SAYFALAR

29 Kasım 2013 Cuma

BU BİR “SON ÇAĞRI”DIR! DİVRİĞİ ULU CAMİ İÇİN!

CBT Gündem 1393, 29 Kasım 2013







Kime Başvuralım? Cumhurbaşkanına mı? Başbakan’a mı? Tanrıya mı? Ne Etsek?

--

UNESCO’nun dünya anıtları listesindeki tek Türk yapıtı ve İslam sanatının en görkemli yontu başyapıtı Divriği Ulucamisi ve Şifahanesi’nin taçkapılarını kaybediyoruz..”
--

İkinci kez, ülkemizin en büyük anıtsal eserlerinden Divriği Ulu Camii’yi kapak konusu yapıyor ve gündeme getiriyoruz. Gözümüzün önünde her yıl biraz daha yokolan Bir işe yaramayacağını bile bile.. Çünkü, bu anıtın ülkemizde bir muhatabı yok.. Var gibi, ama fiiliyatta yok. İnsanlarda duygu diye bir şey mi kalmamış... Empati yapmak, daha çok canlılar arasında bir kavram.. Ama empati kavramını en geniş haliyle kullanabilmeliyiz. Hele hele Divriği’deki anıtsal eserle..
Ulu Cami ile empati yapmak ne demek? Taş işçiliğinin, yontu ustalığının bu topraklar üzerinde yetişmiş belki de en büyüğüyle, Hürremşah’ın yaratıcılığıyla ve ortaya koyduğu eserle derin ilişkilere geçmektir. Bu bir “uhrevilik” gerektirir! Bunun bizim dünyamızda sanatsal karşılığı ise, bir insan yapıtı karşısında derin bir hayranlık, büyük bir saygı, muazzam bir koruma-saklama duygusudur. Çünkü ortaya konan eser, insan yaratıcılığının nasıl zirveler yapabileceğine ilişkin hepimize büyük bir güven verir, içimize mutluluk aktarır.. Daha derine inenlerin eli ayağı dolanır, günlerce seyretse doyamaz…
Divriği Ulu Cami gözlerimiz önünde eriyor, gidiyor, kayboluyor.. İktidar ve Devleti seyrediyor..
Düşünün, Doğan Kuban hoca 48 yıl bu yapıt üzerinde çalıştığını anlatıyor. Anıtı son ziyaretinden sonra, bugünkü yazısını kaleme aldı. Aslında daha önce de Anıtı kapak konusu yapmıştık. Anıt üzerine iki kitap yazan Hocanın alarmını ise duyan yok.. Şu sözlere bakar mısınız lütfen:
Aradan geçen elli yılda, devletin giderek artan ilgisi ve para yardımına karşın, yapının durumu giderek kötüleşmiş ve daha çok tehlike içeren bir duruma girmiş. Yıllardır sözde uzman kurullarca kontrol altında olan yapının dünyada eşi olmayan taş yontu bezemesi büyük bir hızla yok oluyor. Cahil bürokrasi ve deneyimsiz ve bilgisiz uzmanlar, yapının çoktan saptanmış tarihini öğrenmeden projeler üretiyor. Bu yapıyı çağdaş bir tutumla kurtaramamak toplumun hala uygar olamamasının en büyük kanıtlarından biri olacaktır. Bilgisizliği kanıtlayan bir kültür suçu işlediğimizin farkında mıyız?”
***
Doğan Hoca, anıtsal yapının tamamının bir müze koruması altına alınmasını, müzeye dönüştürülmesini şart görüyor. Önerisi çok açık:
Bu bir ihale sorunu, bir teknik iş değildir... Karşımızda müzeye kaldırılması gereken bir sanat başyapıtı var. Sadece taç kapıları örtmek gibi mimari olarak gülünç bir çözüm değil, yapının tümünün müzesel nitelikte bir koruma altına alınmasından başka her çözüm, idam fermanıdır. Binayı bir cam kafes içine koyup gerekli klima kontrollerini de yaparak müze koşullarını yaratmak tek çözümdür.”..
Yıllardır bu öneri gündemde.. Devletin yaptığı harcamalar demek ki Ulu Camii’ye gitmiyor..
Lütfen Kuban’ın yazısını okur musunuz..
Sayın Cumhurbaşkanı.. Sayın Başbakan... Üç yıl önce sergisini gezdiğiniz, beraberinizde Paris’e, Latin Amerika’ya götürdüğünüz Ulu Camii’yi öğüten bürokrasinin dişlileri arasından kurtarınız.. Bürokrasi, oradaki Vali ne kadar iyi niyetil olursa olsun.. Cami cam kafese alınsın, dış etkilerden arınsın.. Hoca diyor ki, bu önlemler alındıktan sonra da, insanlar camiide ibadet edebilir, restorasyon çalışması sürdürülebilir..
Divriği anıtı, en yüksek derecede himmetinizi bekliyor..
Bu bir Son Çağrı’dır..
Bir dahaki çağrımızı Allah’a yapacağız...
***

Umarım, haftaya iyi haberler gelecek…

Dikkat! Tehlike Sürüyor! (Erdoğan büyük düşünden vaz mı geçti?)

Üzerinde hâlâ durduğum bir konu var: Başkanlık anayasası! Yani Recep Tayyip Erdoğan, kendisine yasal olarak büyük diktatoryal yetkiler verecek olan başkanlık sistemini öngören anayasa değişikliğinden vazgeçti mi? 

Başkanlık anayasası, çıkmayan candır RTE için, dolayısıyla umudunu hiç yitirmez. 

Geçen pazar günü gazetemizde bizlerle beraber olan Kılıçdaroğlu’na (*) bu konuda soru yönelttim. AKP’nin BDP ile başkanlık anayasasını Meclis’ten geçirme olasılığı olmadığını söyledi... Şu veya bu şekilde böyle bir anayasanın Meclis’ten geçmesine asla izin vermeyeceklerini vurguladı... Mühiş bir kararlılık! Bu tutumunuzla içimizi rahatlattınız dedim! 

Ben siyasette kuşkulu bir insanım! Çünkü seçim takvimi çalışıyor, başbakan seçenekleri azaltarak ilerliyor. Örneğin başbakanın, parti tüzüğündeki üst üste 3 dönemden fazla milletvekili olunamaz, maddesini değiştirmeyeceği anlaşıldı. Bakanlarını belediye başkanlıklarına gönderiyor! Dolayısıyla bu seçenek kendisi için de bertaraf oldu yani milletvekili seçimlerine girmeyecek! 

En azından, Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları (Ağustos 2014) belli oluncaya kadar!

RTE’nin önünde tek seçenek kesinleşti gibi: Cumhurbaşkanlığı (seçimi)!
***
RTE’nin düşü, kendisine başkanlık yetkileri veren, hükümeti istediği gibi kuracağı ve dağıtacağı, Meclis’i feshedeceği, yargıyı yeniden belirleyebileceği, tüm yetkileri elinde toplayacağı başkanlık sistemini öngören yeni anayasa. Bu öneriyi Anayasa Komisyonu’na sundular ama üzerinde konuşulmadan kenara itildi.. Meclis’te yeni anayasa üzerinde uzlaşma ortadan kalktı ve aslında komisyon da fiilen dağıldı. 

Başbakan, başkanlık anayasası düşünden vaz mı geçti? Yani “düz cumhurbaşkanı” talebi ile mi seçimlere girecek? 
RTE’yi siyasal hırs ve irade açısından anladığım ve tanıdığım kadarıyla henüz hayır... Bu yolda seçenekleri tüketmediği sürece bunu kabul etmesi mümkün değil.
Kılıçdaroğlu “sıfır olasılık” göredursun geçen salı günü RTE’nin Meclis konuşmasında gözden kaçırdığım bir noktayı, Melih (Aşık) Milliyet’te yazmış:
Yeni anayasa hedefinden vazgeçmiş değiliz... Komisyondan sonuç çıkmasa da biz farklı yolları denemeye, Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni anayasa için samimi şekilde çalışmaya devam edeceğiz.”
Meclis’te uzlaşmanın sona ermesinin en önemli nedeni, AKP’nin başkanlık sistemine yol açacak değişiklik önerileridir. Şüphesiz ki anayasanın ilk dört maddesi, anadili, Türk isminin atılması vb. de var. AKP, ümmetçi politikasına uygun bir anayasa dayattı ama kabul edilmeyeceği baştan belliydi. Gelinen noktada AKP şimdi kendi oyununa soyunacak.
***
Meclis’te anayasa değişikliği için BDP’ye ihtiyacı var. MHP’den bir şekilde destek alması mümkün değil. Ayrıca BDP’nin tam oyu bile yeni bir anayasayı Meclis’ten geçirmesi için yetersiz. BDP’den destek alsa bile gerekli oy olan 367 oyu aşamayacağı için, anayasa değişikliğini referanduma götürmek zorunda.

Peki BDP’den destek alabilir mi? Anayasanın bütünü üzerine anlaşmaları mümkün olmayabilir, ama mesela cumhurbaşkanının partili olabileceği hükmü bile, RTE’nin parti başkanlığını sürdürmesi, hükümeti kurması, dağıtması, parti içinde tek egemen rolünü sürdürmesi yani fiilen hukuki olarak başkanlık otoritesi için yeterlidir. 

Buna karşılık da BDP’nin bazı anayasa değişikliği talebine de evet der... Sınırlı bir değişiklik referanduma gider. 
Kabul edilir mi?!.. Unutmayalım ki 2010 referandumu koşulları bugün yok fakat bir ama hep vardır. RTE bunu zorlayacaktır. Umudunu hiç yitirmeyeektir.. Ağustos 2014’e kadar zamanı var.
İttifaklar pişirilir. Siyaset bir “al-ver gülüm”se eğer… Barzani de işin içine katıldıysa... Öcalan İmralı’da “hükümlü”den çok “İktidarın esiri” durumundaysa… Daha çooook numara piyasaya sürülür.. 

Unutmayın, Erdoğan Kürt kartını açtı ve önümüzdeki seçimlerde bu kartı çeşitli düzeylerde ve biçimlerde oynayacaktır. Buna af da dahil!
Dikkat! Tehlike sürüyor!


---

(*) Kılıçdaroğlu, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’yi yakından izlediğini sık sık belirtti. Dergiden referanslar verdi. Dergimizde sürekli yer alan, Atatürk’ün “Manevi miras olarak bilim ve aklı bırakıyorum” sözüne göndermeler yaptı, bunun kendisi için de yol gösterici olduğunu vurguladı.
---28 Kasım 2013 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

27 Kasım 2013 Çarşamba

Karşı-Devrim Çocuğunu Yedi: Bitirme Planları:-))

Aslında olayın sonuna gelindi. Sözde “askeri vesayeti sonlandırma” bahanesi altında, Türkiye’de siyasal ve toplumsal hayatı otoriter İslami ağırlıklı bir rejime dönüştürme operasyonunu omuz omuza yürüten müttefikler, aralarındaki köprüyü kesin attı.
Dediğimiz gibi: Cemaat siyasi hareketi ile AKP tepede çarpıştı.
Şöyle desek mi: “Her karşıdevrim sonunda kendi çocuklarını yer”... Hizmet mizmet, bunları bırakalım. Cemaat siyasi hareketi var karşımızda. “Hizmet”, iktidara gelme aracı veya vitrindeki görüntüsü. Eğer salt bir dini hizmet hareketi olsalardı, hem de en üst düzeyde politikayla, ne işleri vardı!
Mesela MİT’i neden “ele geçirmek” istedin? (Başbakan “Bizden ne istediler de vermedik, Allah şahidimdir” dedi. Doğruyu söylemiyor. Örneğin MİT’i vermedi, yüksek bürokraside hükümette istediği pek çok makamı vermedi!)
Örneğin neden yargıda bu kadar örgütlendin?!
Emniyet’te, istihbaratta, poliste neden örgütlendin?
Neden (ABD’nin) Ortadoğu ve dünya siyasal politikalarını izliyorsun? Neden gazetelerinde, televizyonlarında tamamen yüksek siyaset konularında tıpkı bir siyasi parti gibi “derin” fikirlerini ileri sürüyorsun!
Peki neden medyaya bu kadar önem veriyorsun; gazeteler, televizyonlar, kamuoyunu gütmeler?
Neden Fenerbahçe konusuna dalıyorsun, tıpkı bir siyasi taraf gibi! Madem “hizmet” edeceksin, bütün bunlara ne ihtiyacın var?
Yanıtı basit: Çünkü cemaat dinsel veya dünyevi, karşılıksız hizmet amaçlı hareket etmiyor. Bir politik örgütlenme! Tamamen farklı bir örgütlenme biçimi ve hedefi ile devleti, toplumun sivil, ekonomik vb. ana merkezlerini ele geçirerek Türkiye’yi ve yönetimi adeta devralma stratejisi izleyen siyasal bir hareket.
Bizim klasik siyasal sistem ve iktidara gelme algımızın ve bilgimizin dışında seyrettikleri için, onları bir cemaat siyasi partisi olarak göremiyoruz. Olayın özünü gözden kaçırıyoruz, farklı bir paradigma karşımıza çıkınca...
Aslında, Fethullah Gülen ve arkadaşları, büyük bir sabırla, inatla, çalışarak, örgütlenerek, tarihsel bir siyasi örgütlenme başarısına imza attılar.
Ben hepsine bu açıdan şapka çıkartıyorum!!
***
Evet, tepede bu büyük çarpışma yeni başlamadı. İktidarın en önemli icra organlarında, yüz yüze karşılaşmaları, birbirlerini yoklayarak “eee ne olacak şimdi...” demeleri yeni değil.
İktidar olmak, MİT’i, yargıyı, polisi ve istihbaratı denetlemek ve kullanmak demek.
Haydi en sıradan soruyu sorayım: Bu icra organlarını kim kullanacak... Erdoğan mı cemaat mi? İşte tepedeki büyük çarpışma, bu soruya kesin yanıtın sonuçlarıdır.
Siz dershane meselesine takmayın... Çok çatışma oldu son 3-5 yıl içinde, ama en önemlisi cemaatin 7 Şubat 2012’de MİT üzerinden Erdoğan’a yönelttiği operasyondu; bu aslında ve tamamen “Erdoğan iktidarını bitirme harekâtı” idi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu planı ne kadar biliyordu, kıyısında ucunda bir işi var mıydı, bilmiyorum...
Ama Hakan Fidan tutuklansaydı, Erdoğan o sıradaki ciddi hastalığına da en azından ruhsal olarak esir düşseydi, hukuki olarak da çökertilecekti, yıkılacaktı ve AKP içinden bir cemaat hükümeti/iktidarı çıkacaktı! Arınç ve bazıları “özgül ağırlıklarını” çoktan o tarafa koymuşlardı! RTE ayağı kalkınca, onlar da özür dileyerek “doğru taraf”ta yerlerini aldılar!
***
RT Erdoğan durumu gördü ve derhal karşı “cemaati bitirme planı”nı yürürlüğe koydu!
Bu planın ana hatları şunlardı:
a)       Cemaatin güdümündeki özel mahkemeleri kaldırmak ve yerine kendi denetleyebileceği terör mahkemelerini kurmak;
b)       Poliste ve istihbarattaki örgütlenmelerini dağıtmak... Yani bitirme derken, cemaati iktidar erklerinden temizleme...
c)        RTE, anayasa referandumundan sonra kurulan yeni yargıyı da cemaate kaptırdığının farkında olmadı! Acaba Sadullah Ergin de mi farkında değildi?! Yoksa biliyor muydu? RTE’nin şimdi yeni anayasa değişikliğinde yüksek yargıyı dağıtıp yerine yeni bir yargı kurma önerisi var. Ama geçmiş olsun...
Ortalıkta dolaşan “bitirme planları” laflarına aşinayız.
O ünlü sahte belgeyi anımsayın: “AKP ve Cemaati Bitirme Planı”...
Sözde bunu Albay Dursun Çiçek hazırlamıştı. İktidar ortakları, böyle sahte bir belgeyle, Genelkurmay’ı da bitirmeyi, Başbuğ’a kadar uzanan tutuklama zincirini hedeflemişlerdi. İşin içine internet andıçlarını da katarak...
Demek istediğim şu: “Bitirme planı” konusunda, iktidar ortakları çok uzman. Bu nedenle de aynı planın versiyonlarını birbirlerine karşı yürürlüğe koydular!
Perşembe günü kısmetse, askeri vesayet zaten bitmişti, yazacağım..
--26 Kasım 2013 Salı / Bilim ve Siyaset / Cumhuriyet

26 Kasım 2013 Salı

Dershaneler Neye Yarıyor?

Dershaneler, tamam, herkesin söylediği sıradan bir şey. Bunu duydukça gülüyorum: Eğitim sisteminin bir sonucudur, ürünüdür.
Ne yapalım yani? Eğitim sisteminin bir sonucu olmak, onları kabul etmek gibi bir zorunluluk mu dayatır!? Şunu demek istiyorlar: Eğitim sistemi düzelmedikçe, dershaneleri de kaldırmaya kalkışmak mümkün değil.
Ben farklı düşünüyorum: Dershaneler eğitim sisteminin bir sonucu değil. Bu, herkesin diline yapışmış, yanlış bir söylem. Her şeyi en basitinden yeniden ele alalım da artık tartışma doğru zeminde sürsün:
Eğitim sisteminde öğrenciler yetersiz eğitim aldıkları için dershanelere gidiyor değiller (burada tartışılan eğitimin kalitesi değil)

İlköğretimden sonra gidecekleri, adı iyiye, kaliteliye çıkmış ortaokul ve liselerin alabilecekleri öğrenci sayısı sınırlı... Aynı şekilde, liseyi bitirenlerin de gidebilecekleri üniversite kontenjanları da sınırlı.Yani, üniversiteleri temel alıp söylersek, 2012’de ÖSYM sınavına 1.451.000 öğrenci üniversiteye gitmek için sınava girdi. Bunlardan 1.171.000 kişi sınavı kazandı.
Yani üniversite kontenjanı kadar kazanan oldu ve yerleştirildiler. Dolayısıyla 280 bin öğrenci üniversiteye giremedi. Çünkü üniversitelerde yer yok, eğer 1451 kontenjan olsaydı hepsi kazanmış olacaktı.
Açıkta kalan öğrenci sayısı yıldan yıla azalıyor. Çünkü iktidar, üniversitelerin kapasitesini aşan miktarda öğrenci alımını zorluyor, ikincisi yeni üniversite kuruluşlarını muazzam hızlandırıyor. Bu iki politika ile açıkta kalanların sayısı hızla eritiliyor. Ama kalite muazzam düşüyor. Herkes üniversite diplomalı, ama diplomaların çoğunluğu kalite olarak lise diplomasına denk!

Ortalama bir Türk üniversitesinden mezun olan öğrenci ile, örneğin ortalama bir Alman üniversitesinden mezun olan öğrenciyi, bilgi ve beceri açısından karşılaştıramazsınız..
ÖSYM’nin temel görevi, 2012’de, 280 bin kişiyi elemekti.
Örneğin beş yıl önce belki de 600 bin kişiyi elemek amacıyla ÖSYM sınavı yapılıyordu.
ÖSYM, öğrencileri 1’den 1.171.000’e kadar sıraya (kuyruğa) sokuyor. Onları, tercihlerine ve aldıkları puanlara göre üniversitelere yerleştiriyor...
İşte, bütün mesele, a) 1,171.000 kişilik kuyrukta yer kapabilmek, b) ve daha iyi ve istenilen kaliteli üniversitelere, bölümlere yerleşebilmek... Bunun için büyük bir savaş veriliyor.
***
İşte bu noktada dershaneler devreye giriyor. Dershaneler, öğrencilere iyi bir puan almanın test antrenmanını yaptıran yerler.

Dershaneler, liseden gelen öğrenciler arasında yeni bir sıralama yapar. Eğer öğrenciler lise bilgileriyle ÖSYM sınavına girselerdi, kazanan diyelim ki yüzde 50’sinin isimleri ve sırası farklı olurdu. Belki kaybeden 280 bin kişinin bir kısmı kazanan olurdu. Dershaneler ısrarlı bir test çözme yöntemiyle bu sıralamada etkili oluyor.
Liseyi aksatmadan ve iyi çalışarak bitiren öğrenciler, iyi liselerde eğitim görenlerin pek çoğu, dershaneye bile gitmeden iyi yerleri kazanabiliyor. Ama rekabet büyük olduğu için onlar da dershanelere giderek şanslarını arttırmak istiyor.
Yani, dershaneler eğitim sisteminin bir sonucudur, söyleminin aslı astarı, kontenjan azlığıdır! Herkes yerleştirilebilseydi, bu kez de kimin nereyi kazanacağı gündemde olacaktı, merkezi sınav hep bunu dayatır.
Avrupa ülkeleri bu sorunu, siyasetten arınmış, özerk, adam gibi adam akademik yönetimlerin varlığı ile çözüyor! Bizde her şey tepeden tırnağa kokmuş durumda. ÖSYM’den, merkezi sınavdan, üniversite yönetimlerine ve akademik kadroların belirlenmesi ve atanmasına kadar…
Mesela kendi öğrencini seç desen üniversitelere, yönetimler gerçekten te “kendi öğrencisini” seçer! Yani “akademik çürüme” bile diyemeyeceğim bir durum, aslında tam siyasi çürümenin üniversitelere yansıması var..
***
Eğitimde fırsat eşitliği koca bir sıfırdır ülkemizde. Eğitim kalitesinde, bölgelerarası derin farkların yanı sıra, aynı kentteki okullar arasında da derin farklar var.
Öğrenciler, genellikle, yoksul, orta halli ve zengin ailelerin imkânları ve okulların verdikleri eğitimin kalitesi doğrultusunda üniversitelere yerleşebiliyor.
Dershaneciler diyor ki, eşitlik sağlıyoruz. Bu söylemde gerçeğin sadece küçük bir kısmı var. Şüphesiz pek çok öğrenci, dershanelerde daha şanslı bir konuma yükseliyordur.
Ama dershaneler de paralı yerler, yılda 5-6 bin liraya kadar ücret ödüyorsunuz. Üniversiteye girinceye kadar hayatlarının bir kısmı dershanede geçen öğrencileri hesap ederseniz, bu rakam 30 bin liraya kadar yükselir. Tabii dershanenin de öğretmenin de iyisi kötüsü var, yani pahalısı ucuzu... Açık ki çok parayı ödeyenin şansı daha yükseliyor! Fırsat eşitliği, yine paraya göre sıralanıyor!
Bu açıdan dershaneler, parayla yeni bir sıralama yapıyor, hepsi bu!
TÜİK verilerine göre, yoksulluk sınırında olan 16 milyon yurttaş var! İşsiz sayısı resmi 3 milyon, gayri resmi 5-6 milyon.
Türkiye, gelirler arası uçurumun, eşitsizliğin yüksek olduğu bir ülke. Eşitsizliği ölçen Gini Katsayı 0,402 gibi, OECD ülkeleri arasında en yüksek ülkelerden biriyiz. En düşük yüzde 20 gelirler grubundaki insanlarla, en yüksek yüzde 20 gelir grubu arasında fark 8 kat.
Dershaneler kapatılmalı. Bütün öğrencilere, ek ders fırsatları okullarda yaratılmalı. Dershane öğretmenleri de buralarda kadrolu olarak iş koşulmalı... Onlar, en iyi öğretme/öğrenme yöntemleri üzerinde de çalışmalı.. Kalite yükseltme kadroları!

Dershane ve okullar cemaatin kaynakları olmaktan kurtulmalı. Eğitim yerlerinin hepsi tüm Türkiye’nin temel insan yetiştirme kaynaklarıdır. Siyasi ve dini amaçlarla kullanılamaz
25 Kasım 2013 Pazartesi / Bilim ve Siyaset / Cumhuriyet