obursali@cumhuriyet.com.tr
İnsanlığın doğayla derdi ne?
Bugün köşemi genç felsefecimiz Pelin Dilara Çolak’ın güzel bir yazısına bırakıyorum. Yaşadığımız zamana siyasetin dışında farklı bakışlara ihtiyacımız var.
***
MÖ 3500’te bugünkü Girit Adası’nda doğan Minos medeniyetinin sanatla dışa vurduğu hakikati görmekten bizi uzaklaştıran şeyin yine medeniyet olması ne kadar ironik: Yaşam, bağlantısal bir döngüdür.
Bazen imgeler sayfalarca açıklamadan çok daha fazla şeyi, çok daha güçlü bir biçimde anlatır. Tıpkı Minos medeniyetinin yaşam üzerine binlerce yaprak yazmak yerine sanatlarında, kültürel pratiklerinde tekrar eden bazı desenler kullanarak anlatmaya çalıştıkları gibi. Birbiriyle kesişmeyen paralel doğrular, sınırlar, gruplar yok yaşamda. Bağlantısal, ilişkisel bir döngü var. (Beyin ve sinir cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Türker Kılıç’ın Bağlantısallık ve Yaşamdaşlık kitabında beyin özelinde anlattığı gibi.)
İklim krizine dair hâlâ gerekli adımların atılmaması, karbon emisyonunu düşürmekten epey uzakta oluşumuz, Birleşmiş Milletler Konferansı’nın göstermelik bir şovdan başka hiçbir şey olmadığı, aslında hepimizin önemli olan tek şey hariç (iklim!) her şeyi sürekli konuşmakta olduğumuzu hatırladıkça aklımda bir soru beliriyor: İnsanlığın doğayla derdi ne?
Bu sorular vazgeçilmez olarak insanın doğayla ilişkilenme biçimleri üzerine düşünmeyi gerektiriyor. İlişkiselliği tamamen unutulan, insan-doğa, doğa-kültür, insan-hayvan gibi ikilikler, ayrımlar, çatışmalar üzerinden kavranan çarpık ve tehlikeli bir yaşam kavrayışımız var hâlâ. Bu yüzden Aydınlanma geleneğinin öznesinin gözden düşmeye başladığı 19. yüzyıldan itibaren başta Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger gibi insanı bulunduğu dünyadan soyutlamayan düşünürler, Sokrates öncesi Yunan düşüncesine bir açıdan geri dönerler. Heidegger’e göre Yunan dogma felsefesinin üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen varlık sorusunun hâlâ yanıtlanamamış olmasının nedeni, kadim Greklerin varlığa yönelik organik, yekpare kavrayışının bir noktada terk edilmiş olmasıdır.
Bu terk ediş, insanın düşünen bir hayvan olarak belirlenmesi ve diğer varlıklarla arasında sınır çizilmesi meselesi milattan önce 4. yüzyılda yaşamış Yunan filozof Aristoteles’e kadar geri götürülebilir. Aristoteles felsefesinde animal rationale (düşünen hayvan), yalnızca akıl sahibi olma, mantıksal karar verme, düşünüp taşınmadan ibaret değildir; sanat ve tekniğe dair becerilere de sahip olmayı gerektirir. Sadece hedeflerine ulaşmak üzere eyleme geçen değil, aynı zamanda sanat ve teknik üretmek adına doğayı araçsallaştıran hayvanlarız. Bu yüzden Batı dünyasında insanın diğer şeylere karşı üstün ve ayrıcalıklı konumda olduğu düşünülmüştür. Ve sonrasında kaçınılmaz olarak insanı merkeze alan, hiyerarşik bir ilişkilenme biçimi kuruldu.
BİRLİKTE VAROLUŞ
Heidegger, insanı Aristoteles’in animal rationale kavramından farklı olarak, insanın yetilerin içerisine sıkıştırılamayacağını söyler. İnsan ne aklıdır, ne akıl-beden ikiliği üzerinden tanımlanan öznedir. Onun Dasein adını verdiği bu insanın, en temel karakteristiği onun dünya içerisinde diğer şeylerle birlikte varoluşudur.
Nitekim dünyanın içinde olmak bir nesnenin kutunun içinde olmasına benzemez; burada dönüştürücü bir ilişki vardır. İnsan, kendisini yaşadığı şeylere taşır ve bu etki ile değiştirdiği dünya en sonunda geri dönerek kendi kendisini de dönüştürmesine yol açar. O yüzden bu bağlantısal, döngüsel, dev etkileşim ağlarının kendisini, -yani yaşam fenomenini- felsefi bir mesele olarak görmemiz sanıyorum ki en büyük kusurumuz. Nitekim bugün kapımızda bizi bekleyen en büyük krizler, iklim değişikliği, ormansızlaşma, hava, su, toprak kirliliği, endüstriyel hayvancılık, karbon ayak izimiz, plastiklerimizle yarattığımız yedinci kıta ve daha türlü felaket insanın kendisini diğer var olanlardan ayrı konumlandırması ve doğayı istediği yönde yakışıksızca dönüştürebilme hakkını kendisinde görmesiyle ortaya çıktı.
Yine de kişisel olarak insanlığın henüz emekleme döneminde olduğunu düşünüyorum. İnsan ve hayvan hakları, demokrasi, cinsiyetler arası eşitlik, cinsel yönelim özgürlüğü gibi konularda (henüz hayal ettiğimiz yerde olmasak da) yol alan insanlığın -eğer gerekli adımların atılması konusunda kitlesel olarak siyasilere baskıda bulunursak- böylesi bir radikal dönüşümün de üstesinden gelebileceğine inanıyorum.
“Henüz” çok geç değil.
Not: Yazı Herkese Bilim Teknoloji’nin 304. sayısında yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder