Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

18 Kasım 2012 Pazar

Isınan Kimin Suyu?


Başbakan ile Davutoğlu ikilisinin bugüne kadar sürdürdükleri dış politikalarının, öncelikle Ortadoğu ve Suriye, sonra da Avrupa Birliği politikalarının karaya oturduğu tartışılmaz ortada. Bu ikilinin içine düştükleri açmaz öyle sıradan değil, yenilir yutulur da değil: ABD’nin RTE ile ilişkilerinde belki de yeni bir dönemi başlatacak kadar ciddi olabilir!
Ne demek istiyorum, açacağım.
Suriye’de tam karaya oturdular. Büyük laflar ettiler, yeni angajman kuralları ilan ettiler, bu kurallara göre güya Suriye uçakları vb 5 km’den daha yakına yaklaşırsa vuracaklardı! Suriye dış destekli isyancıları helikopter veya uçakla neredeyse sıfır noktasına, sınıra kadar kovaladılar ama Türkiye bir karşılık vermedi. 5km’lik angajman kuralını da, hükümete “hadi neden Suriye uçağını vurmadın” diye hesap soran Suriye savaşçısı gazetecinin yazdığından öğrendik.
Şimdi düşünün, siz Suriye’ye kendi toprakları üzarinde uçmayı yasak edecekseniz, 5 km içinde uçarsanız vururuz diyeceksiniz! Bu nasıl iş? Bu arada Suriye’nin de Türkiye’ye karşı aldığı angajman kural ve kararlarının ne olduğunu kimse sorgulamıyor!?
Türkiye akıllı bir kararla, aldığı bu kuralı uygulamaktan vazgeçti veya değiştirdi. Veya bu kural, Utku Çakırözer’in belirttiği gibi, aslında sadece sınıra tecavüz durumunda geçerliydi ve bu durumda sınır birliklerine emir beklemeden vur talimatı devredilmişti! Medyamızdaki o gazeteciler dolduruşa gelmişti ve şimdi de neden vurmuyorsun hesabını soruyorlardı! 
Davutoğlu, Suriyeli mültecilerin sayısına da sınır koymuştu: 100 bin! Bu sayı aşılırsa, Suriye içinde bir güvenlik bölgesi oluşturulacaktı! 100 bin çoktan aşıldı! Ama iktidar kıpırdamadı. 
Savaşı kışkırtacak herşeyden kaçınmak iyidir!
İktidarın Suriye politikası çökmüştür. İyi de olmuştur. Sanki sağduyu Ankara’nın kapısın çaldı!
***
Acaba sağduyu mu kapı çaldı, yoksa ABD ve NATO, Ankara’nın Suriye politikasını dizginlediler mi? Ankara çıplak ortada yalnız mı kaldı?
Sanırım ikincisi!
ABD hatta şunu gördü: Erdoğan ve Davutoğlu, ABD’yi ve NATO’yu Suriye’de savaşa çekmeye çalışıyor! Geriye doğru bir yıl içinde Ankara, Suriye’ye sürekli askeri müdahale- yapılmasını öngören politika izledi! Ankara, örneğin Sovyetlerin Esad’ın arkasında olmasınının önemi ve anlamını da yeterince görmedi.. 
Ankara bir şey daha görmedi: Suriye’ye bir askeri müdahale yapılacaksa veya bunun sonucu Ortadoğu iyice karışacaksa, bunun yöntem, zaman ve nasıl olacağını Pentagon ve Beyaz Saray belirler! Ankara değil!
İktidar, söz yerindeyse bir “yetki gaspı”na kalkıştı!
Ankara’nın bu tutumunun, Washington’u büyük ölçüde rahatsız ettiği söylenebilir.
Hatta Washington RTE’yi “başına buyruk işlere kalkışabilir ve ciddi tehlikeler yaratabilir” bile buluyor olabilir..
Bunu nereden anlıyoruz? Amerikan dış politikasının demirbaşları olan “ağır basın”ın yayınlarından: ABD’nin önde gelen gazeteleri, Ankara’nın Suriye politikasına karşı yayınlar yaptıktan sonra, en son örneğin Wall Street Journal “Erdoğan'ın, sık sık Osmanlı İmparatorluğu'nun gücü ve itibarını yeniden kazanma hayaline bağlanan aşırı hırsı”na değindi, “NATO'dan uzaklaşan, giderek daha düşman devletlerle çevrilmiş, iç krizler ile boğuşan Ankara” manzarası çizdi..
Gazete "Türkiye'nin İslami Dönüşü" başlıklı Daniels Pipes imzalı makalesinde şunu da dedi: "Ülkenin istikrarlı, laik, Batı yanlısı geçmişinin son izleri kayboluyor. Seçmenler isyan ederse, demokrasi de tehlikede olabilir.. Türkiye, büyüklüğü, konumu, ekonomisi ve sofistike İslami ideolojisi nedeniyle Batı'nın Ortadoğu'daki en büyük sorunu haline mi gelecek?"
***
ABD, önce Ankara'yı Sovyet tutumunu test etmek için kobay olarak kullandı.. Şimdi ise gelinen noktada Hilary Clinton, Suriye inisyatifini bile Ankara’nın elinden tamamen kendi kontrolüne geçirdi!
Ankara, ABD’nin bu tavrını görerek Suriye konusunda epey suspus oldu!
Aklınıza ne geldiğini biliyorum: Cüneyt Zapsu’nun sanırım 2005 yılında Amerikalılara RTE için dedikleri.. Amerikalılar, Ankara’nın bu öneri ve mesajını akıllı bulup uygulamışlardı! 7 Yıl! Birlikte, Ordu mordu, hukuk-yargı herşeyi dümdüz gittiler. Ama RTE’nin otoriter hırsı, medya üzerinde tam kontrol girişimi ve ileri demokrasi palavrası altında demokratik parlamenter rejimi geliştireceğini budama girişimleri... Avrupayı olduğu gibi ABD’yi de ciddi endişelendiriyor, yorumu yanlış olmaz.
Bir sürecin sonuna geliniyorsa, o zaman ikinci ve üçüncü seçenekler üzerinde çok ciddi olarak duruluyor ve durulacak demektir..
Bu köşedeki analizleri izleyenler, ne demek istediğimi bilirler!
---18 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

17 Kasım 2012 Cumartesi

Adalet Mülkün Temelidir, Sanan Aptallar


Dün halkın haber alma hakkına, basın özgürlüğüne vurulmak istenen en büyük darbelerden biri odatv davasını izlerken, Hanefi Avcı ve Soner Yalçın’ın parlak savunmalarını dinlerken,  kalemiyle oynayan ve gözü önündeki ekrandan olan savcının huzursuz olduğunu farkettim. Ya ben duruşmada bir hayal alemine daldım yahut da savcının kendisi.. Savunmaların bitiminden sonra Savcı bey hemen söz alıyor, tutuklulara ve mahkeme heyetine dönerek şöyle sesleniyordu:
“TÜBİTAK’tan gelen rapor ve sanıkların aylardır yaptıkları savunmalara ek olarak bugünkü savunmalarından sonra kesin kanaat getirdim ki, bu dava haksızlıklar ve düzenbazlıklar üzerine kurulmuştur. Biz kandırıldık, tamamen bir film senaryosu gibi kurgulanan, ancak gerçeklerle hiç bir ilgisi olmayan böyle bir davaya alet edildik. Devlet içinde bir takım karanlık güçler, sanıkların haklı olarak çete dedikleri bir örgüt bizleri yanılttı.. Elimize verdikleri deliller uyduruktu, düzmeceydi, ne yazık ki bunu çok geç anladık..
“Bu çete üyeleri, taa Pensilvanya amerikasından, emniyet içindeki yardakçılarını da kullanarak, sanıkların bilgisayarlarına dışarıdan bazı dosyalar yüklediler. Şimdi çok net anlaşılıyor ki, bizim suç delili olarak gördüğümüz bu dosyaları, yargılanan sanıkların hiç biri yazmadı. Devlet içindeki bir suç çetesi bunları imal etti ve sanıklar yazmış gibi bize kabul ettirdi.
“Bir hukukçu olarak, bu düzmece davaya daha fazla alet olamayız..  iddialarımızı geri çekiyoruz, iddianameyi iptal ediyoruz, sanık ve ailelerin hepsinden özür dileriz.. Onlara işkence çektirdik.. Bu dava ne yasalarımıza göre ne hukuk etiğine göre ne de  hukuk adamı vicdanlarımıza ve adalet duygularımıza göre artık sürdürülebilir.. 
"Bu dava hepimiz için yüz karasıdır. Utanç vericidir. Ülkemiz adaleti, vicdanı ve yargısı için kabul edilemezdir. Bütün Türkiye halkından özür diliyoruz.. Ben bu yükü artık kaldıramam.. Böyle bir tuzağa düştüğüm için cüppemi de çıkartıyorum, Mesleğimden istifa ediyorum ve davadan çekiliyorum.. Sayın mahkeme heyetine, sanıklara ve vekillerine ve izleyicilere arz ederim...
***
Ne yalan söyleyeyim uzun süre böyle bir konuşma oldu gibi yaşadım. Kendimi arada sırada çimdiklememe rağmen, bu düşünceler içinde yarı hayal dünyada yaşadım. Duruşmadan çıktıktan sonra dava ne olur sorusunu soranlardan bir kısımna, onlar artık serbest bugün bırakılıyorlar; bir kısmına da hayır buradan tahliye çıkmaz dedi. Savcının tutukluluk hallerinin devamına isteğini okuyunca, ulan aşkolsun beni yanılttı  bu adam dedim..
Mahkemenin de savcının isteği doğrultusunda karar verdiğini okuyunca ekrandan, yuh olsun bana dedim, artık hayal aleminde dolaşmamayı ne zaman öğreneceksin.. Orada savcı diye bir özgür hukukçu mu vardı, karşıda oturanlar gerçekten bir mahkeme heyeti miydi.b.
Yargıç nerede, hukuk nerede, yasalar nerede, iddianame nerede, savunma mı yapıldı orada, deliller çürütüldü de bunu  farkedecek yasa adamı mı vardı..
Hiçbirinin gözleri kör, kulakları tıkalı değildi, hepsinin algılamaları yüksekti, bilinçleri tamamen açıktı, kasıtlı olarak hazırlanan ve sahneye konan çok yönlü cinayetin ayırdındaydı hepsi..
Herkes dün katledilen bir adaleti, öldürülen vicdanı, uçurumdan atılan yasaları, karınlarındanz yüzyüze hançerlenen sanıkları seyretti. Aynı hançer izleyicilerin de sırtına saplanmıştı ve  hepsi acı içinde kıvranarak büyük mide bulantıları içinde kaçışıyorlardı...
Duruşma salonuna son bir kez göz atanlar, karşılarındaki duvarda Adalet Mülkün Temeli Değildir, Lütfen Bir Yanılgı Olmasın yazısını okuyorlardı..
-17 Kasım 2012 / İzlenimler - Cumhuriyet

16 Kasım 2012 Cuma

Çete, Soner’e Pusuya Yatmış


Yarın sabah, hiç yüzyüze karşılaşmadığım, telefonla bile konuşmadığım, ama sanki uzun yıllardır tanıyormuşum gibi duyumsadığım ve sohbet etmeyi özlediğim Soner Yalçın’ın mahkemesi var. Arkadaşları serbest bırakıldı, kendisiyle birlikte, dünyanın en garip ama en intikamcı tutuklanmasına tanık olduğumuz Hanefi Avcı ve örgüt liderinden başka herşey olabilecek Yalçın Küçük (ikisiyle de hiç karşılaşmam ve konuşmam olmadı, Küçük’ü duruşmalarda gördüm), toplam 3 kişi tutuklu!
TÜBİTAK bir rapor daha göndermiş ki allahlık. Mahkemeye açıklık getireceğine, işleri daha da karıştırdı! Ama bu bilirkişilere bu karıştırma görevinin sanki verildiğini düşünelim.
Benim şüphem yok! Bilirkişi denen adamlar, mahkemede suçlama konusu olan dosyaların dışında, Soner’in Hürriyet’e yazıp gönderdiği dava ile ilgisiz yazılar üzerinde durup kafa karıştırıyorlarsa, emir üzerine hareket ettiklerini düşünmekten başka çare kalmıyor..
Dava çökmüştür, ama bu davayı tezgahlayan sahtekarlar çetesi işin içinde! Çöktüğünü kabul etmiyor, davayı uzatmak için binbir hile peşinde koşuyor, davanın Ergenekon’a bağlanması için elinden geleni yapıyor. O zaman Odatv davası uzamış olacak, Soner Yalçın ve arkadaşları içeride tutulacak ve Ergenekon kararlarına dahil edilecek..
***
TÜBİTAK’tan göndertilen son raporun amacı da işte bu!
Mahkemeye bulanıklığı artıtrılmış bir rapor göndermenin anlamı şudur: Biz sizi aptal yerine koyuyoruz, sen bu işin içinden çıkamayacaksın! Bu rapora göre tutuklamaya devam kararı vermek zorundasın!
Ama bir yandan da raporcular kendilerine kaçamak bir kapı da bırakıyorlar. Soner bunu saptamış, diyor ki: “Bütün bu zorlamalara rağmen TÜBİTAK ek raporu şunu demektedir.. İddianameye konu olan dokümanların her 3 bilgisayarda da oluşturulmadığı, açılmadığı ve değiştirilmediğini söylemektedir. Ve hatta işletim sistemi izleri ve dosya sistemi üst verilerinin bu kanaati daha da kuvvetlendirdiğini açıkça ifade etmektedir.
Yarın Mahkeme, önlerine konan zırvalığı ellerinin tersiyle bir kenara itip, vicdanlarının sesine, giydikleri yargıç cüppelerinin ahlakına, aldıkları hukuk eğitiminin bilgisine, bu yargılamalardan daha önce verdikleri kararların namusuna ve yüzü suyu hürmetine, asil davranmalı ve Soner ve arkadaşlarının tutukluluk hallerini kaldırmalıdır.
Çetenin planları, bu kez, mahkemede sökmemelidir ve arkadaki adalet mülkün temelidir yazısına çarpıp paramparça olmalıdır.
Bu davayı, çetenin başına çalmak için elimizden gelen herşeyi yapmalıyız arkadaşlar..
Bu sinsi, çetenin bu aptal geri zekâlı planı bozulmalıdır.
Bu utanmazlık karşısında bütün dünyayı ayağa kaldırmaya hazırlanalım!
Bu oyunun arkasında şimdi kim var acaba, iktidarın dışlanan ortağı, cemaat mı hâlâ!?
***
O Mektubu Yazan Bendim

Hayır ben değilim: Balbay! Sevgili Balbay yeni bir kitapla, hapishaneden 6. kitabıyla karşımızda! Bu kitap sevenlerinin, okurlarının duygu ve düşüncelerini paylaştığı mektuplardan seçmelerden oluşuyor. Balbay’a dört yıldır güvercinler uçuyor, mektup taşıyıp duruyorlar!
Binlerce mektup arasından Balbay çok güzel bir seçki yapmış. Mektuplara bakıyorum, aslında gönderilen bütün mektuplar sanki kitapta yer almış gibi! Herkes orada! Herkesin yazdıklarından bir parçayı başkasının mektubunda bulacaktır.. Zaten yazanların isimlerini koymamış kitaba! Yazanların el yazılarından fotoğraflarla belgeli hale gelmiş kitap.
Hapishanede ölen MİT uzmanı Kaşif Kozinoğlu’nun Balbay’a yazdığı mektup da, tarihe tanıklık ediyor kitapta! Kozinoğlu’nun  biliyorsunuz el yazılarıyla yazdığı ve olayların arka planları hakkında verdiğ ibilgiler veya yaptığı değerlendirmelerin belgeseli, Kaynak Yayınları’ndan da çıktığını anımsatalım.
Mektup- şiir.. başlıkları bile Türkiye’nin duygu ve düşüncelerine ayna tutuyor..
İşte Cumhuriyet orada diyorsunuz.. Demokrasi orada, gerçek insanlar orada..
Türkiye ki şu siyasi ve keyfi hapishane dramını atlatamamış bir ülke!
Orada ne demokrasiden ne gelişmişlikten ne uygarlıktan ne insanlıktan bahsedebiliriz..
Bu acı sürdüğü sürece, pusudaki karanlıklardaki iki yüzle kurt-insanlardan kurtulamadığımız sürece, ülkenin işi zor.
---15 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

13 Kasım 2012 Salı

Başkanlık, Açlık, İdam


Evet, önce iki mesajla (dün) sosyal medyada paylaştım konuyu: Başbakan R.T. Erdoğan’ın açlık grevcilerine karşı tutumu ile bütün yetkileri elinde toplamak istediği Başkan olma arzusu birbiriyle ne kadar örtüşüyor!
Örtüşen başka bir iradesi daha var: Başkan olma talebi ile İdam isteği!
Sosyal medya paylaşımındaz hemen yanıtlar geldi: “İstikrar diye buna derim ben!”.
Başka bir yanıt: “Batı'nın Ortadoğu'ya model olarak layık gördüğü lider tipi bu işte. Küresel kapitalizmle barışık, güç sarhoşu, otokrat, demogog.”
Başkanlık (bütün yetkiler!)- İdam - Açlık grevlerine karşı o soğuk, aldırmaz vurdumduymaz tutum... Bu üçlü davranış veya düşünce, tesadüfen bir araya gelen özellikler değil. Birbirini çağrıştıran, destekleyen ve kümülatif etkisi bakımından da ortaya net bir “Başkanlık Fotoğrafı” çekip koyuyor!
***
Başbakan, alelacele ismini verdirttiği Rize Üniversitesi’nde cüppe giyip konuşma yaptı. Ecevit’in adını da Zonguldak Kara Elmas Üniversitesine verdirtti ki, olayı örtbas etsin.. Hangi olayı diyeceksiniz: Bir insan, henüz iktidarının zirvesinde ve tam bir Muktedir konumunda iken, adını üniversitelere falan verdirtiyorsa, yanlıştır, etik değerlere aykırıdır, ve bence ayıptır. Cumhurbaşkanı’nın adının da, henüz gücünün zirvesindeyken üniversiteye verilmesi yanlıştır.
Bakın, Ecevit için aynı şeyi demem. Zonguldaklılar üniversitelerine Ecevit’in adının verilmesini isteyebilirlerdi ve bir kampanya açabilirlerdi. Yapmadılar veya ben duymadım!
Değerli olan, iktidardan gittikten sonra, başka güçlerin ve iradeerin böyle bir girişimde bulunulmasıdır. RTE iktidarın doruğunda iken, geçmişte bazılarının isimlerinin bugün nasıl silindiğinden bahsediyor! Belki de isimlerin kendi iktidarı dörneminde sildirildiği daha doğrudur! RTE, kendisinden sonra bu isimlerin hep ayakta ve orada kalacağından nasıl bu kadar emin?
İşte “Büyük Güç” budur! İnsanın iktidarda iken kendisinde duyduğu mutlak güç ve yanılmazlık budur. Bu tam bir otokrat kimliğin dışavurumudur. Ziyaret ettiği Brunei Sultanı Anayasasına ne yazmış (doğru mu araştırmadım, yakıştırma bile olsa, ülkede ve Sultan’daki genel kanıyı dile getiriyor): Hata Yapmaz!

“Dışarıdaki Gazeteciler”

Hapishanede olmayan “tutuksuz gazeteciler”, “Dışarıdaki Gazeteciler” adıyla kurdukları internet sitesinde basın özgürlüğünü savunuyorlar. Orada yayımlanan mesajımı, Otokratizmin Türkiyesi ile basının durumu örtüştüğü için paylaşıyorum:

Farklı kurumlarca gerçekleştirilen uluslararası ölçümlerde Türkiye’nin basın özgürlüğü karnesinin çok kötü olduğunu biliyoruz. 170’i aşkın ülke sıralamasında, iki farklı ölçümde Türkiye 118.ci ile 140.cı basamaklarda yer alıyor. Yine uluslararası demokrasi göstergelerinde de ülke yarı-özgür/melez rejimler grubunda bulunuyor. Yani Türkiye basın özgürlüğü ve demokrasi bakımından dünyanın en geri lükeleri arasında sayılıyor.
Demokrasi bütün kurum ve ilkeleriyle işlese, ülke özgür olsa, basın da özgür olur. KCK yargılamaları olsun, Odatv, Ulusal Kanal ve Aydınlık gazetesi üzerindeki baskılar ve yargılamalar olsun, gazeteciler üzerinde baskılar, uluslararası gazetecilik meslek örgütlerini bile isyan ettirici boyutlara ulaştı. İktidar hem medya (yazılı ve görsel basın) patronlarını, çeşitli devlet araçlarını devreye sokarak baskı altına alıyor, hem de doğrudan gazetecilere hukuki kumpaslar kurarak veya yasal faaliyetini yasadışı faaliyet olarak göstererek, yargılama yoluna gidiyor. Mesleki faaliyetlerde bulunan gazeteci yargılamalarının hemen hepsi, ne demokrasi ne hukuk ne de adil yargılama ilkelerine sığmakta..
İktidarın eleştiriye, muhalefete tahnammülü olmadığı bir gerçek. Bir yandan yandaş medya yaratarak kamuoyunu iktidarın politikaları doğrultusunda biçimlendirme amacını gerçekleştirirken öte yandan merkezi medyayı da baskılayarak, iktidar aleyhine yayın yapılmasını engelliyor. Öyle ki basın özgürlüğü için mücadele ülkenin acil bir sorununa dönüşmüştür..
Basın özgürlüğü yoksa demokrasi yoktur, insan hak ve özgürlükleri yoktur, saydamlık yoktur, tartışma yoktur, gerçeği aramak yoktur... 
Basın özgürlüğü yoksa, kapalı bir rejim ve diktatörlük vardır, yolsuzluk vardır, polis devleti vardır, keyfilik vardır, hukuksuzluk ve yasa tanımazlık vardır..
Türkiye özgürlükler alanındaki kazanımlarından vazgeçemez, bu haklarını hiç bir şekilde iktidarın politikalarına kurban ve feda edemez..” (www.pressout.net/gazeteciler-birbirimizin-davasına-sahip-çıkıyoruzturkish-journalists-calls-for-a-sensitivity-for-all-journalists-who-are-on-trial/)
--13 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

12 Kasım 2012 Pazartesi

Ne Pahasına Olursa Olsun İlla Başkanlık mı?


Atatürk’ü anma törenine katılmaktansa uzakdoğuda sultanlarla resim çektirmeyi tercih eden (*) Başbakan uçağına aldığı gazetecilerin sorularını yanıtlarken bu kez Türk Sistemi Başkanlık istedi.. Sözlerine baktım, bol soslu: katılımcı karar alma sistemi oluşturalım,  en ideali için karar verelim... 
RTE hangi yasada hangi kararında katılımcı oldu, bunun tek bir örneği var mı ki katılımcı sözünü ediyor.. laf! RTE’nin en uzak olduğu konudur, katılımcılık!
Şu sözüne bakın hele: “Demokrasiyi geniş anlamda tabanda istişare mekanizması olrak görüyorum?” 
Durun sinirlenmeyin, Başbakan böyle biri! Ama belki de taban ne demek, geniş istişare mekanizması nedir.. bu kavramlarda Başbakanla tamamen ters düşüncelere sahip olabiliriz! Tıpkı demokrasi kavramında olduğu gibi! Onun ileri demokrasisi, uygulamada tamamen yarı demokrasiye veya demokraside gerilemeye denk düşüyor...
Başbakanla terminolojide tamamen kavram kargaşası içindeyiz! Ama sadece ben veya biz değil, dünya da! Başbakanın “ileri demokrasiye geçtik” tezi, uluslararası kurumların demokrasi ölçümlerinde yarı özgür ülke sınıfına, yarı demokrasiye, yarı basın özgürlüğüne, dolayısıyla Türkiye’nin alt sıralardaki yerine denk düşüyor!
Dolayısıyla Başbakanla bu konularda anlaşmak, evrensel ilkeler, düzeyler, kabuller, uygulamalar söz konusu olduğunda, zerre kadar mümkün gözükmüyor!
Bu nedenle, Başbakanın Başkanlık sistemi dayatmasının ülke, muhalefet hatta kendi partisi için de taşıdığı büyük tehlikeyi görmek gerekir.
RTE’nin bugününe bak, geleceğini gör!
***
Başbakanın zamanı daralıyor... 2014 Ağustosunda yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri göz açıp kapayıncaya kadar gelecek. O zamana kadar başkanlık ve başkanlığa en yakın bir hukuki veya pratik pozisyonu gerçekleştirmenin peşinde.. geride kalan seçenek, düz Cumhurbaşkanlığıdır.. 
RTE’nin sahip olduğu bu dünyanın en büyük hırsını dayanak yaparak, Başkanlığı sonuna kadar kabul ettirmeye çalışacaktır, varsayımını kabul ederek konuya bakalım.
Başbakanın adamları Anayasa Uzlaşma Komisyonu’a Başkanlık Sistemi önerilerini sundu. Aman Allah! Doğrusu benim tüylerim diken diken oldu! Bütçeyi yapacak, bütün adamlarını Meclis dışından atayacak.. Milletvekillerine de güya “katılımcılık” sunuyor: Bütçemdeki kalemlerde değişiklikler yapabilirsiniz! Pöh ki pöh!
Utku Çakırözer, teklifi ilk gördüğünde, AKP masayı (uzlaşma komisyonu!) deviriyor, yorumunu yaptı!
Erdoğan’ın Anayasa değişikliğini Meclis’te kabul ettirebilmesinin tek yolu, MHP desteğidir! BDP ve CHP red vereceğine göre, 367’yi ancak MHP ile bulabilir. MHP buna onay verir mi?
Devlet Bahçeli, lafta Erdoğan’a çakan, ama fiiliyatta destek veren bir isim! MHP’nin Başkanlık Sistemini öngörecek bir anayasa değişikliğine toptan evet demesi imkansız gibi. Bahçeli karar alsa bile, MHP bölünür. Zaten MHP Kongresinin iradesi, Bahçeli’yi denetleme yönünde oy kullandı! MHP’nin RTE’ye destek vermesi zor, sorunlu!
Ama RTE MHP üzerinde yoğun çalışıyor! Ne yapıyor derseniz, öncelikle ne kadar büyük milliyetçi olduğunu gösterme peşinde.. Kürt politikası ve idam konularını bu çerçevede değerlendirin. 1071, Alpaslan, 2071 falan filanı da..
Eğer MHP bütünlüğünü korursa, ötedenberi gündeme taşınan, en son Özgür Mumcu’nun yazdığı, MHP’lileri transfer silahı piyasaya sürülebilir. Ne kadarını? Hepsini transfer mümkün olmasa gerek. 
AKP: 326 milletvekili. Gerekli transfer sayısı 367-326: 41 milletvekili! MHP’nin 51 milletvekili var! 41’ini “çalması” gerekir.. Ne karşılığı? Hepsine siyasi ikbal falan vaadedemezsin! 30’unu bile alamaz. Alamaz mı? Benim bu tür siyasi düzenbazlıklara kafam basmıyor!
RTE’nin bu konuda planı programı nedir bilemiyorum. Ama imkansız gibi bir şey.. MHP neden RTE’ye bu kadar büyük yetkiyi vermeye kalksın, bir açıklaması yok.
Anayasa değişikliğini referanduma götürebilecek bir Meclis sayısı elde edebilirler. Ama referandum için zaman mı kalır? Kalsa bile, evet çıkmasını yüzde 99 olanaksız görebiliyorum!
Ben Anayasa değişikliğini sıfıra yakın görüyorum!
Önündeki en iyi seçenek, AKP’nin başına, dediğinden çıkmayacak siyasetçiyi Başbakanlığa ve Parti başkanlığına getirmek.. Ne zor iş!
Şimdilik her yer karanlık şarkısı aklıma geliyor!
--
(*) Twitter’daki şu mesaja bakın:3 karısı olan Brunei sultanı anayasaya kendisi için ‘hata yapmaz’ maddesi koydurmuş. Başbakan 10 Kasımda Brunei'deydi.” 
Konumuzla birebir ilgili olmasa da: “Dinde zorlama yoktur, diye diye zorunlu din dersine devam edenin, ‘Allah'ın verdiği canı Allah alır’ diye diye idam istemesi anormal değil.”
12 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Orhan Bursalı

YÖK Yasa Tasarısı, Üniversiteleri Bilimselleştirecek mi, Yoksa…


CBT Gündem, Sayı 1338, 9 Kasım 2012

YÖK’ün hazırladığı yasa tasarısı epey bir süredir üniversitelerde tartışılıyordu. Tek tek öğretim üyelerinden bile görüş soruldu. Onbinlerce yanıtı YÖK nasıl ve kimlerle derleyecek toparlayacak da taslağa yansıtacak! Bunu duyduğumda gülümsemiştim! “Görüş soruyoruz”, tutumunun olayın sadece vitrini olduğunu düşünüyorum!
YÖK sitesinde de tartışmaya açılan yasa taslağı önerisinin özünde, yakın geçmişe baktığınızda siyasi iktidarın kalın kalın izlerini görürsünüz. Yıllar önce üniversitelerin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda Ömer Dinçer’den tutun çeşitli üst düzey AKP’lilerin düşünceleri orada!
Bu bakımdan, taslak, tabandan gelen görüşlerden çok, siyasilerin bu konudaki görüşleri esas alınarak YÖK’çe formüle edilmiştir. Zaten AKP’den bağımsız bir yasa tasarısı hazırlanabileceğini düşünmek, eşyanın tabiatına aykırı olur!
YÖK veya yeni adıyla TYK (Türkiye Yükseköğrenim Kurumu) daha büyük bir yetki ile üniversitelerin tepesine konuyor. Feshini öngördüğü Üniversitelerarası Kurul’un da yetkilerini üstleniyor. YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya YÖK’ün “planlama, koordinasyon ve denetleme kurulu”na dönüştürüleceğini belirtiyor ve öğrenci temsili sözü veriyor.
Yükseköğretim ile ilgisi şu ilkeleri saptamışlar: Akademik ve bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, çeşitlilik, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılımcılık, rekabet, kalite..
Ama bugüne kadar YÖK’ün neden bu ilkeler çerçevesinde üniversiteleri yönetmediği, hangi kaliteye göre rektörlük ve dekanlık atamalarını gerçekleştirdiği sorulabilir. Bilimsel özgürlük ve çeşitlilik kavramlarından YÖK’ün ne anladığı ve neleri kastettiği sorulabilir.
Bilmiyoruz. Çeşitlilik ne demek? Mesela birbirinden çok farklı, taban tabana zıt “bilim anlayışları” mı? Herkesin kendine göre kullanacağı çeşitlilikte bilim olabilir mi? Bilimin yöntemi, ilkeleri, araştırma etiği vardır..
Örneğin İstanbul Üniversitesi ilahiyatçılarından Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır ve heyetinin Kuzey Kutbu’na giderek namaz vakitlerinin nasıl olabileceğini “araştırmaları” ve dünyayı Güneş’in aydınlatmadığı sonucu ile dönmeleri “bilim” midir?
Diyorlar ki:
Norveç’in Tromso kentinde yaptığımız çalışmalar, bize kutuplarda Güneş batmasa da gece, Güneş doğmasa da gündüzün olduğunu gösterdi. Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman da bunu destekleyen ayetler görüyoruz.. Kur’an-ı Kerim şunu da gösteriyor ki Dünya’yı güneş aydınlatmıyor.. Dünya’yı aydınlatan, Güneş ışınlarını aydınlığa çeviren gündüz dediğimiz varlıktır. Gündüz dediğimiz varlık ufkun altında da olsa, bunu aydınlığa çevirmektedir. Karanlığın oluşması, Güneş’in batmasından değil, gece denilen varlığın ortaya çıkmasıdır. Resim ve belgeseller üzerinde yaptığımız çalışmalarda da Güneş’in tepede olmasına rağmen karanlık olduğunu, Güneş’in yok olmasına rağmen gündüz denilen varlığın ortaya çıktığını görüyoruz…”
Bu sonuç bir “çeşitlilik” midir?
***
Üniversiteleri, en azından 10 yıllık devlet üniversitelerini üniversite konseylerinin yönetmesi öngörülüyor. Bu konseylerde o ilin vergi rekortmenleri de yer alacak. Konsey’in rektör adaylarını belirleme komisyonu da olacak. Bu kurulun başkanı da YÖK genel kurulundan olacak (Doğrudan etkileme!) Konsey’e kesin şeklini de Bakanlar Kurulu verecek. Üç rektör adayından birini ya Cumhurbaşkanı ya da YÖK atayacak..YÖK genel kuruluna Meclis’ten atama yapılabileceği gibi, partiler de Meclis’te temsillerine oranla üye gönderecek. 
Yeni tasarıda  ilk yıl zorunlu okutulan “Atatürk İlkeri ve İnkılap Tarihi, Türk Dili” dersi de kaldırılıyor. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı da “Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda öğrenci yetiştirmek temel amacını milli eğitim mevzuatından çıkarma çalışmaları” sürdürüyormuş!
Açıklanan tasarı eleştirilere açıkmış ve gelen öneri ve eleştirilere göre yeniden şekillenecekmiş. Dergimizde bu yeni tasarı hakkında da görüşlere yer vermiştik. Gelen eleştiri ve önerilerin öz olarak ne kadar dikkate alınacağını merakla bekliyoruz..
Bu haliyle, yeni yasayla üniversitelerin ne kadar çağdaş ve bilimsel olacağı konusunda şüpheler çok yoğun.
***
Gelecek Cumaya kadar hoşçakalın..

11 Kasım 2012 Pazar

Atatürk Yıkıcılığı ve Tek Miras


İktidar 29 Ekim gününün halk çoşkusundan ders çıkardı ve 10 Kasım günü barikatları kaldırdı, Atatürk büstlerine çelenk koyup saygı duruşunda bulunmayı “serbest” bıraktı! Sözde halkın iradesinden neredeyse her konuşmasında dem vuran Bay Muktedir, halkın Atatürk iradesi söz konusu olduğunda, yasaklamacı, darbeci, biber gazcı, copçu, polisçi, hapishaneci neredeyse..
Neden böyle, sorusunu sormadan önce, şu saptamayı yapalım: RTE iktidarı uzun süredir Atatürk’ün “kökünü” toplumdan ve ülkeden kazımak için adım adım çalışıyor. Birileri çetelesini tutuyor olabilir, son bir iki yılda yapılanları rahatça herkes anımsayabilir:
Anma günlerinde Atatürk’e çelenk koymayı yasaklamak, heykel veya büstlerin önüne polis jandarma dikmek, okul girişlerinden Atatürk köşelerini kaldırmaya kalkışmak, okup kitaplarında Atatürk’ten neredeyse bahsetmemeye çalışmak, milletin ulusal bayramları istediği gibi kutlamasını yasaklamaya kalkışmak, bayramların nasıl kutlanacağına ilişkin RTE hükümetinin vereceği kararlara halkın uymasını istemek.. Üniversitelerde alınan önlemlerden yeni YÖK yasa tasarısına kadar...
Özellikle son yıllarda ellerine geçen her fırsatı Mustafa Kemal Yıkıcılığı için fırsat sayan bir iktidar ve adamları..
Bunlar kafayı mı yedi, diyesi geliyor insanın!
***
Bir millet, ülkesinin kurtuluşunu ve kuruluşunu gerçekleştiren ve ileri uygarlığa doğru yola çıkaran liderine gönül borcunu ve saygısını anlamlı günlerde dile getirmek ve yaşamak istiyor. Bunu engellemeye, yasaklamaya kalkışmak ne iş?
Sanıyorlar ki, aldıkları yüzde 49 oy da Atatürk karşıtı! Heyhat ki heyhat! Halkın dünkü o büyük yürüyüşünü, sevgi ve saygısını seyrediyorum bir yandan, ve diyorum ki, kendi ruhlarında ve beyinlerinde esamesi bile olmayan kadirşinaslık ve karşılıksız gerçek vefa duygusu ülke içinde nasıl sel gibi akıyor. Bunu da mı görmüyorlar bilemiyorum. Ne der muktedirler muhaliflerine sık sık: kalpleri var, onlarla kavramazlar; gözleri var, onlarla görmezler; kulakları var, onlarla işitmezler.
Bir ulusun birleşebileceği daha büyük bir olay ne ola ki: Kurtuluş, Kuruluş ve buna önderlik edenden başka? O halde birleşecek hiç bir şey yok demektir ve gelecek de tartışmalıdır..
Bu çok temel varoluşu reddetmeyen ve tartışmayan bir iktidarla herkes ortak bir yön bulabilir, ama bu temel gerçeği reddeden bir iktidarla hiç bir yazgı birliği görmemek de, o derece meşru olur...
Dün sel gibi akan halk bunun ayırdında, iradesine sahip; ama ya iktidar?
***
Bay Muktedir kadar büyük bir iktidar hırsı olan bir insan daha ülkeye geldi mi bilmiyorum. Atatürk’te bile bu hırs yoktu! Atatürk hırsıyla değil, bilgeliğiyle, liderliğiyle ve gerçekleştirdikleriyle halkın gözdesi oldu.
Bay Muktedir ancak Atatürk’ü yıkarak kendisine yeni bir ülke ve yer açabileceğini görüyor. Atatürk’ü ancak böyle aşabilecek! Yeni bir ülke yeni bir rejim, yeni nesiller, yeni bir lider.. Bütün bunlar, ancak geçmişin kökünü kazıyarak yapılabilir. Bu nedenle, ülkede bütün yetkileri, Atatürk’ün sahip olduklarından bile daha büyük bir iktidar gücünü, tek başına üstlenmesi gerek..
Ama bu bir o kadar da imkansızı denemeye kalkışmaktır. 30- 40 yıl, astığım astık kestiğim kestik kanlı bir iktidar dönemi geçse bile, bu başarılabilir mi?
Hayır, ama toplumu daha derinlemesine yarar, böler, parçalar.. Bir siyasetin bu ülkede ne yararı olabilir diye düşünüyorum ve bir yanıt bulamıyorum.. Ancak birleştiricilik siyasete başarı kazandırabilir.. yanılıyor muyum?
29 Ekim’e, 10 Kasım’a ve bu büyük millete baktım.. Hayır yanılmıyorum!
***
Atatürk’ün bize bıraktığı tek miras vardır: Akıl ve bilim.. Atatürk bize ne bir doğma-söz, ne kuran-ayet bıraktı ne de başka bir şey.. Sadece akıl ve bilim.. Bu kadar..
Akıl, sezgi, bilimsel düşünce ve geçmişin bize devrettiği birikimle, sorunları çözebiliriz. Atatürk, sorunları böyle çözerek ilerledi! Ve kalan sorunları, yeni ortaya çıkacak sorunları çözmeyi de sonraki nesillere bıraktı..
Başka çaremiz yok. Yeni bir Atatürk yok.. Durumu bize bıraktığı tek mirasla çözeceğiz..
Büyük sevgi ve saygı; geçmişe, Atatürk’e ve bize bıraktığı mirasa..
--11 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

8 Kasım 2012 Perşembe

Sakık, Neden Şimdi?


“Ergenekon” mahkemesinin onlarca gizli tanığından “Deniz” kodlusu, yüzündeki maskeyi sıyırarak açık kimliğiyle konuşmaya başladı..
  İlk soru: Neden açık kimlikle konuşmayı tercih etti? 2) Gizli tanıkların ifadeye çağrılmalarının bir sırası var mı, yoksa savcı ve mahkeme keyfine, duruma, stratejisine göre mi bunları çağırıyor? 3) Açık kimliğiyle konuşmak istemesi kendisinin bir tercihi mi yoksa devletin mi, Savcı+Mahkeme ve bunların bağlı olduğu cemaat güçlerinin mi? 4) Açık kimliğiyle konuşarak, kendisine vaadedilen veya kazanacağı yarar var mı?
***
Şemdin Sakık bulmacasında belki de çözmemiz gereken büyük bir sır yoktur. Yukarıdaki soruların hepsinde gerçeklik payı olduğu da kabul edilebilir.. Sakık, açık kimliğiyle ortaya çıkmaktan bir menfaat de elde etmiş olabilir.. Söylediklerine bakarsak, en büyük yarar iktidaradır! AKP’yi bağrına basan birisi.. İfadesinde PKK’yı suçlamalarıyla, etkin pişmanlığını bir kaç kez artırmıştır! TSK’ne de övgüler düzüyor ve Ah şu 15 yıl hapis geçse de askere gitsem, diyor!
İktidar, izlediği Kürt politikasına destek olarak ve açlık grevlerine karşı, Sakık’ın hemen sahneye çıkarılmasını istemiş olabilir... İktidar+Cemaat yargısı, Sakık’ı 29 Ekim’deki büyük demokratik- cumhuriyetçi direnişine karşı da bir “kırıcı” olarak kullanmak istemiştir. Onları PKK işbirlikçisi göstererek.. Doğu Perinçek, İşçi Partisi, Aydınlık, Ulusal Kanal yöneticileri Ergenekon’dan içeridedir!
İktidarın adamlarının, PKK’yı Ergenekoncuların yarattığı gibi bir zırvalığın peşinde koştuğunu hatırlatırım! Sakık’ın iddiaları üzerine, örneğin Yalçın Küçük hakkında “PKK’yı kurmak”tan yeni bir dava bile açılabilir!!!  “Bunlar ve hepsi ne kadar kirli görüyorsunuz içeri tutulmalılar..”
Garabete bakın ki, Sakık’ın övdüğü TSK ise, eski genel kurmay başkanı ile birlikte iktidarın tutuklusu olarak içeridedir! Tutuklu komutanların mesleki zamanlarının büyük bir bölümü de PKK terörüne karşı savaşla geçti! Şimdi Sakık, onlara karşı tanık durumunda!
***
Aslında Sakık’ın tanıklığı, Ergenekon davasının bütün yönleriyle nasıl traji komik olduğunu bir kez daha ortaya serdi! Bu bakımdan, kimliğini açıklaması iyi de oldu! Belki de ifadesi, Ergenekon davasını sanıklar lehine etkilemiştir?
Sakık, Gaffar Okkan’dan tutun Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın vurulma olaylarına kadar, devletin parmağı veya işi var iddialarında bulundu. Bunlar yeni değil. Bu iddiaların bugüne kadar savcı ve mahkeme tarafından araştırılmamış olması, mahkemenin ciddiyetten ne kadar uzak olduğunun da başka kanıtıdır.
Mahkeme ve savcılığın bu davalarda temel tutumu şöyledir: “Çamur at izi kalsın, mahkumiyette yararı olur, araştırırsak gerçeğin öyle olmadığı anlaşılır, bize yararı dokunmaz, bu nedenle elleme iddiaları ve gerçeği araştırma!”
Evet, Ergenekon ve diğer Silivri davaları tamamen böyle, hukuka aykırı bir temelde bütün uydurukluğuyla sürüyor.. Silivri’dekilere yargılama demek için binlerce şahit gerekir. Sakık, bunu bir kez daha kanıtladı!
Tabii Sakık’ın tutuklu subaylara karşı tanık olarak çıkartılması, teröre karşı mücadeleyi de olumsuz etkileyecektir, denebilir.
***
Dün sosyal medyada izleyicilere bu konuyu sordum. Gelen yanıtlar:
“Kimliği bir şekilde açığa çıkacaktı.”
Artık takiye gerekmiyor. Kazandıklarından eminler. Ganimet paylaşım kavgaları sürüyor.”
“Bence Sakık'ı tanık olarak dinleme kararını verenlerin, sanıkların dinlenmelerini istedikleri tanıkları ise neden sürekli reddettiklerini ve bunun bir hukuk katliamı olduğunu yazınız.”.
“Vallahi bunu çocuğa bile anlatsan diyecektir ki: ne o yine gündem mi değişecek? Ya da Harala- gürala bir yasa mı geçirilecek?”
Zaten daha önce pek çok kitapta da yeralmış..bayatlamış şeylerden bahsederek gemisini yürütüyor..”
 “Hemen hemen her konuda konuşan Sakık, Çiller, Doğan Güreş dönemine neden girmedi..”
İşte böyle, bütün bunlarda gerçek paylarını düşünmeliyiz..
 --8 Kasım 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet