Öncelikle saydamlık...
hata mı, saptırma-yanıltma mı.. bir dizi “inanç” ortalıkta dolaşıyor. İktidarın
Uludere konusunda ülkeye en büyük
hizmeti, olayı samimiyetle ortaya çıkartmak ve hiç bir bilgiyi ve ayrıntıyı
saklamamaktır. Milletin öncelikle buna şiddetle ihtiyacı vardır.
Bu katliam, tartışma götürmez ve inandırıcı bir
şekilde netleşmeli.
Bölgede süren “gerilla savaşı”nda, en büyük
tehlike ve acı, sivillerin zarar görmesidir. Savaş varsa bu kayıpları önlemek
çok zor. Siviller her yerde ne yazık ki “iki ateş” arasında telef oluyor.
“Onlar da
kaçakçıydı” gibi, katliamı mazur gösteren aptalca şeyler dolaşıyor
ortalıkta.
Kaçakçılık, bir ticaret türü. Yüzyıllardır
dünyanın her yanında sürer. Hele hele Güneydoğuda halka hayatını geçindirecek
iş olanakları sağlayamayan bir devletin yapacağı tek şey, bu “sınır ticareti”ne
göz yummasıdır. Nitekim büyük ölçüde göz de yumuluyor.
***
Peki, o yolun-geçidin esas olarak sınır ticareti
olarak kullanıldığı doğru mu?
Eğer doğruysa, bu bilgi, verilecek kararın bin
kez gözden geçirilmesini zorunlu kılar.. İktidar medyasında okuyoruz: kaçakçıların arasına tanınmış bir PKK lideri
saklanmıştı, Türkiye’ye giriş yapıyordu... Bırakın bu palavraları! Öyle
olduğunu kabul etsek bile, bir kişi için 35 kişinin katledilmesi emrini kim
verdiyse suçludur!
İster genelkurmay başkanı olsun!
Bu savaşta dikkat edilmesi gereken en önemli
nokta, sivillerin, bu bağlamda Kürtlerin, zarar görmesini önlemektir. Zulüm hiç bir zaman kabul edilemez.
1990’lı yıllarda Kürt halkı da PKK’nın uzantısı görülerek ağır zulme uğradı.
Özel harekatçıların ve askerin o zamanki zulümlerinin faturasını
milletçe ödedik ve ödemeyi sürdürüyoruz.
En büyük fatura, Türk-Kürt halkları arasında
derinleşen psikolojik uçurumdur; PKK güçlendi ve Kürt siyasal hareketi, PKK’sı
ve sivil siyasi hareketiyle birlikte, ülkede “devlet örgütlenmesi”ne bile
gitmeye başladı!
KCK bunun ürünü.
Ana mesele:
Halk zulüm görmemeli!
Haksızlık ve adaletsizlik yapılmamalı..
Türkler ve Kürtler arasında ayrımcılığı
körükleyecek hiç bir eyleme yer verilmemeli!
***
Mesele, devletten
yana tavır almak veya devlete karşı
çıkmak değil.
Devlet ne
yaparsa haklıdır, bu bir savaştır, suçsuzlar da yanar ne yapalım,
tavrı hiç değil.
İnsanlığımız hiç bir koşulda kayıp vermemeli!
Geçmişte bu tutumun Kürt meselesini nerelere
getirdiğini görmemek aptallıktır..
Dün televizyonlarda (ve bir kısım basında)
tartışılan konu, AKP’nin devletleştiği idi! Neymiş? Silahlı
Kuvvetlere sahip çıkmış! AKP artık bütün güçleri kontrol ediyor! Bir iktidarın
“devletleşmesi”, devlet-parti özdeşleşmesi ile mümkün. Evet, AKP hiç bir
iktidara nasip olmayan bir devletleşme yaşıyor.
Zaten başından beri politikası da buydu!
Bakıyorum, AKP yanlılarından bazıları, özellikle cemaat gazeteleri yazarları,
düne kadar teşvik ettikleri bu politikayı, şimdi “büyük buluş” yapmış gibi, AKP devletleşti diye
teorileştiriyorlar!!! Neymiş? Erdoğan Askere sahip çıkmış!
Ordu AKP emrinde.. Büyük bir eşgüdüm içindeler.
Bütün operasyonları siyasi-askeri karar mekanizmaları içinde yapıyorlar...
Erdoğan’ın Ordu’ya sahip çıkması doğaldır.. Bir hata varsa ona da sahip
çıkıyor!..
***
Ama cemaatçilerin başka bir derdi var: Bunu
vesile ederek Orduyu yoketmeye devam!
Taa ki, imamları
başkanlığında “yeni ordu” kuruncaya kadar!
Bunu yazıp duruyorlar zaten!
Erdoğan’ın Taraf’a
ve o mahut yazarına çatması ise, cemaatin
politikalarıyla AKP’nin politikalarının artık birbirine uyuşmamaya başlamasıdır!
Ortak hedeflerine ulaştılar, devleti ve
kurumlarını denetimlerine aldılar, adamlarını yerleştirdiler; cemaat devam
etmek istiyor, sonuna kadar gitmek istiyor...
Anlaşmazlık, “şimdi sırada ne var” noktasında patlak verdi!!
Cemaat daha fazla iktidar istiyor, daha fazla
denetim istiyor, Erdoğan’ı da yönetmek istiyor!
Teşbihte hata olmaz, diyerek belirtelim, Cemaat
Erdoğan’ı iktidarda “kuklalaştırma”
politikasına geçti!.. Bu ise ayrı bir analiz...
--- 5 Ocak 2011 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder