Dünkü yazım üzerine Mehmet Altan aradı. Kızgındı, normal. Verdi veriştirdi tabii ki.. Mehmet, eskiden rastlaştıkça hoşsohbetim olan bir insan. Bir çok açıdan “cesur” da bulurum.. İnsan AKP’yi destekleyebilir, görüşleri örtüşüyordur veya AKP’li bir gazetede başyazarlık yaparak ve AKP politikalarını destekleyerek ekmeğini kazanıyordur. (Böylesi çok var, bunların bir kısmı yarın görüş de değiştirir, devran dönmüştür çünkü). Bunu, yeri gelince eleştiri konusu yapabilirim ama kınamam! Derin insallık hallerindendir! Mesela eskiden YÖK’ü yerden yere vururdu, şimdi ise YÖK üzerine yılda bir kez yazar-yazmaz... Mesela bunu eleştiririm!
Mehmet en şiddetli olarak doktorasından girdi tabii söze.. “Ben doktoramı Sorbonne’dan aldım, bunu bile bilmiyorsun ve yanlış yazıyorsun,” dedi. Dünkü yazımda doktora ile ilgili şöyle yazmıştım: “O, Avrupa standartlarına çok meraklıdır. Değil profesör, doktora bile alamazdı Avrupa’da.. Bu standartlara uymalı ve öncelikle şu cüppesini bırakmalı. Çifte standart ayıp oluyor.”
Doktorasını Sorbonne’dan almış. Sorbonne’da insanı boş bırakmazlar, doktora payesi öyle kolay vermezler, mutlaka başarılı ve ciddi bir çalışmadır. Tabii, Mehmet’in doktorasını Fransa’da yaptığını araştırsaydım (bir eksiklik!), bu cümleyi öyle değil şöyle kurardım:
“O Avrupa standartlarına çok meraklıdır, orada doçent ve profesör olmak için doktorandan sonra yaptığın bilimsel araştırmalara bakarlardı.. Eğer araştırmaların yoksa, ne doçent ne profesör olabilirdin. (Öyle değil mi Mehmet!).. Ama Türkiye’de hem doçent hem profesör oldun... Avrupa standartlarını kendine uygula ve profesörlük cüppeni çıkar..”
Mesela bugün Türkiye’de doçent ve profesör olabilmek için bilimsel araştırmalar yapmak ve bunları kanıtlmak zorundasın. Sen o zamanlar dosyanda bugünkü kıstaslara göre tek bir bilimsel araştırman bile olmadan, -yasal olarak-profesör oldun!
Mesele budur ve dünkü yazımın merkezinde de bu düşünce vardır... Sorbonne’dan doktoranı alman, bu gerçeği değiştirmiyor! O nedenle yineliyorum: Profesörlük cüppeni çıkar! Sorbonne doktoranı gölgeleme!
***
Mehmet, OdaTV konusunda şöyle dedi: “Sen biliyor musun o yazıyı yazarken elimde ne gibi bilgiler var?” Hayır bilmiyorum, ben sadece yazdığın yazıyı biliyorum!
“Bende neler var neler” masalını biliyoruz. Söylediğinden anlıyorum ki, bugün Balyoz ve Ergenekon operasyonlarını düzenleyen ve yönetenler (emniyet ve savcılık olsa gerek, bir de iktidardan birileri!), sizi arada sırada toplayıp “brief” ediyorlar ve yönlendiriyorlar! Yani gaz verip kamuoyu yaratmaları için, affedersin, “kullanıyorlar”. Şu sahip olduğun “bilgi”leri bir yazsan da öğrensek?!
Dedin ki “bak Can Dündar ne yazdı OdaTV hakkında”.. Baktım, OdaTV Dündar’a hoş davranmamış, eğer öyleyse (ki olasılık büyük), çok ayıp yapmışlar! Çünkü, polemiği gerçekler, olgular, doğrular üzerinden, mesleki etiği gözeterek yaparsanız bir anlamı olur, ucuzlamazsınız, polemiğiniz değer katar, kazandırır, nitelikli olur! (Bilimsel ve düşünsel gelişmemiş bir Türkiye manzarasının yansıması.)
Ama OdaTV’nin arada sırada böyle “fauller” yapması, bu internet yayıncılığının iktidar muhalifi niteliğinin ve yeteneğinin olmadığı, yalanlar yazdığı anlamına gelmez.. OdaTV’ye “oh ne iyi oldu” diyenler, iktidar ve ortaklarının sürdürdüğü kirli propagandanın yalan ve yanlışlarının ortaya çıkmasından rahatsız olanlardır.. Bir kaç faullü, yanlış yazıyı, bu yayının yokedilmesine bir gerekçe gösteriyorlar! Ne ayıp!
Ahlaksızlığın üst noktasıdır bu! Ama Can Dündar, yazısında, hiç bu ahlaksızlığa bulaşmıyor, temiz kalıyor ve gazetecilik etiği, özgürlüğü adına yine de OdaTV’yi savunuyor...
İnsanların gerçek niteliği, zor günlerde ortaya çıkar, gerçek gazeteciler de! Ama “meslekten” gazeteci olmayıp da gazeteciliğe siyasi nedenlerle bulaşanların foyası da böyle zamanlarda hemen ortaya çıkar!
Oysa iktidar adına “OdaTV yetmez, medyada daha neler var neler, onlar da yokedilmelidir” diyerek ortalığa dökülmek, utanç vericidir. Yüz kızartıcı bir suçtur, en azından basın etiği gereğince..
İnsanlık gereğince demiyorum!
Çünkü insanlığın tarihi, insanlığa, toplumlara karşı sürekli suç işleme tarihidir! Bu açıdan, kapkaranlıktır bu tarih!
***
Evet, yineliyorum: Mehmet, Avrupa standartlarına göre asla alamayacağı profesörlük ünvanını, derhal bırakmalıdır!
Bir de soruyorum: Şu Balyoz’daki 11 nolu “sahtekar CD” üzerine ne düşünüyorsun?
--18 Şubat 2011 / Bilim ve Siyaset, Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder