini düşünmek çok zordur.
Önümüzdeki iki yıl içinde, bu iki kutup arasında gerilim ve gelişmeleri iyi izleyin derim.. Bir yıldır diyorum zaten..

Teslim Noktası
Suriye meselesinde iktidarın politikası tam “teslim olma” noktasına vardı!
Geriye bakarsak: Eğer NATO Libya’yı darmadağın etmeseydi,  Erdoğan- Davutoğlu ikilisi, Suriye’deki iç savaşın içine dalmazlardı. Sandılar ki ABD-NATO aynı şekilde Suriye’nin- Esad’ın “işini” hemen bitirecekler. “Libya’da NATO’nun ne işi var” diyerek “boşa düştükleri” politikayı hemen terkettiler ve bu kez Suriye’de öncelikle söz sahibi olmak için, öncelik aldılar..
Fransızlar geldi, Amerikalılar geldi, Antakya’yı bir savaş cephesine dönüştürdüler.
Amerika ve NATO, baktı ki Rusya Suriye’de kararlı bir cephe kurdu.. Olay savaş boyutuna ulaşacak.. geri çekildiler.. uluslararası İslami cihat teröristlerinin de Suriye’ye yığılması, Suriye’de yeni bir “Taliban iktidarı mı kurulacak” endişesi yarattı.
Türkiye’yi bütün bunları görmek için bir test- kobay ülkesi olarak kullandılar..
Türkiye Suriye’de müthiş kaybetti.. Yılda 1,5 milyar dolarlık mal ve hizmet satışını kaybetti. Doğrudan nakit harcamaların da 1 milyar dolar kadar tutacağı konusunda değerlendireler okuyoruz.. 
Neresinden bakarsanız, Ankara Suriye’de tam bir iflas içinde..
--22 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset- Cumhuriyet

21 Ekim 2012 Pazar

Hayatın Rengi-Taliban’la Akrabalar- Türkiye Rusya'ya Kobay


Gündemime bakıyorum, ne kadar çok şey var yazacak. Ama bugün hafiften gidelim.. öncelikle şu an yeniden dinlediğim Eleni Karaindrou müziğine bir not düşerek başlayayım. (İki hafta önceki konserini kaçırdığıma üzüldüm, konserin kaydı var mı bir yerlerde?).. Eleni’nin müziği bana hep hayatın esas rengini anımsatır: Hüzün! Bu ve benzeri müziği nerede duysam çakılır kalırım, çoook derinden, hayatın esas şarkısı sökün eder.. Bu renk, yaşamın esas bestesidir sanki.. Senfonik bas sesler, arada yükselen bir tizi yeniden içine alarak, hayatı o hüznün yatağında akıtır..
Ağır dünya, ağır siyaset, ağır toplum, ağır iktidar, insanlığa şu hüznü bile ağız tadıyla yaşama fırsatı vermiyor: “Hayır benim hüznüm sana yeter!”
Politik durum notlarımı, gazetelerden seçtim.. İyi saptamalar kaynayıp gitmesin..
***
Ahmet Hakan 28 Şubat komisyonuna ifade verirken, “28 Şubatta da vardı bu işler bugün de var,” sözleri üzerine, komisyondan bir sayın, “ikisini nasıl kıyaslarsın 28 Şubatta gayrimeşru bir odak egemendi, bugün ise meşru bir hükümet var” demiş.
Yanıtı: “Ben meşruluk kıyaslaması yapmıyorum; yaydıkları hava, oluşturdukları atmosfer, neden oldukları şikayetlerle ilgili bir kıyaslama yapıyorum ve birbirlerine çok benzediklerini söylüyorum..”
***
Metin Münir, indirilen Suriye uçağı ile ilgili yazdığı “Eğer o istihbarat bana gelseydi, Suriye uçağında silah ve mühimmat var deseydi, uzun uzun yüzüne bakardım, ve derdim ki madem bu kadar cinsin, neden PKK’nın Şırnak’a yüzlerce terörist yollayıp neredeyse haftalarca askerle meydan muharebesine girişeceğini haber vermedin.. Ne pusulardan, ne mayın döşemelerinden ne sınırdan geçişlerinden haberim oldu.. Sen ne biçim istihbarat teşkilatısın kardeşim, senin neyine güveneyim..
Münir haklı.. Sahi ne oldu iktidarın o afra tafra mühimmat yakaladık salvoları? Palavra bitti. Ruslar dedi ki, Ankara mühimmat olmadığını kabul etti.. Ruslara “tamam sen haklısın, kusura bakma” diyen Ankara, kendi milletine karşı palavraya da sessiz sedasız son verdi! Ankara bir şeyi daha gördü: İşin içinde Ruslarla kapışmak var galiba! 1,5 yıldır bunu yazıyoruz! ABD- AB neden bak savaş çıkarma başımızı belaya sokma, diye ensendeler?
Evet, 1,5 yıl önce seni itelediler ve kobay olarak kullanıp Rusları test ettiler. Baktılar iş ciddi, geri çekildiler. Ama sen hala anlamadın, paçandan tutuyorlar, ileri atılıyorsun! Ordunu sürüyorsun, Komutan yumruk yapıyor.. Davutoğlu, nihayet ateş kese geldi.. Bana sorarsanız, bu isteğin esas amacı da, artık sınırlara kovalanan ÖSO’cuları kurtarmak olabilir. Durmadan dolduruşa gelen bir Hürriyet yazarı havasını bozmuyor, bu top patlamalarımız ciddidir, diye yazıp duruyor hâlâ..
***
Ertuğrul Özkök, Taliban isimli zehir zıkkım karası örgütün vurduğu Pakistanlı kız çocuğu Malala’yı yazarken “Bir millet uyanıyor, o milletin adı kız çocuklarıdır, işte o millet şimdi ayağa kalkıyor” diyor. Bizim kardelenler gibi.. Onlar da bazen vurularak bazen yaralı ayağa kalkıyorlar.
Özkök’ün erkekleri tarifini doğru: Malala “Biz, hem sesleri, hem kalpleri iğdiş edilmiş, biçare kastrato erkeklere sesleniyor..” Peki yaratıklar neden vurmuş Malala’yı, bakın: “Biz onu okula gittiği için değil, laikliği, aydınlanmayı savunduğu için vurduk, iyileşirse tekrar vurup öldüreceğiz.. Bize çok zarar verdi..”
Taliban’ın laikliğe, aydınlanmaya düşmanlığının, ülkemizdeki izdüşümleri nereye, kimlere kadar uzanır sizce? Bu iki kavramı tu kaka edenler kimler.. “laiklere” laikçiler diye de saldıranların, aydınlanma düşüncesini zamanı geçmiş, bugüne uymayan, antika bulanların Talibanlarla sınır komşuluğu ve ittifakı nerede başlar nerede biter?
Laiklik ve aydınlanma kavramlarına dayanan toplum ve düzen, insanlığın vardığı en üst kültürdür. Demokrasinin tarifi diyebilirsiniz! İnsan temel hak ve özgürlüklerinin hepsini kapsar.. Siyasi din despotluğu başta olmak üzere, here türlü despotluğun da panzehiriler!
Evet soru: Laiklik ve aydınlanma düşmanları ile Taliban arasında sınır nedir?
***
Çok iyi yazılar var önümde, ama yer yok, sizi bir yazıya daha göndereyim: Ege Cansen (Hürriyet): “Bıçakla Çorba İçmek”..
İyi pazarlar hepinize..
--21 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

20 Ekim 2012 Cumartesi

Kılıçdaroğlu, Neredesin?


Evet bugün acı yazacağım, Kılıçdaroğlu dahil, CHP sevdalıları kusura bakmasın.. Yüksek sesle konuşma zamanı. Bu, bağımsız olmanın özgürlüğüdür.. izninizle onu sonuna kadar kullanacağım..
Kılıçdaroğlu oğlunu kaybeden Fatih Hilmioğlu’nun gece evde kalmamasına ateş püskürüyor! “Bu tam bir vicdansızlıktır.. bu kararı veren yargıçta vicdan var mı, insan sevgisi evlat sevgisi var mı.. o kararı veren kişi yargıç değildir” diyor.
Güzel, hiç bir itirazım yok bu sözlere, iyi, yerinde, vurucu.. Konuşmasından öğreniyoruz ki CHP’liler hapishane koşullarını araştırıyorlarmış, yakında da bir cezaevi raporu yayınlayacaklarmış..
Bu da güzel, içerideki tutukluların çok daha insani koşullarda kalması gerekir.
***
Ama afedersiniz, Ergenekon ve Silivri davalarının, bu davalarda yargılananların ana meselesi nedir? Fatih Hilmioğlu neden tutuklu? Milletvekilleriniz Balbay ile Haberal ve diğerleri neden içeride?
Meşru ve evrensel hukukun tek bir delil bile göremeyeceği ve tek bir mahkumiyet kararı veremeyeceği Balyoz gibi tepeden tırnağa sahtekarlıklarla dolu bir davada neden ve nasıl mahkumiyet verilebildi?
Sevgili Kılıçdaroğlu, bugün karşı karşıya olduğumuz hukuksuzluk uygulamalarının özünde, Hilmioğlu’nun “izinde neden evinde kalamadığı” meselesi yoktur... Şüphesiz, evinde geceleseydi iyi olurdu! Nitekim Adalet Bakanı da hemen olayın üzerine atıldı ve bir gazeteye tırışkadan manşet olanağı vererek propaganda yapabildi.. Efendim infaz yasasındaki bu kötü durumu düzelteceğiz.. Bırrravooooo!!!
Böylece hukuk sorunumuz halledilmiş ve demokratik olacağız.. Öyle mi? Hukukun, adaletin, artık cılkı çıkmış magazin yönüyle uğraşmaktan hiç ne zaman utanacağız..
Fatih Bey veya yarın ailesinin başına yine bir felaket gelebilecek başka bir tutuklu, yarın evinde bir gece karısı ve çocuklarıyla kalabilecek ve biz vicdanlarımızı yıkamış olacağız.. Bakan bey de böylece adalet duyarlılılığını göstermiş olacak, bugüne kadar yaşanan kirlilikleri aklamış olacak, öyle mi!
Bırakın, böyle bir vicdan yıkanmadan öyle kalsın, kusura bakmayın.. Bu sahte bir vicdan sızlamasıdır.. Sahnede oynanan tiyatronun karşıt tiyatrosudur!
***
Hilmioğlu örneğinde kalalım, Fatih Bey neden tutuklu, ey vicdanı sızlayanlar, önce bu soruyu sorun! Kendisine yöneltilen hangi belge, hangi somut delil ve bunlara denk gelecek ceza yasasının hangi maddesine göre 3,5 yıldır tutuklu!
Fatih beyin yargılandığı Ergenekon davasına bakın, yargılamanın nasıl engizisyon havasına büründüğünü görün! Sanıkların ve avukatlarının taleplerinin nasıl gözardı edildiğini öğrenin, bu konularda bir şey biliyor musunuz?!  Ergenekon davasında mesela salonda avukatlarla, sanıklar arasında not mektup alışverişi neden yasaklandı!
Hilmioğlu ve bütün diğer yargılananların, gece evimde kalabilseydim diye ciddi bir taleplerinin olduğunu sanmıyorum. Bu utanç verici davalar olmasaydı, zaten bütün günlerini evlerinde geçiriyor olacaklardı.. karısıyla çocuğuyla yakınlarıyla sevdikleriyle öğrencileriyle.. özgür benlikleriyle başbaşa ve yalnız.. Dünya ve ülkesiyle birlikte..
Ve bu doğal koşullarda FATİH’İN OĞLU EMİR DE ÖLMEYECEKTİ!
Evet ölmeyecekti! Çünkü Emir’in arabası kaza yerinde olmayacaktı, çünkü babasının dışarıda ve özgür olmasının getireceği onbinlerce bambaşka aile ve çevre ilişkileri, Emir’in kaza anında başka bir yer ve ilişkiler içinde olmasını getirecekti, yüzde 99,9999999... Hepimizin hayatı böyledir, tercihler, farklı ilişkiler yumağı içinde bir hayat, belki de böyle bir kaza ile asla karşılaşmayacağımız gündelik yaşam biçimleri üretir, durmadan ve yeniden.
Bu açıdan bakıldığında da, Emir, babasının uğradığı büyük felaketin kurbanıdır. Bunu kim “kader”, “kaçınılmaz ve babasının bile engelleyemeyecği bir sonuç” olarak görüyorsa, canı cehenneme!
Emir, bir hukuk cinayetinin kurbanıdır, beyler! Bu cinayet işleyenler hakkında ben sonuç alınmasa bile, örnek bir bilim davası açardım!
***
Tam bir vicdansızlıktır, diyorsunuz.. iyi güzel de, bu minik vicdansızlığı gösteren aktörler, aslında bu davayı sürdürmekle en büyük vicdansızlığı göstermiyor mu? Bu minik vicdansızlığın kaynağı, çok büyük vicdansızlık değil mi? O zaman büyüğüyle uğraşın!
Sayın Kılıçdaroğlu, Fatih bey cenazede size 3,5 yıldır suçumu soruyorum, yanıt vermiyorlar, dedi.. Evet, araştırılması gereken budur! Hilmioğlu, başı kıçı olmayan bir uyduruk terör örgütünden tutukludur.. Nedir bu örgüt, araştırın.. Milletvekilleriniz köpeklerin leşini yiyip bitirdiği bu zırva örgütten dolayı içerideler.. Davada iddiaları ve hukuksuzlukları araştırın ve açıklayın, adamınız yoksa görev verin.. Binlerce insan bekliyor! Balyoz kararları, hukuksuzlukları üzerine önce bir dosya hazırlayın hele..
Size diyeceklerdir ki, yargılama sürüyor, hukuka karışmayalım. YARGILAMA FALAN YOK KILIÇDAROĞLU, HEPSİ BİTTİ. Hukuk yok! Adalet yok! Alçakça bir düzen var. Yüzlerce suçsuz insan var. Yargıtay, hukuk mukuk yok Kılıçdaroğlu.. 
İktidar mı olmak istiyorsunuz. İşte meydan işte vicdan..
Kusura bakmayın..
--18 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

16 Ekim 2012 Salı

Bir Üniversite’de Rektör


Bugün size sorularla bir rektör portresi sunacağım. Ne rektörün ne de üniversitenin ismini vereceğim. Bunu hayali yeni atanan bir rektör olarak da kabul edebilirsiniz. Ama burası sıradan ve dün kurulan bir taşra üniversitesi değil..
Bir rektör, atandıktan gezdiği üniversitesinin birimlerinden veya fakültelerinden birine giderek “burası günah mabedi” der mi, diyebilir mi, demeli mi? Teşekkür toplantılarında insan kendini bilmez mi.. “Burada içkili toplantılar, kokteyller veriliyor” benzeri ifadeler kullanır mı? Yoksa bir fakültede örneğin kadın akademisyenlerin sayıca fazla olması sizin için ayrıca bir günah vesilesi olarak kabul mu görüyor..
Bilmez misin ki, camiye imam olarak atanmadın. Rektörlük yaptığın kurumun din işleriyle bir ilişkisi yok. Sahip olduğun dini inanç ve duygularla ilgili şapkanı, üniversitenin kapısına girmeden asacaksın, sivilleşeceksin, dinin imanın ne diye, ne kimse sana soracak ne de sen kimseye soracaksın.
Acaba eski rektörler zamanında yardımcılık yaptınız mı? Genellikle yeni rektörler eski yardımcılar arasından seçildiği için soruyorum.. Yaptınızsa, bugün şikayet ettiğiniz durumlarla ortaklığınızın olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Ey rektör, kadınlarla çalışmak istemiyorum, dedin mi demedin mi? Kaç tane kadın yardımcın var, eski rektörün kaç tane vardı?
Mezhep inançlarını atamalara veya yardımcı seçmelere veya görevden almalara karıştırıyor musun? İdareden kimselerin mezheplerini araştırdın mı, mıntıka temizliği yapacağım diye bir laf ettin mi?
Üniversite eski rektörlerin odalarını ortadan kaldırıyormuşsun, talimat vermişsin, doğru mu?  Tabii ki hiç kullanılmayan odaları kullanılır hale getirebilirsin.. Ama, bütün işlerin başkalarına saygılı ve onurlu davranarak yürütülebileceğini bilmiyor musun..
Eski yönetimle ilgili karalama konuşmaları yapmak doğru mu, bilmem ne binası için peşkeş çekti demek yakışık alır mı, ortada yolsuzluk varsa, bunun üzerine dedikodu mu yapılır yoksa mahkeme süreci mi başlatılır?
 Yine üniversitenin bir biriminde görevli akademisyenler- yöneticiler önünde kendinizden önceki iki rektör için üniversiteye çok kötülük ettiler, katledilmeleri vaciptir benzeri söz ettiniz mi?
Üniversitede anladığım kadar artık her iyi şey, sadece ve sadece sizin iktidarınızla başlayacak.. Sizden öncekilerin hepsini lanetleyerek kendinizi yükseltebileceğinize mi inanıyorsunuz? Katli vacip gibi dini terminoloji ile konuşmalar, artık bilim ve hukuk dilinin yerine mi geçiyor.. Bütün bu tutumlarınızla aslında saygınlığınızı dibe vurdurduğunuzu, en büyük otorite olmakla ve yaptırımlarla, saygınlığın zerresini satın alamayacağınız görebilecek misiniz?
Çok çok çok bir yakınınız üniversitenizde gerekli bir yetenek sınavını kazanamadığı için çok kızgın olduğunuz doğru mu? Bu birim yönetimleri üzerinde şimşekler çaktırdınız mı, istifaya zorlamalar veya görevden almalar gibi?
Bütün pahalı ve önemli projeleri üzerinize aldığınız söyleniyor, acaba böyle projeleri kişilerin sürdüremeyeceğinize inandığınız için mi, kendinizin daha iyi sürdüreceğine inandığınız için mi, yoksa bilmediğimiz başka nedenlerden dolayı mı?
Biriminizde çok çok eski çalışanlar da dahil, artık kendinize başka iş arayın sizlerle çalışmak istemiyorum, dediniz mi? Neden? Kendi güvenilir adamlarınızı getireceksiniz, duyulmasını istemediğiniz işleriniz mi olacak?
  Fakültelerin kantinlerini, eski bir AKP milletvekiline, belki de çok bir yakınına verdiğiniz doğru mu?
Ey rektör, üniversitenizi çağdaş ve evrensel bir üniversite olarak yürütebileceğinize emin misiniz.. Üniversiteyi birleştireceğinize.. ayrım yapmayacağınıza.. liyakatı temel alacağınıza.. herkese hak hukuk çerçevesinde davranacağınıza... milletin dinine imanına içkisine sevgilisine mezhebine vb sine göre davranmayacağınıza..
Emin misiniz?
---16 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

Bir Silivri Tutuklusu, F.Hilmioğlu ve Evlat Acısı


Türkiye’de yaşamak böyle bir şey, elinizin kolunuzun bağlandığı bir durumda, küt diye oğlunuzu trafik kazasında kaybettiğinizi öğreniyorsunuz.. İnönü Üniversitesi’nin başarılı eski rektörü Fatih Hilmioğlu’na baş sağlığı ve sabırlar diliyorum! 21 yaşındaki oğlu Emir, ülkenin trafik katliamına kurban oldu!
Kimse için durup dururken “başarılı” demem, hele hele üniversite rektörlerine! En başarılı olanın bile, dünya ile kıyaslandığında zavallı durumdaki üniversitesi için yapması gereken tonlarca iş vardır çünkü! O yolda hızla koşanlardan biriydi Hilmioğlu!
Rektörlüğü zamanında İnönü Üniversitesinden öğrenciler davet etmişti bir konuşma için. Atatürk ve Bilim üzerine tartışmıştık. Fatih bey de lütfedip gelmişti dinlemeye. Sohbet etmiştik, üniversiteyi gezdirmişti, kütüphaneyi, merkez laboratuvarını.. Eşraf ve dini derneklerin kıskaç altına aldığı Malatya’da İnönü Üniversitesi’nin yıldızını parlatmıştı..
***
Şimdi Silivri tutsakları arasında. 3,5 yıldır! Suçunu sormayın, onlar için “suçun ne” demek bile ayıpların en büyüğüdür! Siyasi tutuklamaların suçu yoktur, olamaz; hukuk yoktur burada, sadece intikam duygusu vardır; işte bunu sorabilirsiniz: İntikam tutuklamasının nedeni nedir?
Bahanesi, 2007’de yaptığı konuşma! Bahanesi dedim, çünkü 2007’de yaptığı konuşmadan dolayı 2 yıl sonra tutuklanıyor! VE bundan 4 ay sonra da konuşmadan kulaktan dolma sözleri yarım yamalak iddianameye koyuyor malum savcılar! Konuşmanın tam metnini mahkeme, tutuklamadan 2 yıl sonra emniyetten istiyor! Mahkeme, ellerine ulaştıktan bir yıl sonra konuşma CD’sinin metne aktarılması kararını veriyor!
Mahkemeyi “bu adam ne dedi de tutukladık” konusu hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Dosyaya giren konuşma metnini bile okuduklarına inanasım gelmiyor! Hakkında verilen emir Tutuklana! idi! 
2007 konuşmasında iktidarın erken seçime gitmesini öneriyor, değil yüzde 34 ile yüzde 95 ile iktidara gelse bile, Cumhuriyetin kuruluş felsefesine uymayan iktidarda kalamaz diyordu..  Birileri diyebilir ki, biraz aşırı kaçmış. Ama Malatyalı avukatlar o tarihte savcılığa suç duyurusunda bulunmuş, savcı da bu konuşma konusunda YÖK’ün karar verebileceğini belirtmiş, YÖK soruşturma açmamış..
Ama konuşma 5 yıl sonra Hilmioğlu’nu “Ergenekon Terör Örgütü” üyesi yapmaya yetti: Sözde ETÖ, Hilmioğlu’na böyle bir konuşma yapki kaos yaratılsın falan demiş! Kim, ne zaman demiş, örgüt üyeliğine belge ve bilgi ile şiddet unsuru neredeymiş.. Şüphesiz bunların hiç biri mahkemeyi, tıpkı savcı gibi, hiç ilgilendirmiyor. Mesele hukuk ve yasa değil çünkü!
***


Aslında, bu konuşma bile bahanenin de bahanesi!
Önemli olan, Fatih Beyin, bilim ve öğrenim yuvasını cemaat ve dinci derneklerin cirit attığı yer olmaktan kurtarması ve çağdaş koşulları yaratmasıdır.. Atatürk Cumhuriyetine bağlılığı ve sevgisidir.. Üniversitesine astığı fotoğraftaki yazı, kaldırılmıştır. Belki de bu yazı nedeniyle bile içeride olabilir! kendisine yöneltilen Askerle ilişki suçlaması (!), acil karaciğer nakli vb için komutanlardan helikopter vb yardım istemesi biçimindedir.
Hilmioğlu, kendi döneminde İnönü Üniversitesini, bilimsel açıdan 53 devlet üniversitesi arasında ikinci duruma yükseltti! Dünyanın ikinci büyük karaciğer nakli merkezini kurdu.
Diyor ki: 
İnönü Üniversitesinde, 2000-2008 yılları arası yaşanılanlar; Eğitimle, çağdaş kuşaklar yetiştirmenin; Bilimle, evrensel düzeylere erişmenin; Sanatla, uygarlık yolunda yükselmenin; Cumhuriyet değerleriyle aydınlığa ulaşmanın bir serüvenidir..
Hilmioğlu’yla, Balbay’ı hapishane ziyaretim sırasında sohbet ettik. Sonra duruşma salonlarında uzaktan selamlaştık, işte bir kaç cümle... Haksızlık, hukuksuzluk, yasadışılık, yüzüne acı bir ifade olarak gelip oturmuştu.. Ayrıca hastaydı ve kaç kez tedavi için hastahaneye sevkedilmişti..
Hilmioğlu’nu içeride tutmak cinayettir!
--15 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

14 Ekim 2012 Pazar

Her İktidar Düşman belledi: İki İlhan Selçuk ve İki Kitap


Geçen ay Doğan Kitap’ta yayımlanan, Orhan Karaveli ağabeyin “Kendi Heykelini Yapan Adam – İlhan Selçuk” kitabı üzerine yazamadan, bu kez sevgili Miyase İlknur’un Cumhuriyet Kitapları’nda yayımlanan “İlhan Abi” kitabı çıkageldi!
Her iki kitap da “belgesel”. Her iki kitap da birbirinden değerli, her iki yazar da, “Cumhuriyet Tarihi Belgeseli” ve “Yakın Siyasi Tarih Belgeseli” niteliklerini taşıyan İlhan Selçuk ağabeyi bir çok yönüyle anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. İlhan Ağabey’in üzerine daha çok yazılacak engin deniz olduğunu, henüz yazılmamış İlhan Selçukların beklemede olduğunu bilerek, yayımlanan iki “Cumhuriyet Tarihi” kitabını el altında tutma zamanlarıdır diyelim.
İlhan Selçuk deyince, arkadaşım Osman Bahadır’ın geçen gün anlattığı aklıma geldi: “Biliyorsun okul hemen yanıbaşımda, her sabah çocuklar andımızı söylüyor, ‘yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir’ cümlesini her duyduğumda tüylerim diken diken oluyor”. İşte en özünden İlhan Selçuk budur, derim. Cumhuriyeti bugünlere taşıyan kuşaklar bu dizelerin verdiği yurt sevgisiyle büyüdü ve bu sevgiyi hep kendi çıkarlarının önüne koydu! Bu sevgi olmasaydı, bu ülke bugünlere bile zor gelirdi!
Bizim kuşak sosyalistlerin-devrimcilerin hepsi, bugün bir kısmı farklı düşünse bile, gençliklerinde ülkesine adanmışlık, derin yurtseverlik duygusu taşır ve Kurtuluş Savaşı’nın, Kurtuluş ve Kuruluş’un sürdürücüleridir. Bu uğurda düşenlere, ölenlere, öldürülenlere, hapiste yatmışlara ve hâlâ yatanlara, her türlü eziyeti çekenlere, ayakta duranlara, tutanamayan ama vazgeçmeyenlere, dik duranlara ve yarına umudunu ve azmini hiç yitirmemişlere... yeri gelmişken selam olsun..
***
Orhan Karaveli’nin tarihi kişilikler üzerine kitaplarını severim. Neredeyse her yıl bir “portre” yazarken (Sakallı Celal, Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği, Tanıdığım Nazım Hikmet, Ziya Gökalp’i Doğru tanımak, Ali Kemal..) geçen yıl ara vermiş, gençlik ve İkinci Büyük Savaşın hemen sonrası yıllarının Berlin’ini (Berlin’in Yalnız Kadınları) yazmıştı! Ama bu yıl “İlhan Selçuk, Kendi Heykelini Yapan Adam” ile serisine döndü!
Anılar, mektuplar, öyküler.. belgeler, fotoğraflar.. İlhan Selçuk’un, içinde kendi heykelini yonttuğu bir yaşanmışlık öyküsü. Fotoğraflar ve tanıklıklar ışığında. Genç yaşta kaybedilen bir kardeş, Orhan Selçuk.. Kurtuluş Savaşı koşullarında yaşayan bir aile doğan çocukları. İlhan Selçuk’u, kendisine kan ve can veren bir Tarih’ten ayrı düşünebilir miyiz? Aşkları ve dostluklarından? Karaveli, çoğumuzun belleğindeki İlhan Selçuk’u insan yönleriyle de tamamlıyor.
***
İlhan Abi.. Miyase kitabına, hepimizin İlhan Selçuk’a seslenişini kitabına isim yaptı! Gazetenin bütün çalışanlarının İlhan Abi’si. Miyase çok yakınında bir isim, İlhan Ağabey’in. Kıskandım, daha sağlığında bir sürü mektubu, belgeyi Miyase’ye vermiş, “nasıl olsa hakkımda kitap yazacak..” dillendirmediği düşüncesiyle.. Şu kısa sürede baştan sona okumam ne mümkün! Uzun uzun karıştırıyorum sabahtan beri. Dolu dolu, 670 sayfa! Bir İlhan Selçuk tarihi, yer yer güncesi gibi..
Siz onu Cumhuriyet’le, Pencere’siyle bilirsiniz daha çok.. Ama o bir mizahçı, mizah dergisi yayıncısı, Dolmuş’u anımsayan var mı? Öyküsü kitapta! Mizah, özellikle zor zamanların büyük doğurganıdır! İlhan Abi’nin Pencere yazılarında da sık sık büyük mizahı karşımıza çıkar. Zaten Cumhuriyet’i hiç bir zaman karikatürsüz, mizahsız düşünmemiştir! İlhan Ağabey aynı zamanda mizah demektir! Mizah, insanın en yaratıcı eleştirel bakışıdır!
Miyase, tabii ki, İlhan Agabey’in “Lavinia”sı öyküsünü de anlatacaktır kitabında: “Herkes Lavinia’ya, o da İlhan Selçuk’a vurgun”..
Bir siyasi hayatın temel taşları ve resmigeçiti.. Cumhuriyet’teki büyük olaylar ve İlhan Selçuk. 12 Mart 1971 öncesi, 9 Mart ve Madanoğlu..  Zirverbey Köşkü ve işkenceyi ihbar eden savunma.. 12 Eylül ve Ergenekon: Her iktidarın, olağanüstü bütün dönemlerin neredeyse başdüşmanı bir kişilik..
Canlı canlı onlarca anı İlhan Ağabey üzerine.. Eline sağlık Miyase kardeşim..
Ey okur, İlhan Abi ile değil, koca bir tarihle buluşuyorsun, unutma!
***
İlhan Ağabey sesleniyor bizlere:
Kimi insan Japongülü gibidir / En zor günleri bekler açmak için / karanlık, soğuk, fırtına, tipi vız gelir / O kişiyi ne kışın geri gelmesi korkutur / Ne kırağı çalması ne de don tutması.. / Heeeey Yurdumun Japongülleri.. Hepinize merhaba”..
İki kitapla aramıza dönen İlhan Selçuk, merhaba!
---14 Ekim 2012 / Bilim ve siyaset – Orhan Bursalı

11 Ekim 2012 Perşembe

Pusu: “Cemaate Suçüstü” / Pusu, Askeri Savcıya


Ahmet Şık’ın bir süre önce yayımlanan kitabı “PUSU- devletin yeni sahipleri” kitabını okudunuz mu? Ahmet, tutuklanma serüvenini, poliste, savcılıkta, mahkemede ve hapishanede günlük tutar gibi anlattığı heyecanlı “belgesel romanı”nda, yaşadığımız hukuk- savcı-mahkeme, özetle devlet darbesinde, sadece hakikati arayan insanlara çektirilen acıları anlatmıyor. Sadece gerçeği arayan gazetecilere kurulan edepsiz, vicdansız, hukuksuz, düzenbaz, sahte komploları da anlatmıyor.. iktidarı ele geçirenlerin emniyeti-savcılığı- yargıyı kullanarak her türlü üçkağıdı nasıl gerçekleştirdiklerini de anlatmıyor..
Bunun da ötesinde, aslında ülkenin başına nasıl bir siyasetin musallat olduğunun da fotoğrafını çekiyor...
Ahmet biliyorsunuz esas olarak Cemaatin emniyet içindeki yapılanmasını anlattığı “OOOO Kitap”ıyla gündeme oturmuştu. Kitabın peşine düşen emniyet içindeki cemaat yapılanması, yargıdaki ilişkileri sayesinde, Ahmet’i, Odatv ile birlikte taa Ergenekon’a da bağlayan uyduruk ilişkiler kumpası kurmuş, kitabı yasaklattığı gibi Ahmet’i de içeri tıkmıştı!
Kitap yasaklamak! Şüphesiz buna kalkışanlar kamuoyunun toplu direnişi ile ağızlarının payını aldılar, ama Ahmet’i de aylarca içeride yatırdılar. Bunun tek adı var: İntikam..
Bugün gerçi Soner Yalçın hala tutuklu bu kötü ünlü davadan.. Ama Odatv bugün için artık kurabilecekleri en son kumpastı... Bu tür bir zırvalığa kalkışacak bir cemaat yapılanmasından geride hangi artıklar kaldı bilmiyorum, ama onların böyle bir şeye kalkıştıklarına- kalkışacaklarına da bin pişman olduklarını düşünüyorum. Sırtlarındaki bu davayı temizlemeleri çok zor, onları hayaletleri gibi izleyecek! Cemaatçiler bile devletin yeni sahipliğinden düşmek üzereler neredeyse!
Ahmet, bu yazılar unutulur mu başlığı altında, Nazlı Ilıcak, Emre Aköz’ün, Emre Uslu’nun, Nuh Gönültaş, Orhan Miroğlu, Mehmet Kamış, Ergun Babahan, Adem Yavuz Arslan, Mehmet Baransu, Nagehan Alçı, Etyen Mahçupyan gibi cemaat ve iktidar kalemlerinin Ahmet Şık ve dava üzerine yazdıklarını da, kendi kalemleriyle anıyor.. Şüphesiz kurulan komplonun kamuoyunu inandırma görevini üstlenenlerin ve yargısız infaza kalkanların bir şekilde kitapta anılması, belleklere kazınması için de yararlı olmuş!
***
Ahmet Pusu kitabında çok önemli bir belge açıklıyor. Cemaatin o zamanlar poliste nasıl çalıştığını gözler önüne seren bir belge.. daha doğrusu Çevik Kuvvet polisi içinde uzun bir fişleme! Çizelge yapmışlar, polisin adı, neyi sevdiği, cemaate yakınlığı uzaklığı, neler okuduğu, kendisiyle nasıl ilişki kurulması gerektiği, neye ihtiyacı olduğu... herşey kayıt altında, üstelik iki ayrı fişleme halinde:
Fişleme yapılan polislerin cemaatle ilişkisinin 1’den 5’e kadar derecelendirildiği belgede kaydı tutulan kişinin kimlik bilgileri ve telefon numaralarına da yer verilmişti” diyor Ahmet ve fişlere yazılanlar arasında şunları sıralıyor: “Bizi bilir, sever ama eşi de polis olduğu için vakit bulamadığını söyleyerek kaytarır; ev ziyareti yapılsın;  10TL himmeti var, namaz kılar dersleri takip eder..; Oruç tutmaz bizimle ilgili fikri yok; Cumalara gitmez ağzı bozuk, kızıyla ablalar ilgileniyor; işi bir arkadaş tedbir konusunda zaafı var..”
Pusu, yaşadığımız günlerin allahsızlığının, vicdansızlığının çırılçıplak çıplak anlatısı..  Postacı Yayınevi’nden edinin..
***
Pusu, dün Askeri Mahkeme’de duruşması yapılan, “zincirleme olarak memuriyet görevini kötüye kullandığı” gerekçesiyle Askeri Yargıtay'da duruşması olan Albay Zeki Üçok’a kurulan büyük komplonun da adıydı aynı zamanda..
Zeki Üçok olayını yazmıştım, buda aslında  Ahmet Şık’ın meşhur ettiği “cemaate dokunan yanar” sloganının Zeki Üçok’a uygulanış biçimiydi.. Zeki Üçok ordu içinde TSK’ içinde planlı, üstelik gizli örgüt çalmışmaları sürdüren kişileri suçustü yakalamış ve haklarında soruşturma açmıştı. Dün Askeri Mahkeme’de Ben Fethullah Gülen Cemaatine mensup bazı sivil şahısların, TSK’de bazı personel hakkında bilgiler toplattığını ve TSK personelini fişlediğini tespit ettim diye savunma yaptı:
Ben askeri savcı olarak Karargah Evleri ve Işık Evleri soruşturmasını yürüten ve ilk defa Işık Evlerinde yetiştirilerek ağabeylerinin tavsiyesi ile Türk Silahlı Kuvvetlerine girdiklerini söyleyen üç astsubayın, kendi iradeleri ile.. kendi cemaatleri mensubu olan Ali Balta, Orhan Güleç ve İsmail Dağ’ı kullanarak, TSK’de bazı personel hakkında alevi Sünni, namaz kılanlar kılmayanlar, kadın ve kumar düşkünü gibi bilgiler toplattığını ve TSK personelini fişlediğini tespit ettim.”
Bu saptamalardan sonra, Zeki Üçok’un başına örülmek istenen “sivil ağlar”ın inanılmaz öyküsüdür bu dava.. Üçok, hipnoz ile uyutarak sanıklardan yalyan yanlış bilgi edinmekle bile suçlanmıştır!
Kumpas ve kumpasçılar, bugün çok büyük bir açmazda..
Türkiye nerelerden geçiyor, hey, haberiniz var mı!
--11 Ekim 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet