SAYFALAR

30 Haziran 2012 Cumartesi

Bilimin Siyasallaşması Üzerine Endişeler

CBT Sayı 1319, Gündem, 29 Haziran 2012

Bilim insanları, şu veya bu şekilde, bilimsel başarımlarının ele alınmasından, tartışılmasından, değerlendirilmesinden hoşlanmıyor. Daha doğrusu, akademik araştırmaları ulusal ve uluslararası düzeyde iyi ve yüksek düzeyde olanların bu konuda bir derdi yok. Tersine, bunu isterler bile diyebiliriz.. Ama akademik çalışmaları ortanın altında ve düşük olan ise, bu konunun gündeme getirilmesinden hoşlanmıyor.
Bir “sosyal bilimci”, dahası teoloji alanında uzman biri, bir tv programında, yayınlarımızla bilim insanları üzerinde terör estirdiğimizi bile dile getirme cüretinde bulunabildi! (*)
Hayır, üniversite, akademik unvanlar, kimsenin babasının malı değil. Bu konu tamamen toplumsal – kamusal bir karakter taşıyor. Doğuştan unvanlar almadığınıza, yasalar çerçevesinde toplumsal bir saygınlık elde ettiğinize ve bu unvanlarla “uzman” niteliği kazandığınıza göre, aldığınız unvanların olgusal karşılıklarının sorgulanması doğaldır..
Dünyanın her yerinde böyledir. Üniversiteler uzman seçerken, bu kişi hangi bilimsel araştırmalar yapmıştır; hangi buluş, teori, patent vb ye imza atmıştır.. Hangi fikri bilim dünyasınca tartışılmıştır ve ödüllendirilmiştir.. Ona göre kişiye “iş-makam” veriyor. Akademiler de üye seçerken de aynı yol ve yönteme başvuruyor..
Türkiye Bilimler Akademesi’nin, hala geçerli olan yasal kriterlerine göre, hükümetçe atanmış 130 kadar üyenin büyük çoğunluğu üye olma niteliğine sahip değil. Ben TÜBA’nın yöneticilerinin veya üyelerinin, büyümekte çok “seçkinci” davrandığını düşünen bir insanım. Bu uç noktada “seçkincilik” öyle ki, üye olabilecek onlarca kişiyi akademi dışında bırakmıştır. Yeterince kucaklayıcı olamamıştır. Bu anlamda sorgulanmış ve iktidarın yaptırımlarına da açık hale gelmiştir.
Ama, üye seçme kriterlerine göre karar vermeyi örneğin uluslararası bir bilim kuruluna bıraksanız, hükümet ataması üyelerin yüz kadarı sınıfta kalabilir! Bu tartışılmayacak kadar açıktır. Denemeye de açıktır! 
Bilimde evrensel ölçümler getirilmiştir. Getirilmese bile, Türkiye’de kim ne yapıyor ve en iyiler kimlerdir diye bir araştırma yapmayacak, iyilerle kötüleri birbirinden ayırmayacak ve iyi bilimin üretilmesi  için teşvik edici olmayacak mıyız? Bilimin her alanında başa güreşildiği ve ülkelerin ekonomik ve sosyal- kültürel olarak bundan yararlandığı bir dünyada, hele!
***
Bu bağlamda, Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün’ün Yeni Şafak gazetesindeki yazısını gündeme getirmeliyiz. Yazar, Hükümet TÜBA’sına atandı. Öğün, bu üyeliği kabul etmediğini ve istifa ettiğini de duyuruyor. İki hafta önceki sosyal bilimciler listemizdeki düşük puanını dikkate alarak bizleri suçluyor.. Geçen haftaki listemizde, Öğün’ün bilimsel başarımına yeni haliyle yer verdik, Atananlar arasında iyi durumdadır!
Öğün, TÜBA’ya alınmayan Şerif Mardin’i sayarak bir savunma geliştiriyor. Haklıdır. Ben başkalarını ve hatta doğa bilimcilerini de sayarım TÜBA'ya alınması gerekirken alınmayanlar arasında.. 
Ama Öğün ciddi bir konuyu gündeme getiriyor: Eski TÜBA siyasal bir oluşumdu, yeni TÜBA da siyasal bir oluşum.. Bu nedenle içinde yokum!
Bu tutumu dikkate alınır, saygıdeğerdir. 
Ama şu tutumunu anlamak zor. Diyor ki:
Ulusalcılıklarından şüphe uyandıracak tuhaf bir 'evrenselcilikle' ve tamamen niceliklerde takılı kalan, boş ve sığ bir Batıcılıkla (buna içeriden sömürgeci bakış demeyi daha uygun buluyorum) TÜBA'ya seçilen bilim adamlarının bilimselliklerini ölçmeye kalkıyor ve 'Hani nerede bunların uluslararası yayınları? Hangisine ne kadar atıf yapılmış?' nev'inden sorular soruyorlar. Ey İsmail Kara, siz Türk Düşünce Tarihi'nin yazımına yaptığınız ciltler dolusu çalışmayla katkı sağlamış olsanız da İngilizce bir makaleniz olmadığı için bir 'hiç'siniz!... Yazar ve Meb'us Beyler, ma'alesef çok basit bir şeyin; nicelikle nitelik ölçülemeyeceğinin farkında değiller…
 Sayın Öğün, yanlış yerden yaklaşıyorsunuz.. 
Tam da “ulusalcılığımız”, yani ülkeseverliğimiz bizi, çok daha iyi bilim yapılması için bir takım ölçümlere ve kriterlere yöneltiyor: Yüksek Standartlar! Daha yüksek standartlar.. En yüksek standartlar
Dünyayı yakalayıp geçmemizin, pazar sömürgesi olmaktan kurtulmamızın, tüm İslam ülkelerinin yükselmesinin başka bir yolu yordamı yok! Bu nedenle gelin bu standartların geliştirilmesinde yardımcı olun! 
Evrensel bilimi Amerikancı olmakla suçlarsanız, Amerikanın nasıl dünya egemeni olduğunu kimseye anlatamazsınız.. 
Anayasa tartışmalarına katıldı, raporlar yazdı, tv’lere çıkıp konuştu diye, hiç bir hukukçudan bilim insanı yaratamazsınız.. Kendi alanında derin düşünsel yaratıma denk gelen ölçülebilecek bilimsel araştırmalara gömülmeyen insanlardan bir şey çıkmaz..
Bu konu daha çok tartışma kaldırır.. Gelecek hafta yeniden birlikte olmak dileğiyle..
--
(*) Bu arada açıklayalım: İlahiyat alanı (dini bilimler), akademik unvan taşıyanların bilimsel etkinlik bakımından oldukça zayıf oldukları bir alan. 1981- 2009 yılları arasında, yani 29 yıl içinde uluslararası atıf endekslerince yapılan değerlendirmelere göre, dini bilimlerde 45 ülke arasında 27.sıradayız. Yayınların etki derecesi ise daha iyi: 16. (Tübitak Ulakbim- Türkiye Bilimsel Yayın Göstergeleri – III).
Türkiye müslüman bir ülke! İlahiyat akademik temelde üniversitelerde öğretiliyor, çalışılıyor. Türkiye’nin İslam dünyasında bu alanda araştırmalarıyla öncü rol oynaması gerekiyor. Yeni açılımlar önermesi, İslam dünyasının çağdaşlaşabilmesi ve toplumsal olarak önünün açılması için etki derecesi çok önemli çalışmalar-araştırmalar yapması gerekiyor..
Bizim ilahiyatçılar genellikle toplum nasıl daha çok nasıl dini kurallar çerçevesinde yönetilire kafa yoruyor ve bu alanda daha çok tutucu yorumlarıyla gelenekselciliği ve köktenciliği güçlendiriyor! 
Ben İslamcı düşünürlerden, akademisyenlerden, İslam dünyasında yankı yaratan bir teori, yorum, açılım vb duymadım ve görmedim.. Burada cahilliğim rol oynuyor olabilir. Bu konuda gelecek bilgilere açığız..

28 Haziran 2012 Perşembe

Başımız Belada


Ey okur, bir başbakan, neredeyse bir yıldır ve durmadan nedeni ne olursa olsun, komşu ülke rejimi için yıkılmalı diye demeç verir mi.. Ülkeye uluslararası askeri müdahale çağrısı yapar, Birleşmiş Milletler’den karar çıkmayınca iki kez bozulur ve kızar mı.. Kendi sınırlarını karıştırıcılık, kışkırtıcılık, askeri operasyon ve saldırı faaliyetlerine açar mı..
Bu nedenle yazdım ki, Başbakan Suriye’ye çoktan savaş ilan etmiştir... Uçak düşürülmesi bu savaşın bir sonucu-ürünüdür.. Kimse, “yahu kardeşim sen Suriye’yi bir yıldır düşman ilan et, uçağın düşürülünce de bu nasıl iş, bu ne düşmanlık diye söylen” demiyor! Gerçeği görün gerçeği!
Uçağımızın düşürülmesi, Türkiye’yi esir alan ve geleceğine ipotek koyan bir olaya dönüşmüş durumda. Erdoğan – Davutoğlu ikilisinin bu politikasının esiri olduk.
Başbakan, politikalarını eleştiren medya ve yazarlara yine gözdağı verdi.. Milli konuda bizi destekleyeceksiniz, ben ne yaparsam yapayım arkamda olacaksınız diyor.
Fareli köyün kavalcısı öyküsünü anımsar mısınız?
Millet, konu ulusaldır diyerek RTE’nin savaş politikasına destek vermeli mi.. Milletin-kamuoyunun böyle bir görevi olursa, yandı gülüm keten helva! Tam tersine, toplumda uyarıcı karşıt sesler yükselmeli ki iktidarları dizginleyici ve yanlışları önleyici bir rol oynasın.. Bu amaçla, tartışma konuşma ortamının yokedilmesi değil daha da genişletilmesi gerekir..
***
Şu soru hiç tartışılmadı: Komşu ülkelerin rejimlerini değiştirmek, yıkmak, yerine yenilerini inşa etmek Türkiye’nin işi midir? Bunu ABD zaten yapıyor.. Şüphesiz uluslararası hukuk, vicdan ve kamuoyu, iktidarların halkına katliam uygulamasına izin vermez, vermemelidir de.. Halkların garantisidir bu hukuk..
Ama bu hukuk, örneğin Libya’da, Kaddafi’nin yıkılıp yerine yenisinin getirilmesi biçiminde gerçekleşti.. Uluslararası müdahale, güçlülerin çıkarları doğrultusunda gerçekleşiyor! Aslında Suriye için de yapılmak istenen budur.. Büyük Ortadoğu planının parçasıdır Suriye’deki rejim değişikliği..
Bunu ABD’liler, Suudiler doğrudan yapamazlar.. Onlara birisi gerek..
Bizim iktidar, Salı günkü yazımda belirttiğim çerçevede, ABD ve Batı çıkarları doğrultusunda kraldan fazla kralcı davrandı. Ana sorun budur. Kraldan fazla kralcılık, iktidarın en yumuşak karnıdır, Başbakan ise şiddetle bunu reddediyor. Biz başkalarının emriyle iş yapmayız diyor!
Ne derse desin, önce Libya sonra Suriye konusunda iktidarın “savaş öncesinden bugüne” kronolojisini izlerseniz, bunu net olarak görürsünüz.
Bu ülkede aptallar bol olabilir, ama herkes de aptal değil..
***
Bir yıldır Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriye’ye hasmane politikasına karşı kamuoyunde yeterli ses çıkmadı.. CHP gerçi alternatif bir politika oluşturmaya çalıştı, ancak bunu topluma kabul ettirmekte etkili olmadı.. Suriye’de iç savaşta insanlar öldükçe, bizim medya sadece katil Esat manşetleriyle RTE’nin politikasına kamuoyu desteği sağladı..
RTE-Davutoğlu ikilisinin Ortadoğu politikaları baştan sorunludur. Suriye ve bütün bölgeyi Türkiye’nin tarihsel arka bahçesi görüyorlar. Davutoğlu bunu net ifade ediyor. Kadri Gürsel, geçen gün TV konuşmasında çok doğru bir noktaya dikkat çekti.. iktidarın Ortadoğu’ya giderken çantasında çağdaşlıkla ilgili değerlerin olmadığını ve 700 yıl öncesinin değerleriyle kapıları çaldığını söyledi..
RTE- Davutoğlu, Osmanlılık mirası aletleriyle, mezhep ayrımcılığıyla, bölgenin ne demokratikleşmesine katkı bulunabilir, ne de bölgenin çağdaş uygarlık degerleriyle tanışmasına.. Türkiye Sünni politikasıyla, mezhep çatlakları arasında kendine yer edinmeye çalışıyor..
Bu ise sadece daha güçlü ve bölge üzerinde sınır, nüfuz, petrol, yandaş iktidarlar planları yapan ABD ve Batının işine yarar.. İngilizler ve Amerikalılar kadar, mezhep ve etnik ayrımcılıkları kışkırtarak yarar sağlayan başka güç yoktur..
***
Ülke dış politikasını yöneten ikili, Suriye konusunu iyice analiz etmekte aciz kaldı.. Kendilerini cephede asker buldular! Arkadan da ittiren ittirene..
Türkiye’ye 10 milyar hibe verdiğini bizzat Bakanın ağzından öğrendiğimiz Suudi Kralının gazeteleri, hadi oğlum saldır daha ne duruyorsun, diye yazıyor! Rusya, Çin ve İran ise karşıda bekliyor!
Yoksa Türkiye Rusya ile savaşa mı girecek! Böylece Türkiye’nin bölünmesi de hızla gerçekleşir, sen sağ ben selamet! Batılı emperyalistlerin amaçları da gerçekleşir, bir taşla bir kaç kuş..
 Baksanıza, Suriye’nin kaça bölüneceği tartışılıyor!
Kürtlere bir şey demiyeceğim, çünkü Suriye ve bütün ülkelerde savaş ve bölünmeden tek kârlı çıkacak olanlardır.. Kemal Burkay’a bakın, Suriye’yi üçe böldü bile.. Burkay yanlız değil, bizim kafasızlar da yanında!
Soruyorum: Suriye’de rejimin çökmesi ve gerçekleşecek bölünme ile, Türkiye’nin her durum ve şartta kaybedeceğini hesap eden birisi var mı?
Yoksa herkes kârlı çıkacağız hayali içinde mi? Baas diye tutturan ahmaklıkların bedelinin faturası kime çıkacak dersiniz?
--28 Haziran 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

26 Haziran 2012 Salı

RTE'nin Suriye “Katil Rejim Oldu” Gerekçesi İnandırıcı mı?

Şimdiki “savaş” öncesi Türkiye – Suriye ilişkileri, AKP’nin “başarı öyküsü”ydü. O mutlu günler! Vizeler kalkıyor, karşılıklı ticaret hızla 2,5 milyar doları buluyordu.
2010’de Suriye’ye dışsatım 1,845 milyar dolar, dışalım ise 663 milyon $. Derken eğri hızla aşağı dönüyor. Bu yılın ilk dört ayında ise dışsatımda yüzde 62 dışalımda ise yüzde 88 düşüş var.. yakın kentlerimizde Suriye ile ticaret neredeyse sıfırlandı..

Bugün Erdoğan Ortadoğu’ya gidebilir ve halklardan alkış alabilir mi? Bu, Başbakan için ancak korkulu bir rüya olabilir!
***
Erdoğan ve Davutoğlu’nun Suriye ile kanlı bıçaklı olmasının nedeni, “Arap Baharı”nın etkisi ile Suriye’de muhalefetin Esad Rejimi’ne karşı ayaklanması ve Rejimin yaptığı katliamlar” olduğuna inanmamızı kimse istemesin.
Şüphesiz, komşu ülkede yüzlerce insanın öldürülmesi kabul edilebilir değil. Ama ABD ve ortaklarının kışkırtıcılığı da sır değil. Bence ölümlerin yüzde 50’sini Esad Rejimine yüzde 50’sini de Amerikan rejimlerine yazmalıyız!
Eğer Erdoğan iktidarı “kanlı” hükümetlere o kadar karşı olsaydı, bunu bir ilkesel politika olarak benimsemiş olsaydı, örneğin uluslararası aranan Sudan Başkanı ile al gülüm ver gülüm ilişkileri içinde olmazdı..
Daha pek çok örnek sayılabilir, ama en önemlisi, Suriye’den hemen önce devrilen Libya- Kaddafi örneğidir..
Libya’da iç savaşın, İngiliz, Fransız, Amerikan kışkırtmalarıyla binlerce kişinin öldürüldüğü sırada, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin kılları kıpırdamıyordu.. Çünkü Kaddafi iktidardaydı ve Türkiye’nin Libya’da milyarlarca yatırımı vardı!
Erdoğan, Libya’ya müdahaleye beş kalaya kadar dayandı. NATO müdahalesi gündeme geldiğinde sarfettiği söz ünlüdür ve tarihe geçmiştir: “NATO’nun ne işi var Libya’da!”
Hükümet, NATO’nun, Fransa- İngiltere- ABD savaş üçlüsünün (ve İtalya) Libya’yı yerle bir etme kararlılığını görünce, savaş konvoyuna katılmak zorunda kalmıştı!
Peki, “NATO’nun ne işi var Libya’da” sözüne kadar, Libya’da kaç bin kişi ölmüştü ve iktidarımız neredeydi? O tarihlerde ölüsevicilik sözü yoktu!
***
Batılı emperyalistler Libya’yı halledip Suriye’ye yöneldiklerinde ise, Erdoğan- Davutoğlu ikilisi Libya’dan derslerini almıştı ve hiç tereddüt etmeden Esad Rejimi’ne karşı seslerini adım adım yükseltmeye başladı.. Bütün hesaplarını Esad Rejiminin yıkılması üzerine kurmuşlardı..
Eee, Kaddafi’yi yokettiklerine göre..
Libya’ya saldırının, emperyalizmin tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Yüzyılın alçaklıklarından biridir.. Bugün parçalanmış ve hala savaş içinde, yıkılmış ve tam bir emperyalist işgal altında bir ülkeden bahsedebiliriz!.. Bizim medyada bir haber görebilir misiniz?
***
İktidarın Suriye hesabı bir yılı aşkın zamandır tutmadı!
Medyadaki çok bilmişlere bakıyorum, bir yıl önce “Esad bir kaç ayda yıkılır gider” diyorlardı.. Bugün ise “Esad’ın yıl sonuna kadar, bilemedin 1-1,5 yıl ömrü var,” diyorlar.. Ben bilmiyorum.. Onlara derdim ki “Tanrının verdiği ömrü sen nereden bilebilirsin”!?! Niye, tanrının bu işlerle ilgisi yok muydu yani?!
Suriye’de iç savaş, bugün daha çok, Esad Rejimi ile paralarını Suudilerin verdiği, Amerikan CİA ajanlarının örgütlediği ve kışkırttığı “Hür Suriye Ordusu” paralı askerleri arasında oluyor.
Görüldüğü kadar Esad rejimi halkın belki de çoğunluğunun desteğine sahip.. Bizim hükümet, Esad ile Suriye halkını ayırmakta pek de titiz! Suriye halkı dostumuzdur diyor, ama dostu oldukları Suriye halkı da ya Esad’ın dostu ise ve sana da hiç iyi gözle bakmıyorsa!?
Çünkü dış kışkırtmaların altında canı çıkan o!
Bunlar bilinmezliklerde dolu.
***
İktidarın hesap etmediği diğer bir olgu da, Rusya ve Çin’dir.. Rusya’nın Tartus limanını sürekli kullanma izni vardır, nükleer silah yüklü savaş gemilerinin Akdeniz’deki üsleri Suriye’dedir.. Bırakın Suriye Ordusu’nun tamamen Rus silahlarıyla donatılı olmasını ve bunun ticaretini..
Bir Amerikancı rejim işbaşına geldiğinde Rusya oradaki “işini” kaybedecektir.. İran ve Rusya Suriye’de askeri tatbikat düzenlediler geçen hafta!
***
İktidar balıklama atladı, ama en azından işler istedikleri gibi gitmiyor! Üstüne üstlük Antakya Savaş Cephesi’ne yanıt, Suriye’de ne haltlar karıştırmak için gittiği tam açıklığa kavuşmayan uçağı top ateşiyle vurup düşürmek oluyor..
Spiegel’in haberine göre, Ankara diplomatik kulislerinde, ikinci bir uçağımız tam vurulmak üzereyde kaçabilmiş!
Yanlış hesap Bağdat’tan dönebilir mi? Zor babo..
Ve neden Suriye işine balıklama atladılar? Nedeni, ekonomidir! Ve ABD’nin politik desteğinin sürmesidir!
Türkiye ekonomisi cari açık üretiyor ve bu açık Batıdan akan sıcak soğuk parayla kapatılıyor. Bu saadet zinciri, kopmamalı..  Amerikan desteği sürdüğü sürece, politik istikrar ve finansman devam eder hesapları var..
AKP bütün iktidar kumarını bunun üzerine oynamaktadır..
İşler iyi gitmediğinde de bedelini ödeyecektir ve Türkiye’ye ödetecektir..
26 Haziran 2012 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

25 Haziran 2012 Pazartesi

Suriye ile Uzun Zamandır Savaş Durumundayız!


Düşürülen uçak, Antakya’da Suriye’ye karşı açılan Savaş Cephesine bir yanıttır, diyerek yazıya girelim..
Türkiye ile Suriye aslında ilan edilmemiş bir savaş içindedir. Savaşı da tek taraflı olarak RTE ve iktidarı açmıştır ve sürdürmektedir.
Bir yılı aşkın zamandır.
Düşünün ki bir iktidar, Suriye’de Esad iktidarını ve Esad’ı yıkılacak diye ilan etti. Her ağızlarını açtıklarında neredeyse, Erdoğan ve Davutoğlu, Esad’a karşı isyan çağrısı yapıyor.
İktidar, Suriye’ye karşı Antakya Cephesi açtı..
Bir sınır bölgesi, bir ülkeye karşı “isyancı”ların, parasını Suudi gibi ülkelerin ödediği paralı askerlerin girip çıktıkları, her türlü silah ve eğitimle desteklendikleri, korunup kollandıkları bir konuma “yükseltilmişse”, orası savaş cephesi değil de nedir?
Türkiye, ABD, Fransa ve AB tarafından kontrol edilen bu “cephe”, Suriye’yi yıkma cephesidir!
Bu cephe başka nasıl nitelendirilebilir?
Böylesi bir düşmanlık cephesinin açıkça kurulması, aslında iki ülke arasında tam anlamıyla savaş halidir!..
Suriye Türkiye’ye karşı bugüne kadar bir yanıt vermediyse, iç savaşı nedeniyledir. Zaten veremezdi, çünkü Antakya Cephesi ABD ve Batı ittifakının cephesidir! Suriye Türkiye ile savaşmaz, savaşmak istemez, savaşamaz da.. Zaten İsrail’le başı dertte! ABD vargücüyle yükleniyor üzerine.. Türkiye ile derdi ne..
Ama RTE iktidarına bakılacak olursa, hiç de öyle düşünmüyor! Suriye ile yatıyorlar, Suriye ile kalkıyorlar..
Antakya Cephesi, Ankara’nın, sadece, “ABD ve Batı emperyalistlerine” açtığı, açmak zorunda kaldığı bir cephe midir, yoksa Ankara oradan gerektiğinde ciddi ciddi Suriye’ye saldırmayı düşünüyor mu... 
 Buna cesaret edebileceklerini sanmıyorum..
Ankara NATO’yu toplantıya çağırdı. Ankara NATO ile Rusya’ya karşı karşıya getirmek mi istiyor... Yoksa rutin şeyleri mi yapıyor... NATO Suriye nedeniyle Rusya ile kapışmayı göze alır mı.. Almaz.
Suriye Rusya için çok önemlidir.. Çok sayıda deniz üssü vardır Suriye’de.. Daha üstten bakarsak, Suriye’de ABD ile Rusya karşı karşıyadır!..
***
RTE, Batı’ya bir savaş kapısı kolaylığı göstererek, Suudi ve diğer araplardarın “hibe” paralarını mı götürüyor?
Şimdilik 10 milyar dolar.. Bir süre sonra 10 milyar dolar daha..
Batı emperyalistlerinin Türkiye üzerinden Suriye’ye karşı sürdürdükleri her türlü karışıtrıcılığın bir “Ücret Tarifesi” mi oluşturuldu?
Suriye’de akıtılacak kanın ticaretini mi yapıyoruz?
Türkiye’nin doğrudan savaş katılmasının belirlenmiş bir ücreti var mıdır, varsa nedir?
***
Daha önceyi yazılarımdan birinde, RTE’den bir Ulusal Savaş Kahramanı yaratma projesini gündeme getirmiştim. Eğer bunu yüzde yüze başarabileceklerine inanırlarsa, buna soyunabilirler! 2023 Projesi ve Yeni Türkiye fikri bunu kapsar!
Hem savaş kahramanlığı hem de yüksek bir bedelle ekonomik tahsilat..
Doğrusu, dünya tüccarlık tarihine geçecek bir zaman dilimi yaşıyor olabiliriz..
***
Suriye savaş uçağımızı kasıtlı düşürmüş olabilir, düşürmüştür de..
Bu ateş, Antakya Savaş Cephesi’ne bir yanıt olarak kabul edilebilir.
Antakya Cephesi’nden Suriye’ye yapılan saldırılarda, Esad iktidarına, Suriye halkına, Suriye’ye verilen hasarın bir çetelesini tutan var mı?
Mesela Suriye dünya mahkemelerine uğradığı kayıpların bir faturası ile gitse, ne olur?
Kılıçdaroğlu doğru söyledi: Savaş uçağımıza saldırı, AKP iktidarına bir yanıttır!
Nedeni de açık ve net..
***
Uçağımız düştüğüne göre, Rusya-Suriye radar asvunma sistemi tıkır tıkır çalışıyor demektir. Suriye bu yanıtıyla, hava sahasını savaş uçaklarına yasak bölge ilan etmiş oluyor mu olmuyor mu?
Bence oluyor..
***
Bir kaç söz de tv’lerdeki savaş çakallarına..
Çöken eski merkez sağın ayakta kalmış çakallarından savaş faşistleri, TV’lerde dolaşıp saldıralım komutları veriyor.. Kim, “savaş köpekleri”ni ekranlarında çığırttırıyorsa, savaşa çanak tutuyor demektir: Savaşa çağrı, savaş destekçiliği bir görüş değildir, sadece insanlık suçudur! Toplum önüne çıkartılmamalılar!
***
Gerekçesi ne olursa olsun. Okurları bilir ki, bu köşe diktatörleri sevmez, halkına baskı hele hele katliam yapanlara karşı çıkar. Esad yönetimine de bu anlamda karşıdır.
Ama Amerikan emperyalistlerinin, iç durumu bahane ederek Suriye’de iç savaşı kışkırtmaya başladığı andan itibaren, olayın rengi ve yüzü değişmiştir..
Suriye çökerse..
Sonra İran..
Sonra sırada Türkiye..
Türkiye başından beri yıkılmaya çalışılıyor...
Bunun ayırdında olmayan ve yakın geleceği göremeyen bir iktidar..
Düşünemiyorum..
--25 Haziran 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

24 Haziran 2012 Pazar

Başka Bir Yöntemle Sosyal Bilimciler

CBT Gündem yazımı yüklemeyi unutmuşum bu kargaşada :-)) Hükümetçe atananlar üzerine başka bir yöntemle performans ölçümü..  


CBT Sayı 1318, Gündem, 22 Haziran 2012.. 



Hükümet TÜBA'sına atanan doğa ve sosyal bilimcilerin bilimsel başarımlarını geçen haftaki sayımızda ayrıntılı olarak duyurmuştuk. Bu konu bilim dünyasında hatta bazı tvlerde gevezelik temelinde tartışıldı! Bir takım insanlar bana ve CBT’ye saldırmak için de vesile bulduklarını sandılar: Vayy TÜBA’ya atanan sosyal bilimcilere haksızlık yapılmış, sıfır yayınları varmış gibi gösterilmiş.. (*) Programa katılan ve anlattıklarından din konusunda derin bilgiye sahip olduğu görülen bir “bilimci de”, “makalesi  var yok yayınlarıyla bilimciler üzerinde terör estiriliyor,” demez mi!
TV programı TÜBA’ya da veryansın biçiminde geçti. Ne yapıyor TÜBA diye bilgisizce sorular yöneltildi, bilgisizce yanıtlar verildi! Ama bugünkü TÜBA kepazeliği üzerinde tek söz edilmemiş olması da, doğrusu bu “tarih gevezeliği” programına çok yakıştı..
***
Araştırma sonuçlarında evet bazı hatalar vardı. Biz hatalarımızı hep düzeltiriz! Araştırma, bütün dünyada en saygın tarama – değerlendirme, veri tabanı olan Web of Science’a dayanarak yapılmıştı. Bunu ilan etmiştik. Burada doğa bilimcileriyle ilgili veriler esas olarak doğrudur. Ancak bir kaç bilimciyle sınırlı olmak üzere, kullandıkları farklı isimlerden kaynaklanan bir kaç yanlışlık yapıldı. Bunları iç sayfamızda nedenleri ile birlikte düzeltiyoruz..
Esas problemli alan, sosyal bilimcilerde. Web of Science, sosyal bilimcilerin Türkçe kitap ve makalelerini yeterince ayrıntısıyla taramıyor ve değerlendirmiyor. Web of Science tamamen hakemli dergileri tarayan bir veri tabanı. Dolayısıyla kriterlerine uymayan yayınlardan da “bihaber” kalıyor.
Sosyal bilimcilerden haklı sayılabilecek tepkiler gelince, bu kez sosyal bilimciler için bilimsel veri taramasını, Google Scholars isimli, bir kaç yıldır devreye sokulan başka bir veri tabanı ile gerçekleştirdik. Bu veri tabanının Publish or Perish (PorP) programı ile, bir kaç kez kontrol ederek elde etttiğimiz verilere dayanan yeni bir tablo oluşturduk. İçeride bu tabloyu ve yazısını sunuyoruz. Yaptık ettik derken, tabii ki Burak Avcı bunları gerçekleştirdi.. Eline sağlık diyorum!
***
Bu yeni tarama internet üzerindeki en geniş veritabanını oluşturuyor. Öyle ki, bilimci olmayanların etkinliklerini de buradan izlemek mümkün.. Mesela gazeteci Fehmi Koru ve Mehmet Ali Birand’ı taradığınızda, elde ettiğiniz veriler, listemizdeki bilimcilerin pek çoğunu katlıyor ve geride bırakıyor!
Evet, bu veri tabanı sayesinde “sıfır puanlı” sosyal bilimci kalmadı! Bilimsel değerini ölçemediğimiz çok sayıda yayın ortaya çıktı! Ama baktığınızda yine de çok çok düşük yayın değerlerine sahip üyeler Hükümet TÜBA’sına atanmış! Burak Avcı, ayrıca, dağılım grafiklerini de yeniledi ve bu grafiklerin geçen haftaki grafiklerden önemli bir değişiklik göstermediği de ortaya çıktı! Hükümet TÜBA’sına atanan üyelerin “çoğunluğun h indeksi 0 ile 5, yayın sayısı 20 ile 40, atıf/yayın oranı ise 0 ile 5 arasında. Yani, kral hala çıplak!” Unutmayalım, konumuz, atanan üyelerin bilimsel başarımlarının yeri!
Bu arada İlber Ortaylı ve bazı sosyal bilimcilerin bilimsel faaliyetleri şüphesiz çok daha doğru olarak yeni listede yer alıyor. Bizim derdimiz sadece gerçeği bulabilmek..
Sosyal bilimciler genel olarak Web of Science taramasını hiç sevmez. Ama, Türkiye’deki sosyal bilimcilerin yayınlarının da dünya tarafından izlenmesi ve ölçülmesi gerekli. Bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapılmalı.. Liyakat bu şekilde oluşabilir ancak. Avcı diyor ki: “Avrupa'da sosyal bilimler konusunda  farklı dillerde yayın yapan çoğu dergi bu indeksler tarafından taranıyor.” Bizimkiler orada yer yer almasın ve izlenmesin? Dergi kalitesini ve standartlarını yükselteceksiniz!
Mesela Social Science Citation Indeksinde yer alan dergilerin listesini şuradan görebilirsiniz: http://ip-science.thomsonreuters.com/cgi-bin/jrnlst/jloptions.cgi?PC=J Sanat ve İnsani Bilimler, “Art and Humanities” Citation Indeksinde yer alan dergiler de şurada:  http://ip-science.thomsonreuters.com/cgi-bin/jrnlst/jloptions.cgi?PC=H 
Ayrıca Türkiye en çok bilim hırsızlığının olduğu ülkeler arasında.. Utanmadan sıkılmadan çalan çalana ve bunlar ne yazık ki hiç bir ceza görmüyor, dahası ödüllendiriliyorlar.. Bu konuda yayın yapacağız yine. Bilim hırsızlığı ayyuka çıkarken, hakemsiz dergilerde yayınların, bilimsel araştırma diye kabul edilmesi söz konusu bile olmamalı! İsterse İlber Ortaylı, Celal Şengör veya başka şöhretli insanlar olsun!
Gelecek hafta yeniden buluşmak üzere..
(*) Habertürk’te programı yöneten kişi, Einstein’in İsmet İnönü’ye gönderdiği ve bizim dergimizde de yayımlanan mektubu diline doladı yine! Gazeteciler Cemiyeti bu mektubun yayınlanması nedeniyle hiç haberim bile olmadan bana ödül verdiğini duyunca, bu ödülün zırvalık olduğunu söyledim ve ödülü hemen o sabah reddettiğimi açıkladım. Aynı mektubu, bizden bir kaç gün önce yayımlayan program sunucusu, “vay ben karşı çıkmasaydım, ödülü alacaktı” biçiminde söylenip durdu. Ben de hemen Gazeteciler Cemiyeti’ne bir mektupla başvurup bu konunun resmen soruşturulmasını istedim. Ama yapmadılar! Bu kişi, tv’de hala “karşı çıkmasaydım ödülü kabul edecekti” zırvalığını dile getiriyor. O haberin altında imzam bile bulunmadığı halde! Utanmıyor mu? Tekrar ederse, çok ağır bir yanıt alacak buradan artık.. Şimdilik edepli duruyorum!

10 Milyar $ Hibe: Savaş Parası Peşin mi Geldi?


Şu “10 milyar dolar hibe”ye girmeden önce, duruma bakalım:
***
Suudi Arabistan, ABD, Fransa, kısaca Türkiya dahil NATO’nun örgütlediği ve silahlandırdığı “Hür Suriye Ordusu”nin askerlerinin maaşını ödüyor.. (Guardian gazetesi)
CİA ajanları Türkiye’den (Antakya), her türlü silahı, ağır hafif, sınırlarımızdan Suriye’ye sokuyor ve bu maaşlı askerleri silahlandırıyor (New York Times), örgütlüyor, eğitiyor yallah deyip Suriye’ye salıyor.. Bomba, suikast gırla..
Esad rejimine karşı demokrasi isteğinin kanlı bastırılmasından sonra, NATO (ABD), Suudi (Katar- Kuveyt)- Türkiye üçgenin desteğiyle ve artık batının paralı askerleri diyebileceğimiz “Hür Suriye Ordusu”nun iç savaşı sürdürme ve çıkarma  başarısına bel bağlandı.
Guardian diyor ki, Suudi Arabistan ve Katar’ın ağır silah desteği ile, silah dengesi isyancıların lehine değiştiriliyor. Çok daha büyük katliamlar olmalı, Suriye halkı yüzlercesine binlercesine onbinlercesine ölmeli.. Yoksa Esad’ın düşeceği yok!!!
Suriye’de her patlayan bomba ve her kitlesel ölüm, gaddar Esad rejimi, bu gözü dönmüş katilin iktidarına son verilmeli manşetlerinin Türkiye ve dünyada dolaşıma sokulmasına neden oluyor..
Türkiye’de iktidar aslında fiili olarak elini Suriye’deki savaşa sokmuş durumda!
Maaşlı askerler, bizim kamplardan Suriye’ye giriyor, öldürüyor, bomba atıyor ve geri dönüyor..
Erdoğan her fırsatta Obama ve batılı liderlerle bir araya gelip Suriye’de Esad rejiminin nasıl yıkılacağını görüşüyor!
 Bu koşullarda hem Uludere, arkasından Dağlıca savaşları, baskınları..  TSK savaş içinde zaten!
Derken bizim uçakların Suriye hava sahasına girdiği (kötü niyetleri yoktu ama, denilerek mazur gösterilmekte) ve birinin düşürüldüğü açıklanıyor.
Savaş isteyen alet edevat zevat hemen NATO yorumlarını döktürmeye başlıyor: Uçağın düşürülmesi NATO müdahalesini gerektirebilir!
Suriye tarafına bakıyorum, bizim uçak çok alçaktan ve çok hızlı Suriye gemenlik sahalarında uçuyormuş.
Diyor ki Suriye “kimliği belirsiz yabancı uçak düşürüldü ve Türk uçağı olduğu anlaşıldı..”
Savaş içinde bir ülkenin içinde veya yakınında ne işi vardı bizim uçağın?
***
Suriye nasıl bir ülke? Çok kültürlü, çok dinli, çok mezhepli, çok milliyetli..
Bu ne demek ABD ve Batılıların gözünde, biliyoruz: Parçalanmaya açık ve hazır!
Birbirine kırdırırsın, olur biter.. Amaca ulaşırsın.. Bir batı uşağı oturtursun iktidara.. Ülke yakılıp yıkılmıştır zaten.. Amerikan şirketleri dolar..  kıyıdaki petrol veya doğal gaz ölçülüp biçilir.. Pazarlar ele geçirilir.. Ülke yoksullaştıkça yoksullaşır..
En önemlisi, Rusya- İran- Suriye ekseni kırılır. Suriye’de silahlar İran’a çevirtilir..
İran’ın önündeki engeller temizlenir..
***
Bu kime yaptırılır? Tabii ki Türkiye’ye.. Batının en Ortadoğu’daki mızrağına..
Neden ABD ve müttefikleri Irak’taki gibi bizzat müdahale etmez?
ABD doğrudan askeri müdahale dönemini, çok çok zorunlu ve hayati olmadıkça, kapadı!
Çünkü Irak ABD’yi bitirdi. Ekonomik krizi ağırlaştırdı..
Bunun için bizim gibi ülkelerin kullanılması kararlaştırıldı. Ateşten kestanelerin alınmasını elle yapamazsın..
***
Türkiye nasıl bir ülke?
Düşük iç savaş yaşayan, yine çok mezhepli, dilli, etnisiteli bir ülke..
Aslında ABD ve Batı Kuzey Irak’da PKK’yı desteklerken, sinsi sinsi Suriye’ye yaptığını Türkiye’ye yapıyor..
Başka?
Eh yani kredi notu arttırılmış, ekonomisi Batınınki gibi ağır krize girmemiş, dış ticaret açığına ve iç gelir dengesizliklerine rağmen belirli bir büyüme sağlamakta olan bir ülke.
Batılı diyor ki, kardeşim müttefik değil miyiz, bizim durum kötü, senin durum iyi, hadi bakalım..
Senin durum da kötü olsun.. Hatta bizden de kötü olsun..
Ki, Suriye’yi hallettikten sonraki süreçte, seni de kolayca ve rahatça halledelim!
Rusya uyarıyor: Yahu etmeyin yapmayın, Suriye yıkılıp parçalanırsa Türkiye’nin de işinin halledilmesi kolaylaşır!
***
 Suudi Arabistan bu aşamada Türkiye’ye 10 milyar dolar hibede bulunmuş..
Bu para nereye, kime hibe edilmiş? Para hazineye mi girmiş, Merkez Bankası kasalarına mı bilmiyoruz..
Daha da önemlisi: bu para ne için hibe edilmiş.. Gül ve Erdoğan’ın güzel gözleri ve kaşları için mi?
 Bu hibenin aracısı kim? Hiç şüphem yok ki ABD! O, Suudi ve Katar’ın arkasında!
Biliyorsunuz, 2003’te Irak’a girseydik 40 milyar dolar kadar nakit para alacaktık!
Şimdi ön destek mi geldi Merkez Bankasına?
ABD- Suudi Kralı şunu mu diyor: Suriye ile dalaşma Türkiye ekonomisini sarsarsa korkma!
İşte peşini 10 milyar.. Sonrası da kırmızı meşini, yolda!
Sevda tepesi bahanesi, asıl Suriye’ye bak sen!
Para peşin, kırmızı meşin!
--24 Haziran 2012 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

21 Haziran 2012 Perşembe

İlhan Selçuk, Müyesser Yıldız ve İçerdekiler: Uzun Zaman Yürüyüşçüleri


Dün Müyesser Yıldız gazetemizdeydi..
Hapishanedeki meslektaşlarımız, kardeşlerimiz, Tuncay, Mustafa, Soner, Barışlar, Hikmet Çiçek ve diğer Aydınlık ve Ulusal Kanal çalışanları ve bütün tutuklu diğer gazeteciler: Sanki sizler de buradaymışsınız gibi hissettim Müyesser’e baktıkça..
İlk kez karşılaştık Müyesser’le. Dinamit gibi. Diğer dışarı çıkanlar gibi.
Yasalara, hukuka, adalete.. herşeye aykırı bu tutuklamalar sürdükçe, davalar kartopu gibi büyüyor Türkiye ve dünyada.. Gördüğümüz, kartopunun, haksızlığı yaratanların üzerine yığılmaya başlamasıdır..
Neden bir an önce tahliyeleri hızlandırmıyorlar, siyasi olarak da anlaşılması zor..
Müyesser’la anlaştık: Bu davalar aslında epeyce Cemaat ile Erdoğan çatışmasının bir aracına dönüşmüş durumda.
Davalar sürdükçe Erdoğan ve hükümeti giderek daha zor durumda kalıyor.. İktidar bunu görmüyor mu? Belki de görüyor, ama elinden bir şey gelmiyor mu? Yoksa, kardeşim, biz de zaten bu zulmün bir parçasıyız, mı diyor? Evet, tabii ki parçasılar!
En kötü şey, hukukun, siyaset ve siyasi çatışmaların bir aracına dönüşmüş olmasıdır.
Peki çatışın kardeşim de, arada kullandıklarınız can-canan, insan, aile, bebek, çocuk, ana, baba... ve onbinlerce milyonlarca yürek!..
***
Müyesser’in yanısıra, baktım, İlhan Selçuk da aramızda, bizimle birlikte.
O asil, dik, kararlı ama alçakgönüllü duruşu ile..
Söze karıştı karışacak..
İlhan abi, yaşadığımız büyük siyasi haksızlıkların baş kurbanlarından.
Kendisine yöneltilen suçlamalar, kargacık-burgacık bir düşüncenin ve beyin zırvalığının dışavurumuydu..
Perdenin arkasından görünen ise, artık bizim gibi ülkelerde kalmış siyasi intikam töresi, ve bu törenin esir aldığı insanlık müsveddelerinden oluşan bir ucubu karayüz..
Edep dışı bir beyin ve siyaset..
İlhan Selçuk bugün yine aramızda olacaktı. Büyük bir olasılıkla.
Pırıl bir düşünce, henüz zamanı dolmadan, karartıldı.
“Tehlikenin farkında mısınız?” sloganı onun döneminde duvarları aşarak engelleri yıkarak dalga dalga yayılmıştı Cumhuriyet’ten ülkeye. Öyle ki televizyonlarda reklamı yasaklandı, hükümeti bile tutup sarstı..
Bir daha da böyle bir şey olmadı.
***
Yarın İlhan Selçuk günü.
Mehmet Aksoy İlhan Selçuk’un yürüyüşünü, aydınlanmanın kitlesel yürüyüşüne dönüştürdü..
Yarın açılacak...
Bu yürüyüş bitmez...
İnsanlığın, toplumların yaşadığı iki zaman var.
Birisi güncel zaman. An. Bugün. Yarın. Bir yıl. Beş yıl, On yıl..
Diğeri ise uzun zaman. Akan bir ırmak o. Geçmişten- tarihten gelenekleriyle geliyor, toplumları kucaklayıp bir yerlere, geleceğe taşıyor.
Bugüne kadar, güncel olanın patlayan bunalımlarına, akılsızlıklarına ve umutsuzluklarına rağmen, uzun zamanın “kötüye aktığı”nı söyleyemeyiz..
Tarihin Oku, nereye?
***
Müyesser Yıldızlar, Barışlar, Mustafa ve Tuncaylar, Sonerler ve geride kalanlar..
Ucube beyinlerin içeri tıktığı bütün Silivri mağdurları.. subaylar, bilim insanları..
Hepsi, bu devinimin, uzun zaman deviniminin asli unsurları.
Uzun zaman tarihinin uzun koşucuları.
Hem birey olarak günceli yaşıyoruz... hem de uzun zamanın içinde deviniyoruz.
***
Müyesser’i yolcu ederken, baktım İlhan Selçuk da usulca kapıdan süzülüyor.
Yarın İstanbul’daki toplantısında olacak.
Sonra Ankara’da..
Ve Hacıbektaş’taki törenlerine katılacak..
Tarihin yeniden ve yeniden yapımında yerini alacak, sürekli..
Tıpkı ondan önceki diğer uzun yürüyüşçüler gibi...
--21 Haziran 2912 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

19 Haziran 2012 Salı

Yargıçların Duyduğum İç Sesleri


Dün Odatv davasını izledim, zaman elverdiğince. Yalçın Küçük’ü dinledim, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun savunmalarını / talep konuşmalarını okudum. Müyesser Yıldız’ın konuşmasını da mahkemeden canlı yayın (tweetter) ile izliyorum! Soner Yalçın.. Hanefi Avcı?! İçeridekilere el salladık..
Dışarıdaki gazetecilerden Ayşenur Arslan, Melih Aşık, Zafer Arapkirli, Hakan Aygün... ile sohbet ettik. Cumhuriyet’den “mahkeme emekçileri” (Meriç Velidedeoğlu, Şükran Soner, Zeynep Atayman, Ahmet Sungur, Özlem Yüzak) oradaydı.
Hem içeride hem dışarıda olan Ahmet Şık, Nedim Şener, Doğan Yurdakul ve Çoşkun Musluk tabii ki oradaydı.. Gördüklerim ve görmediklerimle..
Ertuğrul Özkök yoktu (Kai’sinden zaman bulamamıştır!), Ahmet Hakan da yoktu, herhalde Soner’le hapishanede konuştum derdi..  Sabah ve diğer büyük gazeteci takımını orada görmek zaten söz konusu olmazdı.. Bir tek genel yayın yönetmeni vardı da ben mi görmedim?
Ama, Tuğçe Tatari gibi özveriyle destek verenlerin yanısıra, işi olan ve olmayan çok sayıda gazeteci kız, kadın, erkek, genç, yaşlı yığınla oradaydılar...
Herkes Odatv sanığı sanki; herkes Barışlar, Sonerler, Müyesser’ler ve diğerleri!
Dünyada tutuklu 170 kadar gazeteci var, bunların yarısından fazlası Türkiye’de, içeride olanların sayısı 97 kadar...Türkiye basın tarihi, gerçekten böylesine büyük bir toplu zulüm görmemiştir!
***
Bir isyan dalgası egemen içerideki ve dışarıdaki arkadaşlarımızda ve ailelerde. Mahkemenin aylar önce talep ettiği TÜBİTAK’ın bilirkişi dosyasının gelmemesi, sinirleri bozdu.. Hey TÜBİTAK, neden göndermezsin, içeridekilerin dışarıya çıkmasını engelleyici bir tutum olarak mı görelim bu tavrı! Yoksa sağlıklı, bilimsel bir değerlendirme yapamayacak durumda mı uzmanlarınız, veya bunu yapmak istemiyorlar mı, en azından böyle yazıp mahkemeye gönderebilirdiniz! Hey TÜBİTAK, içeride canlar var!
***
Ama, mahkemenin tutuklu arkadaşlarımız hakkında karar vermesi için TÜBİTAK’dan gelecek bilirkişi raporuna ihtiyaç mı var?! Duruşma salonunda Yalçın Küçük’ün öğlene kadar konuşmasının can alıcı vurgularından biri buydu! Bütün dava o kadar düzmece ki, savcının iddianamesi, polisin uyduruk raporları..
Mahkemenin karar vermesi için, bilirkişi raporuna ihtiyacı sıfır.. ayrıca dosyada çok sayıda bilirkişi raporu bulunuyor! Hakimleri bilirkişiler mi yönetecek yoksa dosya içeriği ve vicdanları mı?
Yargılanan arkadaşlarımız, avukatları ve devletin cemaatin, bürokrasinin kasıtlı zulmüne uğrayan eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, aslında iddianameyi paçavraya çevirdiler. Hem içerik, hem iddia, hem teknolojik olarak! Bu yeni değil! Dünkü duruşmada da, fazlasıyla bunu tekrarladılar..
***
Davayı izlerken düşündüm, acaba yargıçlar ve hatta Savcı, Yalçın Küçük’ün, Barışların, Soner’in, Müyesser’in ve Avcı’nın dünkü konuşmalarıyla suçlamaları delik deşik etmeleri karşısında, hangi gerçek duygular içindeydi..
Vicdanın, hukukun, adaletin mahkeme salonunda durmadan yankılanan seslerine, daha ne kadar dayanmak mümkün, diye kendime sordum!?
***
Karşımdaki Heyette derin bir vicdan ve muhasebesi mı vardı? İç sesleri bana şunları söylüyordu:
Geçiniz kardeşim bunları, siz de biz de biliyoruz ki, bu davada yargılandığınız iddiaların hepsi palavradır.. savcının ileri sürdüklerinin iler tutar tarafı olmadığını biz de biliyoruz; bize ders veriyorsunuz, ama ne körüz ne de sağır.. Bu davanın siyasi bir yargılama olduğunu hepimiz biliyoruz... Bizi de buraya oturttular, bunların defterini dürün diye. Ama dürülecek defter bile kalmadı ortada... Bugünün sonunda hepinizi serbest bırakacağız.. Sonrası ise sen sağ ben selamet.. bu davayı en iyisi uzattıkça uzatmak.. sonra başka kimselere devretmek.. Bitirirsek, bu dava da bizi yargıç olarak bitirir.. Bugünün yarını da var, devran döner bizim üzerimizde kalır herşey...”
Yargıçlarla gözgöze geldim, evet bu sesleri yükselerek yankılanıyordu!
---19 Haziran 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet