SAYFALAR

30 Ağustos 2021 Pazartesi

30 Ağustos Büyük zafer çok yaşa: Halk ilk kez kendi varlığı ve geleceği için savaştı

 obursali@cumhuriyet.com.tr

Halk ilk kez kendi varlığı ve geleceği için savaştı

30 Ağustos 2021 Pazartesi

Büyük Zafer’in ve Kurtuluş’un ilan edildiği gündeyiz; bu Kurtuluş Savaşı’nda halk hem işgal kuvvetlerine hem de aslında padişahlığa karşı savaştı. Şunu söylüyorum: Anadolu halkı son güçlerini ve son varlığını 650 yıllık Osmanlı İmparatorluğu boyunca ilk kez kendisi için, varlığı ve geleceği için ortaya koyuyor ve savaşıyordu... Tarihin ve Zafer’in pek tartışılmayan yönüdür.

Ve kendisi için yürüttüğü, öldüğü ve yaralandığı savaşın milletin egemenliği ile Cumhuriyet yönetimi ile sonuçlanması, tarihsel koşulların kendine özgü bir sonucudur. Artık “efendi” kendisidir (ideal cumhuriyet rejiminden bahsediyorum!), kendisi bu ülkede her şey olabilirdi, her kademede yöneticilik yapabilirdi.

Kurtuluş Savaşı bunu doğurdu.

KURTULUŞ, MİLLETİ YARATTI

O güne kadar Anadolu padişahın tebaasıydı, kuluydu, padişahın savaş için ihtiyaç duyduğu can deposuydu. Taa Viyana kapılarında, Arabistan çöllerinde, Afrika kentlerinde ölecek, fetihler için durmadan tükenip duracaktı.

Ama hep padişah için... kurduğu sistemin ayakta kalması için... Kendisi hep kaybeden olacaktı, hem canını verecek hem ürettiği malını..

Kurtuluş Savaşı’nın Cumhuriyet ilanı için sonuçlanması, aslında evini barkını, çoluğunu çocuğunu ve kendi varlığını savunmanın bir armağanıydı.

Bu armağan için de Atatürk gibi büyük bir liderin varlığı şarttı.

Yukarıda savaşın “milletin egemenliği ile Cumhuriyet yönetimi ile sonuçlanması, tarihsel koşulların kendine özgü bir sonucudur” derken, bu koşulların en önemli bileşeni Mustafa Kemal Paşa’ydı.

İLK KEZ SAVAŞIN KAZANANI

O olmasa, yanındaki etkin arkadaşlarından bazılarının Kurtuluş Savaşı’nı, çürümüş, rezil olmuş, ülkeyi çökertmiş, bitmiş padişahlık sistemine hediye etmesi ve halkın yine tarihin en büyük kaybedeni olması tehlikesi gündemdeydi...

Cumhuriyetin ilanı, Sakarya ve Büyük Zafer’den sonraki yıl, birbiri ardına, 29 Ekim 1923’te gerçekleşecekti.

Fakat hazırlık olarak, Kasım 1922’de, Zafer’den iki ay sonra padişahlık kaldırılacaktı. Bu erken Cumhuriyet ilanı anlamına da geliyordu. Aslında savaştan önceki kongrelerde (Sivas, Erzurum... ) milli irade vurgusu vardı. The Times gazetesi daha 1919’da, Sivas Kongresi kararlarını “Bir Anadolu Cumhuriyeti kuruluyor. Asilerin başı Mustafa Kemal” diye yorumlayacaktı.

‘FAKAT İHTİMAL Kİ BAZI..’

Saltanatın kaldırılması kolay olmadı.

Meclis’te direniş, uzun tartışmalar vardır. Saltanatçılar, padişahseverlere Atatürk son noktayı koyar:

“Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Söz konusu olan; millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? meselesi değildir. Mesele zaten olupbitti haline gelmiş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Muzaffer komutanın sözlerinin ardındaki büyük güç, Kurtuluş Savaşı’dır, millettir.

Kurtuluş için kanını döken millet, artık egemenliğin doğal tek kaynağıdır.

Meclis’in 1 Ocak 1921’de kabul ettiği anayasanın ilk maddesi de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın kendisini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır” diyordu!

PADİŞAHLIK TEHLİKESİ

Evet, Atatürk yakın arkadaşlarına karşı da mücadele etti. Savaşın komutanlarından Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy ikircikliydi, padişahlık cumhuriyeti gibi bir şey istiyorlardı. Zafer’den sonra yukarıdaki liderlerle Atatürk arasında yapılan tartışmada Rauf Orbay, “Padişahlık ve Halifelik makamına gönül ve duyguyla bağlıyım, kursağımda lokması var. Bu makamı kaldırmak doğru olmaz, onun yerine başka nitelikte bir varlığı koymaya çalışmak, yıkım ve çöküntüye yol açar” diyecekti. Hepsi “halifeliği” korumaktan yanaydı! Alev Coşkun bunu “İslami Cumhuriyet” isteği olarak nitelendirir.

Tabii ki Cumhuriyet laik olacaktı!

Tabii ki savaşın muzaffer komutanı, çağdaş bir ülke, devlet ve millet için yıllardır kurguladığı programını gerçekleştirme azmini hiç yitirmeyecekti.

***

Özetle diyorum ki: Kurtuluş Savaşı’nda ilk kez  millet, Anadolu halkı kendisi için, geleceği için savaştı ve kazandı. Tabii ki artık saltanatı kendi ellerine alacaktı.

Orbay ve diğerlerinin milleti hâlâ saltanat için bir köle deposu olarak düşünme, kursağındaki padişah lokmasına diyet ödemek için milleti feda etme gibi artık bitmişi yeniden diriltme olasılığı ise sıfırdı.

Yaşasın Büyük Zafer!

Sakarya, 30 Ağustos Zaferi’nin habercisiydi

 obursali@cumhuriyet.com.tr

Sakarya, 30 Ağustos Zaferi’nin habercisiydi

29 Ağustos 2021 Pazar

30 Ağustos’u başka bir açıdan yazacağım yarın, o yazıya bir giriş olarak Sakarya Meydan Muharebesi üzerine birkaç söz. Çünkü zafer burada kazanılmıştı...

Tarih bilgisi ve bilinci, ulus olarak var olmanın ve birlikte yaşamanın en önemli aracıdır. Çocuklarımıza, insanlarımıza bu bilinci vermek zorundayız.

***

30 Ağustos 1922 büyük zaferi, aslında bir yıl önce, yine ağustosta, 22 Ağustos - 13 Eylül tarihleri arasında, 22 gün süren Sakarya Savaşı ile kazanılmış ve orada ülkenin kurtuluşu ilan edilmişti! Atatürk, bunun çok büyük ve kanlı savaş olduğunu söyler. Bu meydan savaşı kazanılmasaydı, ülkenin önünde çok zor günler, aylar, yıllar olacaktı ve bir yıl sonraki 30 Ağustos büyük zaferinden söz edemeyecektik. Ankara’nın işgalinin yolu açılacak ve kapıda Sevr başını uzatacaktı!

Bu nedenle Atatürk, en önemli kararlarını, savaşla ilgili emirlerini, bu savaşta verdi.

Bu, savaş tarihine büyük katkı olan, “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh da bütün vatandır” emri veya stratejisidir. Sakarya’yı kazandıran budur.

YENİ SAVAŞ ANLAYIŞI

Cephemiz yarılma tehlikesi yaşamaktadır, Yunan gücü çok büyüktür, yer yer geri çekilmekte askerlerimiz. Atatürk, o sırada ordu cephesinin çökebileceğini göz önüne alarak cephe önemli değildir, her bir siper her bir tepe savunulmalıdır, demektedir; vatan o tepedir, o siperdir: 

Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça, terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekildiğini gören birlikler, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur.”

ÇANAKKALE’DE DENENMİŞTİ

Aslında Atatürk’ün bu stratejisi, Çanakkale’de askerlerine “size ölmeyi emrediyorum” emriyle eşanlamlıdır. Bu bakış Çanakkale’de denenmiş ve zafer kazanılmıştır. Atatürk, Sakarya’da da her bir siperin ölümüne savunulmasını istemektedir. Bu emirle Yunan ordusu karşısında büyük bir direnç kazanılmış ve saldırı kırılmıştır.

Ahmet Yavuz’un HBT dergide dizi halinde sürdürdüğü Sakarya Savaşı’nın çeşitli aşamalarını büyük bir merakla ve yeniden okuyorum. Son sayıda 4. Bölümde Hattı Müdafaa Yoktur Sathı Müdafaa Vardır başlığı altında yazılanlar önemli.  

SIRA DIŞI EMİR

Yavuz diyor ki “En kanlı muharebeler 26’sında yaşandı. Cephenin yarılması tehlikesi ortaya çıktı. Durumun ciddiyeti nedeniyle muharebelerin seyri kritik kararların verilmesini gerekli kıldı. Başkomutan bugün derin bir ikilem yaşadı. Soru şuydu: Ankara’nın boşaltılması gerekli mi, değil mi? Başkomutan önce aşırı tedbirli hareket ederek Meclis ve hükümetin önce Keskin’e, gerektiğinde de Kayseri’ye taşınmasını Savunma Bakanı Refet Paşa’ya emretti. Ancak ardından gönderdiği mesajda taşınma için 27 Ağustos öğleden sonrasının beklenmesini buyurdu...” 

Bu “sıra dışı emir”, en zor koşullardan büyük bir çıkış yolunun ışığını yakmıştır. Ve Ankara’dan tahliyeyi gereksiz kılmış ve aslında bir yıl sonraki büyük zaferi de muştulamıştır.

Atatürk budur. Askeri dehası ile büyük zaferlere imza atmıştır.

***

Ahmet Yavuz’un “Başkomutan- Emsalsiz Lider” kitabını okuyun. 

Atatürk’ün dehasını derinden anlamaya ihtiyacımız var.

29 Ağustos 2021 Pazar

Ümmet yok, millet var devlet var

 obursali@cumhuriyet.com.tr

Ümmet yok, millet var devlet var

26 Ağustos 2021 Perşembe

AKP liderliğine egemen olan görüş, İslam dünyasının tek ve bir ümmet olduğu yanılgısıdır. Dayanağı da yurttaşları ağırlıklı olarak Müslüman olanların tek ve ortak bir peygamberi olduğudur. 

Cumhurbaşkanı da şüphesiz ki bu görüştedir; bu partide ve sıkı yandaşlarında İslam dünyasının bir halife ile temsil edilmesi gerekir. Biliyorsunuz, son halife kimliği Osmanlı sultanlığındaydı ve Atatürk bunu ortadan kaldırdı. AKP’de, belki de liderlikçe de desteklenen görüş, eğer bir halife olsaydı, İslam dünyası bir ve tek olacaktı. Çünkü halife, İslam ümmetinin temsilcisi ve birleştirici, sözüne inanır olacaktı... 

Buradan bir çıkarsama yaparsak, İslam dünyasının parçalanmışlığını halife yokluğuna dayandıranlar vardır. Belki de bu nedenledir ki geçen yıllarda RTE’yi İslam dünyasının liderliğine soyundurdular. Bağnaz siyasi dinci çevrelerde, RTE’ye halifelik cüppesi de yakıştırılıp duruyor biliyorsunuz. Birçoğunun gözünde RTE aynı zamanda halifedir de!!!

Olmayan duaya amin demekte ustalar...

Dün, RTE İslamcı gençlik toplantısına gönderdiği video mesajda, yine bir ümmet olduğumuzu söylerken “Emperyalizm bizleri parçaladı; bilime kültüre, spora önem vermemiz gerekir” dedi.

İlk kısım gerçeklerden uzak, ikinci kısım doğru.

ÜMMET Mİ VAR?

Dinin şüphesiz birleştirici ve tüm ülkelerde ortak yönü var.

Evrensel ortak kültürel bağlar yaratır.

Hıristiyanlığın da Budizmin de vb. öyle..

Fakat ümmet, zamanını doldurmuş bir kavram. Kavimler zamanına ait. Halifeliğin Osmanlı’da olduğu imparatorluk döneminde bile “ümmetlik” birleştirici olmadı ve “ümmet içinde” birbirini yemeler, savaşlar, ortadan kaldırmalar, kan dökmeler zerre eksilmedi. Belki de arttı: Din savaşları, halifelik savaşları, insanlar arası savaşları yeni bir döneme taşıdı!

Dinler, ortak kültürel değere rağmen, her ülkenin coğrafi, etnik, dilsel, kültürel, hatta siyasal yapısına göre biçim değiştirmiştir ve farklı özelliklere bürünmüştür.

ULUSUN VAROLUŞ ÖYKÜSÜ

Her din, ülkelerin kendine özgüdür. Mesele beş vakit, üç vakit namaz kılmak ve oruç tutmakla ilgili değildir.

Millet - ulus çağında, ümmet birliğinden bahsetmek komiktir, tarih, değişim, gelişim bilmemektir.

Ulusu esas belirleyen, din bileşeni dışında ve daha önemlisi, kendi varoluş öyküsüdür.

Kendi varoluş tarihidir, kendi dilidir, ortak etnik varoluş öyküsüdür, kendi alışkanlıkları, kendine özgü kültürel yapısıdır. Din bu yapının bir bileşenidir ve pek çok ülkede zayıflayan bir bileşen olmaktadır.

Bu, dini, politik dini esas unsur olarak alan yöneticilerin, anlamak istemedikleri dünyanın gerçeğidir.

SURİYE VE ÜMMET

Bu gerçeğe yabancı oldukları için bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na ait toprakları ve oradaki kavimleri yine kendilerinin veya Türkiye’nin bir bileşeni, tarihsel parçası olarak gördüler ve bu anlayışları sürüyor. Özellikle Suriye’de. Bu fikrin mimarı da zamanında RTE ile birlikte yol alan ve Suriye politikalarının ortak hazırlayıcısı Ahmet Davutoğlu oldu. Davutoğlu’nun bu politikasını “Ulus Yıkıcılığı Zamanları” kitabımda çağdaş dünyanın olguları açısından eleştirmiştim.

Oysa Suriye topraklarında yaşayanların birlik ve ulus öyküsü farklıydı, Osmanlı parçalanınca, Osmanlı ile olan öyküsü de bitti.

Önümdeki habere bakıyorum: Cezayir, Fas ile diplomatik ilişkilerini kesti. Cezayir Dışişleri Bakanı diyor ki: “Tarih Fas’ın Cezayir’e yönelik düşmanca tavırlarını kanıtlamıştır..” (ayrıntısı: www.aa.com.tr/tr/dunya/cezayir-fas-ile-diplomatik-iliskilerini-kesti/2345034)

Bu örneğe gerek yok aslında, tüm İslam ülkeleri birbiriyle şu veya bu şekilde çelişkili. 

TALKIN VE SALKIM

Gelelim Cumhurbaşkanı’nın doğru sözüne: Evet, İslam ülkeleri bilime çok çok önem vermelidir, uygarlığı yakalamaları mümkün değil yoksa. Fakat Cumhurbaşkanı bunları mesajında söylerken Türkiye’de bilime, liyakate önem vermek zorunluluğunu neden atlıyor?

Neden Boğaziçi Üniversitesi’ne, kendi rektörünü atamakta ısrar ediyor ve üniversitenin gelişimini, çalışmalarını önleyici bir etken rolü onuyor?

AKP’de darbe korkusu mu var? Niye?

 obursali@cumhuriyet.com.tr

AKP’de darbe korkusu mu var? Niye?

24 Ağustos 2021 Salı

AKP’nin emekli askerlere karşı müthiş yargısal saldırısını yazıp duruyorum, bu üçüncü ve son yazı. 28 Şubat 1997 davasında 14 emekli generale ömür boyu hapis cezası verildi, bu davayı açan savcı hapiste! 

FETÖ’nün orduya kumpası dedikleri Balyoz davasından herkes beraat ettirildikten sonra karar Yargıtay’da bozuldu ve yooo, 7’sini suç örgütü kurmaktan içeri atalım dendi, mahkemeye geri gönderildi...

Emekli Amiraller, Kanal İstanbul’un ve Montrö Antlaşması’nın yeniden ele alınması tartışmalarında görüşlerini açıkladıkları için soruşturuluyorlar. Amiraller, bu ülkede hele hele iktidarın hoşuna gitmeyecek toplu görüş açıklamanın ne kadar büyük bir suç olduğunu bilmiyorlardı, öğrendiler! (Bu arada bildiri hazırlığı sırasındaki WhatsApp konuşmalarını içlerinden kimin hükümete ilettiğine ilişkin de bir isim dolaşıyor...)

Emekli amirallere Savunma Bakanlığı’nca susun ve oturun oturduğunuz yerde, yoksa... uyarılarının yapıldığı da medyaya yansıdı!

Bu kadar mı? Hayır Askeri Şûra’da zamanı gelen “Atatürkçü” subayların da yükseltilmeyip kadrosuzluktan emekliye sevk edildiklerini bunlara katın.. Askeri Şûra aynı zamanda siyasi kararlar yeri... Hükümler kesin.

KORKUNUN İZİ

Bakıyoruz iktidarın eli, dili sürekli ordu üzerinde, emekli olsun olmasın.

Kulağıyla da dinliyor ayrıca.

Neyi diyeceksiniz, eğer bir “darbe korkusu” varsa, bir şekilde kokusunun izini sürüyor; bu korkunun izi.

İktidarın bu operasyonlarının salt intikam duygusu taşıdığını düşünmüyorum. Öyle gözüküyor ki askerlere karşı derin güvensizliğin dışa vurumları tüm bunlar.  

Muhalefetten kimse bu konuyla uğraşmazken son olarak Pelikancı Hilal Kaplan darbe korkusunu dillendirdi. İktidarın baş yazarlarından biri olduğuna göre, yazısıyla aslında iktidardaki bu korkuyu dile getirdi. Ordu içinde bazılarının aklına darbe yapmak gelebileceği endişesini veya korkusunu yazdı büyük olasılıkla.

FOL YOK YUMURTA YOK, NİYE RAHATSIZLAR?

Bu nedenle iktidar, yargısıyla emeklileri “döverken” aslında muvazzaflara sopa gösteriyor, denebilir. Onlara hiç aklınıza böyle şeyler getirmeyin, yoksa halinizin ne olacağını açtığımız davalarda görüyorsunuz, diyordur.

Ordu içinde böyle düşünceler mi var? Hiç sanmıyorum. Hele FETÖ’cülerin 15 Temmuz kanlı darbe girişimlerinin sonuçları ortadayken...

Zaten darbe girişimini engelleyen en büyük güç de Atatürkçü subaylar oldu. İktidarın Atatürkçülükten nefret ettiğini de biliyoruz, nitekim ordu içinde atamalarla, eğitimde yaptıkları değişimlerle, ordu subaylarına kaderiniz tamamen bizim elimizde diyerek silyasete bir bağımlılık yaratmak istedikleri de görülüyor. Atatürkçülüğü tasfiye edebilmeleri mümkün de olmadığına ve ordunun da korkuya yol açacak bir davranışı beklenmediğine göre, peki niye rahatsızlar sürekli?

Belki de en iyi ordu, SADAT gibi adamların yönetimindeki ordudur bizim için, diye düşünüyor olabilirler. Bu da pek mümkün değil.

Belki gerçekten bir intikam hissi vardır; bu, ülke yönetmenin en ilkel durumudur der geçerim.

BUNUN ÖTESİNDE NE KALIYOR?

Şöyle mi düşünüyorlar: Biz önümüzdeki zaman içinde anayasal, yasal durumları zorlayacağız, laik demokratik sosyal hukuk devleti bizim için zaten bir masaldır, buna şimdilik görünüşte uyuyormuş gibi yapıyoruz (yapamadığımızı da zaten görüyorsunuz!), niyet ve programımızı uygulamamıza özellikle toplumun önemli örgütlü güçlerinden hiçbir itiraz gelmemeli. Sivili kontrol ederiz ama ordudan gelebilecek itirazlar olabilir. Şimdiden önlemler almalıyız....

Bu yazdığımı ciddiye almayın, uydurdum, postmodern dünyada hayal kurmak ve atmasyonlar serbesttir. Bunu yapıyorum sadece...

***

Haa, bu arada, ordunun teslim edildiği eski asker, siyasi liderin adına mı yoksa gelecek için kendi adına mı bu teslimatı aldı, hiç bilmiyorum.

28 Ağustos 2021 Cumartesi

FETÖ kumpaslarını da dirilten iktidarın emekli askerlere şiddeti -2

 obursali@cumhuriyet.com.tr

FETÖ kumpaslarını da dirilten iktidarın emekli askerlere şiddeti -2

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Dünkü yazımın sonunda sormuştum: “İyi de emekli generallere karşı FETÖ ile işbirliği dönemindeki gibi yargı şiddetini hâlâ sürdürmesinin nedeni ne?”

Siyasi yargı şiddeti alabildiğine çalışıyor eski askerlere karşı. Asker dememe bakmayın, hepsi ordunun üst düzey yöneticileri olan emekli subaylar. Sapına kadar yurt ve Atatürk sevgisi ile yoğrulmuş hayatları var ve 100 yaşında bile gidip hapis yatacak cinsten... Dün sözünü ettiğim 28 Şubat kumpasının kurbanları...

Acaba iktidarın sahipleri onların durumlarında olsa nerede olurlardı, merak ederim... 

BALYOZ DAVASI GERİ SARILIYOR

Siyasi yargı şiddetine ikinci örnek: FETÖ boğazını sıkınca Orduya kumpas kurdular diye bas bas bağıran iktidarın söz konusu kumpas davası olan Balyoz’da beraatların yedisi, iktidarın oluşturduğu Yargıtay’da bozuldu. Balyoz sanıklarının hemen hepsi tahliye edilmiş, davayı kumpas olarak gören siyasi iktidarın iradesi doğrultusunda mahkeme beraat kararlarını vermişti.

Ama iktidar, Balyoz’un FETÖ kumpası olduğu iddiasından yan çizdi ve davadan hüküm çıkarmak için kolları sıvadı. Orduya kurdukları ortak kumpastan beraat etmelerini içlerine sindiremediler.

BİNALİ BEY İŞARETİNİ VERMİŞTİ

Bunun işaretlerini, hakkında milyarlarca dolar serveti olduğu iddiaları havada uçuşan Binali Yıldırım, Yargıtay kararından önce vermişti. Demek ki oturup konuşmuşlar, kumpası canlandırma kararı almışlar... RTE’nin emanetçisi Yıldırım, karardan önce tıpkı FETÖ ve yargıçları, savcıları gibi konuşmaya başlamış, Balyoz’un bir darbe girişimi olduğunu birkaç kez söylemişti.

E, hani orduya kumpas kurulmuştu? Siyasetçinin tutarsızlığı ve yalanının bini bir para!

Arkasından Yargıtay, Balyoz kararlarını bozdu.

Yargıtay, Balyoz davasında yedi kişinin beraatlarını bozarken “Yedi kişi darbe teşebbüsünden değil, 3-12 yıl ceza öngören suç için ‘aralarında anlaşma yapmaktan’ yargılansın” dedi.

Şimdi Kartal Mahkemesi’nde sanırım 22 Ekim’de duruşmaları var.

YEDİ KİŞİ NASIL BİR ARAYA GELDİ?

 Anımsatma için: Balyoz davası, biliyorsunuz, Yunanistan’dan yapılabilecek bir saldırıya karşı koymak için savunma senaryosunun tartışıldığı Birinci Ordu olağan seminerinde, sözde darbe planlandığı zırvası üzerine kurulmuştu. Fatih Camisi bombalanacaktı falan.. Şimdi bu iddiayı ileri sürenlerin bir kısmı, gazetecileri ve yargıçları dahil, kumpastan içerideler!

Peki, bu yedi kişi nasıl suç işlemek için bir araya gelmiş? Somut hiçbir iddia yok. Mahkeme nasıl karar verecek, merak konusu.

Seminere dönelim: Oraya katılan onlarca subay konuşma yaptı. Bunlar arasından altı kişi seçildi. “Suç örgütü lideri” olarak da Çetin Doğan’ı başlarına koydular, etti yedi.

Beşi general, ikisi albay.

Bu nasıl suç örgütü ise aralarında “çete başı” Çetin Paşa’nın 1. Ordu Karargâhı’ndan hiç kimse yok.

Çetin Paşa’nın altındaki kolordu komutanlarından hiç kimse yok.

Biri Edirne’de, biri İstanbul’da tümen komutanları var. İstanbul’da iki farklı komutana bağlı iki tuğgeneral.. Biri Saray ilçesinde garnizon komutanı albay, diğeri İzmit’teki kolordu karargâhında...

SADECE İNTİKAM MI?

Hiyerarşik olarak birbirleriyle bağlı olmayan altı kişiyi Çetin Paşa örgütlemiş ve suç örgütü oluşturmuş. İddianın hiçbir maddi temeli yok. Tam bir zırvalık, hukuk yok, siyasi karara hukuk kılıfının giydirilme gayreti var.

Ama dedik ya oturup kararlaştırmışlar, birileri mahkûm olsun da Balyoz kumpasımız tamamen boşa gitmesin...

Bunun işaretini de “dolar milyarderi” iddialı Yıldırım’a verdirmişler.

Siyasetçi için siyasetin utanç verici durumlarını omuzlamak ne kadar zor!

Bu arada, yedi kişiden emekli korgeneral, Balyoz mağduru Metin Yavuz Yalçın dün vefat etti. Çetin Doğan da 28 Şubat kumpasından ömür boyu cezalı. Ne olur ne olmaz, ayağına bir kelepçe daha!

Siyasi hukuk şiddetine uğrayan emekli amiraller de var. Bu da üçüncü hukuk şiddeti...

Emekli askere bu siyasi saldırı sadece bir intikam davası mı?

Hayır tabii, arkada derin korkular var... Yarın bunu yazıp noktalayacağım.