Öne Çıkan Yayın 20 Mart 2012 yazım

Erdoğan’a Askeri Darbe?

Yoo hayır bu kez, başka bir “fantezi”i üzerinde düşünmeye çağırıyorum: Cemaat, denetlemeye başladığı TSK’yı, Erdoğan’a karşı kulla...

10 Aralık 2012 Pazartesi

2023 ve 21.Yüzyılda Varolabilmek Nasıl Mümkün?


Kıyameti kopartıyor Başbakan! 2023 Büyük Türkiye’yi inşa diyor. Milletin- ülkenin önüne koyduğu ise inşaatten başka bir şey yok! Yüzyıy için planlayabildiği tek şey, çimentodur, yoldur, binadır, kanaldır, büyük büyük gökdelenlerdir...
Bütün bu yıkıp yapma büyük rant talanına, milletin merasını, evinin mülkünü daha büyük taş yığınlarına dönüştürmeye dayalıdır; bunu da, dışarıdan akacak milyarlarla gerçekleştirecek..
Sattığı düş şudur: Türkiye ilk 10 ekonomi arasına girecek! Kişi başına milli gelir ise 25 bin dolara yükselecek! İnşaatla, dışarısının parasıyla ve bu büyük tüketim ekonomisiyle, ülkeyi AVM ile donatmakla, ülke daha gerilere düşmezse, en iyi olasılıkla yerinde sayar. Ancak, bugünkü rakamlar, karşılaştırmalı dünyada geriye düştüğünü gösteriyor.
Geçen perşembe- cuma günleri Ankara’da dinlediklerim, iktidarın bu ekonomi politikasının gelecek için bir umud vermediğini ortaya koyuyordu! 
Bırakın 2023 gibi Cumhuriyet’in 100. Yıldönümünü.. 21.yüzyılı da, tıpkı 20.yüzyıl gibi ıska geçirecek bir ülke görüntüsünü içindeyiz.
Kurultayın adı 21. Yüzyıl İçin Planlama. Prof. Bilsay Kuruç’un (eski DPT müsteşarı) oluşumuna önderlik ettiği kurultayda, Enerji Alanında Sorunlar ve Planlama ile Sanayi Alanında Sorunlar ve Planlama konularını, kurumlaşma, politika ve model önerilerini, seçkin uzmanlardan dinledik. Ve sonunda çok iyi bir değerlendirme toplantısı ile kurultay sonuçlandı. (*)
***
Ana fikirler: Türkiye kendi ekonomisini, kendi kalkınmasını, 21.yüzyılını planlayamazsa, geleceğini kuramaz ve bugünleri bile arar duruma gelebilir. Kendi aklını ülkeye koymak yerine başkasının aklını alıyorsan, planlama yapamazsın.
* Dünyanın hiç bir ülkesinde, kuralları koyan ve geleceği planlayan, piyasanın bizzat kendisi değildir. Planlama, serbest piyasa ekonominin yerine, onu safdışı bırakarak merkezi planlamayı geçirmek de değildir.
* Planlama, bizzat serbest piyasaya dayanan ekonominin bile planlaması demektir!
* Hiç bir zaman bir serbest piyasa kendi halinde, ülkenin gerçekleştirmek zorunda olduğu orta ve uzun vadeli sanayi ve teknolojik yatırımlara yönelmez. Devlet, orta ve uzun vadeli gelecek için ekonomisini, sanayisini planlamak, özel sektörü yönlendirmek, olmazsa bizzat kendisi yatırım plancısı olarak davranmak zorundadır.
* Dünyada hiç bir ülkede ekonomi, tamamen özel sektörün seçtiği yatırım seçeneklerine bağlı kalmaz. Hele bugün, kapitalizmin merkezlerinde, devlete ve yatırımlarına önemli görevler düştüğü tartışılmaktadır!
* Türkiye’de ise ekonomide planlama deyince, vay sen serbest piyasayı mı yokedeceksin, gibi bir zırva bakış, ekonomiye ve siyasete dizboyu egemen!
Bilsay Kuruç: aklın ve bilimin günümüzde gerçek varisi üniversitelerdir, üniversitenin bağımsız ve eleştirel düşünme hakkının ve tarihsel görevinin yerine, başka bir şey koyamayız. Planlama 21.yüzyıl aklını yaratmıştır. Bilim, toplum, ekonomi, ülkeler, tesadüflerle değil aklın planlı girişimiyle gelişmektedir.
* Türkiye’yi 21.yüzyıl aklıyla planlamalıyız. Planlama, piyasanın yapamayacağı, yapılamayacak işlerin de planlaması demektir.
* Planlama çok büyük bir malzeme hareketidir, bilim de çok büyük bir bilgi hareketi. Planlama, bir ülkenin bütün zenginliklerini, taşını toprağını madenini, suyunu, insan gücünü ve yeteneklerini ortaya koymaktır. Sanayi, böyle bir potansiyelle yönetilebilir ancak.
* Planlama, büyük resmi görmektir. Büyük resim, bu ülkenin sahip olduğu herşeydir! Salt piyasanın gördüğü ise, kendi yararı ve kârıdır.
* Üniversiteye salt piyasanın, sanayinin pratik işlerini yapan, yapacak bir yer olarak düşünmek büyük yanlışlıktır. Üniversite, bilgiyi ve teknik ortamı/tabanı yaratır. Bu üniversiteleri biz arıyoruz.
* Üniversite aynı zamanda, bilimsellik, tarafsızlık ve sorgulama kapasitesidir. Ancak bu sayede 21.yüzyıl potansiyelini, geri kalmışlığımızı ve kendimizi aşma olanağını görebiliriz.
***
Konuşmalarda özellikle sanayide ve enerjide durumumuz net rakamlarla ortaya kondu. İhracatta büyümenin adının, aslında ithalatta daha fazla büyümek olduğu gösterildi.
Yarınki yazıda, size daha çok rakamlar seslenecek..
---
(*) Kimlerdi bu uzmanlar, bakalım: Cengiz Göltaş, Necdet Pamir, Olgun Sakarya, Oğuz Türkyilmaz, Oktar Türel, Serdar Şahinkaya, Yavuz Bayülken, Oktay Küçükkiremii. Ali Ekber Çakar, Çağlar Güven, Çelik Kurtoğlu, Aykut Göker, Mahmut Kiper, Sencer İmer, Mustafa Sönmez ve düzenleyiciler olarak Bilsay Kuruç, Ahmet Alpay ve genç arkadaşları…
--10 Aralık 2012 / Bilim ve siyaset – Cumhuriyet

En Büyük Cinayet Yargı’ya İşlendi


İlhan Cihaner, arkadaşımız Türey Köse’ye, Balyoz, Ergenekon, KCK davalarını “siyasi soykırım” olarak değerlendirdi! Ben ise çeşitli kez “siyasi cinayet” dedim. Cihaner’inki daha ağır bir tanımlama!
Aslında AKP iktidarı en büyük cinayeti hukuku katlederek işlemiştir. 2010 yılı anayasa referandumu, ülkenin en karanlık sayfalarının önde gelenleri arasındadır. Bu “cinayeti”, yüksek yargıyı her yönüyle ve bütünüyle, kendine bağlayarak işlemiştir.
RTE gibi otoriter, diktatörlüğe giden yolda ilerlemeyi seven bir liderin ve adamlarının eline hukuku-yargıyı, kısaca adaleti tamamen teslim edenler, işlenecek cinayetlere ortak olma sorumluluğunu da üstlenmişlerdir. Şimdi boyun kıvırıyorlar, diyorlar ki, Erdoğan değişti!
RTE ise çok sağlam bir “kişilik yapısı”na sahip! Başlangıçta neyse bugün de o! Ne eğilip büküldü, ne düşüncelerinde herhangi bir evrim yaşadı! Buna uygun bir insan değil Başbakan! Belkemiği dimdik ayakta duruyor. Bu tür insanlar, özellikle belkemiksiz mürekkep yalamışları kullanarak, sırtlarına basarak, istedikleri destekleri alarak amaçlarına ulaşırlar!
***
Ülkede adalet bugün neredeyse yerlerde sürünüyorsa, nedeni, yargının tamamen RTE’ye bağımlı hale gelmesidir.
Yargıya adalete karşı işlenen bu tarihi cinayet sayesinde, RTE ve adamları ülkeyi hukuk silahıyla tepeden tırnağa değiştiriyor ve kendi cumhuriyetlerini kuruyorlar. Bir Tayyibistan Cumhuriyeti gerçeklik kazanıyor!..
Meclis’ten her türlü yasayı, ülkenin bütün idari, hukuki, eğitim vb ile ilgili yapısım değiştirmekte olan yasaları bir gecede hemen geçiriliyor. Yargının ele geçirilmesinin nimetlerine bakar mısınız:
Bunlardan başlıcası Deniz Feneri musibetidir. Davayı soruşturan savcıları yaka paça yargının karşısına çıkardılar! Dünyanın belki de hiç bir yerinde böyle bir şey olamaz ve görülemez! Neyseki haklarında takipsizlik kararı verildi, ama bununla birlikte çok önemli bir şey daha yaptılar: Neredeyse tüm Deniz Feneri dosyasını ortadan kaldıracak süreci başlattılar. Alican Uludağ arkadaşımız, dava dosyasındaki köstebekleri deşifre eden telefon kayıtlarının, hem de yargıç kararıyla berhava edildiğini yazdı!
Gerisi gelir! Bir gece yarısı operasyonuyla, geçmişte çok sık tanık olduğumuz gibi, dosya çalınır, yakılır, imha edilir, veya içi boşaltılır! (Gazetemizin yargı, hukuk, adalet olaylarını izleyen arkadaşlarımızın hepsi birinci sınıf!) Deniz Feneri, ne yaparlarsa yapsınlar, başlarına beladır, esas, iktidardan düştükten sonra bu dava peşlerine takılacaktır..
Balyoz ve Ergenekon davaları birer siyasi cinayettir. Cinayet her zaman bıçakla, tabancayla işlenmez. İnsanları karşı-adalet yoluyla da adım adım öldürürsünüz! Özel görevli mahkemeleri de araç olarak kullanırsınız. Kaç kişi cezaevi koşullarında öldü? Kaçı öldürülmeye çalışılıyor? Hukuksuz, adaletten yoksun bütün mahkumiyetler, cinayet işlemeye eşdeğerdir..
***
Yan yana iki Cumhuriyete sahibiz şimdi..
İktidarın cumhuriyeti sakattır.. Hukuki temeli giderek yasadışılığa oturmaktadır.. Her ne kadar “yasal” gibi gözükse bile!
Bizim Cumhuriyetimiz ise güçlüdür, ayakta değil sanılıyor ama ayaktadır arkadaşlar: Halkın büyük çoğunluğu yüzde 83’ün üzerinde, Atatürkü ve devrimlerini benimsemektedir! Bunların önemli bir kısmı AKP’ye oy vermiş olsa bile!
---
Not: T24 internet sitesinde yayımlanan söyleşide, Cumhuriyet’in Mumcu cinayetinin peşini bıraktığını söyledim. Işık Kansu hakkıyla itiraz etti ve neler yapıldığını anlattı. Işık ve arkadaşımız İlhan Taşçı, sık sık konuyu gündeme getirdiler. İki arkadaşımız da Mumcu dosyasına hakimler. Özetle Cumhuriyet suikastin peşini bırakmadı. Kansu: Tetikçiler İranda eğitim aldı, Kudüs Ordusu’na üyeler, İran’da oluşturulan bu ordu, “İran devrimi”ni ihraç etmeye yönelik bir gurup.. Sadece Türkiye’de değil çeşitli Ortadoğu ükelerinde de eylemler için yetiştirildi. Bir kısmı ömür boyu hapse mahküm oldu..
Suikastin arka planında şu noktalar öne çıkıyor: 1990 başında Muammer Aksoy hocanın öldürülmesiyle başlayan eylem dizisi Türkiye’yi hedef aldı. Türkiye uluslararası istihbarat örgütlerinin eylem alanı oldu. Bu faaliyetlerden devletin haberdar olmaması mümkün değil. İstese önleyebilirdi. Devletin bazı güçlerinin rolü, suikastçilerle işbirliği yapmaktan, belki bizzat işin içine karışmaktan tutun gözyummaya kadar uzanan bir yelpazeye uzanıyor. Devlet bu olaylardan menfaat beklemiştir. Mumcu suikastçileri ülkeye pasaportlarla girip çıkıyor.. Bir süre uyuyorlar sonra cinayet işliyor. MİT ve diğerlerinin bundan haberdar olmaması mümkün değil.
--4 Aralık 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

RTE'nin Şiddetli Kürt Siyaseti İçin İpucu


Erdoğan BDP’ye karşı cepheden saldırıya geçti. Dokunulmazlıklarını kaldırıyor. AKP milletvekilleri arasında fire olsa da, bu karar Meclis’ten geçer. MHP desteği de var.
Erdoğan neden durdu durdu BDP’yi hedef aldı? Milletvekillerinin PKK’lılarla sözde rastlantısal olarak kırda karşılaşıp kucaklaşmalarından bunca ay sonra? “Birileri” mi “bir vurursak hem BDPyi hem PKK’yı yıkarız”a ikna etti? Kim bu birileri? Ordu dışında?
Ülkede artık birileri diye perde arkasında kimse kalmadı. Ülkede tek “birileri”, Başbakan! Peki neden BDP’yi vuruyor?
Başbakan’ın kaderinin belirleneceği bir sürecin tam içindeyiz: 2014’ün Ağustosunda, 20 ay sonra Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Çok zorlu bir sürece giriyor Başbakan. Nedeni, siyasi ihtiraslarının en tepede olması! Bildiklerimizi yineleyeyim:
Birincisi, Cumhurbaşkanı’nı halk seçecek. Yani adayların ilk turda %50’den bir fazla, ikinci turda en çok oyu alması gerek. RTE resmen aday olursa, amacı ilk turda garantilemek. Bu mümkün olmayabilir. 20 aylık zaman, siyasi ortam olarak nasıl geçecek? CHP ve muhalefetin de adayları olacak.
İkincisi: RTE, Çankaya’ya yeni bir anayasa ile tam yetkili başkan olarak gitmeyi istiyor. Bunun için anayasa değişikliği veya yeni anayasa şart. RTE, hem imkansızı hem de olasılıkları zorlayacak. Kolları sıvadı: Anayasa Komisyonuna başkanlık sistemi önerilerini gönderdi!
***
RTE’nin en önemli hedefi Başkanlık anayasası! Bu hedefe iki yolla gidebilir: a) İstediği biçimdeki anayasayı Meclis’e oylatır. 367’yi bulursa, yeni anayasa kutlu olsun! Sıra seçimlere gelir! b) Meclis kabul etmez, ama yeni anayasayı referanduma götürecek sayıyı bulur. Halk kabul ederse yeni anayasa yine kutlu olsun! Sıra yine seçimlerde!
Bunlardan en kolayı a şıkkıdır. Yani Mecliste bu işi bitirmesi.
Bunun da en kolay yolu MHP ile ittifaktır: Sayıları toplam 377 yapıyor! Bahçeli, adı gibi “devletin adamı”dır. RTE’ye söylenir, ama gider oyunu verir. Bugüne kadarki pratik öyle diyor. 10 fire verse, 367’yi bulurlar. Neden oy versin MHP? RTE Başkan seçilirse, örneğin AKP-MHP hükümeti sözü verir mi vb? MHP bölünür mü? Bölünür! Milletvekili pazarı kurulur mu? Önceki seçimlerde MHP’nin defterini dürmeye kalkan da bu iktidar! MHP’yi bitirme projesi de olabilir bu. Koray Aydın ne der? RTE açısından işin zorluğunu kabul edelim.
BDP ile ittifak? Neye karşılık ve neden? Çok konuşulan mesele, Kürtlere özerkliğe benzer yönetim rüşveti. Yeni belediyeler yasasını bu yolda kullanabileceği görüşü.. Bu olası mı? En zor ilişki! BDP’nin defterini dürmeye soyunduğuna bakarsak! Meclis’ten başkanlık anayasasını geçirmek yetmiyor! Cumhurbaşkanlığı referandumu var! RTE Kürtlerin mi adayı olacak?! Karşısında CHP ve MHP ve diğerlerinin bloğu! Hüsran olur RTE için.. BDP ile ittifak olasılığı imkansıza yakın gibi.
***
Elinde en güçlü koz, MHP ve tabanı. Senaryosunu buna göre kurguluyor.
BDP dokunulmazlığının kalkmasını gündeme getirmesini, bu nedenle, Başkanlık anayasasını Meclise dayatması ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birebir ilişkili görüyorum. MHP, Kürtlere karşı her türlü anlaşmada RTE ile birlikte hareket eder mi eder. En azından dokunulmazlıkların kalkmasında edecek. Sonrası ise derin meçhul!
Ama RTE MHP ve seçmeni üzerinde derinden çalışıyor! BDP PKK diye bağırdıkça, MHP’nin yüreğini dağlıyor! RTE her olasılığı MHP üzerinde deneyecektir! Kamçı, şeker, vatan, tek millet-tek devlet-tek din, idam..
Diyelim Meclis’te gerekli oyu aldı, başkanlık anayasası, referanduma götürülür mü? Zaman darlığı ve reddedilme olasılığının çok yüksek olması bakımından, zor. Ayrıca, sürecin başka engelleri, oyuncuları var: Gül’ün durumu, AKP içinde başkanlığa karşı olanların sesi hiç çıkmıyor. Tüzük gereği seçilemeyecek olanlar vb. ABD ve RTE ilişkisi! CHP ve muhalefet ne yapacak?
Bu soru daha: RTE, BDP’yi hedef alırken, İmralı’yı da yandaş mı alıyor, arıyor? Seçime kadar ateş sağlanması için? Kürt hareketi de bölünür mü? Barışçılar savaşçılar..
--6 Aralık 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

9 Aralık 2012 Pazar

Cinayetin Belgeseli - Harvard'da Bir Urfalı


Sakin akan bir su kenarında oturmuş alemi seyrediyormuşum duygusu veriyor insana, Güldal Mumcu’nun İçimden Geçen Zaman’ı. Güzel bir isim koymuş. Bir cinayet belgeseli, kitap. Yüksek ses, bağırış yok kitapta. Dil sessiz. Çünkü cinayetin kendi çığlığı ve cinayet çevresinde dönenin, olan bitenin haykırışı zaten yeri göğü tutuyor!
Cinayeti başlıbaşına bir dünyanın yıkılışı sayarsanız, sonrasında olanları..
...MİT’çisinden genel kurmay başkanına, emniyet müdüründen iç işleri bakanlarına, başbakanından başbakan yardımcısına, gazetecisinden bazen hukukçusuna ve televizyon programcısına, savcısına, yargıcına, adalet komisyonuna, DİSK’çisine..
...sürü sepet insan ve makamın davranışını, tutumunu, düşüncesini, acizliğini, zavallılığını, pek çoğunun utanmazlığını ve rezilliğini ve özel görev üstlenmişliğini ve kavrayışsızlığını..
...fikir ileri süren çoğu insanı, devleti ve on para etmez görevli adamlarını seyrettikçe..
...duru ve sessiz akan suyun üzerindeki hepsinin suretlerinin ve kırık dökük gölgelerinin, cinayetten çok önce yerle bir olmuş bir dizi dünyanın yıkıntıları içinde raks edişini seyrediyorum.
Cinayetin, olayın farkında olanlarıyla, olmayanlarıyla, emri verenleriyle ve uygulayıcılarıyla, kolektif bir şebekenin ortak bir eylemi olduğunu görüyorsunuz.
Kitapla ilgili hiç bir ayrıntı vermeyeceğim. Ama bu belgeseli izleyin diyeceğim. Ben yeşillikler içinde ormanda akan duru bir suyun kenarına oturarak olayı seyrettim ve herşeyi suyun içindeki üzerindeki gölgelerde izledim.. Siz nasıl okursunuz, bilemem..
Güldal Mumcu’ya bu belgeseli bütün çıplaklığıyla izlettiği için, sadece teşekkür ederim.

Urfa’dan Harvard’a

Çoşkun Özdemir: damarlarında kanı deli akar ve çoğumuzdan gençtir. Toplumsal muhalefetin adıdır, haksızlığa isyancıdır, aktivisttir, devrimcidir, göstericidir, yumruğu havada gezilecek zamanların insanıdır... Ve bütün bunların yanısıra bir düşünce insanıdır Özdemir. Sözünü sakınmaz biri..
Uzun zamandır üzerinde çalıştığı ve yaşadığımız günleri, olayları, isimleri de kapsayan kitabı, Urfa’dan Harvard’a, geçekten hak ettiği ilgiyi görüyor. Çoşkun hocamı izlemek, Cumhuriyet’i yaşamaktır, değişimini gelişimini görmektir, ihanetleri izlemektir bir anlamda.
Bir portreler geçitidir hocanın kitabı. Kalemi şaşmaz ve noktayı koyar. Sol’u da, Silivri’yi de, RTE’de demokrasiyi gören liberalleri- eski solcuları da.. gericiliğin sola karşı bütün kepazelikleri orada.. Cumhuriyetin Urfa’sını çarpıcı anlatır. Cumhuriyet’in büyük dönüştürücü gücünü simgeler adeta! Bugünkü Urfa’da ve pek çok benzeri kentte zerresi kalmamış bir dinamizmi hissedersiniz..
Bugünü düşünerek, 1930’larda öğretmen kızlarımızın- kadınlarımızın toplu fotoğrafına, büyük bir hayranlıkla ve dakikalarca bakabilirsiniz, fotoğrafı evinizin duvarına beşe on metre yansıtasınız gelir (s.33).. Bugünün Urfalı kadın hastası ise psikolojik rahatsızlığını ve içe-eve kapanışlığını kendisine “tohtur bey ben ne deniz görmüşem, ne kuş ne ağaç, ben hiç bir şey görmemişem” diye anlatır.
Genç Cumhuriyet dönemini anlatırken Çoşkun hoca “yoksulluğumuz aydınlanmanın ve ilerlemenin motoru oldu saptamasıyla, bugünkü yoksulluğumuzun ise nasıl gericiliğin, tutuculuğun, kaderciliğin kalesine dönüştüğüne ne güzel gönderme yapıyor!
Kitabı okurken ve yer yer karıştırırken, bir baktım Hocam Filistin’e bile gitmiş, Kaddumi ve Arafat’la görüşmüşler Tabib Odası Başkanı olarak! Bunu bana anlatmamıştı! Çoşkun Hoca, anılarını hep olayların içinde örüyor, birden karşınıza Doğramacı da çıkıveriyor veya Erdoğan’ın demokrasi getireceğine inanan, örneğin B. Ersanlı ve benzerleri de!
Hocam, nörologtur, emeklidir ama biliminden hiç kopmamıştır, kas hastalıklarında bütün yeni gelişmeleri izler, dünyayı gezer, kendini hep taze tutar. Kas Hastalıkları Derneği’nde hastalarıyla bütünleşir. Henüz çaresizlikten kıvranan hastaları sömürerek ve bütün varlıklarını emerek dolandıran akademik ünvanlı sahtekarların da sıkı takipçisidir. Yakalarına yapışır.. Kitap Kaynak Yayınları’ndan çıktı!
--9 Aralık 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Planlama Diye Bir Şey Vardı, Değil mi?


CBT Gündem sayı 1342, 7 Aralık 2012
  
Ekonomi profesörü Bilsay Kuruç’ın liderliğinde geçen yıl başlatılan, aslında ülke için önem taşıyan ama siyaset için hiç önemsiz görülen/ sayılan planlama kurultaylarının ikincisi dün başladı, bugün de (7 Aralık) Ankara Üniversitesi Rektörlük 100.Yıl Salonu’nda sürüyor: 21. Yüzyıl İçin Planlama.. Kurum olarak, Ankara Üniversitesi Rektörlüğü ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi (KAYAUM) kurultayın düzenleyicileri…
Bu yılki ana konuları yazalım: İlk gün şu konular vardı: Enerji Alanında Sorunlar ve Planlama (Cengiz Göltaş, Necdet Pamir, Olgun Sakarya, Oğuz Türkyilmaz.. Ve Sanayi Alanında Sorunlar ve Planlama (Oktar Türel, Dr. Serdar Şahinkaya, Yavuz Bayülken, Oktay Küçükkiremii.
Bugünkü programa bakıyorum: Sanayi ve Enerjide Planlama İçin Kurumlaşma, Model ve Politika Önerileri (Ali Ekber Çakar, Çağlar Güven, Çelik Kurtoğlu, Aykut Göker.. Sat 14:00-16:30 arası da Genel Değerlendirme var: Mahmut Kiper, Sencer İmer, Oktay Küçükkiremii, Oğuz Türkyılmaz, Mustafa Sönmez..
***
Geçen yıl Mayıs ayında gerçekleştirilen kurultayın ilki 21. Yüzyılda Planlamayı Düşünmek adını taşıyordu ve şu konular tartışıldı: Planlama ve Piyasa Tartışması, Ulusal (İktisadi) Planlama; Ulusal Toplumsal Planlama; Ulusal Bölgesel Yerel Planlama; Tarım Planlaması; Sanayi ve Teknoloji Planlaması; Enerji, Çevre ve Ulaştırma Planlaması..
***
Bilsay Kuruç, amacın içinde bulunduğumuz yüzyıl için ülkenin rotasını tartışmayı amaçladıklarını belirtiyor. Mümtaz Soysal, geçen yıl yapılan Kurultay ile ilgili yazısında şunları belirtiyordu:
Yaşadığımız ekonomik modelin bu ülkeye özgü olmaktan çok dünya ile uyum sağlamak düşüncesine dayandırıldığını ortaya koymakta. Yaklaşık 30 yıldır uygulanan böyle bir modelin dıştan kaynak aktarımı ile dışalıma ve dışa kazanç aktarımına dayalı olduğu açıkça belli.”
Böyle bir modelin sürdürülebilir olmadığı, büyük miktarlarda dış borç biriktiğinde veya cari açığın gayri safi milli hasılanın yüzde 10’una yaklaştığında kriz alarmlarının çalmasıyla ve büyümenin yüzde 3’lere düşürülmesiyle kesinlik kazanan bir olgu. Ekonominin çarklarını sürekli olarak sermaye ve mal-hammadde transferiyle döndürebilen bir ekonomik sistem, eninde sonunda zor duruma düşüyor.
Kalkınmasını tamamen piyasaya terkeden bir ekonomik sistem yerine, küresel ekonomileri de dikkate alarak, sanayisine ve kalkınmasına planlı olarak yol gösteren bir sistemi devreye sokarak, sürdürülebilir bir ekonomi oluşturabilir. Özellikle de yeni teknolojileri dikkate alan, orta ve yüksek teknolojilere doğru evrilmeyi hızlandıracak bir planlama düşüncesinin, politikaya egemen olmasını sağlamalı ülke. İktidarın bu yolda bir düşüncesini ne yazık ki göremiyoruz.
Ankara’daki toplantı, sadece iktidarlarca onyıllardır çöpe atılan, ilgili geniş çevrelerden de çoktan uzaklaşan planlamayı düşünmek olgusu, yeniden gündemlere girebilir mi?
En azından, bu yolda çabaların eksik olmadığını görmek, belki günün birinde bir kıvılcım etkisi yaratabilir düşüncesiyle, takdire değerdir.
Gelecek Cuma yeniden birlikte olmak üzere..

KUTU

ORTAÇAĞ VE GÖRKEMLİ KİLİSELER VE TÜRKİYE
Ayasofya, Notre Dame, Aziz Piyer Klisesi, Dom Kiliseleri, Milano Katedrali ve Avrupa'daki diğer tüm görkemli kilise ve katedraller Ortaçağ'da yapılmıştır. Ortaçağ, din kullanılarak halkın sömürüldüğü dönemin adıdır. 
Zamanın tek üretim ve değer kaynağı olan topraklar, kilise ve soylular arasında paylaşılmıştır. Tüm Avrupa'nın gerçek egemeni Papa'dır. Papa'nın takdis etmediği kral tahtına çıkamamakta, aforoz ettiği tahtını kaybetmektedir. Tarlalarda köle (serf) olarak çalıştırılan halkı, papazlar "efendilerine hizmette kusur etmezlerse öteki dünyada Cennet'e gideceklerini" söyleyerek uyutmaktadır.
Gelinler gerdek gecelerini kocalarıyla değil, efendisi soylu ile geçirmek ve kızlığını ona armağan etmek zorundadır. Kiliseye göre bunun dine aykırı bir yönü yoktur! Papazlar ve soylular arasında, fazla beslenmekten dolayı damla (gut) hastalığı yaygındır. Halk ise açlıktan ölmektedir. 
Bu sömürü ve ahlaksızlık düzeni Aydınlanma Devrimi ile sona ermiştir. Bundan sonra yapılmış olan kiliseler, sokaktaki diğer evlerin arasına sıkışmış basit yapılardır. Çoğunun çan kulesi de yoktur. Ön duvarındaki küçücük haç olmasa kilise olduğu bile anlaşılamaz.
Ülkemizde görkemli camiler yaptırma yarışının başlamış olması, Cumhuriyet'le başlamış olan Türk Aydınlanma Devriminden ortaçağa dönüşün göstergesi olabilir mi?
Prof.Dr.Süleyman Çelik- Samsun

5 Aralık 2012 Çarşamba

Ülke Üniversitelerinden Manzaralar


CBT Gündem, sayı 1339, 16 Kasım 2012

(Bu yazıyı yayınlamayı unutmuşum!)

Üniversitelerdeki büyük yapısal değişimlerin yönlerini görebilmek için, üniversiteyi yönetenlerden bazılarının kendilerini tutamayıp dışa vurdukları (veya kaçırdıkları ağızlarından) sözlere bakmak yeterlidir. Büyük çoğunluk çekeceği şimşekleri düşünerek henüz susuyorlar!
Geçen hafta kaçıran iki üniversite yöneticisini gördük. Bunlardan biri Prof. Dr. Nevzat Tarhan Üsküdar Üniversitesi diye bir kurumun kurucu rektörü imiş. Askeri kökenli Tarhan TV’lerde iktidar ve ortaklarının, “pisikiyatrik açıdan” her  zaman savunuculuğunu yapmakla tanınıyor. Bu “üniversite” neyin nesi kimin fesi doğrusu merak etmiyorum, ama kurucu rektörü, kimlerin kurumu olduğunu göstermekte.. Şimdi bunlara boşverelim de Tarhan ne demiş ona bakalım. Bir kaç gün önceki Cumhuriyet’ten özetliyorum.
Tarhan bu açıklamayı, Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi öğrencilerinin oluşturduğu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitim Kulübü Başkanı ve yönetim kurulu üyelerinin, makamlarında kendilerini ziyareti esnasında yapmış:
İnternet, kıyamet alâmetleri arasında sayılan Dabbet-ül Arz olabilir. İslam dünyası henüz bu alamet üzerinde görü birliğine varmış değil. Dabbet-ül Arz yerde debelenen bir canlıdır, internet de fiber optik altyapısı ile sinizoidal dalmga frekansı ile çalışması nedeniyle debelenen bir görünüm sergiliyor. İnternet, Dabbet-ül Arz gibi iyiye veya kötüye hizmet edebilir, iyi insan yetiştirmeyi amaçlayanların interneti bu amaçla uygulamaları dini bir vecibe- zorunluluktur...”
Gördünüz mü, bir üniversite kurucu rektörünün artık üniversitesini hangi temeller üzerinde inşa ediyor! Öğrencilerine neleri nasıl öğretecek dersiniz? İşte vakıf üniversitelerinden bir kesimin yapılanması tamamen bu temelde gelişiyor anlaşılan..
***
İkinci yönetici örneği, bir devlet üniversitesi dekanı.
Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı ve felsefe profesörü Prof. Dr. Teoman Duralı, iktidara yakınlığıyla bilinen Haber7’ye yaptığı açıklamada üniversitelerin medrese olmasını istiyor: İmam hatiplerin müfredatı genelleştirilip tüm okullara uygulanmalı.. Neden üniversite adını veriyoruz, adını medrese koyalım, Fakültelerin isimleri de mektep olsun.. Bir tarafta üniversite diğer tarafta medrese ayrımı çok tehlikeli. Bu ülkenin bölünmüşlüğüne son vermek lazım artık...”
Bu güzide mi güzide felsefe profu bir kılıç darbesiyle bakın eğitim meselesini nasıl çözüyor:
“Şimdiye kadar bu din eğitimini yasaklamak suretiyle sağlanıyordu, şimdi de din ile dünyayı birleştirmek zorundayız. İmam hatiplerin müfredatının genelleştirilip tüm okullara uygulanması gerektiğini savunmuşumdur hep,  en başta da askeri okullara. Disiplin, hayatın her alanında gereken bir şey. Askerlik dış disiplinle veriliyor. Din iç disiplini sağlıyor. İç disiplin olmadan dış disiplin bir kabuktur. Müslümanlar da iç disiplin var ama dış disiplinden yoksun. Dış disiplin olmadığı için hercümerç haldeyiz. Müslüman olmayana kendi dininde ders verilir, Alevi vatandaşa da özel müfredat hazırlanır. Ama şart olan şey yetişenin din bilgisiyle donanmış olmasıdır. Bu sadece dindar yetiştirme babında değil, dinsiz olacaksa da niye dinsiz olduğunu bilsin.”
Hadi bakalım...
Kimbilir daha neler var neler..
***
Burada basında Melih Aşık’ın Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na Başbakan ve Cumhurbaşkanınca yapılan atamalarını gündeme taşıdı. Bu atamalar da baştan sona garip ve kurumun doğasına tamamen aykırı.
Melih Aşık’ı okuyalım:
Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığı’na Profesör Derya Örs atandı
Görevi nedir bu kurumun? Anayasa’nın 134. maddesi:
“Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak...”
Başbakanlığa bağlı bu kurum; Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezi’nden oluşuyor... Atatürk’ün vasiyetnamesinde belirtilen kaynaklarla besleniyor.
Peki kurumun başına atanan Sayın Derya Örs’ün.. üniversitenin birinci sınıfından itibaren ilgilendiği konuları, çalışmalarını, uğraşlarını gözden geçirdik.
Atatürk, Türk tarihi, Türk dili ile en küçük ilgisini göremedik.. Ankara Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş. Kendi özgeçmişinde araştırma ve çalışma alanları:
“Klasik ve Modern Fars Dili ve Edebiyatı; Yazma Eserler; Mevlana ve Eserleri” olarak belirtiliyor...
Üyelikleri: Türkiye Yazarlar Birliği ve Mevlana Araştırmaları Derneği..”
Melih Aşık sürdürüyor:
“Yüksek Kurum 4 birimden oluşuyor... Bunlar Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezi.. Bu birimlerden Atatürk Araştırma Merkezi’nin başına da geçen ay yine Atatürk’le ilgili hiçbir çalışması bulunmayan bir isim getirildi: Mehmet Ali Beyhan...
Beyhan’ın özgeçmişi Atatürk Araştırma Merkezi’nin internet sitesinde Sayın profesörün kitapları, makaleleri, bilimsel çalışmaları sıralanmış orada...
Atatürk adına tek bir araştırması, tek bir makalesi,  tek satırlık yazısı yok.
Görev tanıtımı şöyle:
“Halen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde profesör olarak görev yapan Beyhan, Osmanlıca, Yakınçağ Osmanlı Tarihi Metinleri ve Yakınçağ Osmanlı Tarihi Kaynakları üzerine dersler vermektedir...”

“Bu arada 2. Abdülhamit’le ilgili çalışmalar yapmış... Yüksek Kurum, adı üstünde,  Atatürk, dilimiz ve tarihimizle ilgili ciddi bilimsel araştırmalar yapmakla yükümlüdür...
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın imzalarıyla yapılan bu iki atamada ne ciddiyet, ne iyi niyet gözleniyor.
Amacın ne olduğu da açıkça seziliyor...”
***
Şimdi bu iktidarın üniversite ve yüksek kurumlara atamalarına bakınca, kültürel olarak nasıl berbat bir ortam yaratmaya çalıştıklarını net olarak görüyoruz. Yazık ki yazık.. Buradan bir şey çıkmaz..
Gelecek Cumaya kadar bakalım neler olacak!
--

3 Aralık 2012 Pazartesi

Farkında Değiliz: Ekonomik Kriz Var


Krize övgü düzmek, yaşasın ekonomi soğuyor diye sevinmek, dünyada bize özgü bir durum!

Türkiye bir kaç aydır derin ekonomik kriz yaşıyor.. Biz kriz deyince dövizin hızla fırlamasını, bankaların iflasını veya zora girmesini, borsanın çökmesini, satışların kesilmesini, ithalat ve ihracatın belki de büyük miktarlarda azalmasını falan anladığımız için, yaşadığımız olaya kriz demiyoruz!
Daha doğrusu, belki de ekonomi literatüründe, böyle bir tanımı-karşılığı bulunmuyor! Mesela Mahfi Eğilmez’in Ekonomik Krizleri Anlama Rehberi’nde (15 Kasım 2012, Kendime Yazılar), bir tanımını göremedim!
***
Peki o zaman konuya girelim: Bu krizin adı ne?
Büyüme krizi! Belki de “fazla büyüme” krizi! Ürettiğinizden fazla tüketme/harcama krizi..
Ekonomi literatüründe veya ekonomi yazarlarının dilinde, cari açık arttı ve tehlike oranlarına yükseldi, diye okuyoruz ya... Anladığım kadarıyla mekanizma şöyle işliyor (Mustafa Sönmez umarım kızmaz!): Fazla harcamalarınızı kendi tasarruflarınızla gerçekleştiremiyorsunuz, dışarıdan borç alıyorsunuz. Bu borç örneğin borsanıza, bankalarınıza, devlet tahvillerine yatırım olarak geliyor. İçeri giren bu parayla, açığınızı dengeliyorsunuz..
 Veya dengeleyemiyorsunuz.. Açık, örneğin toplam yurtiçi üretiminize (GSYİH) oranı büyüyor. Türkiye’de bu oran bir ara yüzde 10’u bile aşar oldu. Büyük bir oran! Dünyada öyle kabul ediliyor. Ekonominiz sürekli bu açığı veriyor ve üretiminiz açığı kapatacak veya düşürecek biçimde artmıyorsa, ekonominiz bu yolda gelişmiyorsa, açık giderek büyüyorsa, tehlike çanları çalıyor, ekonominize güven azalıyor vb.
Bizim ekonominin yüzde 8’lerde büyüdüğü zamanlar oldu. Nasıl büyüyor? Dışarıdan gelen paralarla. Bu paraları, ekonomiyi döndürmek için dışarıdan gerekli hammadde, yarı mamul madde, elektronik, bilgi teknolojileri araçları gibi, piyasanın ve sanayinin mal ve hizmet üretimi ve tüketim için talep ettiği malların alımında harcıyorsunuz.
Dışarıdan bu paralar gelmezse, talep edilen dış mal ve hizmetleri satın alamıyorsunuz, veya gereği kadar satın alamıyorsunuz, bu kez ekonominin çarkları büyüme yönünde dönmüyor.
***
Türkiye dışarıdan para ihtiyacı sıkıntısı çekmiyor yıllardır. Ama cari açığın artmasını önleyemiyor.
Tehlikeye noktaya geldiğinde, uluslararası piyasa sizden cari açığın düşürülmesini istiyor..
Bunun yolu da, ekonomiyi soğutmak, yani üretimi, ekonomik büyümeyi azaltmak!
Dünya büyümek için çırpınırken, siz büyümeyi azaltıyorsunuz!
Dünya ekonomileri sürekli büyüme üzerine kurulu olduğu için, büyüyemek, çeşitli biçimlerde kriz yaratıyor.
Çarkları yavaşlattığınızda örneğin işini kaybeden yığınlar artıyor veya işsizler iş bulamıyorlar. En önemli kriz!
Para var ortalıkta, çarklar hız almışken, siz tekere çomak sokuyorsunuz. Makineleri durduruyorsunuz.
Gazetelerde haberler okuyoruz: Müjde cari açık bu ay biraz daha düştü!! Mal ve hizletler üretimi azaldı, müjdeler olsun!! Başarılı bir şekilde ekonomi soğuyor!!
Krize övgü düzmek de Türkiye medyasına ve ekonomistlerine özgü bir olay!
Cari açık 2011’de 78 milyar dolardı, bu yıl 54-55 milyar dolara geriletilmeye çalışılıyor. Açık, GSYİH’nin %7,0’si olacak, deniyor. Böylece büyümenizi de düşürmüş oluyorsunuz! O ne alâ!  
Şimdi şu sonuca da bakın: “Ağustos ortalamalı işsizlik oranı %8.4’ten %8.8’e yükselirken, mevsimsel olarak düzeltilmiş işsizlik oranı ise %9.2’ye yükseldi…” Resmi işsizlik yüzde 10’lara dayandı yine!
***
Özetle diyorum ki, kriz durumuna sokuldu ülke! Kriz sonucu büyümeniz hızla azalmasıyla benzer sonuçlar çıkıyor. Büyüme yüzde 8’lerden yüzde 3’ün de altına geriliyorsa, talebi iç üretimle hiç karşılayamıyorsanız, işsizlik artıyorsa, ekonomik krizdesiniz demektir!
Ekonomistler, bu krizin adını koymak size düşüyor! Niye lafı eveleyip geveliyorsunuz? Bu krizin en azından daha kolay yönetilir olmasından mı? Türkiye siyasetinin bu ekonomik hastalığı kroniktir.. Bugün krizi böyle kontrol eder hükümet, ama yarın ise, yaşadığımız önceki krizler kapıya dayanır. Bu her zaman mümkündür!
--3 Aralık 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet

Ordu Darbe Yapabilir mi?


Şu günlerde üst üste Türkiye’de ordunun hala darbe yapabileceğine ilişkin görüşler okuyoruz. En son, iktidarın düne kadar –ve bence hâlâ- önemli kanaat önderlerinden Murat Belge (*) ordunun darbe yapabileceğini, darbelerin sona ermediğini belirtti.
Bunu ne zaman diyor, önemli. Balyoz davasının hukuk bakımından yüzkızartıcı bir kararla sonuçlanmasından sonra.. O cenahta benzer fikir sertedenler de oldu. 
Bu bir “fikir tartışması” mı, siyasal/toplumsal bir analiz mi, yoksa “askerin sırtından sopayı hiç eksik etmemek gerekir, her ne biçimde olursa olsun vurmaya devam” düşüncesine destek çıkmak amacıyla mı söylenmiş, bilemiyorum.
Ama ben bu iddiayı ciddiye alacağım..
***
Ordu darbe yapar hala, iddiası boş bir laftır.
Ordunun darbe yap(a)maması için gerekli yasal ayıklamalar yapılmalıdır, demek de boş laftır.
Bu boş laf, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, “asker yasal dayanak bulmasaydı, darbe yapıl(a)mazdı..” savını taşır. Ki bunun da doğru olduğunu savunamayız.
Yasa masa bir kenara, her askeri darbe kendini bir şekilde meşru kılacak zemini bulur ve yaratır, diyerek, asıl tartışmak istediğim noktaya yönelelim.
***
Ordunun hala darbe yapabileceğini söylemek, ordunun hangi koşullarda, yani kimlerin desteği ile darbe yaptığını hiç araştırmamak ve darbeleri anlamamak anlamına gelir.
12 Eylül 1980 askeri darbesine bir örnek olarak odaklanırsak: darbe dış destekle (ABD) birlikte kotarıldı. Bu destek olmasaydı, askerler darbe yapamazdı.
Darbe öncesi epey bir ortam hazırlığı yapıldı: Gladyo (NATO ve Özel Harp/Seferberlik Tetkik ittifakı) epey kanlı bir iç kargaşalık / çatışma / kırım yarattıktan sonra, bu ortamın hazırlanmasına Ecevit-Demirel’in siyasi katkılarıyla, darbe gerçekleştirildi. 
Herkes herşey bu darbeyi kaçınılmaz ve hatta zorunlu kılmaya yönelik olarak kurgulandı.. Bir darbe makinesi tam zamanlı buna çalıştı, denebilir.
Türkiye’nin ekonomik-politik dönüştürülmesinin darbesiydi bu. Yeni liberal ekonomik düzene eklemlenmenin darbesi.. ABD’nin Sovyetler Birliğini Yeşil (müslüman) Kuşakla çevreleme politikasını gerçekleştirme darbesi.
Türkiye, ABD-NATO politikasının bir savaş cephesi olmasaydı, 12 Eylül sürecini yaşar mıydık? Bence hayır..
***
Dış destek, dışarıyla ciddi işbirliği olmadığı sürece, ülkede darbenin bir yıl bile ayakta durması zordur.
Hele hele bugün ise tam imkansızdır!
Ordu, yakın zamana kadar, ABD’nin tam desteğini arkasında görüyordu ve kontrolü altındaydı.
1990’dan sonra ABD’nin küresel politikaları değişti. Askeri darbeleri, ülkeleri kontrol mlekanizması ve işbirlikçilerini iktidarda tutma aracı olmaktan çıkardı. Çünkü dünya yeni döneme girdi.
 Askeri darbelerin yerini, sivil-parlamenter düzeni kontrol mekanizmaları aldı: Rusya eteğinde amerikancı kadife devrimler...
Ergenekon- Balyoz, özetle orduya yönelik bütün operasyonlar, Ordunun eline Amerikan müttefikliğinden tezkere verme amaçlıdır ve ABD nin büyük desteğine sahiptir. Irak’ta çuval geçirme olayı bunun işaretiydi..
Yani özetle boş boş konuşuluyor..  Ordu darbe yapabilirmiş diye..
Ordu bundan sonra, Erdoğan’ın vurucu gücü olarak çalışır ancak.. İçeride ve dışarıda..
Yepyeni durumlar, dengeler ortaya çıkıncaya kadar, bu böyle..
Ülkemde, ABD darbe yapabilir (siyasi!!), ama Ordu yapamaz, diye bitirelim..
---
(*) Belge, Erdoğan’a bugüne kadar tam gaz desteği için, ben değişmedim, Erdoğan değiştiği için desteğimi çektim diyor. İyi kılıf! Erdoğan’ın “ne olduğu”nu okuyan Türkiye’nin yarısı varken...  Belge’nin “okuyamaması”, ya okuma körlüğünden, ya adurumu görememesinden, ya da o zaman işine öyle gelidğinden kaynaklansa gerek..
2 Aralık 2012 / Bilim ve Siyaset – Cumhuriyet