SAYFALAR

30 Kasım 2017 Perşembe

Umuda yolculuk.. Bilimsel toplantılar: diri bir gelecek

Ülkesinin insana umut vermesi gerekir. Öyle değil mi? Burada yaşıyoruz ekmeğimizi kazanıyoruz. Umutsuz yaşanmaz, yazı da yazılmaz, eleştiri de yapılmaz. Okurlardan sık sık bize umut veriyorsunuz mesajları alıyorum. Mutlu oluyorum, bu mesajlar da bana umut veriyor.
Bu ülkenin nesinden umutlusunuz, diye çatanlar da var. Onlar beyaz bayrağı asmış, kabuğuna çekilmiş veya kapağı dışarıya atmış, atmaya hazır olanlar. Olsun.
Ben umudumu gençlikten alıyorum. Geçmişi değil geleceği, çağını ve ötesini yaşamak isteyen yeni gençlikten..
Ülkenin iyi yetişmiş, üretken, canlı, Türkiye’yi ayakta tutan belkemiği insanlarından alıyorum.  Ve… bilimsel etkinliklerden.
Son bir ay içinde İzmir’de Biyotıp ve Genom Merkezi’nin uluslararası bir toplantısına katıldım. Burası muazzam bir yer, anlatacağım. 4. Türk Dünyası Kurultayı’na, Aziz Sancar Bilim, Teşvik ve Hizmet Ödülleri törenine katıldım. Ankara’da 21.Yüzyıl Planlama toplantısındaydım. 

Hacettepeli tıp öğrencileriyle

Ankara’ya gitmişken, Hacettepe Tıp öğrencilerinin yönettiği Atatürkçü Düşünce Derneği’nin davetlisi olarak Aziz Sancar Nobel Ödülü - Atatürk ve Bilim başlıklı konuşma yaptım  200 adet Sancar ve Bilim Ödülü kitabını imzaladım, sohbet ve tanışma. Aynı gün bu kez Prof. Fahrettin Keleştemur hocanın davetlisi olarak, yeni kurulmakta olan Aziz Sancar Araştırma Merkezi’ni gezdik ve uzun sohbet ettik.
Türkiye’nin genç, diri, üretken ve dinamik merkez, toplantı ve dinamik insanlarıyla birlikte olmak, umudu körüklüyor.
Bunları daha ayrıntılarıyla yazacağım, belki burada ve hem de Herkese Bilim Teknoloji dergisinde..
26 Ekim’de de, Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği’nin kongresine davetliydim.
Orada, “Dünya ve Bilim: Bilim, dünyayı değiştirdiği gibi siyaseti de değiştirecek mi?” başlıklı, geleceğe yönelik tartışmalı bir konuşmada birlikte olduğum insanların hepsi, ülkeyi ayakta tutan, dinamik, geleceği kuran uzman değerlerimizdi…
Yazıya bu amaçla başlamamıştım, yılın faaliyetlerini raporlamaya, okuru bilgilendirmeye yöneldi.
Böyle mi bitirsem yazıyı?

O zaman sürdürelim:

Mayıs ayında Kıbrıs’da Pediatri Kongresi’ne bu kez İki Bilge Konferanslarının delikanlıları Doğan Kuban ve Bozkurt Güvenç davetliydi ve üçümüz yine bilim ve gelecek üzerine konuşmalar tartışmalar yaptık. 
Bir ay önce geriye gidersek, bu kez Toraks Derneği Kongresi’nin davetlisiydi İki Bilge ekibi. Onlarla birlikte olmaktan güç aldık. Yine Toraks’ın Şubat ayı eğitim programında bir sunum fırsatı verdiler.
Bu arada Mart’da Frankfurt’ta Türk Mimar Mühendislerinin davetlisiydim, Türkiye, bilim ve teknoloji politikaları ve gelecek üzerine tartıştık.
Ocak ayında Mülkiyeliler Birliği’nin davetinde, Yurttaş Olmak Bilinciyle Yarını Kazanmak, konumuzdu.
Araya özel bir FAS gezisi de sıkıştırdık.
Bu arada, unuttuklarım var. Mesela Çanakkale’de CHP’nin Eğitim Kurultayı… Samsun’da EMO ve diğer çağdaş derneklerin ortaklaşa daveti ve konuşmalar. Komşu Kapı’da konuşma ve tartışma.. Çevre Okullarında gençlerle buluşma.. Bursa Çağdaş Eğitim Kooperatifi’de sohbet. Edirne, kitap fuarları, imza günleri vb… Tartışma programları. Haftanın 4 günü köşe yazıları..vb.
Hem bu toplantılar hem gelişen ve yaygınlık kazanan Herkese Bilim Teknoloji dergisinin her hafta ülke dinamizmini kucaklayan bir bilim ve gelecek ışığı olarak sahiplenilmesi ve buna verdiğimiz büyük emek, yazılmayı bekleyen kitap projelerimi engelledi bu yıl. Varsın olsun. Bugünden itibaren kolları sıvarım…

Umut yarında, gelecekte..

Bunları neden anlattım? Başta belirttiğim gibi, umudumu besleyen toplantılar, tartışmalar, insanlar, gençler ve gençler.. Kız öğrenciler ve kız araştırmacıların çokluğu. 
Ülkenin dinamizmini hep buralarda görüyorum ve yaşıyorum.
Tepede siyasete, ceviz kabuğu, sabun köpüğü laf ve tartışmalara değil, buralara bakın.
Yarının Türkiyesini görüyorum, umudumu körüklüyor, daha güzel bir ülke hayalimi besliyor.

Herşeye rağmen!
28 Kasım 2017 Salı / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

28 Kasım 2017 Salı

Eğitimde çağdaşlığa tövbe tövbe yaklaşımındalar


Ülkemizin yüksek derecede eğitilmiş, evrensel düzeyde, dünyayı izleyerek ülkesine yardımcı olmaya çalışan uzmanı, bilim insanı ve kurumsal yapıları var. Hepsi dünyanın geleceğine bakıyor, nasıl bir eğitim sisteminin kurulması konusunda, çağdaş tüm tartışmaları izliyor, fikir ileri sürüyor. Ülkesi için, yurtseverliğinden dolayı.. 
Hepsi insan kaynaklarının niteliğinin, ülkelerin bir nolu zenginliği olduğu konusunda hemfikir, ileriye bakan tüm dünya da. Mesela üyesi olduğumuz OECD’nin tonla raporu salt bu konularda kıyaslamalı durum analizleri yapıyor, tüm dünyaya önerilerde bulunuyor.

Kurşun geçirmez zırh

Hey, sizlere, tüm bu güzide kişi ve kurumlara sesleniyorum: Boşuna uğraşıyorsunuz! Hâlâ anlamadınız mı, Türkiye’nin başındakilerin bu taraklarda bezi yok.
Programları belli.. belirli bir süreç içinde tüm okulları imam hatibe dönüştürüyorlar. “Tüm” diyerek çok mu abarttım: Öyleyse milletin tüm okullarını.. Zengin sınıflara bir avuç yerli yabancı özel okul bırakıyorlar. Ve geri kalan hepsi din iman öğretiminin başta geldiği binalara dönüştürülüyor. 
Yönetici kesimden hiçbirinin çocuklarının gitmediği, iyi eğitim için özel okullara veya yurtdışına gönderildiği, ama halkın çocuklarının içlerine tıkıldığı…

“Ezber’de iyisiniz!”

OECD’nin eğitim konularını araştıran PISA’nın direktörü Andreas Schleicher, Habertürk’ten Nalan Koçak’a bir demeç verdi (başarılı habercilik!):
Soru: Son PISA sınavının sonuçlarına göre, Türkiye 72 ülke arasında 50’nci. Türk eğitiminin genel performansı nasıl?
Yanıt: “Türk öğrencilerin verilen hangi görevlerde daha iyi, hangilerinde kötü olduğuna baktığınızda bir şey dikkat çekiyor. Öğrendikleri bilgiyi yeniden üretme görevi -yani bir şeyi ezberlemek ve onu kâğıda dökmek görevi- verildiğinde çok iyi notlar alıyorlar. Fakat ellerindeki bilgiyi yaratıcı bir şekilde uygulamaları istendiğinde zorlanıyorlar. Çelişki şu: Türk öğrencilerin iyi oldukları alanlar, artık dünyada daha önemsiz.”
Soru: “Türk eğitim sistemi yeni dünya düzenine ayak uyduramıyor” mu demeliyiz?
“Evet. Öğretmene ders kitabı verdirmek ve öğrencilerden kitabı ezberlemesini istemek artık işe yaramıyor. Matematikçi gibi düşünmelerini sağlamalısınız… Sorunun nedenini ve doğasını anlamak formül ezberlemekten daha önemli…
Ve, söyleşide dünyanın vizyonunu dile getirirken, bizim başarısızlığımızı gözümüze sokuyor.. (www.haberturk.com/pisa-direktoru-andreas-schleicher-ogrettikleriniz-artik-gereksiz-1711035)

“Ezberden vazgeçemeyiz”

Milli Eğitim Müsteşarı Yusuf Tekin pek kızdı PISA Direktörüne: “Ezber mantığı ve yöntemi bizim geleneğimiz için önemli bir öğrenme yöntemidir. Buna Batılı bir normda yaklaşıp ‘tu kaka’ hale getirmemek gerekir. 
Anlıyorsunuz değil mi, ey eğitim vizyoneri üstadlar, çağdaş eğitim.. ne olacak halimiz.. bu gidişle geleceğin dünyasında yerimiz olamaz… diye çırpınan kurumlar, analar ve babalar.
Eğitimden sorumlular bir dizi yalanla işi idare ederken, Yusuf Tekin çok net konuşuyor: Ezbercilik bizim geleneğimiz… 
Ezberden yaratıcılık çıkmazmış, gençlerin beyinlerini daha baştan öldürürmüşüz.. Boş verin bunları..
Eğitimin amacı da bu zaten, farkında değil misiniz: Kafa sallayan kitleler yetiştirmek; Cihat öğretmek, Ensar vb gibi çağdaşlık düşmanı dini vakıflara ve derneklere çocukları teslim etmek: Değerler eğitimi verecekler sınıflarda! Yakında okullarda zikir ayinleri de yapılır… Ezberci eğitime cuk oturur.
Evrim öğrenimini kapı dışarı etmek, sadece bir teoridir gerçek değildir, zaten evrim teorisini de bizim öğrencilerimizin beyinleri almaz, çünkü soyuttur, demek de bu işin gereği

Bakın ne diyorlar:

PISA direktörü diyor ki: “Öncelikle hangi bilgi ve değerleri aktaracağınıza dair net bir vizyonunuz olmalı..”
Bizimkilerin net vizyonu var. Hangi bilgi ve değerleri aktaracaklarını biliyorlar..
Bir eski bakan “bizde sadece ara eleman yetişir” demişti. Yani “Türkler aptaldır”a denk düşen ırkçı bir söylem.
Şöyle yani: Biz ara eleman yetiştiririz, sallabaş kitleler gerekir ki sandıkta oy versinler, ve cihatçı elemanlar çıksın..

Hey eğitim üstadları, boşuna çırpınmayın, iktidar kurşun geçmez bir zırh donandı sizlere ve ülkeye karşı..
27 Kasım 2017 Pazartesi / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

Engel tanımayan Feriha’nın İrfan’a diz çöktürmesi

2010 yılı 5 Mayısında Halley kuyruklu yıldızı dünyaya yaklaşıyor. Dönemin bilim insanları (“Felekiyat”çılar –yani astronomlar– arasında Halley’in dünyaya çarpıp kıyameti kopartacağı, dahası suların Viyana kapılarına kadar dayanacağı vb gibi yorumlar halk arasında revaçta ve cerideler –gazeteler– bu felaket senaryolarını halka satmakla meşguller.. Çünkü o para ediyor!
Öyle ki, İstanbul’un en yüksek yapılarına kadar varacak suların altında kalacağı ve / veya kuyrukluyıldızın saçaklarının insanları cızbız edeceği korkusu yaygın! Öyle ki son anda tekneler, mavnalar eski şilepler bile alınıp satılıyor.
Hüseyin Rahmi Gürpınar “Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç” romanını tamamen bunun üzerine kurmuş. Mayıs’tan önce basıma gönderdiği kitabının takdiminde de, bu çarpma zırvalıklarına veryansın ediyor.
Mükemmel bir kurgu ve roman.. 

Savaşçı kızımız Feriha

Hüseyin Rahmi, toplumu saran hurafe boş inançlara karşı bilimsel bilgiyi savunan ve çağın ileri düşüncelerini kitaplarında “konuşturan” Osmanlı’nın ve sonra da Genç Cumhuriyet’in en aydınlanmacı insanlarından biri. 
Aydınlanmacı lafı bugün alçakça hakarete uğramış, küçümsenmiş ve üzerine tepiniliyor olsa da…
Romanda kadınlar baş rolde. Kendini yetiştirmiş, bilgili, dünyayı kavramış bir genç kahramanı (İrfan); kadınlar arasında da, belki de zamane içinde bir benzeri olmayan genç bir kız kahraman var (Feriha). Erkek kahraman ne kadar ileri olsa da, kadınlara karşı epey erkek egemen yüklerle dolu. Kızımız ise, bilgisi ve mantığıyla, ona bile diz çöktüren cinsten.
Kadınların savaşçı öncüsü ve topluma örnek gösterilen..

“O saçaklı Raziye dünyaya çarparsa..”

Bazı diyalog örnekleri:
“..o saçaklı Raziye dünyaya çarpar da senin evin sağ kalır mı..”.
“..benim evime bir şeycikler olmaz, o helal para ile yapıldı, bu dünya yıkılır da yine benim evim ayakta durur..
“.. Siz gökteki kuyrukludan korkmayınız.. yerdekilerden korkunuz.. Bu berikiler daha tehlikeli..
“Bu yukarıki yıldız çarparsa hepimiz tuzla buz olacak mışız.. Ulemalar kitapta yerini görmüşler..”
“Kıyamet alametleri.. Bu gökteki kuyruklu yerdekilerin şerlerinden zuhur etti.. Paşanın katırı doğurdu dediydiler de inanmadıydık.. Demek ki vakitler yakın. Bina da pek çoğaldı… İşte bu bir kaç şey kıyamet alametleri, biz büyük babalarımızdan analarımızdan öyle işittik..”
“Bizim ahali böyle şeylerde çarçabuk aklını başına toplayamaz, onlar son kerteye gelmedikçe, yani sular yangın kulesine kadar varmadıkça… herşeyde yumurta kapıya geldikten sonra çare ararlar.. Odunun çekisi 20 kuruşa iken almazlar da, kar yağdıktan sonra 35 kuruşa alırlar..”

Güzel tanımlamalar

Toplum içinde yüzyıllardır inanılagelmiş, söylenegelmiş boş inançlarının bugün de toplumun önemli kesiminde etkili olduğunu anımsayın: “ulemalar kitapta yerini görmüş… bina ve zina çoğalınca..”. Ve milli hasletimiz: Yumurta kapıya dayanınca..
Kitaptan şaşırtıcı tanımlamalar: “Mutlaka bir talih tecrübesi yapmak lazımdı” “Haydi karşımdan, aptal herif” gibi… “İstanbul’un denizin saldırmasına uğrayacağı sabit olmuştur… Asabım biraz yoruldu.”
Kadınların konuşkanlığına ilişkin şuna ne dersiniz: “Kadınlar için sükut yorgunluk, söylemek dinlenmektir..”
O dönemin Haydarpaşa’sı: “Vapurla Haydarpaşaya geçti. Tenha tenha kırlarda dolaşa dolaşa ağaç altlarıda, çayırlıklarda otura otura..”

Eşitlikçi toplum arzusu

Daima cehaletle, taassupla, en çirkin hislerle, husumetlerle birbirimizi yedik..”.. Kıyametin kopacağı anda millete özeleştiri yaptırıyor Gürpınar. “Hayat, hayatı yiyerek, yok ederek kalıcı oluyor.. Yaşamak için diğer hayatları hazmederek kendimize çeviriyoruz.. Kuvvetli olan haklı oluyor, o kuvveti imkan derecesinde herkese dağıtmanın yolunu bulmalıdır… 
“.. Büyük insanların, filozofların, sosyalistlerin, insanların refahlarını temin için hayatları pahasına uğraştıkları eşitlik ise.. Şu eski dünyayı aralarında bir türlü adil paylaşamayan..
Ve Feriha’nın zaferiyle biten bir aşk.. Büyük bir mektuplaşma (kız-erkek arasında dönemin en büyük özelliği.) Ve Feriha’nın önünde diz çökerek “Bana senin gibi eşsiz bir güzellik verdiği için Halley’i takdis ederim” diyen İrfan..
Halley 75 yılda bir gelip geçiyor, en son 1985’de ziyarete gelmişti, anımsayın! 

Hüseyin Rahmi büyük adam.. Kırmızı Kedi yayını.
26 Kasım 2017 Pazar / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

25 Kasım 2017 Cumartesi

"Vesayet Savaşları” çemberi.. “Milli Dava”mı?

Türkiye’de çok tartışılan “Askeri Vesayet” ve bu bağlamda siyasi vesayet konusunu derinlemesine ele alan bence en önemli kaynak kitaplardan biri Ahmet Yavuz’un “Vesayet Savaşları - İleri Demokrasi Hayalinden Darbe Gerçeğine” kitabı. Yayınlandığından bu yana iyi satıyor, fuarlarda Yavuz’un önünde imza kuyrukları oluşuyor. Çünkü Türkiye’nin yakın geçmişine ve bugününe, o çok konuşulan “vesayet”e, kimin ve neyin vesayeti ve tabii ki öncelikle askeri vesayet konusuna cesaretle dalan bir çalışma. Bu bakımdan gördüğü ilgiyi fazlasıyla hakediyor.
Siyaset - asker ilişkilerindeki dengesizlikler, askerin hangi konularda ve hangi süreçler sonucu ülke yönetimine ağırlığını koyarak “vesayet” oluşturduğu, siyasetin hataları ve uygulamaları gibi pek çok hayati önemde ve tartışmalı konuya giriyor Yavuz. Ve özellikle içinden geldiği askerin yanlışlarına dikkat çekici ve mümkün olduğunca nesnel yaklaşımı da, kitabı değerli kılan başlı başına bir özellik.

Vesayeti bitireceğiz’in öbür ucu

Siyasetin “askeri vesayete son vereceğiz” yaklaşımıyla özellikle 15 yıllık AKP iktidarı süreci içinde yaşadıklarımız, bize şunu gösterdi: Amacın öte ucunda, tam bir siyasi - tek adam vesayeti kurmak varmış. 
Denge yok. Bu kez herşeyi üstelik tek başına kumanda etmek durumu ortaya çıkınca, herşey üzerinde bir “siyasi vesayet” niyeti ortaya çıkıyor. Demek ki imesele, en azından bu iktidar için “tek adam vesayeti” kurmakmış. Yavuz bu konulara da giriyor, Ordunun haksız yere itibarsızlaştırılması bağlamında açılan yasa tanımaz davaların sonuçlarını da bu açıdan değerlendiriyor ve şüphesiz ki Suriye savaşı gibi konulara giriyor.
Yavuz, pek çok konuda, subayken şahit olduğu konuşmaları, uygulamaları ve o sıralarda kendi düşüncelerini de dile getirerek. Mesela ABD’nin daha Özal zamanında Kürt oluşumunu ortaya çıkarmak için attığı adımlara işaret ediyor. Mesele hiç “Suriye’nin demokratikleşmesi” olmamıştır, diyor.
Ordunun içinden olaylara net bir demokrat ve eleştirel bakış.

Anayasa’nın Vesayeti

Bir kaç not daha ekleyeyim: Ahmet Yavuz’un daveti üzerine kitaba yazdığım Sunuş’da belirttiği gibi, demokratik bir ülkede şüphesiz çeşitli güçler vardır. Siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, bilimsel vb. Ve bu güçler ülke üzerindeki politikalarda ve yönetimlerde ağırlıklı pay sahibi olmak için çaba sarfederler.
Burada her şeyi dengede tutan ve tutacak olan Anayasa ve yasalardır. Bu ilkeler ve kurallar çerçevesinde, ülke yönetiminde bir vesayet varsa, bu anayasanın vesayeti olabilir ve olmalıdır. Çünkü en üst kural koyucu ve emredici odur. Hele Anayasa’yı da yıkan bir vesayet gündeme geldiğinde, orada sadece keyfi ve otoriter yönetimden bahsedebiliriz. Bu arada Yavuz, FETÖ konusuna da esaslı giriyor kitabında. Kırmızı Kedi yayını.

ZARRAP VE SIKIŞAN İKTİDAR

İleriyi hemen her konuda bu kadar göremeyen “kör” bir iktidar ve ülke yönetimi söz konusu olunca, ABD’de süren Zarrap mahkemesi “milli dava” ilan edilir… Zarrap’ın siyasi ve parasal kirli çamaşırları ortaya döküldüğünde, kendisini yargılamadan kaçırıp siyasi olarak aklarsanız ve üstüne üstlük “ülkemizin müstesna iş adamı” payesiyle ödüller verirseniz, birileri de onu yakalar ve yargılar.
Şüphesiz ki bu yargılamanın iktidara yönelik yönü vardır ve güçlüdür.
Fakat mesele bunun ötesinde. İktidar kendisine olan “büyük ve sarsılmaz güveni” ile “burnumuza kirli kokular geliyor” noktasına geldi. Günaydın!
4 Bakanını da siyasi olarak akla, ama siyasi hayatlarını da bitir.. Zarrap’ı ise el üstünde tut. Dahası, ABD’de ilk tutuklandığında “olayın Türkiye ile ilişkisi yok” de..
Bu “milli dava” mı, yoksa iktidarın politikalarının ülkeyi de soktuğu zor durum mu.. Özellikle şüphesiz ki ekonomik etkileri ve yansımaları açısından, her zamanki gibi, ülke ve insanı bunun ceremesini çekiyor. 

İktidar bu halka sürekli bedel ödetiyor.
23 Kasım 2017 Perşembe / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

Türkiye ittifaksızlık çemberinde mi? Ne yapmalı?

Türkiye NATO’dan çıkabilir mi, çıkmalı mı, İslam aksanlı iktidar bunu yapabilir mi, tartışması çok boyutludur ve hemen beklenti içine girmek gerçekçi olmaz. Ama öncelikle yapılması gereken, Türkiye üzerindeki Amerikan sultasını ve dayatmasını bertaraf etmek.. Türkiye, ABD’nin uluslararası çıkar ve stratejik politikalarının uygulayıcısı değildir ve olamaz. Bu konuda herkes fikir birliğinde olmak zorundadır. 

Türkiye özellikle küresel stratejilerde eşit çıkarlar ilişkisinde olmalıdır. ABD’nin, Suudi Arabistan, İsrail ve PKK ile birlikte İran ve Orta Doğu’ya yönelik saldırı politikaları, İslam dünyasına yönelik yeni bir parçalama girişimidir ve Amerikan savaş ve silah sanayinin küresel çıkarlarına uygundur. PKK tam da, yeni emperyalist saldırı mihverinin aracı ve silahı derekesine düşmüştür.

Trump’ın İran ile yapılan anlaşmayı beğenmeyerek iptal etme girişimi kabul edilemez. Bu anlaşmanın altında Avrupa’nın da imzası vardır ve gelişmeyi Almanlar dehşetle izlemektedir.

Trump demek savaş demektir, bu net olarak ortaya giderek daha çok çıkıyor. Amerikan yerleşik demokrasisi ve hukuk sistemi de adım adım Trump’ı saf dışı bırakmak için ağlarını örüyor.

Trump’ın yanıbaşımızdaki bu savaş politikasını boşa çıkarmanın tek yolu, İran, Suriye, Rusya ve bölgedeki diğer ülkelerle ittifakı güçlendirmektir, ki Trump belası bir savaşa heves edemesin.

Dahası, Avrupa’yı da bu ittifaka kazanmaktır.

Avrupa ile ittifak önem kazanıyor

Avrupa’nın, artık Trump Amerikasına güveni alt düzeye inmiştir. Avrupa Ordusu’nun kurulması ve kendi savunmasına hedefler koyması, dünyanın geleceği açısından yeni bir oyun planının sahneye çıkması demektir. 

Türkiye, dengeli bir yerel politikaya özen göstermekle birlikte, Batıdan Doğuya bir keskin bir savrulma yaşayamaz ve yaşamamalıdır. “Dengeli politika” bunu da içerir. Avrupa - AB ilişkilerimizin bu bağlamda güçlendirilmesi gündeme geliyor.

Rus savunma füzelerinin alınması konusunda, Avrupa ile ABD’nin tavrı birbirine zıttır. Avrupalı NATO yetkilileri bunu Türkiye’nin özgür bir tercihi olarak görürken, Amerikalılar, Hava Kuvvetleri Başkan yardımcısına bir açıklama yaptırarak, Türkiye’nin F-35 uçaklarına ve başka silahlara ulaşamayacağını ve Rus savunma sistemi ile NATO sistemleri arasında bir ilişki kurulamayacağını adeta bir tehdit olarak söylettiler.

Bu bağlamda, Türkiye’nin NATO çerçevesinde Avrupa ile ilişkilere ağırlık vermesi beklenir ve bu doğaldır.

Yeni saflaşmada görevler

AB ile ilişkileri iyileştirmenin ve geleceğe yönelik yeni saflaşma ile ciddi ve saygın ilişkiler kurmanın koşulu, Türkiye’nin hukuk ülkesi olması, demokratik kurallara ve insan hak ve özgürlüklerine saygı birinci sıradadır.

Ama ne yazık ki, ülkemiz bunlardan çok uzaktır ve keyfi bir hukuk sistemi yürürlüktedir.

Bir “yerl ve milli” gürültüsü sürüyor. Bu gürültü, ülkemizin yakın geleceği konusundaki karamsar bulutları dağıtmıyor, tam tersine yoğunlaştırıyor. Geleceğimizi öngöremiyoruz, çünkü bu sis bulutu içindeki günlük politikalar her şeyi karartıyor.

İlkeler yok, keyfi hukuk, baskılanan hak ve özgürlükler, zaten yukarıda belirttiğimiz ilkesizliklerin ve keyfi yönetimin doğal bir ürünü..

Türkiye tek liderin değil, demokratik ve kolektif aklın eleştirileri yolunda ilerlerse doğru yolu bulur.

Askeri vesayet, tek liderin ülke çapında tüm faaliyetler üzerindeki vesayetiyle yer değiştirmiştir. Zaten askeri vesayete karşıyız kampanyasını sürdürenlerin niteliğinin gelip dayanacağı nokta budur. Üstelik kendi partisi üzerinde de tam bir total egemenlik ve vesayet de söz konusudur.


Demokrasiye geri dönüşün yollarını nasıl açacağız? 
21 Kasım 2017 Salı / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet

22 Kasım 2017 Çarşamba

Yeni cepheleşme ve Türkiye’yi bekleyen dehşet ne?


Türkiye NATO’ya eyvallah mı diyecek, konusunda eğer kestirme bir yanıt isterseniz, öncelikle bunun zorluğunu vurgulamakla yazıya başlayalım. 65 yıldır örülen bir ağ var ve dün Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ın demeci de “Aman NATO ile aramız bozulmasın” endişesini dile getiriyordu.

Bu sözler, Ordunun dünkü yazımda belirttiğim, ama bugün artık pek çok yönden eskiyen “Amerikancılık” alışkanlığından mı, iktidarın eyvah ayrılırsak kaygılı görüşünü mü dillendiriyordu, yoksa ayıyı yatıştırmak amacına mı yönelik bilemem. Ama seçenekleri sıraladım.

NATO sanal tatbikatında Atatürk ve Erdoğan’ın düşman hedef olarak gösterilmesi, NATO’nun bilinçli ve yönetimsel bir tercihi mi, sanmıyorum. Durup dururken Türkiye’ye dışarı itelemekten bir çıkarları yok. Bu tezi savunanlardan gelebilecek “Türkiye’ye saldıracaklar bunun hazırlığını yapıyorlar” gibi zırvalıklarla uğraşacak halimiz de yok.

Ama şu olabilir, NATO üyeliği biraz uykuya yatabilir, gelişmelere göre aktifleşir vb.. Erdoğan’ın şu sıralarda muhaliflere yönelik “komünistler vb” sözlerini ön plana çıkartması, arka planda Rusya’nın yine de “komünist olabileceği” gibi bir tarihsel bilinçaltının dışavurumu mu bilemem.


Avrupa ile NATO farklı


Ankara kaba bir politika izliyor. Kabalık tepeden tırnağa.

Bugün artık NATO başka Avrupa Birliği başka.

NATO esas olarak Amerika’nın sırtında, daha bence NATO = ABD bile diyebileceğimiz bir sürece girdik. İki büyük güç arasındaki çok önemli ayrılıklar var. AB, ABD’nin artık Avrupa savunmasını üstlenmeyeceğini gördü. Ve öncek gün 23 AB ülkesinin imzaladığı PESCO (Savunma Alanında Kalıcı Yapıda İşbirliği) askeri ittifakını kurdu. Savunma ve silah sistemlerini geliştirecekler. Yani bir Avrupa Ordusu gündemde.

NATO sanki ABD ile Avrupa Ordusu arasında bir çatı ittifakına dönüşecek. AB ülkelerinin NATO içindeki rolleri, konumları nasıl etkilenecek, neler olacak henüz bilmiyoruz.

Bu durum Türkiye’yi ilgilendirmiyor mu?


Bölgede emperyalist müdahaleye son


Türkiye’nin ABD – NATO’ya karşılık, Avrupa ile ilişkilerini sıklaştırması gibi bir güçlü seçenek ortaya çıkıyor. Hayır, yeni büyük bağımlılık ilişkilerinden bahsetmiyoruz. Türkiye’nin geldiği nokta, ilişkilerini daha dengeli, düşmanlık değil dostluk temelinde geliştirmesi.

Fakat Ankara’nın beyinleri buna hiç hazırlıklı değil.

Mesela İran daha bir yıl olmadı, baş düşmanlardan biriydi; AKP’nin kurmayları İran bölgeyi ele geçirecek önlem almalıyız diyordu. Ama birden Rusya- İran Türkiye üçlüsü oluştu.

Biz bölge ülkeleriyle kısmetse binlerce yıl yaşayacağız. Bu açıdan bölge ülkelerinin birbiriyle dostluk, güven, iyi niyet temelinde, mezhepçiliği ve birbiri üzerinde egemenlik kurmak gibi çatışma çıkartacak politikaları tamamen dışlayan bir barış ilişkileri kurması zorunlu. Bunu yaparlarsa emperyalist müdahaleleri de dışlarlar. Evet, burada gerçek bir sıfır sorun politikası gerekli..


Yeni cepheleşme


Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin çıkarlarının da bölgede huzur ve barış politikasıyla uyumlu olması beklenebilir.

Ve Türkiye bu konuda girişimde bulunabilir.

Tabii, “Tek Adam” Ankara’nın bu politikasıyla değil.

Türkiye ancak demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü politikasına 180 derece dönüşü gerçekleştirerek bu bataklıktan kurtulabilir. AB ile AB arasındaki yeni durum Türkiye’ye bir fırsat doğurmaz mı?

Çünkü ABD, İsrail ve Suudi Arabistan ile üç bir saldırı veya en azından büyük gözdağı veriyor, korku salıyor Orta Doğu’ya. Karıştırıcılıkta koç başı Suudlar!

Öte yandan da İran- Sovyetler ve Türkiye üçlüsü..

Şu kesin, ABD Orta Doğu politikasını yeni bir düzeye yükseltiyor ve Türkiye’yi de resmen karşısına alıyor.


Yarın sürdüreceğiz..
0 Kasım 2017 Pazartesi / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

NATO’ya ‘hadi eyvallah’ kapıda mı?



Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en önemli ikinci bir aşamasına geldi dayandı. ABD ve NATO ile yaşanan sorunlar bir ayrılık eşiğine getirdi ülkeyi. Kapıyı açıp hadi eyvallah denecek mi? 
İkinci bir aşama dedim, çünkü tarihimizin önemli ilk kilometre taşı NATO’ya girmekle döşendi. Ülkemizin İkinci Dünya Savaşı sonrası en önemli kararıydı bu ve bugüne kadarki kaderimizi belirledi. 
Şimdi ise yine tarihi bir an daha göründü sanki: çıkış... 
Giriş-çıkış arasındaki yaşadıklarımızın tümü, büyük ölçüde, NATO üyeliğinin ve üstlendiğimiz görevlerin sırtına bindirilebilir. Evet, öyle.

65 yılın bağımlılığı 

Bu dönemi belirleyen 65 yıldan bahsediyoruz. 
Ve soğuk savaş ve ileri cephe ülkesi olmaktan. 
Pek çoğunuz, eee üye olduksa neden kaderimiz belirlenmiş olsun ki, diye soruyorsunuz biliyorum. 
Türkiye normal, doğal gelişiminin dışında yaşadı. 
Bize yüklenen ana görev “cephe ülkesi” olmaktı. Yani o zamanki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne karşı Batı’nın caydırıcı gücü, atom füzeleriyle donatılı ileri cephe ülkesi olmaktı. 
Bu ülkemizin siyasi ve askeri yönetim kurgusunu da belirledi. 
1) Ordu NATO’laştırıldı. Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak, kollamak ve varlığını savunmak amacından çıktı ve hemen hemen tümüyle NATO hedef ve amaçları doğrultusunda örgütlenmiş bir ordu karakterine sahip oldu. 
Siyasal yapı olarak sapına kadar antikomünist ve ABD’nin hedefleri doğrultusunda davranan ordu.. Sözde işgal durumuna göre şekillenmiş, ama tamamen iç siyasette ABD’nin öngördüğü şekilde davranan kontr-gerilla yapılanması…

Siyasal ve askeri vesayet 

2) Siyasal yönetim yapısı da buna göre biçimlendi. ABD ve ordunun vesayeti doğrultusunda bir siyasal yapı. Büyük ölçüde ABD’den icazet alarak iktidar olunabilen bir aşağılık durum. ABD’yi ziyaret ederek iktidar olunabilen bir ülke.. Bazı ayrık durumlar olmasına rağmen, bu temel yazgı oldu... 
3) Askeri vesayet esas bu sürecin ürünüdür. Ve ABD’nin ülkede esas dayanak olarak orduyu temel almasıyla oluşmuştur ve ABD tarafından oluşturulmuş bir yapıdır. 
Nitekim 1971 ve 1980 darbeleri, tamamen Amerikancı askeri vesayet yapısının sonuçlarıydı.. 1960 askeri darbesi ve 1997 postmodern müdahale, diğer ikisinden biraz ayrılırlar. 

İradeyi teslim etmek 

Çok daha önemli bir noktanın altını çizeyim, bunu sık sık dile getiriyorum: 
NATO üyeliği ve kapağı “Batı’ya atmak”, yani Batı himayesine girmek ve Batı’nın askeri vurucu gücü olmak, ülkeyi Atatürk’ün hedeflerinden uzaklaştırdı. 
Atatürk’ün bu ülkeye en büyük mirası, kendi ülkeni kalkındırmak ve bu amaca uygun insan kaynaklarını, eğitimini, çok önemli ileriye yönelik projelerini bizzat geliştirme ve gerçekleştirme kararıydı. 
NATO ve Batı bize, ne gerek var, her şeyini ben veriyorum ve vereceğim dedi. Mala, traktöre, makineye, silaha vb. ihtiyacın mı var, al sana para bizden satın al.. Basitleştirerek özetliyorum... 
Türkiye’nin çöküşü böyle başladı.
Bunun sonuçları feci oldu 
Ağır bir bedel ödedi Türkiye. 
Ülke kendi bilimsel, ekonomik, kültürel güçlerini gerektiği gibi geliştiremedi. 
Çağdaşlığın en büyük ölçütlerinden demokrasi ve hukuk devleti olmak süreçlerini yarım yamalak yaşadık, ortaya ucube bir yapı çıktı. 
Ve hâlâ bu süreci yaşıyoruz. 
Tüm siyasal partiler ve şüphesiz ki AKP, dünkü ve bugünkü çalkalanmaların ürünüdür. Yakın geçmişin siyasal - askeri vesayet kültürünün... Kendi demokratik gelişmesi yarım kalmış bir ülkenin ürünleri. 
Geçmişin siyasal ve ekonomik başarısızlıkları, AKP’yi iktidara getiren güçleri besledi. çÇn oldu. 
Bilimsel düşünme, davranma, inşa ve demokratik ortak akıl hak getire...
***
Peki çok ağır bedeller ödediğimiz NATO üyeliğine eyvallah mı denecek? 

İki yazı ile inceleyeceğiz.
19 Ksım 2017 Pazar, Cumhuriyet

21 Kasım 2017 Salı

Laiklik ve demokrasi: Olmazsa olmaz ikili

Dün Osman Bahadır’ın “Laiklik nedir” yazısı köşeme almıştım. Bugün de aynı kitaptan (Osmanlılardan Cumhuriyete Sekülerleşme), bu kez Laiklik ile Demokrasi başlıklı metnini biraz kısaltarak alıyorum. Tartışmalarda yol gösterici olması dileğimle..
***
“Demokrasi, tarihsel olarak sekülerleşmenin çocuğudur. Bu nedenle laiklik olmadan demokrasinin olabileceğini ileri sürmek olguların doğasına aykırıdır. 
Ülkemizin en önemli sorunlarından biri, ulusal ölçekte kavram birliğinin bulunmayışıdır. Modernleşme, ulus ve uluslaşma, demokrasi, laiklik, özgürlük, ideoloji, cumhuriyet vb. gibi birçok temel kavramda fikir birliği bulunmuyor. Bu, elbette her şeyden önce büyük bir eğitim eksikliğinden kaynaklanan bir sorundur. Çok temel nitelikteki bazı kavramlarda fikir birliği sağlayamamış toplumlar ulus davranışı da gösteremezler. 
Dillerden düşmeyen demokrasi kavramı da, ülkemizde herkesin bir tarafından çekiştirdiği bir kavram durumundadır. Demokrasi halk için eşitlik demektir. Günümüzde daha çok siyasi eşitliği ifade etmek için kullanılıyor. Oysa demokrasi başta siyaset ve ekonomi olmak üzere, toplumsal yaşamın her alanı için geçerli olan bir kavram, yöntem, sistem ve hedeftir.
Ekonomik demokrasi, kapitalizm koşullarında, herkes için eşit ekonomik girişim hakkı eşitliğinin yanı sıra, sınıflar, tabakalar ve insanlar arasındaki gelir farklılığının da olabildiğince kapatılmasını öngörür. Sosyalist demokrasi ise toplumsal sınıflar arasındaki farkları tamamen ortadan kaldırmayı hedefler. 
Siyasi demokrasi ise, en iyi tanımını, halkın halk tarafından halk için yönetilmesi ifadesinde bulur. Bu tür bir yönetimin en iyi yolu, üyeleri halk tarafından doğrudan seçimlerle belirlenmiş parlamenter sistemin kurulmasıdır...

Seçimler sadece başlangıç..
Genel veya yerel seçimler, demokrasinin sadece başlangıç aşamaları ve araçlarıdır. Oysa bazıları demokrasiyi sanki sadece halkın oy verme hakkının olmasından ibaretmiş gibi görmektedir. Bu anlayışa göre, seçilmiş olmak seçilene iktidara geldiğinde her istediğini yapma hakkı vermektedir. Seçimlerin varlığı, bir diktatörün iradesinin yerine toplumun iradesinin geçmesi gerekliliğinden kaynaklanır.
Halkın, halk için değil de başka emeller için yönetilmesine çalışan kişiler seçim kazanmışsa ne olacak? 
Demokrasilerin en çok karşılaştığı temel sorunlarından biri olan bu sorunun çözümü de, yine demokrasi sistemine ait olan başka mekanizmalarla çözümlenebilir. Seçilmiş yöneticiler, halkın siyasi gerçekleri görüp doğru değerlendirme bilincini kazanabilecekleri ortamı ve temel eğitim hizmetini sağlamakla yükümlüdürler. Demokrasinin diğer önemli bir boyutu da budur... Hükümetlerin ve diğer yöneticilerin, gerek sahtekarlıkları ve yalanları, gerekse cahilliği koruma çabaları, hiçbir şekilde demokrasi ile bağdaşmaz. Çünkü doğru haber alma ve bilgilenme hakkı, demokrasinin en temel niteliklerinden biridir. 

Bugün demokrasi ne demek
Günümüz demokrasisi, 50 yıl önceki demokrasi anlayışının da ötesine geçmiştir. Bugünkü demokrasi, artık “genel seçimler demokrasisi” değil, “vazgeçilemez ve dokunulamaz nitelikteki temel insan hakları demokrasisi”dir... dünya siyaseti ve demokrasisi daha fazla sekülerleşme yönünde ilerleme eğilimindedir. Bu gerçeği anlayamayanlar, ülkemizde ve dünyada siyaset yapamaz duruma daha da çok geleceklerdir. 
Laiklik olmadan demokrasiler yaşayamaz. Çünkü dinin siyasetten ayrılması olarak tanımlayabileceğimiz laiklik de, büyük bir eşitlik ve demokrasi sağlayıcıdır. Ayrıca unutulmaması gerekir ki, siyasi demokrasi, düşünsel ve sosyal sekülerleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu gerçeği bilmeyenler, laiklik olmadan demokrasinin varolabileceğini sanıyor.
Öte yandan bugün ülkemizde asıl önemli olan şey, devlet kurumları aracılığıyla dini öğreti ve dini yaşam tarzının topluma çeşitli yollardan gittikçe artan ölçülerde dayatılmasıdır. Demokrasi sistemlerinin hiçbir bölümü, seçilerek geldi diye bir hükümete bu tür bir dayatma hakkını vermez. Bu, demokrasinin istismar edilmesidir.  
Bir hükümet, demokratik sistemin bazı mekanizmalarını kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışırsa bunu önlemek için ne yapılabilir? Demokrasiyi yaşatmanın yolu, demokrasinin diğer güçlerini ve mekanizmalarını harekete geçirmektir. Halkın her alanda ve her yoldan tepkisini göstermesi temel mücadele yoludur. Demokratik anayasalar, yurttaşlarına demokrasiyi yıkma girişimlerine karşı direnmeyi yasal bir hak olarak vermiştir. 

Demokrasinin başlıca düşmanı cahilliktir. Cahillikle demokrasi bir arada yaşayamaz. Bu nedenle bilimi ve bilimsel düşünceyi toplumsal ölçekte yükseltmek de temel bir zorunluluktur.”
14 Kasım 2017 Salı / Bilim ve Siyaset - Cumhuriyet

Laiklik nedir? Saptırılan tartışma ve gerçek..

“Laiklik birçokları tarafından ‘devletin her dine eşit mesafede durmasıdır’ olarak tanımlanıyor. Bir ülkede farklı dinlere veya mezheplere eşit mesafede durabilmek hangi koşullarda mümkün olabilir? Laikliği devletin her dine eşit mesafede durması olarak tanımlamak, kavrayış yetersizliği değilse, yanıltma girişimidir.
“Laiklik, dinin siyasetten ayrılmasıdır. Bu kavramın en kısa tanımı budur. Daha açık olarak ifade edildiğinde, laiklik, dinlerin kamusal ilişkilerde (toplumun ortak yaşamını ilgilendiren ilişkilerde) hiçbir rolünün ve etkisinin olmamasıdır. 
“Laiklik, büyük mücadeleler sonucunda kazanıldı. Batı'da kilisenin ekonomik, siyasi, kültürel, düşünsel egemenliğine karşı, sadece siyasi mücadelelerle değil, fakat bütün bu sayılan alanlarda yürütülen çetin mücadelelerle laikliğe ulaşılabildi. Bu nedenle kendisini sadece dinin siyasetten ayrılmasıyla tanımlamakla (ve sınırlamakla) birlikte, gerçekte laiklik toplumsal ve düşünsel hayatın bütününde sağlanan gelişmelerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 
“O halde niçin laiklik kendisini dinin sadece siyasete karıştırılmamasıyla sınırlamaktadır? Çünkü laiklik nasıl bir eşitlik ve özgürlük gereği olarak doğmuş ve gelişmişse, bireylerin din ve vicdan özgürlükleri de dokunulamaz temel insan hak ve özgürlükleri olarak bu sınırlama aracılığıyla korunmuşlardır. Dolayısıyla laiklik, herhangi bir dine mensup bir insanın bireysel olarak dini ibadet ve ifade özgürlüğünü yaşarken, aynı zamanda başka bir insanın farklı dini ibadet ve ifade özgürlüğüne de engel olunmamasının yegane olanaklı biçimi olarak ortaya çıkmıştır. 
“Bu nedenle laiklik toplumsal ve düşünsel olarak çok yönlü bir gelişmenin ürünü olmakla birlikte bireylerin düşünsel ve inançsal yönelişleriyle ilgilenmez. Bireyle toplumun ilişkisini demokratik bir temelde kurmakla yetinir. 

Eşit mesafede nasıl durulur?
“Şimdi devletin her dine eşit mesafede durması konusuna gelelim. Bir devlet her dine eşit mesafede nasıl durabilir? Sadece dinler karşısında nötr (yansız) kalarak. Bu durumda devletin hiçbir dine imtiyaz ve üstünlük tanıması doğal olarak söz konusu olamayacaktır. Biz buna laik rejim diyoruz. Peki, devletin kendisini herhangi bir dinle (veya mezheple) tanımlayarak her dine eşit mesafede olması mümkün müdür? Bu herşeyden önce tanım gereği mümkün değildir. Çünkü örneğin devlet kendisini Sünni Müslüman olarak tanımlıyorsa, bu doğrultuda davranması beklenecektir. Aksi takdirde bu tanımlama içi boş veya sahte bir tanımlama olur. O halde Sünni Müslüman devlet, diğer dinlere nasıl eşit mesafede durabilecek? Kendisine tanıdığı hakları ve öncelikleri diğerlerine de mi tanıyacak? Bu durumda devlet, çok eğitim proğramlı ve çok hukuklu mu olacak? 
“Pratikte neler olduğunu zaten görüyoruz. Devlet gerçekte hiçbir şekilde diğer dinlere ve mezheplere eşit mesafede durmuyor. Üstelik devlet, anayasasında laik bir devlet olarak tanımlanmış olduğu halde bu böyledir. Örneğin eğitimde diğer din ve mezhepten öğrencilere ders seçme özgürlüğü bulunmuyor. Sünni İslam inancının resmi temsilcisi bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın resmi protokoldeki sırası geçen sene 52. sıradan 10. sıraya yükseltildi. Devlet kadrolarında her din veya mezhepten kimseler eşit ölçüde yer bulamıyor. 
Dolayısıyla dini siyasete karıştırarak veya devleti bir dine mensup olarak tanımlayarak, devletin diğer dinlere karşı eşit mesafede durmasını sağlamak mümkün değildir. Bunu sağlamanın yegane yolu, devletin dini bakımdan nötr olmasıdır. 
Ancak burada şu önemli nokta gözden kaçırılmamalıdır ki, laiklik, devletin sadece tüm dinlere ve mezheplere eşit mesafede durmasının tek çaresi olduğu için geliştirilmiş bir uzlaştırma kavramı veya sistemi de değildir. Laiklik aynı zamanda yukarıda da belirttiğimiz gibi düşünsel ve toplumsal gelişmenin yeni bir aşaması olarak ortaya çıkmıştır. Bilimin, felsefenin, sanatın doğrudan katkıları ve toplumsal mücadelelerin kaçınılmaz sonuçları, bu tarihsel yaklaşımı ve sistemi yaratmıştır. Bu nedenle düşünsel ve toplumsal sekülerleşmenin belirli bir düzeyine ulaşmadıkça, "uzlaşmak gerekli" diye devletin dinlere eşit mesafede durması sağlanamaz. (seküler eğitim ve seküler hukuk gelişmemişse, hangi eğitim tipi ve hangi hukuk tipi ile bütün dinlere "eşit mesafede" durulabilecek?). 
Bu yüzden, laiklikten bahsettiğimiz zaman bu gerçekliklerin hepsine birden işaret etmiş oluyoruz. Laikliği, "devletin her dine eşit mesafede durması"ndan ibaret olarak tanımlamak, eğer anlama yetersizliğinden ileri gelmiyorsa bir yanıltma girişiminden başka bir şey değildir.”

Yazı sahibi: Osman Bahadır. Kaynak: Osmanlılardan Cumhuriyete Sekülerleşme, Evrim Yayınevi, 2017... Bahadır’ın kitabı çok temel konuları yerli yerine oturtuyor. Mutlaka okuyun.
13 Kasım 2017 Pazartesi / Bilim ve Siyaset – CumhuriyeT