SAYFALAR

18 Ekim 2017 Çarşamba

Allahın lanetlediği kentte yolculuk




Geçen aylarda Tekirdağ dönüşü bir hata yaptık akşam üzeri ve Silivri üzerinden İstanbul’a girelim dedik. Tanrım bu ne trafik yoğunluğu ve bu ne kalabalık! Adım adım. Ama tüm bundan daha korkuncu hemen sol tarafımızda otoyolun üzerine, yol boyunca üzerimize düşmesine ramak kalmış blok blok blok gökdelenler yığını. Gökyüzünü görmek mümkün değil. Allah kahretsin..
Beylikdüzü’nden çekmecelere ve Avcılara doğru inerken izleyin... İmdat diye bağırasınız gelir. Aman Kadıköy, aman Büyükada, kurtar bizi bu cehennemden diye söylenerek gözlerimi kapıyorum.. Buralar İstanbul’a ait değil diye avunun.. Hepsi kentin bir parçası, milyonlar arabalarına biniyor, arabası olmayan yollara düşüyor, metrobüsler, otobüsler, minibüsler, metrolar, yollar yollar ve yollar... Tüm insanlar salkım saçak yollarda.
Bu son, artık zaten pek ayrılmak istemediğim kendi yaşam çemberimin dışına çıkmayacağım, orada yaşayacağım, diyorum.

Ama ne mümkün!

Edirne Kitap Fuarı ve HBT’nin Edirneli okurlarıyla etkileşiminden dönmek için yeniden İstanbul kapılarına dayanmak zorundasınız; bu kez geçen Pazar akşamı TEM denen yoldan geçerek 2 saatte, 19 sularında yer yer tıkanıklıklar eşliğinde, Bahçeşehir’i geçtik, bizim için İstanbul ne demekse oraya girmeye çalışıyoruz.
2 saatte 220 kilometre gelmişiz, bu kez 2 saatte 30-40 kadar kilometre ile Anadoluhisar’ına girdik ve Kadıköy’e girmek için orada bir bekleme molası verdik. Yaşasın deniz kenarında akşam domates çorbası ve güzel bir sunumla gelen gözleme... Sakin ve güzel bir mekanda oturmayı hakketmişiz..

Bilinmeyen gezegende yolculuk

Bu 30 km’yi nasıl geldiğimizi hiç sormayın. İkinci köprü yolundan Anadoluhisarı’na gitmek asla mümkün olmadığı için (Pazar akşamı-gecesi, düşünün, bu insanların evi barkı, dinlenmesi mi yok!), Ahmet Paşa sizi pek kullanılmayan daha hızlı bir yoldan götüreceğim diyerek direksiyona geçti.
Gaziosmanpaşa’ya oradan Alibeyköy üstlerine çıktık. Hep soruyorum neredeyiz şimdi diye. Beşinci Levent denen ucubelerin inşa edildiği, yığınlarla dolu lânet bir yerden aşağılara inip, yukarılara çıkıp, otoyollardan- viyadüklerden dönüp, tekrar altlara, oradan üstlere, oradan Boğaziçi Üniversitesinin kenarından (tek bildiğim yerdi) ikinci köprüye en yakın yerden büyük sürüye yeniden dahil olduk.
Ahmet Yavuz Paşa’ya kafanızda adeta navigatör var, ben direksiyonda olsam şu sırada Tuzla’nın alt mahallelerindeydik, dedim..
Böyle bir şey olabilir mi
Her bir karışının üzerine bu cenabet yükseltileri sırt sırta, yan yana, üst üste dikmenin anlamı ne, demeyeceğim.

Gelişmemişlik göstergeleri

Türkiye gelişiyormuş, İstanbul gelişiyormuş.. neyle? Bu beton yığınlarıyla.
İstanbul battı.. İstanbul yok oldu.. İstanbul Allahın lanetine uğradı, üstelik kendilerini “Allahın temsilcileri” ilan edenlerce..
Sadece bizim gibi gelişmemiş kültürlerin kentleri böyle. Ne kültürü ne yeteneği ne birikimi ne uygarlık-kent ve insan sevgisi olan yönetimler, var olan uygarlık birikimlerini de har vurup harman savuruyor.. Kentlere her yıl milyonları dolduruyor..
Sonra onlara denizaltı tünel, köprü oyuncakları ile eğlenmelerini ve hayatlarını tüketmelerini sağlıyor.

İstanbul’u seven kalmadı

 Üretmeyen, sömürülen ülkelerin yazgısı. Meksika, Hindistan, Brezilya vb başkent ve büyük kentleri.. Tıpkı bizim gibi..
Gelişmiş Avrupa büyük kentlerinden hiç birinde bu iğrençliği yaşamak mümkün değil.  
 Hala söylüyorum: Önce göçü durdurun..
Sonra da İstanbul’u parçalayıp Anadolu’ya dağıtın..

İstanbul’u seven kimse yok mu?
17 Ekim 2017 Salı / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder