SAYFALAR

30 Ocak 2017 Pazartesi

Bir Referandum hesabı: HAYIR’lar yüzde 50’yi aşabilir.


Biraz sayılarla oranlarla konuşalım bugün.
Şu Fetö darbe girişiminden önce yapılan anketlerde- kamuoyu yoklamalarında başkanlığı öngören bir anayasa değişikliğine, seçmenin ilgisi yüzde 40’ın altındaydı. Yüzde 32’lere kadar inen bir tablo vardı karşımızda. Ki, 7-8 yıldır Cumhurbaşkanı ve yandaşları başkanlık anayasası propagandası yapmalarına rağmen!
Dahası, AKP’ye oy veren seçmenin da ancak yüzde 60-70 kadarı RTE anayasasına evet diyordu.
Tayin edici olan iki nokta var: AKP’yi oy veren seçmendeki oran ve MHP seçmeninin tavrı.
Genel seçimlerde AKP seçmen ile başkanlığı oy verecekler arasında bir açık var. Şimdiki yüzde 5 ile 10 arasında deniyor. Bu en az açıktır. Yani yüzde 5 de olabilir, yüzde 10 veya daha fazlası da.
AKP iktidarda kalsın, ama Başkanlık rejimini onaylamıyorum, diyen seçmen kitlesinin oranı, bugünkü koşullar devam ederse, gün geçtikçe artacaktır, diyebiliriz.

Her şeyden korkulabilir

AKP’nin 7 Haziran- 1 Kasım arasında yaşattığı olağandışı terör korkusunu oluşturacak koşullar yeniden ortaya çıkar mı? İktidar, toplumu yeniden böyle bir cenderenin içine sokar mı referandum sonucunu garantilemek için? Genel bir davranış biçimi olarak, böyle ağır koşullarda toplum kendi asıl tercihlerini bir kenara bırakıp iktidarın çevresinde toplanıyor.
Her şeyden korkulabilir. Çünkü iktidarın lideri ya herro ya merro ikilemi içine kendisini sıkıştırdı. Olumsuz bir sonuç, büyük bir kırılma yaratır. Bunun koşulları giderek büyüyor!
Referandumda evet oyu vermeyecek AKP seçmeninin varlığını, en üst oran olarak yüzde 5 kabul edelim. Bunun üstüne MHP’nin, pardon Devlet Bahçeli’nin evet oyları gelecektir. MHP uzmanı gazeteci Kemal Can, Birgün’de yayınlanan söyleşisinde, bu oran şimdiki MHP oy oranı neyse, bunun üçte biri olabilir kestiriminde bulunuyor. Yani yüzde 12’nin yüzde 4’ü.
Etti yüzde 49, diyelim 49,5. Gerisi yok.
Gerisi ancak, AKP seçmeninin hepsini ve Bahçeli seçmeninin yarısını ikna etmekle var olur. Bu mümkün mü?

Ciddi sorunları var:

İlki, yakın geçmişte 7 Haziran 2015 seçim sonuçları: Yüzde 40,87 oy oranı ve sadece 288 milletvekili sayısı. Yani büyük bir seçim kaybı. Bu seçimdeki oy oranında, Başkanlığı Hayır diyen seçmen ayıklanmış durumda mı?! Demek ki yüzde 40 ciddi bir olasılık olarak ortada duruyor.
İkincisi, başkanlığı iktidarın hukuki desteği ile adeta gasp etmiş durumda olan Bahçeli’ye karşı MHP muhalefeti 81 ilçede Başkanlığa hayır kampanyası planladı. Partiyi geri alma kısa sürede buna bağlı.
Üçüncüsu: 2010 Referandumundaki AKP lehine olan koşullar bugün eksik. Kendisine büyük destek veren liberal- eski solcu ve uyduruktan “solcu” örgütler eksik. Bunların bazı liderlerini üstelik hapse bile tıktı. Ayrıca “ölüleri mezarından kaldırıp oy kullandırın” diye fetva veren F.G. gibi bir destekçisi de yok. Onları da, yaşadığımız büyük kapışma sonucu içeri tıktı.
2010’da iktidarın yanında olan Saadet Partisi hayır oyu kullanacak. Özellikle bu partinin görüşünü açıkladığı basın toplantısına, “Reis’in adamı” olarak boy gösteren, gazeteci ve muhalif parti ve kişilere karşı yamyam  saldırılarıyla; yasadışı ve ahlak dışı büyük karalamalarıyla temayüz eden kişiden anlıyoruz ki, Saadet Partisi’nin kararı epey panik yaratmış.
Şimdi önümüzdeki iki aylık bir saha mücadelesine tanık olacağız. İktidar, durumu lehine çevirmek için ne gibi manevraları sahneye koyacak, izleyeceğiz.
Muhalefetin blok oluşturmasına zerre gerek yok. Herkes en mükemmel kampanyasını örgütlemeli; eskileri aşacak bir başarım, plan, program ortaya koymalılar. Kampanyayı Reis üzerine inşa etmek kadar da sakat bir kampanya olamaz.

NOT:  BANA ATILAN GOL

Ahmet Hakan, yine seslenmiş dün. Bana “attığı gol”ü çıkarmaya çalışıyormuşum. Hımmm. Demek mesele gol atmak üzerine. Bu konuda eline su dökemem! Ama şöyle bir denklemi de var: “Atılsın” sözüm o kadar ağır bir suç ki, “Benim günahım çok, kabahatim çok, eksiğim çok” diye saydıklarını sözümün karşısına oturtuyor. Ve tahtaravallide tabii hafif kalıyorum! “Allaha şükür kapının önüne demişliğim yok” ile günahlarını siliyor. Bu günah işinden anlamam. Sanırım iki dua ile arınmış. Ayrıca, konu üzerine yazdığım iki yazı da var. Karşılıklı iki polemik notlarını de uydurarak vermiş. 
Allah kurtarsın!
29 Ocak 2017 Pazar / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

28 Ocak 2017 Cumartesi

Küreselleşme iyi mi kötü mü, kazananlar kaybedenler, ve Trump?!


Bir rakam paylaşayım önce: ABD dış ticarette 760 milyar dolar açık veriyor.
Önceki gün Samsun’da (*) Uğur Mumcu anmasında konuşurken, tartışmada küreselleşme konusunda şunu dedim: Küreselleşme gelişmekte olan bizim gibi ülkeler için büyük fırsatlar sundu, bundan yararlananlar var zarara uğrayanlar var. Mesela ABD zararlı
Samsun EMO Başkanı Mehmet Özdağ, toplantı sonrası, küreselleşme konusundaki sözlerin bazılarını şaşırttı dedi.
10-15 yıl önce de yazmıştım: Küreselleşme bir fırsat ve bir tehdit. Fırsatları değerlendirmeyi bilen ülkeler bundan kârlı çıkar, yoksa ütülenler arasında yerini alır. Küreselleşme, şüphesiz ki neoliberalizm ile birlikte gelişti. Dünyada uluslararası şirketlerin, finans kapitalin egemenliği zirve yaptı.

Bakın başka neler oldu:

1) Para bollaştı, trilyonlarca dolar azgınca dolaşmaya başladı. Pek çok ülke akıllı kullanabildiği ölçüde, bol ve ucuz dolardan yararlandı.
2) Üretim üsleri zengin- refah ülkelerinden emeğin ucuz olduğu ülkelere kaydı.. Bu ülkeler ileri teknoloji üretimi ile karşılaştı. Yatırımlar ülkede işsizliği azalttı, milli gelirlerin gelişmesine kakıda bulundu.
3) Bu ülkeler kendi mühendislik, bilim ve teknoloji alanında bir birikime sahip olmaya başladı.
4) Üretim neden buralar kaydı? Küreselleşme dünyayı şüphesiz tek pazara dönüştürdü. Üretim büyük ölçeklerde yapılmaya başlandı. Rekabet ve yüksek kâr, maliyetin düşürülmesini dayattı. ABD’de birim maliyet mesela 10, 50, 100 ise, bu ükelerde 1’de.

Maaşlar geriledi açık arttı

5) ABD’den üretim önemli ölçüde çekilince, maaşlar geriledi, işsizlik arttı.
6) ABD dünyanın en büyük tüketim pazarı. Ticaret hacmi (alım-alım) 3800 milyar dolar. Millet ABD’ye mal satmak ve dolar kazanmak için çırpınıyor. Bu, Amerikalıların kaliteli malı ucuza almalarına da yarıyor şüphesiz. Ama açık 760 milyar dolar.
7) Küreselleşmeden yararlı çıkanların başında Çin, Güney Kore… İskandinav ülkeleri tabii ki Finlandiya var!
8) Çin en kazançlı ülke. Bunu çok bilinçli ekonomik, bilimsel ve teknolojik politikalarla sağladı. Teknoloji şirketlerine büyük Çin pazarını gösterdi, ama şartlar koştu. Kendi bilimsel araştırmalarını ve ARGE’sini geliştirdi. Çin, müthiş bir “olay inceleme yeri”dir.

Kapitalist silahla vurdu

9) Ertuğrul Özkök “maocuların başarısı”nı küreselleşmeye bağlıyor. Doğrudur. Merkezi bir kumandayı elinde tutan, ama kapitalizmi ancak kapitalizmin araçları-gereçleri ile altedebileceğini gören bir üst- akıl! İnsanın yaratıcılığını seferber ve teşvik etmeyen hiç bir ekonomi başarıya ulaşamaz. Tabii, nasıl ve kim için ekonomi konusu ve doğa- ekonomi ilişkisi tartışmaya açıktır ve konu katman katmandır.
10) ABD ütük durumda, Çin – Kore saldırmakta. Trump işte bu durumu tersine çevirmek istemekte. Şimdi dünya ticaret kurallarını kendi lehine çevirmek için bastırıyor.
Çin ile alış verişi büyük açık veriyor: Çin’e 116,7 milyar $ mal satıyor, ama ithalatı 484,1 milyar $.
İkinci büyük açığı AB ile: Alımı 430,9 mia$, satımı 273,9 mia$. Meksika ile ticareti 70 milyar açık veriyor (303,3 -235,8). Sadece Almanya ile açığı 75 milyar dolar. (Hepsi 2015 rakamları.)

Çok vatanlı şirketler mi?

İki ucu pis bir değnek: ABD mesela ucuz emekle satın aldığı nielikli malları kendi ülkesinde üretmeye kalksa, katbekat pahalı bir üretimi göze almak zorunda. Ama bunları dünyaya satması zor olacak.
O taktirde ABD sadece kendi için mal üreten “kapalı ekonomi’ye mi geçecek!?
Komik! Trump’ın politikası, pek çok Amerikan şirketini, ülkesinden tamamen kopartıp, gerçekten de vatansız multi şirketler mi doğurtacak?! Arkasında “bir ülke” olmadan yaşayabilen şirketler dönemine mi geçeceğiz?
Her bir parçası bir yerde, bu kez gerçekten çokvatanlı şirketlere doğru mu evrilecek iş?

 (*) EMO, ÇYDD, Samsun Akademik Elemanlar Derneği, Türkiye Enerji Su ve Gaz İşçileri Sendikası Samsun Şubesi ve Samsun Eğitim Derneği'nin ortak davetlisi olarak..
NOT: Bir yazar, tartışmamıza maydanoz oldu: ..Kemalizme eleştirel yaklaşınca, gazetenin Kemalist yazarları başladılar ‘Atılsın, kapının önüne koyulsun’ falan demeye... Var ya...  Bunlar iktidara gelseler, tetikçi Cem Küçük gibi herifleri aratmazlar.

Ne fikir ahlakı ne tartışma adabı bunu yazdırır.. Raydan çıkmış, beden devrilmiş.. Sözde, ağızlara tüketim için laf verecek. Bi cesaret, gazetende çok okunan bir temsilci-yazar neden yazdırılmıyoru araştır önce. Bakalım nereye varacaksın, korkma!
26 Ocak 2017 Perşembe / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

Bir insan neden tüm güçleri elinde toplamak ister?


Harika bir şey! Kadınların sokağa dökülmesi! Trump’ın tam da Başkanlığı devraldığı gün, Amerika’nın tüm önemli kentlerinde (ve Avrupa’da) kadınlar sel gibi caddelerde aktı. Aman ne protestolar! Ne renkli söylevler, pankartlar...  
Milyonlarca kadının tüm dünyada böylesine sahneye çıkması, gelecek için umut yaratıyor. Tepede, tüm erkek arkaik kültürü çeşitli derecelerde sepetinde taşıyan erkek siyasetçiler... Ve kullandıkları müthiş bir devlet gücü, ordu gücü, istihbarat gücü ve polis gücü ile birlikte!
Ama caddeler alanlar kadınların gücü ile dolup taşıyor. Silahları pankartlar, danslar, sözler, konuşmalar..
Tam asimetrik bir durum. Hangisi güçlü?

Demokratik haklar çöp sepetinde

Kadınların her anlamda ve alanda sahip oldukları gücü kitlesel halde sergileyebildikleri zaman dünyada işler değişebilir. Tabii bizim Meclis’teki “erkek uzantılı güç gösterisi”nden bahsetmiyorum. Bu, siyasette kadın varlığının kanıtı değil, erkek gücünü katmerleştiren bir durum.
Türkiye’de böyle bir protesto gösterisini kaldırabilecek, yasal koruma sağlayacak, barışçı geçmesini kolaylaştıracak iktidar mı var? Lider mi, polis örgütü mü var? Meclis çevresinde başkancı anayasa değişimi hakkında görüş belirtmek için Meclis çevresinde toplananların, CHP’liler dahil, gazla suyla copla dağıtılmasını anımsayın! Ankara Valiliğinin kentte gösterileri yasaklamasını..
Gösteri hakkı, protesto hakkı, yürüyüş hakkı, bildiri okuma –görüş belirtme hakkı, toplanma hakkı... Tüm bunlar anayasa ve yasalarda var. Ama hepsi kullanılmaz kılınarak çöp sepetinde yerini almış durumda.

Yüzde 75 geçer selamları

Yasaklar, dayatılan totaliter nitelikli bir rejim değişikliğini kolayca geçirmek için için. Uzum zamandır çeşitli düzeylerde yasaklar hep kullanıldığı için de, sessiz, boyun eğer, güdülen bir toplum oluşturmak için.
Niyet bu, ama sureti haktan görünen bazı köşelerde “yüzde 75 geçer” fetvası ile egemenlere kabul mesajlar verilmesine rağmen, bu milletin anayasası olmayacak. Doğal anayasa yapma sürecinin tamamen dışında kotarıldığı, toplumsal bir sözleşme niteliği taşımadığı, böyle olması gözetilmediği ve sadece bir kesimce dayatıldığı için.
Anayasa mı? Hayır! Önce anayasal, demokratik hak ve özgürlükler! Bunların kısıtlandığı bir ülkede anayasa yapmak tam bir lükstür ve özgürlük kırıntılarının da yok edilmesi sonucu doğurur..
Kadınlar, çocuklar, erkekler, Anayasa değişimlerine hayır demek için korkusuzca, güven içinde, yasaların ve anayasanın güvencesi altında caddelerden akabilecek meydanları doldurabilecekler mi? Peki ya sonrası?

Millet iradesi palavrası

Trump, halkın gücünü iktidara taşıdım, diyor ve gelmiş geçmiş en büyük demagojilerden birine imza atıyor. Sadece o mu?! Çağa uygun bir aldatma, post –hakikat politikası. Trump, taşısa taşısa muhafazakar milyarderlerin gücünü iktidara taşır. Ama bunların arasında halkın gücü olmayacak.
Ayrıca “milletin gücü”, “milletin iradesi” nasıl oluyor da, iktidara taşınıyor? Seçmen kitlesinin, bugünkü yasal anayasal güç kullanma olanakları dışında, bir başka kurumsal yapı mı oluşuyor da, millet bu araçlarla iktidara, kararlara ortak oluyor.
Biri bunu açıklasa da öğrensek!
Milletin gücü-iradesi iktidara geldi, politik söylemi, demagog uydurmasıdır. Halkın, seçmenin aldatılmasıdır. Her türlü gücü elde toplamaya yöneliktir. Biraz demokratik sistem, tüm güçlerin tek kişide toplanmasını ebedi yasaklayacak sistemdir.

Neden tüm güçleri istiyorsun?

Bir siyasetçi, anayasal ve yasal kendisine tanınan iktidar olma-icraat yapma, güç kullanma olanakları yetinmiyorsa..
Doğrudan kendisinin denetleyemediği diğer kurumsal yapıları, özellikle de parlamento, yargı, parti organları, ülkedeki neredeyse tüm ana güç odaklarının karar verme süreçlerini kendine bağlamak istiyorsa, onlara kararlarını dikta ettirme yoluna girmişse, tüm ülke için tehlike kaynağı olup çıkar...
Meclis’ten geçen anayasa değişikliğini cümle cümle inceleyin.. Bu ülkenin 150 yıllık tarihinde görülmeyen bir güç yığılmasının nasıl tek adamda toplandığını göreceksiniz.
Ülke, tehlikeli bir dönemece girdi.
Bütün güçleri isteyen yapı otoriterdir, tek kişilik oligarşidir, her türlü keyfi davranışa açıktır...
Muhalefet nasıl karşı durabilecek iki ay içinde merak konusu..
***

Bugün 24 Nisan, 1993’te Uğur Mumcu’nun alçakça katledildiğinin 24.cü yıldönümü. Demokrasi Haftası! Türkiye tüm bu acılardan yürüyerek bugünlere geldi ve hala özgürlük ve demokrasi mücadelesi veriyor.
24 Ocak 2017 Salı / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

23 Ocak 2017 Pazartesi

Peki, o yazıya ne diyorum?


Nuray Mert’in “Tam zamanı, eski defterleri açalım”, yazısı şanssız bir yazı demeyeceğim, bilinçli yanlış –inançlı– bir yazı. Yazarın tarihe ilişkin değerlendirmelerine, geçmişe ve bugüne bakışına uygun. Olabilir. Sonuçta çeşit çeşit akademisyen var. Ne yazık ki geçmişe bakışta üzerinde uzlaşılacak bir akademik metodoloji de ülkemizde asla olamaz. Bunun geçmişi yok.
Yazıyı okuyunca, sıradan köşe yazıcılarının her zaman yaptıklarını anımsadım: Bugünün yargılama ve değerlendirmelerini, tarihsel dönemlere giderek “uygun yer(ler)e oturtma”!
Özellikle iktidara yandaş yazarlar bunu, siyasi iktidarı meşrulaştırmak, veya siyasi iktidarın politikalarını bir mağduriyet çizgisi içinde mazur göstermek için sürekli yapıyor. Atatürk ve İnönü dönemini yalan yanlış top ateşine tutuyor. Ülke, ucuzluğun bin bir örneğini yaşıyor, ne fikir ne tarih namusu var. Olayları kendi tarihsel bağlamında değerlendirmeyi bilemiyoruz.
AKP iktidara geldiğinden beri, Fethullah şirketinin egemenliği dönemi dahil, şu veya bu şekilde destekçi olanların hepsi bu rolü oynadı. Kimisi bunu daha sonra yanılma olarak gördü, kimisi ben değişmedim iktidar değişti (yani iktidar beni kullanıp attı), kimi o zaman savunduklarım-desteklerim doğruydu, hiç pişman değilim, dedi.
Ama sonuçta bir bedel ödeyen var: Türkiye, yarım yamalak parlamenter sistem ve demokrasi. Tümüyle bir kişiye teslim edilen ülke. Askıya alınan neredeyse tüm özgürlükler...

Devrimin insanları
Atatürk ve arkadaşları kurucu ülkenin, devrimin insanlarıdır. Osmanlıdaki toplum düzenini tabii ki temelden değiştireceklerdi. 1839’lardan başlayan, Osmanlıda filiz veren yeni düzenin, ulus ve vatan oluşturma büyük hareketinin sürdürücüleriydi.
Atatürk ki “demokrasi denemeleri” yaptı. Tek parti iktidarının yozlaşabileceğini gördü. Ama Osmanlı toplum kültürünün esareti sürüyordu, ekonomik atılımlar yapılmazsa, geleceğin kurulamayacağını gördü... 300- 400 yıllık bir çağdaşlık mesafesini kapatmak tabii ki ancak kuşaklarla mümkün.. Demokrasi bugün bile eğitilmiş topluluğun harcı.
Neyi tartışıyoruz? Ulus devletler çağında var olmanın neredeyse mutlak zorunluluklarını mı? Bugünün anlayışını o koşullarda arayıp bulamayınca kıyameti koparmanın ve dönemi adeta lanetlemenin tek bir amacı olabilir: Eeee o dönemde demokrasi, tarikat, hilafet.. falan filan yoksa, Cumhuriyet kurulmuş ne anlamı var! Kurtuluş ve “o adamlar” olmasa da olur!
Bu görüşte olanlar, dahası, iktidarın önemli bir kanadını oluşturuyor! Dün AKP Erzurum milletvekili türbanlı bayan, Anayasa değişimini “yüzyıllık prangadan kurtulma” olarak tanımladı! “Cumhuriyet reklam arasıdır”cılar.. Cumhuriyet dönemini kesip, bugünü Osmanlıya yapıştıran Yeni Osmanlıcı kafalar.

Mesele türbanın ötesinde
İktidarın siyasi projelerine, önünü arkasını tartışmadan sahip çıkarsanız çuvallarsınız. Mesela türbanı siyasal iktidarın epey köktenci toplum mühendisliği projesinin bir parçası görmezsiniz. Çocuk yuvalarına varıncaya kadar, okullarda baş bağlama ve dinsel eğitim projesinin parçası olarak gelişmesini seyredersiniz... Cumhuriyet okullarının proje okulu yaftası altında yıkıldığını da..
Kızların İmam Hatip okulları içine tıkılmasına; eğitimde ciddi bilimsel ayıklama yapılmasına, fizik öğreniminin bile “değerler eğitimi” çerçevesinde adeta dinbazlığın parçasına dönüştürülmesine bakarsınız.
Bunların hepsi siyasi bir toplum mühendisliğinin bütünüdür. Müsteşar kalkıp der ki “binlerce teori var, evrim teorisi de bunlardan biri, kim kalkıp müfredata sokmuş bunu..”
Hayır, türbanla ilgili geçmişte yanlışlıklar yapılmadı değil, bunu eleştirmek, ama konuyu bir İslami büyük iktidar hareketinin programıyla birlikte ele almak başka bir şey. Kuran’da kadınlara başını bağla diye bir emir olmadığını söylemek.. Türbanın her açıdan geri kalmış, demokratik reformlarını yapamamış 1,5 milyarlık kadim İslami erkek dünyasının bir dayatması ve kültürü olduğunu yazmak...

 “Tepeden inme Cumhuriyet”
“Tepeden inme Cumhuriyet” başları açmaya zorlamadı! Ama bunun demokratik yolunu açtı. Cumhuriyet şüphesiz bir ulus ve çağdaşlık devrimidir.
Bugün İslam dünyasında bence hâlâ yıldızı sönmemiş Türkiye varsa, bunu, Cumhuriyetin kadınları eşit yurttaş statüsüne yerleştirmesine borçluyuz: Cumhuriyet programının en büyük başarısı! Yine kadınlar geri kalanını başaracak.
Şimdi, erkek siyasi ruhban sınıfı, “100 yıllık Cumhuriyette kayıplarımızdan ne kadarını geri kurtarırız” programını uyguluyor! Evet kızların okumasını yasaklayamazlar, ama eve kapatmak ve çocuk doğurma makineliğine teşvik, ve erkeğine boyun eğmeyi tavsiye, genel anlayışın parçası.

Cumhuriyetçi- solcu demokratım. Tüm Türkiye’de çeşitli türden liberal görüş varken, Cumhuriyet’te “süpermarket vitrini” politikasını, fikir çeşitliği- düşünce özgürlüğü çerçevesinde dayatmak, Cumhuriyet bu liberal savrulmanın içine çekmek olur.  
23 Ocak 2017 Pazartesi / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet