Acılarla yoğrulmuş bir tarih: Türk- Ermeni çatışması
Prof. Dr. Ali
Demirsoy, 24.04.2015
Büyük
devlet olmanın ölçütü sadece ekonomisi mi?
Yoksa insanlarının
kişilikli davranışı mı?
Büyük
devlet büyük devlet dediğimizde, çoğunluk, coğrafik büyüklüğünü, nüfus
büyüklüğünü, ekonomisinin büyüklüğünü, tarihteki etkisini ve benzer
özelliklerini göz önüne alırız. Bugün isterseniz başka bir ölçütü alalım;
bakalım daha önceki tanım ve yargıları tamamlıyor mu? Yazılarda avam dilinin
kullanılmasına hiçbir zaman sıcak bakmadım. Ancak her halde dil haznem yeterli gelmedi
ki, açıklayacağım durumu tanımlaması bakımından yine de bir avam sözcük olan “yalakayı” kullanmak zorunda kaldım.
Büyük
ülkeler olarak tanımlanmış, Amerika, İngiltere, Almanya, Rusya, Çin, Fransa
gibi ülkelerde, bugün ya da tarihlerinin her hangi bir döneminde, halkının bir
kısmı Türkçü diye tanımlanmış mıdır? Bildiğim kadarıyla bu ülkelerin hiç
birinde böyle bir tanım yoktur. Türkleri sevenler ya da sevmeyenler vardır.
Ancak bunlar Türkiye’nin yalakaları, tetikçileri, provokatörleri,
kışkırtıcıları, ajanları olmamıştır; böyle bir tanım büyük devletlerin
literatüründe yoktur.
Tarihimize
baktığımızda Tanzimat’tan bu yana, bu ülkede, özellikle aydınlar arasında “İngiliz yanlısı, Amerikancı, Almancı,
Fransız yanlısı, Rus yanlısı, Çin yanlısı; yerine göre Maocu, Marksist,
Kapitalist, Liboş, say sayabildiğin kadar” bizim dışımızdaki ülkeleri,
ekonomik modelleri, kategorileri temsil eden ya da savunan bir kesim türemiş,
türetilmiş. Demokrasiye geçtikten sonra da iktidara gelen partileri, bu
devletlerin el altından destekledikleri ve organize ettikleri yönetimler olarak
görüyoruz (bazen de damgalıyoruz). Gelişmiş ülke olarak bildiğimiz ülkelerde
acaba bu partiyi Türkler başımıza getirdi, bu yönetimi Türkler seçtirdi diye
bir kavram halk arasında var mıdır? Bu nasıl aşağılık bir durum ki, ağzımızı
açar açmaz, bir insanı ya da bir yönetimi, bu ülkenin dışındaki bir ülkenin ya
da bir modelin uzantısı olarak görüp, suçlamaya kalkışıyoruz. Pekâlâ, gerçekte
durum bu söylediğimiz gibi mi? Gönül istiyor ki hayır densin. Ancak
Tanzimatçılara (İngiliz-Fransız), Jön Türklere (Fransız), İttihatçılara (Alman)
bakıyoruz, her birinin bizim dışımızdaki ülkelerle göbek bağı var ve model
bizim dışımızdaki bir ülke. Bu kesimlerin hizmet ettiği ülke de –bilinçli ya da
bilinçsiz- bizim dışımızdaki bu ülkeler. Osmanlı Türkçesinde “bilmem ne
ülkesinin Muhipbanı” (yani körü körüne seveni) diye bir terim var. Bu bir ülke
ve halkı için ne kadar aşağılayıcı bir sıfat. Dünyada Türk Muhipbanı diye bir
kesim tanımlanmış mı? Cemiyet-i
Muhipban-ı Amerikiyyan (Amerika’yı her şeyi ile sevenler cemiyeti), İngiliz Muhipleri
Cemiyeti (İstanbul’u İşgal eden İngilizleri sevdirme cemiyeti) diye kuruluşlar
acaba büyük ülke diye tanımlanan ülkelerde kurulmuş mudur?
Cumhuriyet
kuruldu, Atatürk durumu gördü ve bu yalaka grubun göbek bağlarını belirli bir
süre kesti. Kişilikli, aydın ve gerçek milliyetçi bir kesimin egemen olmasını
sağlamak için gerekli kurumların temelini attı; vicdanı hür, fikri hür bir
nesil yetiştirmenin yolunu açacak tüm önlemleri aldı. Ancak ömrü vefa etmedi.
Ölümünü izleyen günden itibaren sürü tersine döndü ve Atatürk’ün tamamen
temizleyemediği bu kesim yeniden yeşermeye başladı. Çocuğunu –bu ülkenin
sorunlarını çözerek diğer çocukların da gitmezliklerini ortadan kaldıracağına-
yabancı ülkede okutan, yabancı ülkede yüksek lisans yapmayı finanse eden, orada
iş kurmasını ve çifte vatandaşlık edinmesini, olmaz ise vatandaşlığını
değiştirmesini onaylayan (burada suçlanması gereken kesim ailelerden çok
görevlerini yerine getirmeyen yönetimlerdir); eğitim modeli dendiğinde,
Amerikan eğitimini anlayan, bütün dünyanın bugün hayran olduğu özgün eğitim
modelini (Köy Enstitülüleri Modelini) ağır ithamlarla bitiren, mezunlarını
komünist vs. gibi sıfatlarla damgalayan; ekonomik model dediğinde kapitalist
sistemi; insan hakları dendiğinde Amerikan-Avrupa anlayışını benimseyen; müzik
ve sanat dendiğinde yine batı zevkini ön plana alan; ağzını açtığında –kendi
halkını görmezlikten gelerek- Avrupalı bize ne der diye söze başlayan; batı
ağzıyla konuşan; her söze “bizden adam
olmaz” diye başlayan; akademik yükseltme için yabancı bir ülkenin dilini
bilmeyi birinci koşul koyan; akademik yükseltme için yabancı bir dille yazılmış
dergilerde yayın yapmayı ve yabancı dergide yayın yapmayı ölçüt koyan; özgün
daktilo klavyesini (F klavye), terk edip yabancı bir dilin klavyesini (Q
klavye) kullanan; dilindeki tamam kelimesi yerine “okey” diyen; hoşça kal
yerine “bay bay” diyen; ticaret hanelerinin adlarını yabancı dildeki
kelimelerden seçerek koyan; herhangi bir uygar hizmeti kendi halkına layık
görmeyip de “sonra turistler bize ne der
diye” bu olumsuzluğu düzeltme yoluna giden; bununla da yetinmeyip, batının
her zaman üçüncü dünya ülkeleri için sinsi sinsi hazırlamış olduğu yıkıcı
planların gizli ya da açık Truva atları olmayı üstelen bir kesimin egemen
olduğu toplumların gelişmiş toplumlar ve gelişmiş ülkeler olduğunu
söyleyemeyiz. Esasında bu yalaka ve işbirlikçi kesim hep vardı; biraz tarih
okunduğunda bu kesimin kimlerden oluştuğunu anlamak ve yaptığı tahribatları
görmek mümkün. Doğan Avcıoğlu’nun “Milli
Kurtuluş Tarihi” adlı kitapları okumak bile bu kesimi anlamak için yeterli.
İşte
büyük devlet ile küçük devlet arasındaki bir kriter de bu olmalı; eğer böyle
bir kriter siyaset tarihinde yok ise, bu yazı ile birlikte bu kriter siyaset
tarihine eklenmeli.
Büyük
devlet unvanı, genel bir tanımla kendisi olan; yani düşünce sistemi özgür ve
kendi uygarlığı içinde kendi modelini geliştiren bir halkı olan; başka
inançların, ekonomik modellerin, yönetim modellerinin körü körüne esiri
olmayan; başka ülkelerin ve yönetimlerin sözcüsü olmayan, onların
yönlendirmesini doğru analiz edebilen, başkalarının modelini kopya edeceğine,
kendi özgün modelini geliştiren; başkaların modelini hep örnek gösterme yerine
kendi geliştirdiği modellerle övünebilen kişilikli, gerçek aydın kişilere sahip
olmayla kazanılıyor.
Gelişmemiş
ülke sıfatı ise–aydın diye adlandırılmış olsalar dahi- kişiliksiz, yalaka,
ülkesinin ve halkının çıkarlarını ikinci plana alan, bu nedenle hep alınıp
satılabilen, belirli bir çıkar sağlamak ya da bir unvan ya da kariyer alabilmek
için birilerinin sözcülüğünü yapan, bunun için her fırsatta ülkesini kötüleyen
ya da ona zemin hazırlayan, duruma göre yakınan insanların cirit attığı ülkeler
oluyor. Bir taraftan bakın Yakındoğu coğrafyasına, diğer taraftan bakın büyük
devlet olarak tanımlanmış ülkelerin yapısına, bu tanımlara uymayan bir ülke var
mı?
Ermeni
olaylarının ortaya çıkışı, uygulanışı, sonuçları bağımsız tarihçilerin inceleyeceği
bir konudur; ancak bu konuda bu günkü tartışmaların seyri, esasında,
Tanzimat’tan başlayarak günümüze kadar uzanan bir tarihsel yapılanmanın bir
daha gözler önüne serilmesi ve en önemlisi yaklaşık iki yüz yıldır görmemezlikten
geldiğimiz “içimizdeki birilerinin
nitelikleri” üzerindeki yorganı kaldırarak –bu ve buna benzer olaylardaki-
gerçek yüzleri bir daha görebilmemiz açısından önemlidir.
Ermeni olayı özgür ve evrensel düşüncesi olanların yargılayacağı
tarihsel bir olaydır
Bu
yazı ermeni olaylarını anlamaya katkıda bulunacak bazı bilgileri içerdiği için
önemli taşımaktadır. Bu satırların yazarı Erzincan’ın Kemaliye eski adıyla Eğin
ilçesinin bir köyünde doğmuş, orada büyümüş ve Ermeni olaylarına gözleriyle
tanık olmuş, müdahil olmuş bir nesli dikkatle dinleyen bir bilim adamının
kaleme aldığı bir yazıdır. Kasaba ve köylerinin büyük bir kısmı 1915 tarihinde
önce neredeyse yarı yarıya ya da bir bölü üç oranında Ermenilerden oluştuğu
söylenebilir. Her ne kadar Ermeni kalkışmasının tarihi 1800’lü yılların
ortalarına kadar uzanıyorsa da, Eğin’de Ermeniler ile Müslümanlar arasında
ciddi bir çatışmanın olmadığı biliniyor. Ermeniler, taş işleri, yapı işleri ve
kuyumculuk başta olmak üzere sanatkâr, üretici; bir kısmı Fransa ve Amerika ile
doğrudan ticaret yapacak kadar dışarıya açık, dil bilen hatta yabancı ülkelerde
eğitilmiş; çeşitli çalgı aletlerini (keman ve klarnet başta olmak üzere)
çalabilin; dokuma sanatını geliştirmiş bir halk. Eğin’in mimarisine çok büyük
katkıları olduğu açık. Mimari dergilere geçmiş olan Eğin evlerinin ustalarının
önemli bir kısmının Ermeni olduğu bilinmektedir; yabancı ülkelerden getirmiş
oldukları çiçeklerle bezendirdikleri havuzlu, sekili bahçelerinin peyzajı
bilimsel çalışmalara konu olmuştur. Kiliselerinin yapımına Müslüman halkın
parasal olarak yardım ettiği, kasabaya yapılan yolları önemli ölçüde parasal
olarak destekleyen Ermeni bir halkın kol kola, ustaca bir yaşamı yürüttüğü bir
kasaba. Bugün uygar dünyanın ulaşmak istediği çok inançlı, çok toplumlu, huzur
içinde yaşayan bir birliktelik. Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi Eğin’de
de yıllarca önce bu uygarlık sağlanmış. Her iki kesim de bu huzurlu
birliktelikten önemli yararlar elde etmişler. Benim babamın lakabı “Kuyumcu Mehmet”; çok iyi bir
kuyumcuymuş; Ermeni ustaların yanında yetişmiş; yaptıkları antika olmuş, birçok
kuyumcu çırak yetiştirmiş; bugün Ankara’da bile bu çırakların çırakları olarak
hizmet veren göz ardı edilemeyecek sayıda sanatkâr var. Bununla da kalmamış;
köydeki kilisede piyano çalınırmış; önemli günlerde Müslümanlar da kilisedeki
bu şölenlere katılırmış. Fransa’da Sorbon’da hukuk tahsili ve doktorası yapmış
bir Ermeni diğer Ermeni çocuklarla birlikte isteyen Müslüman çocuklara, bu arda
babama derseler; hatta Fransızca dersleri vermiş.
Eğin, bu gün 16 ili kapsadığı söylenen
ve Ermenilerce hayal edilen Batı Ermenistan’ın baş şehri olarak düşünülmüş ve
bugün de bu hayalin sürdürüldüğü söylenmektedir.
Dedem “Sarıbey” lakabı ile bilinen
Hüseyin Sabri, Arapça, Farsça ve Fransızca biliyormuş, Üçüncü Ordu Komutanının
danışmanlığını yapmış; Elazığ, Harput ve Eğin başta olmak üzere birçok yere
posta teşkilatı kurmuş. Ancak en önemli özelliği iyi bir “Bektaşi” olması ve bu aydın yapısı nedeniyle de birçok olay
hakkında dikkatli not tutmuş olmasıdır. Hatta ne zaman kar ya da yağmur
yağdığını bile not etmiştir. Eve, birçoğu el yazması olan çok sayıda kitap
toplamıştır.
Ermeni olayları, dedem Hüseyin Sabri Beyin
Posta Müdürü olduğu sırada patlak veriyor. Her ne kadar geçmişte yani 1800’lerin
ortasından beri, çeşitli kışkırtmalar nedeniyle yer yer (Van başta olmak üzere)
Ermenilerin küçüklü ve büyüklü saldırıları olduğu ve bu saldırılar sonucu
onlarca hatta binlerce Müslüman’ın öldürüldüğü ve Osmanlı güvenlik güçlerinin
kendi tabası olan bir kesimi yani Müslümanları koruyamadığı ve katledilmelerini
önleyemediği bilinmesine karşın, esas Ermeni olayları olarak bilinen en
kapsamlı kalkışma 1915 yılında ortaya çıkmıştır.
Ortaya çıkış nedenleri, bu halk
düşmanlığının yaratılmasından yarar bekleyenlerin kimler olduğu, kimlerin
kalkışmaya destek olduğu, kimlerin alet olduğu hemen hemen tarihi belgelerle
her iki kesim tarafından yani Müslümanlar ve Ermenilerce bilinmektedir. Bu
konuda fazla ayrıntılı bilgi vermeye de gerek yoktur. Ortada kendi halkını dahi
saldırılardan koruyamayacak kadar zayıflamış bir Osmanlı yönetimi, dört bir
taraftan saldıran ve Osmanlıyı bölme planları yapan Emperyalist ülkeler ve içte
arkası ardı kesilmeyen isyanlar ve bu arada Anadolu’ya saldıran askerlerin
içerisinde (özellikle Rusya ve Fransa ordusunda) yer alan Osmanlı Tabasından
Ermeniler; bu kargaşalıktan çıkar uman ve her türlü kötülüğü yapmaya hazır
büyük bir çapulcu takımı bulunmaktadır. 1915’in görünen manzarası bu.
Osmanlı, Galiçya (1914), Kafkasya
(1914), Çanakkale (1915),Van (1915), Suriye-Filistin (1915), Hicaz-Yemen, Irak
(1915) Cephelerinde vuruşurken, yöreyi iyi bilen, Türkçeyi iyi konuşan, bu
topraklarda yetişmiş Ermeni gençleri, Rusların ve o sırada Osmanlı Meclisinde
milletvekili olan Ermeni milletvekillerinin rehberliğinde Doğu Anadolu’ya
saldırtılıyor. Türkçe konuştukları ve yöreyi iyi bildikleri için çok güçlü bir
tehdit oluşturuyorlar.
1914 yılında seferberlik ilan ediliyor.
Ermeni halkının yarısı Rus tarafında, yarısı Anadolu’da kalıyor. Bu tarihte Van
belediye başkanı bile Ermeni’ydi.
Aslında
Anadolu Ermenilerin önemli bir kısmı, Fatih’in kurduğu Ortodoks kilisesine
değil, Erivan Ortodoks kilisesine bağlıydılar. Yani göbek bağıyla İstanbul’a
değil, Erivan’a bağlıydılar.
Osmanlı
ne yapabilirdi? Yakın zamanda 11 milyon km kare toprağını yitirmiş; 780.000 km
kareye sıkışmış; bu da yetmiyormuş gibi bunun 380.000 km karesinin de
Ermenilere verilmesi talebiyle karşı karşıya kalmıştı (Prof. Dr. Yusuf
Sarınay’dan sözlü). Osmanlı, bu bölgede (diğer bölgelerde değil) yaşayan Ermeni
halkı yine kendi toprakları içinde; ancak daha güvenli olan bir yere göndermeye
(tehcire) kalkıştı. Tehcir kararı alınırken (1915), Osmanlı Meclisinde 13
Ermeni asıllı milletvekili vardı ve bunların kayda geçen itirazları da
olmamıştı (Prof. Dr. Hikmet Özdemir’den sözlü). Bu insanları sınır dışına
(bugün birçok yerde yaşandığı gibi) sürgün etmiyordu; sadece ülke içinde yer
değiştiriyordu. Ancak o gün toprakları içinde bulunan bu yerlerin kısa bir
zaman içinde elinden çıkacağını tahmin etmemişti. Dolayısıyla tehcir, bir zaman
sonra sanki sınır dışına sürülmüş gibi görülmeye başlandı.
Tehcire
gönderilenlerin malı, geri döndüklerinde almaları için, bir tutanakla kayda
geçiriliyor ve bir nüshası da kendilerine veriliyordu. Ancak bu bölgeyi terk
edenler o denli büyük katliamlara karışmışlardı ki, buralara geri dönemediler.
Ancak İstanbul’a yerleşenlerin önemli bir kısmı mallarının bu tutanaklarla geri
alabildiler.
Tehcir
süreci, sözlü ve belgeli tarihe göre bir faciadır. Önemli katliamlar ve
rezillikler yaşanmıştır. Nitekim Osmanlı yönetimi, bu tehcir sırasında kötü
davranan, soygun yapan 1673 subay ve asker hakkında soruşturma açmış,
cezalandırmış; bunlardan 57’sini idam cezasına çarptırmış; 3’ünü infaz etmiştir.
Nitekim
Talat Paşa tuttuğu günlüğünde bu tehcirin yeteneksiz insanların yönetiminden
dolayı zarar olarak faiziyle birlikte geri döndüğünü yazar.
Daha
sonra İngilizler tarafından ittihatçılar Ermeni Katliamı suçlamasıyla
tutuklanıp Malta’ya sürüldüler. İki yıl boyunca süren soruşturmada ve
yargılamada, İngiliz
Kraliyet Başsavcılığı, Osmanlı arşivlerinin yanı sıra Mısır’da, Irak’ta,
Kafkasya’da katliama kanıt aradı; ancak bulamadı... Başsavcılık, “eldeki kanıtlarla” Malta’daki Türklerden
hiçbirinin Ermeni katliamı gerekçesiyle cezalandırılamayacağını İngiliz
Hükümeti’ne bildirdi. Bunun üzerine İngiliz Hükümeti, tutuklu Türkleri serbest
bırakmak zorunda kaldı... Dava bile açmadılar.
Ermeni kalkışması daha doğrusu
katliamı, 1915 yılında başta Erzurum olmak üzere aynı zamanlı birçok ilde
başlatılıyor. Taşnak Teşkilatı’ndan emir alan Ermeni çeteleri kadın, kız,
yaşlı, çoluk çocuk demeden öldürmeye başlıyorlar. Evlerini yakıyor; mallarını
talan ediyorlar. Osmanlı Ordusu, bir taraftan düşmanlarla bir taraftan içteki
çetelerle uğraştığından ve zaten güçsüz olduğundan, son yüzyılda olduğu gibi bu
sefer de tabasını bu saldırılardan ve katliamdan yetirince koruyamıyor. Bu
nedenle doğuda ailesinden birkaç kişiyi bu katliamda yitirmemiş hiç kimseyi
göremezseniz. Bu nedenle de bu bölgelerdeki en ağır hakaretlerden biri, bir
insana “Ermeni, Ermeni gavuru ya da Ermeni uşağı-çocuğu (tığası ya da dığası)”
demektir. Hâlbuki bu aşağılama Anadolu’nun batısında yoktur.
Kalkışma ve katliam yaygınlaşınca,
Erzurum’dan posta müdürü Dedem Hüseyin Sabri Bey’e gizli bir şifreyle telgraf
geliyor: “Burada Ermeniler, Taşnak
Teşkilatı, katliama başladı sizde de olabilir dikkatli olun”. Dedem bu
telgrafı yetkili yerlere gizlice bildiriyor; ancak iki halkın birbirine
girmemesi için ulu orta duyurmuyor. Daha sonra aynı anlamda bir telgraf daha
geliyor. Dedem yine aynı uyarıları yapıyor. Daha sonra durumu anlatan bir
telgraf daha geliyor; bu sefer yardımcısı, bu telgrafın içeriğini herkese
sızdırıyor ve bunun üzerine Müslüman kesimde büyük bir tepki doğuyor; aklıselim
insanlar önlemeye çalışsa da yapısı itibariyle vurdukırdıya yatkın çapulcu
sayılacak bir kesim hatırı sayılır sayıda Ermeni öldürüyorlar (tam doğruyu
yansıtmasa da Barbaros Baykara’nın Şırzı Köprüsü romanı bu olayları
yansıtmaktadır). Osmanlı güvenlik güçleri bu şiddeti önleyemiyor.
Daha sonra 1966-1977 yıllarında Erzurum
Atatürk Üniversitesinde görev yaptım. Mesleğim ve alışkanlığım gereği Doğu
Anadolu’da sık sık gezilere çıktım. İlgi alanlarımdan biri, bu bölgede savaşa
katılmış, Ermeni olaylarından zarar görmüş ya da Ermeni olaylarına şu ya da bu
şekilde karışmış yaşı ileri olan görgü tanıklarının anılarını dinlemek
olmuştur. Hepsinin anlatımı ya da öyküsü farklı olsa da ana fikri aynıydı.
Ermeniler kanlı bir kalkışmayı başlatmış, ardından askeri güçler bastırmak için
gelmiş; sürgün yaşanmış. Sürgün sırasında da bin bir rezalet ve sıkıntı
yaşanmış.
Erzurum ve civarı illerde hemen hemen
bir aile görmedim ki geçmişte ailesinden birini (bu, çocuk, kadın ya da yaşlı
da olabilir) ya da ailenin kendisinin dışındaki bireylerinin tümünü Ermeniler
katletmemiş olsun. İyi de bugün burada Ermeniler niye kalmamış sorusuna hiç
kimse net bir yanıt vermedi, veremedi ve sadece –birlikte yaşasaydık ne iyi
olurdu duygusunu belli ki hala taşıyarak- acı bir gülümseme ile yetindiler. Belli
ki Artin’in de Mehmet’in de kemiklerinin sızladığını hissediyorlardı…
Galiba Anadolu’nun özellikle Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’nun birçok yerinde (Hacin, Van, Maraş, Elazığ) benzer olaylar
cereyan etmiş olmalı ki; herkesin Tehcir olarak bildiği Ermenilerin hem
kendileri hem de Osmanlı Ordusu için güvenli olacak yerlere sevk kararı
alınıyor. Batı Anadolu’da böyle bir karar uygulanmıyor.
Güvenlik güçlerinin (özellikle Hamidiye
Alaylarının) korumasında sevk başlıyor. Ermeniler günlük kullanabilecekleri
eşyaları ve değerli eşyalarını ya yanlarına alıyorlar ya da güvenli bir yere
gizliyorlar (çoğunluk gömüyorlar) ya da güvendikleri Müslüman komşularına
teslim ediyorlar.
Konvoylar yola çıkıyor. Örneğin
Erzurum’da konvoyun bir ucu Ilıca’da iken (Erzurum merkezden yaklaşık 15 kilometre
uzakta) şehirdeki konvoyun çıkma işlemi devam ediyor. Doğal olarak bu kadar
büyük bir konvoyun korunması yeterli güvenlik gücü istiyor; Osmanlı belli ki
yeterince güvenlik gücü tahsis edemiyor; en azından düzenli ordu mensuplarını
gönderemiyor.
Bundan sonrasını ailesi ile birlikte bu
konvoya katılan; ancak yolda ailesini yitiren ve bin bir zorluk içerisinde Eğin’de
bir kümese sığınan 17 yaşındaki Sophi’den (ya da Sophie) dinleyelim. Sophi Erzurum’da
zengin bir ailenin kızı, ailesi ile bu sevke katılıyor. Değerli eşyalarını
Erzurum’daki evlerinin içinde bulunan tandırın arkasındaki duvara gömüyorlar.
Jandarmalar çok iyi davranmasa dahi, insan onurunu incitecek fazla bir şey
yapmıyorlar. Ancak Erzincan’a girerken (büyük bir olasılıkla Sansa Boğazı’nda)
ve daha sonra Erzincan çıkışında (büyük bir olasılıkla Kemah Boğazı’nda)
karanlıkta, kendi aralarında Türkçe konuşmayan insanların saldırısına
uğruyorlar ve değerli eşyalarını kaptırıyorlar; genç kızların bir kısmının
ırzına geçiliyor; bir kısmı da öldürülerek Karasu’ya atılıyor. Jandarmalar bu
saldırıları önleyemiyor.
Soldan sağa: Ali
Demirsoy, Kardeşim Ayten Güven, Safiye, Yeğenim Mustafa Haşim Demirsoy, Oturan,
Amcamın kızı Nilüfer Karacagil, yeğenim Hatice Betül Demirsoy
Sophi, ailem tarafından kurtarılıyor.
Adı Safiye’ye çevriliyor; uzun süre ailemin yanında “Safiye Bibi” sıfatıyla kalıyor ve sonunda köydeki bir insanla
evlendiriliyor; kendi ailesi oluyor. Safiye Bibi, ölümüne yakın bu olayları
anlattı ve bana, “bana büyük
yardımlarınız oldu, size borçluyum; Erzurum’da Yağmur Dere Mahallesine git,
….duran panjurlu evin içine gir, tandırın arkasına taraf olan duvara doğru bir
bucuk adım at; toprağı bir metre kaz; bir küpün içen konmuş ailemizin
takılarını bulacaksın. Onları al ve ananın helal sütü gibi kullan” dedi.
Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde çalışırken lojmanlarımıza bakan bir kapıcı
vardı, Kahraman Efendi. Kendisine sordum, Erzurum’da Yağmur Dere Mahallesi var
mı? diye. Var hocam dedi; niye oraları soruyorsun ki; oralar çok makbul
insanların oturduğu yerler değildir. Pek ala Kahraman Bey, …. yanında panjurlu
bir ev var mı? Var hocam dedi. Ben 13 yıl Erzurum’da kaldım ve o mahalleye ayak
basmadım. Çünkü ağlayanın malı gülene hayır etmez (bu cümleyi unutmayın,
özellikle Ermenilerden özür dileyenler).
Benzer olayı Bulgaristan’da yaşadım.
Almanya’dan 1975 yılında Türkiye’ye dönerken, gümrük girişinden Leva bozdurarak
kupon almadığım için benzin alma hakkım olmuyormuş ve yolda da benzin bitti;
bir petrol istasyonunda çakılı kaldım. Ne olacağımı bilmeden ser sefil
beklemeye başladım; gece yarısı kelli felli olan birisi geldi; oldukça net bir
Türkçe ile konuşmaya başladık. Durumu anlattım, o zamanlar doçenttim,
mesleğimi, çalıştığım yeri, dünya görüşümü vs çay içerken konuşma içerisinde
ayrıntılı olarak anlattım. Sonunda adam bana, ben buranın yetkilisiyim; sana
istediğin benzini vereceğim. Ancak seninle biraz daha özel konuşmam gerekiyor
dedi. Geçmişini anlatmaya başladı. Erzurum Ermeni’siymiş ve Erzurum’un birkaç
zengin ailesinden birine mensupmuş. Bu sevk sırasında paralarını ve özellikle
altınlarını Erzurum’da saklamışlar. Ailenin hiç birinin Türkiye’ye girme hakkı
yokmuş. Bana dönerek: Bu kadar süredir buralarda bulunuyorum; yoldan geçenlerin
hemen hiç birini gözüm kesmedi; ilk defa güvenebileceğim bir izlenim bırakan
bir insana rastladım. Erzurum’da da çalışıyorsun. Şimdi ben bu altınların
yerini sana söyleyeceğim. Bu altınları çıkarıp, yarısını sen alacaksın; onlar
sana ananın sütü gibi helal olsun; geri kalan yarısını da bana getireceksin
dedi. Bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Bir ara toparlanarak Safiye Bibi’nin
öyküsünü anlattım ve bunu yapamayacağımı; bana yerini de söylememesini rica
ettim. Anlayışla karşıladı ve bana bazı hediyeler verdi. Bugün olsa yerini
öğrenir miydim? Emin değilim…
Sevk Eğin’deki Ermenilere de
uygulanmış. Galiba güneye daha çok da Lübnan’a gönderilmişler. Bu sevk
sırasında da benzer olaylar yaşanmış. Hamidiye Alayları ve yine çapulcu, ekşiye
takımı sevk alayına saldırarak hem katliam yapmışlar hem de yağma yapmışlar.
Dedem Hüseyin Sabri, bu zorunlu sevke
yollanan bazı Ermenilere gidecekleri yere sağlam ulaşabilmeleri için yardımda
bulunmuş ve hatta onlara altın lira olarak destekte bulunmuş. Onlara: “Bizim her zaman sizin bilgi ve sanatınıza
ihtiyacımız olacak; bu ülkeyi birlikte imar edeceğiz demiş”. Bu yardımı
alanlardan biriyle daha sonra tanışma fırsatım oldu. Paris’in ve Marsilya’nın
iki büyük elmas mağazasının sahibi, Türkçe söylenişi ile Davut, kendi
dillerinde David Şükrü. Dedem onun gideceği yere sağlıklı ulaşması için elinden
geleni yapıyor. İşleri iyi gitmiş olmalı ki, önemli bir elmas tüccarı oluyor.
Yıllar sonra Kemaliye’de evimizi ziyaret ederek bir süre kaldı; dedemin
oturduğu köşe minderine kapanarak ağladı. Vaftiz edildiği yıkık kilisenin
içinde uzun süre donuk gözlerle dolaştı, herhalde papazın oturduğu yer
olmalıydı, dizlerini yere koyarak uzun süre öyle kaldı. Babam ve ben ne orada
ne de sonra hiçbir şey sormadık. Anasıyla su suladığı bağa gittik, otları ve
ağaçları sevdi; ancak içi oyulmuş asırlık bir dut ağacının içine girerek öyle
kala kaldı; belli ki bu ağacın çevresinde ya da içinde diğer çocuklarla oyunlar
oynamıştı. Fransa ve Amerika ile doğrudan ticaret yapan, dünyaca ünlü Eğin
halılarını ve mensucat satan, Eğin’i dünyaya açan, o günkü konuşmalar arasında
sadece herhalde lakabı “Pilavlar” olarak aklımda kalan bir Ermeni iş adamının
“Bakik” denen mevkide yıkılmış ve ancak o haliyle bugün birçok şehrimizde bile
çok zor görünecek bir saray yavrusunun içinde epeyi dolaştı. Belli ki anıları
vardı. Bize dönüp: Bu adam yaşasaydı, dünyanın zenginlerinden biri de Eğin’de
oturuyor olacaktı dediğini anımsıyorum. Bahçesinin peyzajı için Paris’ten
bitkiler getirtirmiş; evinde piyano çalınırmış; kapının girişinden itibaren
insan boyu şamdanlar ve duvarlarda tablolar bulunurmuş. Böyle bir kapışmanın
Doğu Anadolu’nun ekonomisini ve sanatsal gelişimini ne ölçüde etkilediğini
bugün daha iyi anlıyorum…
Babam beni okuturken hem sağlık hem de
maddi acıdan çok zor durumlara düştü. Ortak bir dostumuz, bu durumu bizim bilgimiz
dışında, bir rastlantı olarak David Şükrü’ye aktardığında: “Benim ve bütün ailemin şu anda yaşıyor
olmasını Sarıbey Sülalesine borçluyuz. Ancak kilisede alınmış bir yeminimiz
vardır”: “Biz ne olursa olsun Taciklere
(Müslümanlara) hiçbir zaman yardım edemeyiz. Bu nedenle (babamı kastederek)
Mehmet’e yardım edemeyeceğim” diyor.
Belli ki birileri bu intikamı milli bir hedef olarak koymuş.
Kemaliye’de komşu köyde asıl adının ne
olduğu bilinmeyen, konan bir Türkçe ad ve bir de “Hoppana” olarak bilinen takma
adla tanınan bir bayan da Safiyi Bibi ile benzer acıları yaşamış; sığındığı
evin insanlarına sadakatle hizmet etmiş ve onları ailesi olarak görmüştü; ev
sahibi aile de onun acısına belli ki ortak olmuş ve ona ailenin bireyi gibi
davranmıştı. Ancak tehcir sırasında, delikanlı olan iki oğlunu, Erzincan
civarına geldiğinde Bayburt’a göndereceklerini söyleyerek ondan ayırmışlardı.
Bu kadın yarım yüzyıl, çocuklarım yaşıyor
mu, ne olur onları bulur musunuz, bir kere yüzlerini göreyim ondan sonra öleyim
diye gözyaşı döktü. Uzaklara bakarak öldü…
Erzurum’da asistan olduğum 1966 yılında
bu kargaşalığı yaşayıp da anımsayanların yaşı 55-60’dan aşağı değildi. Bu sefer
tanıdığım acı çekenlerin kimliği Türklerdi. Her biri bir diğerinden acı olan
çeşit çeşit öyküler anlattılar. Meslektaşım, o zaman botanik asistanı olan Orhan
Özbay’ın babasınınkini anlatmadan geçemeyeceğim.
“Erzurum’da kalkışma başlayınca, sokaklar
silah sesleri ile inlemeye başladı, evlerden acı çığlıklar yükseliyordu. Annem,
babam, kız kardeşim ve 5 yaşlarında olan ben, alt katta mereğin içindeki
otların içine saklandık. Büyük bir çarpma sesi duydum ve hemen akabinde
Ermenice bazı küfürlerle birlikte (komşularımız Ermeni olduğu için küfürlerini
kısmen biliyordum) yanımda bazı hışırtı ve garip sesler duydum. Çok yakınımdan
bir süngü zemine kadar girmişti. Sesler kesildi; otların arasında epeyi bir
süre sessizce bekledim ve daha sonra çıktım. Kapı kırılmıştı, sokaktan acı
kadın, çocuk ve insan sesleri geliyordu. Otları deliler gibi kaldırmaya, daha
doğrusu eşelemeye başladım; önce anamı, daha sonra babamı ve en sonunda da kız
kardeşimi kanlar içinde gördüm; ölmüşlerdi. Otları kaldırıp anamım yanına
yattım; vücudu sıcaktı; ona sarıldım; ağlayamıyordum; çünkü ses çıkarmaktan
korkuyordum; ağzım dilim kurumuş, dilim âdete keçeleşmişti. Akşam karanlığı
basarken, anamın vücudu da soğumuştu. Onu son olarak terk ettim. Sokakta
koşmaya başlamıştım; ilk defa gözümden yaş o zaman gelmeye başladı; sesim de
kısık olsa bile çıkmaya başlamıştı; deliler gibi koşuyor; hıçkıra hıçkıra
ağlıyordum. Teyzemin evine gidip onun bağrına sığınmak istiyordum. Eve
girdiğimde teyzem ve kuzenlerim merdivenin basamaklarından sarkmış durumda
kanları hala damlıyordu. Biraz daha uzaktaki amcamın evine koştum; evi
bulamadım; herhalde korkudan şaşırdım diye düşündüm; ancak alevler ve yanık
kokuları beni kendime getirdi; mahalle yakılmıştı. Onları bir daha göremedim…
Dünyada kimsem kalmamıştı. Karanlıkta, ağlayarak, titreyerek, çılgınlar gibi
dağlara doğru koştum. Ailemin zaman zaman eğlenti için (piknik için) götürdüğü
değirmenler bölgesindeki boğaza ulaştım; birkaç gün kovuklarda sadece kuru kuru
hıçkırdım; çünkü gözyaşım bitmişti.
Saklanarak şehre doğru yanaşmaya
başladım; sokakta Türkçe sesler geliyordu. Cesaretimi toplayıp ortaya çıkınca,
jandarmalar beni alıp güvenli bir yere götürdüler. Anasız, babasız, akrabasız
bir yaşam sürdüm. Acım hiç dinmedi; rüyalarım benim için birer kâbus oldu; çoğu
zaman uyumaktan bile korktuğum oldu; hiçbir zaman katıla katıla gülemedim…
Anamın, babamın, kız kardeşimin, teyzemin, amcamın, kuzenlerimin; çeşme başında
su kavgası yaptığımız, çeşitli oyunlar oynadığımız Artin’in, Hacaturun,
Kirkor’un; bize yemiş ikram eden analarının yüzlerini artık hayal meyal
hatırlıyorum…”
Bütün bunları niye anlatıyorum diye
merak etmiş olabilirsiniz. Bu konuda birkaç söz söyleme hakkını kendimde
buluyorum; çünkü resmi tarihin dışında bizzat benim edindiğim ve ailemin tanık
olup bana aktardığı bilgi ve gözlemler var. Bu nedenle Hüseyin Sabri Dedemi ve
Safiye Bibiyi anlattım. Onlar bu olayları kendi pencerelerinden görebilen canlı
tanıklarıydı. Ben ve benim kuşağım, bu acıyı bizzat bire bir yaşamış insanları
tanıma fırsatını yakalamış, onlarla konuşma şansını bulmuş bir kuşak olduğu
için, geç kalınmış olsa bile, yine de bir kısım olayları gelecek kuşaklara
iletme şansını yakalamıştır. Benzer öyküleri kitaplardan okumakla birçok
bilgiyi alabilirsiniz; ancak alınması gereken duyguyu bizzat yaşayanların
gözlerinin içine bakarak edinebilirsiniz. Her iki kesimi dikkatle dinleyen son
kuşak olarak bu insanların gözlerinin içindeki acıları “ne yazık ki utanarak, acıyarak” ibretle gördüm. Bugün istesek de bu
olayları yaşayan insanları karşımıza alıp konuşma şansımız artık yok.
Nerden
biliyorsunuz bugün Ermenilerden özür dileyen bir kesimin de benim gibi aileden
gelen tanıklarının ve bizzat “yaşanan”
gözlemlerinin olmadığını? Dedelerinin ve babalarının onlara ilettikleri belki
de bizzat katıldıkları bu insanlık dışı kanlı olaylardan dolayı özür dilemek
erdemini duymuş olabilirler; bu durumda “ailelerinin
kefaretini ödemek için” bu kesimin özürleri haklı görülebilir…
Her beladan çıkarılması gereken bir
ders olduğunu da unutmayalım. Geçmişte ister kendi irademizle ister kışkırtma
ile bu acı öyküyü yaşadık. Ancak bu topraklar hala benzer toplulukları bağında
birlikte barındırmaktadır. Benzer olayları yeniden yaşamaya izin vermeyelim.
Ancak durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. İç ve dış kışkırtmalar,
beceriksizlikler, yönetim aksaklıkları, dini ve ırksal bağnazlıklar sanki bizi
benzer öyküye doğru sürüklemektedir. Bu topraklar üç büyük dinin ve onların alt
gruplarının, kıtalar arası köprü olması nedeniyle 72 milletin vatanı olmuştur.
Çeşitli odun parçalarının sıkıştırılmasıyla oluşturulan tahtanın yekpare
tahtaya göre daha sağlam ve dayanıklı, daha estetik olduğunu biliyoruz. Dileriz
bu toprakların insanları bir daha geçmişteki hataya düşmezler.
Bütün bu anlatılanların ışığı altında,
bugün çok sıcak bir gündem oluşturan “Ermenilerden ya da birilerinden özür dileme”
hoş görülebilir mi?
Sanırım dört
kesimin Ermenilerden özür dilemesi hoş görülmeli. Bunlar:
1. Dört bir
tarafta savaşmasına, askerleri perişan durumda olmasına karşın yine de tabasını
(Ermenileri, Türkleri, Sünni Müslümanların dışındaki Müslümanları vd) yeterince
koruyamadığı, Hamidiye Alaylarının insafına bıraktığı, eşkıyaların,
çapulcuların saldırılarından koruyamadığı için Osmanlı’nın o günkü –Alman
denetimindeki- yönetimi.
Kaldı ki bu
sevk sırasında, hiçbir saldırı bile olmasa, yiyeceklerini ne kadar yanlarına
almış olurlarsa olsun, kıtlık içerisinde kıvranan bir ortamda yine büyük ölçüde
telef olacaklardı.
2. Yüz yıllarca
Osmanlı egemenliğinde dilini, dinini, ticaretini serbest yapan; her çeşit
yönetimde yer alabilen, Mutana (ayrıcalıklı) Azınlık olarak tariflenen
Ermenilerin, yabancıların kışkırtmasına kanarak, bir gün önce halay tutmuş,
aynı masada yemek yemiş, benzer gelenek ve görenekleri olan Müslüman
komşularını, yaşlı, çocuk, kadın demeden katleden; sadece Müslümanları değil,
bu ülkede o güne kadar Müslüman halk ile uyum içerisinde yaşayan ve uyum
içerisinde yaşamayı sürdürmeyi arzu eden kendi halkındaki insanların da suçsuz
yere yer değiştirmesine ve öldürülmesine zemin hazırlayan Ermeniler.
3. Çıkar için
milletleri, dinleri, ırkları, birbirine düşüren; ayırımcılığa sürükleyecek her
hareketin arkasında duran, kışkırtan ve daha sonra da piposunu tüttürerek,
uygarlıktan, insanlıktan, insan haklarından, kardeşlikten dem vuran emperyalist
ülkeler ya da kesimler.
4. Hiçbir
tarihi bilgiye dayanmadan, olayları bire bir incelemeden, dünyadaki karalama
kampanyasına kapılanları, belirli lobilerin etkisine girenleri, belirli
kaynaklardan fonlananları, bu karalamayı bazı unvanları ve payeleri almak için
yapanları bir tarafa bırakırsak (bunlar halkını ve vicdanlarını çıkar için
satan kesimi temsil eder), bu gün özür dileyen –vicdanlı- başka bir kesimin
olduğunu da söyleyebiliriz. Resmi kayıtlardan Ermenilerin sevkine ilişkin
emirler bilinmesine karşın, öldürülme emrine ilişkin tek bir resmi kayıt mevcut
değildir (böyle bir kayıt bulunmuş olsaydı zaten dünya ayağa kalkacaktı). Bu
nedenle resmi bir katliam için elimizde resmi bilgi yoktur diyebiliriz. Ancak
çok sayıda Ermeni’nin öldüğü de bir gerçek. Kim öldürmüş bunları? Hamidiye
Alayındaki emir dinlemez fanatik insanlar ve eşkıya, çapulcu, soyguncu takımı. Bu gün özür dileyenler, vicdan azabı
çekiyor olmalılar ki, belirli bir riski de göğüsleyerek Ermenilerden özür
diliyorlar. Çünkü babalarının ve dedelerinin, Ermenileri yollarda nasıl
katlettiklerin ilişkin çok sayıda anılarını dinlemiş olmalılar.
Türk ulusundan bir gün özür dilemesi
gereken bir kesim de var mı?
1. Yıllarca
Anadolu insanını aşağılayıp, hor gören; yatırımlarını bugünkü Türkiye sınırları
dışındaki topraklarda yapmış; Anadolu insanını dini istismarın ve aşiretlerin
pençesine bırakmış; Hamidiye Alayları ile Sünni kesimin dışındaki insanlara
eziyet etmiş ve Ermeni kalkışması sırasında tabasının hiçbir katmanını
koruyamayan Osmanlı yönetimi ve belki bugün onlara kol kanat geren “Osmanlıcı” olarak bilinen kesim
2. Emperyalist
ülkelerin kışkırtmalarına kanarak, yıllarca iyi bir işbirliği içinde yaşamış
Müslüman komşularını katleden Ermeniler ve onların çocukları.
3. Çıkarları
için dünyanın dört bir tarafında yaptıkları gibi, her türlü ayırımcılığı
tezgâhlayan, tetikleyen ve destekleyen, halkları birbirine düşman eden,
kırdıran; sonra da karşılarına geçip suçlu ilan eden emperyalist egemen güçler.
Bunlar Ermenilerin de Türklerin de katledilmelerinin birinci dereceden
suçlularıdır.
4. Yeterince
araştırmadan, özellikle kendi dininden diye, yapılacak araştırmaların önünü
kapatacak tarzda ve nitelikte, parlamentolarından soy kırımı kararı ve yasası
çıkaranlar. Bu kararlarla gerçeğin araştırılmasını yasa yorganı ile örtmeye
çalışanlar.
4. Paye edinmek, belirli yerlerden proje
desteği altında menfaat sağlamak, dünyadaki lobilerin takdirini kazanmak, her
türlü çıkar ilişkisini ön plana alarak, tarihi gerçekleri yeterince bilmeden
sadece bir kesimin acısını dile getirmeyi aydın tavrı olarak sunduğunu zanneden
(henüz kanı kurumamış Kıbrıs ve Karabağ katliamlarında tek bir söz söylememiş;
tepki göstermemiş); yeterli kanıt ve araştırmaya dayanmayan bu beyanları ile
Türk Ulusunun Ermeni politikalarının geleceğini şu ya da bu şekilde çıkmaza
sokacak, zarar verecek kesim. Yani çıkarcı özürcüler…
5. Bugüne kadar
dünyanın dört bir tarafını tarayıp, bilimsel araştırmalar ve yayınlar yapması
gereken, her ortamda gerçeği dünya kamuoyuna etkin bir şekilde duyuramayan üniversitelerimiz.
6. Çok sayıda
şehit vermesine ve içlerinde Ermeni meselesini inceleyen ve derli toplu yayınlar
yapan birkaç uzman yetiştirmesine karşın, dünya kamuoyunu yeterince ikna
edemeyen dış politikadan sorumlu bakanlığımız (ya da bakanlıklarımız).
7. İster ülke
içinde ister ülke dışında (bizim dışımızdaki ülkelerde), halkların birbirine
düşman olmasına zemin hazırlayan kökten dinciler ve ırkçılar.
8. Türk
ulusunun bilimsel açıdan gelişmesine ayak bağı olan ve kendi inancı dışındaki
inançları görünürde kabul etmesine karşın hiçbir zaman benimsemeyen bağnaz
dinciler; ırkçılığı milli bir korunma gibi sunarak ulusun içindeki çeşitli
kesimleri bir birine düşman eden ve bu yüzden bir türlü gelişmenin birinci
koşulu olan huzur ortamının oluşmasına fırsat vermeyenler. Böylece bu ülkeyi kendi
kararlarını verebilecek ve savunabilecek; başkalarını iç içlerine
karıştırmayacak yetkinliğe ve güce ulaşmasına mani olanlar.
Ancak eski anlayışın devam ettiğine
ilişkin son zamanlarda yine güçlü gözlemler bulunmaktadır. Bir bayan
milletvekilimiz “Ermenilerden özür
dileyenlere taviz verdiği için” Cumhurbaşkanının bu tutumunu yanlı olarak
değerlendirmiş ve bu durumu ailesinde “olası
bir Ermeni bulunmasına” bağlayan bir açıklamada bulunmuştur. Birkaç gün
içerisinde cumhurbaşkanlığından böyle bir şey olmadığını, bunun hakaret olarak
değerlendirildiğini belirten bir açıklama yapılmıştır. Böyle bir söz düellosu
bile uygar bir ülke için ürkütücü olmuştur. Çünkü –cumhurbaşkanının doğru bir
tavır koymuş olduğunu onaylamamız söz konusu olmasa bile- bu ülkedeki bir
insanın etnik kökeninden dolayı taraflı ve kasıtlı davranacağını peşinen kabul
etmek ve suçlamak pek doğru görülmüyor. Ancak savunma saldırıdan daha vahim.
Çünkü bunu bir hakaret olarak kabul ederim diyor. Yani bir insanın ailesinden
birinin başka bir etnik kökenden olması aşağılatıcı bir durum mu? Nerede kaldı
cumhurun başkanı olmak? Bu cumhurbaşkanı aynı zamanda bu ülkede yaşayan
Ermenilerin de cumhurbaşkanıdır ve o kitleye de en az bizim kadar saygılı
olmak, koruyucu olmak zorundadır. Neresinden bakarsanız bakın yüzyılların
yönlendirmesinden kurtulamıyoruz…
Türk milliyetçiliği Anadolu’da doğan
bir hareket değildir (Yusuf Akçura). Balkanlardan bize yapılan itiş kalkışın
ürünüdür. Bu nedenle Türk milliyetçiliğinde başlangıçta batının yönlendirmesi
yatar. Aslında Türk milletçiliği, kendini tanıma ve tarif etme gereksinmesinden
doğmamıştır. Türk milliyetçiliğinin güçlenmesi Ermeni olaylarının da
sertleşmesine neden olmuştur.
Tarihe doğru bakalım…
Yeniköy Anlaşması ile Paris
Anlaşmasının metnine (gizli) bakarsanız, bir yönetimin, yani Osmanlının
birbirinin tam zıddı olan bu iki anlaşmaya imza atmasını bir rezillik olarak
görebilirsiniz. Paris anlaşmasına hiçbir dahli olmayan Amerika’nın başkanı
Wilson davet edilmiş; fotoğraf çektirilirken de tam ortaya oturtulmuş. Bu andan
itibaren Ermeni sorunu Amerika’ya ciro edilmiştir. Nitekim Wilson Amerika’ya
döndükten sonra Doğu Anadolu’da kurulacak devlet ile ilişkin Ermeni isteklerine,
bu haritaya mühür basıp, bir çeşit onaylayarak olur vermiştir. Bu tehcirden
kurtulan ve Amerika’ya sığınanlar, arşivlerdeki belgelerden ziyade yaratmış
oldukları öykülerle (bir kısmı gerçek bir kısmı abartılmış) Amerikan halkını
yıllarca etkilediler; zehirlediler.
Türkiye bu sırada tabiri caiz ise
uyudu. Tarih bölümlerinin mezunları iş bulamadıkları için, en düşük puanla öğrenci
aldılar ve kural olarak dil bilmeyen öğrencilerle tarihçi yetiştirilmeye çalıştılar.
Bu donanımla hiçbir uluslararası arşiv yeterince taranıp, gerçekçi belgeler,
zamanında ortaya konamadı. Yani meydan acı çekmiş Ermenilerin insafına
bırakıldı. Ünlü bilim adamı Pasteur’ün “bir
katliamdan sağ kurtulan varsa, gerçeği hiçbir zaman tam öğrenemezsiniz”
dediği bilinmektedir (Prof. Dr. Hikmet Özdemir’den)
Yaşanan tüm sürgün ve tehcirler, buna
Türklerin Balkanlardan Anadolu’ya sürülmesi de dâhil, insanlık suçlarıyla ve
acı öykülerle örülmüştür. Buna kimsenin itirazı olamaz. Kaldı ki bu tehcirlerde
acı çekmiş sağ kurtulanlar, en acı anılarını ve zaman zaman sanal duygularını
da katarak anlattıkları için gerçeği hiçbir zaman hiç kimse öğrenemeyecektir.
Böyle bir karmaşık olayı, özellikle
Büyük Dünya Harbi (1. Dünya Savaşı) olaylarını değerlendirirken, ırklara,
milletlere, ülkelere, dinlere, cemaatlere göre yola çıkarsanız yolun sonunu
göremezsiniz. Benim ölüm bana, senin ölün sana; benim acım bana, senin acın
sana diyemeyiz. Bu coğrafyada herkes o dönemde ıstırap çekti. Bu ıstırabı her
kesimin hissetmesini sağlamamız gerekiyor. Beş milyon insanı yitirdikten sonra
haksız yere ülkemize saldıran askerleri bile bağrına basıp, “bu topraklar artık sizin de anavatanınız, bu
çocuklar bizim de çocuklarımız” diyen Atatürk; aslında evrensel bir
hoşgörünün örneğini veriyordu. Ne yazık ki şu anda kin ve nefretle
yetiştirilmiş bir karşı grup; ne olup bittiğinden ne olup biteceğinden haberi
olmayan bu tarafta başka bir grup var.
Son yıllarda bu konuda Türkiye
tarafından çalışmalar başlatılmıştır. Ancak başka bir tuzağa düşmek üzereyiz.
Bu sorunları sivil toplum örgütlerince ve bir de 2014 yılında yasayla
düzenlenen ve özel yetkilerle donatılan MİT aracılığıyla çözme gibi bir yola
girmiş gibi görünüyoruz. Eğer çözme işini sivil örgütlere ve MİT gibi devletin
bazı kurumlarına verirseniz, meşruiyet sorunu çıkar. Bunu sadece alacağı
kararlarla Büyük Millet Meclisi çözmelidir.
Bu
soruna resmi olmayan çözüm önerileri; ne şiş ne kebap yansın
Hep
aynı dert “Cahillik”: Osmanlı tarihi
belirsizliklerle doludur. Çünkü Osmanlı, insanını okutmaya önem vermemiştir. Bu
nedenle savaşa katılanlar ne günlük tutabilmişlerdir ne de ailelerine, eşlerine
ve tanıdıklarına mektup ya da ayrıntılı mektup yazarak durumu ve duygularını
anlatabilmişlerdir. Çoğunluk bir alayda tek bir okuyup yazan ya varmış ya da
yokmuş; onu da mecburen yazıcı yaparlarmış. Benim babam alayında tek okuyup
yazan olduğu için alayın yazıcısı olmuş. Alayın girdisi ve çıktısını ve bir de
çok acil durumlarda arkadaşlarının bir iki cümle ile er mektubunu yazayım
derken, derli toplu anıları ve duyguları anlatan bir mektubun ya da belgenin
yazılması belli ki olanaksız hale geliyormuş. Bu nedenlerle savaşlarda neler
olup bittiğini, insanlar nasıl acılar çektiğini, duygusal dünyalarını tam
olarak öğrenemiyoruz. Öğrendiklerimiz sadece askeri nedenlerle tutulan bazı
belgelerle sınırlı. Aynanın arkasında neler oldu, onları hiçbir zaman
öğrenemiyoruz. Bu dönemde bu nedenle yazılan birkaç mektup tarih açısından
altın değerini taşıyor.
Savaştan
dönenler, savaş anılarını anlatsa da, bu bilgileri yazılı not haline
getirmediğimiz için, bu notların gelecek kuşaklar için çok önemli olduğunun
bilincini taşıyanlar az olduğu için, anlatılanlar kuşaktan kuşağa ya silikleşiyor
ya da abartılı bilgilerle aslından saptırılıyor. Bizim tarihimiz, resmi
(ordunun) rakamlar ile gittikçe abartılan “mit” tarzında öykülerden
oluşmaktadır. Durum böyle olunca da tarihimizi yabancılardan öğreniyoruz.
Çanakkale Savaşı’nın ayrıntılarını Anzaklardan öğreniyoruz. Çünkü Çanakkale
arşivi araştırıcılara sınırlı sayıda açılmış durumdu. Bir kişi ancak galiba 200
belgeye bakabiliyor.
Ermeni tehcirinde yaşanan acı olayları, belli
ki daha iyi eğitilmiş Ermeniler çoğunluk birey birey yazmışlar. Biz ise
ölülerimizi sadece tesadüfen bulduğumuz toplu mezarlardan öğreniyoruz.
Dolayısıyla bir sürü haklı-haksız suçlamalar karşısında “biz yapmadık” demekle yetiriyoruz.
Sarılması olanaksız bir acı yaşandı; çözüm
ne?
Bazen alacak verecek defterini muhasebeyi
tamamlamadan kapatmak taraflar için daha iyi olabilir. Türk-Ermeni çatışması da
böyle görünüyor. Ancak yine de:
Ermenilerin önemli bir kısmının anavatanı
tarihsel olarak bu topraklardır. Evleri, dükkânları, tarlaları, bahçeleri
vardı. İmparatorluğun gözde azınlıklarıydılar. Türklerle yakın ilişkileri
vardı. Bu ilişkiler düzgün olarak yürütülebilseydi bu ülkenin kaderi çok daha
iyi olacaktı.
Siyasi
kararsızlıkların tetiklediği din-ırk kıskacıyla kısa bir zaman içinde
birbirlerine düşman edildiler. Kol kola halay çektikleri meydanlarda
birbirlerinin gırtlağına sarıldılar. Birinin soluğu kesildi; diğeri ise bitap
düştü. Zaman geriye çevrilemeyeceğine göre olsa olsa defteri kapayıp yeni bir
sayfa açmak gerekir.
Malını satıp ya da yanına alıp bu ülkeyi terk
edenler mal talebinde bulunamazlar. Ancak isterlerse “Osmanlı” değil Türkiye
Cumhuriyetinin vatandaşlık hakkını talep edebilirler. Cinayet ve katliam
olaylarına karışmamışlara bu hak verilmelidir.
Malını tutanakla devlete teslim edip,
daha sonra geri almışlarsa, bunlar da sadece vatandaşlık hakkı için talepte
bulunabilirler.
Malını tutanakla devlete teslim etmiş;
ancak geri alamamış olanlar: Hala devletin elinde olanları alabilmeli; eğer
devlet tarafından satılmış ise bu malların da bedelini geri alabilmelidir.
Malını komşusuna emanet etmiş ve geri
alamamış ise, bunların da devletçe geri verilmesi sağlanmalıdır. Dolaylı olarak
“bilmeden, kasıt olmadan” Ermeni
malını almış olanların bedeli “yapılan ek
yatırımlar hariç” asıl sahibine şu andaki mal sahibince ödenir.
Bu koşullarda ve Türkiye Cumhuriyetinin
vatandaşlığını kabul edenler anavatanlarına kavuşurlar. Bu niyeti ve yaklaşımı
siyasi bir kaldıraç gibi kullanmak isteyenlere bu hak verilmez.
Ermenistan ile sınır kapıları açılır;
ekonomik bağlantılar güçlendirilir; serbest dolaşım hakkı her iki tarafa da
verilir.
Kutsal yerler ve vakıflar hiçbir koşul
ileri sürülmeden Ermeni cemaatine geri verilir. Kiliseden camiye ya da tersi
camiden kiliseye döndürülen tapınaklar için anlaşma zemini aranır. Anlaşma
sağlanamadığı durumlarda kışkırtmaları ortadan kaldırmak için bu mekânlar her
iki cemaatin de yararlanacağı alanlara ya da mekânlara çevrilir.
Gerek Ermeniler ve gerekse diğer din
mensupları gerekirse bu dinlerin içindeki mezhepler arasındaki ezeli sürtüşmeyi
ortadan kaldırmak için devletin dini kimliği tümüyle ortadan kaldırılır. Sözde
değil, özde laikliğe geçilir. Böyle bir adil düzene geçiş ilk olarak vergi
düzenlemesi ile yapılır. Öyle ki:
Hiçbir vatandaş başka bir dindeki kişinin
dini giderlerini, binasını, eğitimini, memurunu, ücretlisini karşılamak zorunda
bırakılmaz. Din için devlete vergi ödenmesi tümüyle ortadan kaldırılır. Bu
ödenti yasalarla ve yönetmeliklerle cemaatlere bırakılır. Bu, farklı dinlerdeki
insanlar için değil, aynı din içindeki insanlar için de geçerli kılınır. Öyle
ki bir kişi kendi dininden hizmet almak istemiyorsa, kendi dininin bina,
eğitim, memur, ücretli, hizmetli ve diğer giderlerine katılmayabilir. Gerek
devlet gerekse cemaatler tarafından kişiler dini giderler için ödeme yapmaya
zorlanamaz. Bu kişilerin hakları ve güvenlikleri devlet tarafından titizlikle
sağlanır.
Dini eğitimlerin tümü cemaatlere
bırakılır. Devlet yaygın öğretimin hiçbir aşamasında dini eğitimle ilgili bir
düzenleme yapamaz. Dini hizmet almak isteyenler bedelini öder. Devletin hiçbir
kademesinde dini hizmetler için bir kadro bulunmaz. Eğer anlaşma sağlanırsa bu
eğitimlerin cumhuriyetin temel ilkelerine aykırı olmaması için dini
mensuplardan oluşan ve devletin de temsil edildiği bir kurul tarafından sadece
denetlenebilir.
Mezarlıklar onarılır ve sahiplerine geri
verilir
Yapılabildiği kadarıyla, arşivlere de
bakılarak, nüfus kütükleri yeniden güncelleştirilir.
Her iki tarafın ölenleri için ortak bir
anıt yapılır ve belirli bir gün “Günahlardan
Arınma Günü” olarak ilan edilerek ortak olarak törenle anılır.
Bütün
bunlardan sonra zamanı geriye döndürebilseydim ne olmasını isterdim.
Keşke
sözünü hiç sevmem. Çünkü bir insanın aptallığını ortaya koyan bir kelimedir. İş
işten geçmeyi simgeler. Zamanında yapılmamış bir işin, verilmemiş bir sevginin,
yaşanmamış bir aşkın, alınması gereken bir dadın zehre dönüşmesini ifade eder.
Ermeniler, Rumlar, Süryaniler bu
toprakların en eğitilmiş, sanata, yatkın, üretici, çalışkan ve müziğe,
edebiyata, politikaya, devlet yönetimine en yatkın unsurlarıydı. Binlerce defa
keşke diyorum, keşke kalsaydılar, bu ülkenin sanatına, üretimine, edebiyatına,
müziğine, estetiğine, tarımına, yapılaşmasına binlerce yıl yaptıkları gibi katkı
vermeye devam etselerdi. Ne olurdu yani mahallemizde ya da köyümüzde çan çalan
bir kilise, iki üç dili konuşan çocuklarımız, aynı coşkuyla kutladığımız
bayramlarımız olsaydı. Acılarımızı ve sevinçlerimizi paylaşsaydık. Sanat,
edebiyat, müzik gelenek ve yetenekleri ile bize destek olsaydılar. Şehirlerimiz
ve konutlarımız daha estetik ve yaşanabilir olsaydı. Bir bütünün ayrılmaz
parçaları olsaydık, keşke…
İç politikada siyasilerimizce hoş
görünmek için sürekli gündeme getirilen Dersim Harekâtı ve Ermeni Olayı sonunda
olumsuz meyvesini vermeye başladı. Yaklaşık 1,5 milyarlık Katolik dünyasının
lideri Papa, daha sonra 450 milyon insanın temsilcisi olan Avrupa Parlamentosu
Ermeni Soykırımını 2015 Nisanında kabul etti. Hem de ilk soykırımı yapan millet
damgasıyla. Bunun sonu gelecektir. Oturacağımız uluslararası her masada bu
dosyalar önümüze konacaktır. En yetkili yöneticilerimizin meydanlarda uluorta
Dersim soykırımından üstü açık ya da kapalı dem vurması batı dünyasında yankılanmıştır.
Yarın 1938’de Dersim’de soykırım uygulayan bir millet, 1915’de haydi haydi
soykırım uygulamıştır demelerine hazırlıklı olun. Bir defa adınız çıkmaya
görsün, bu topraklarda yaşanmış her etnik çatışma ve sürtüşme korkarım ki
hanemize soykırım olarak yazılmaya çalışılacak. Tarih ve diplomasi bilincinden
yoksun, ağzına geleni söyleyen yöneticilerden ne yazık ki bu ülke büyük darbe
almıştır. Sayın yöneticilerimizin bu
kararlar bizi bağlamaz, yok
hükmündedir diyerek geçiştirmeleri de doğrusu dünya diplomasi tarihine
geçecek niteliktedir.
Sonuç: Ben böyle bir özre
“Ermenilerden Özür Dileme Kampanyasına”
kesinlikle katılamayacağım. Hiç kimsenin benim ve ülkemin adına özür dilemesine
de izin vermeyeceğim. Çünkü ailem ve bildiğim kadarıyla bu gün mensubu olmaktan
hep gurur duyduğum Türkiye Cumhuriyetinin ilk günden bu yana yönetimi ve bu cumhuriyeti
kuran değerli insanların hiç biri bu kalkışmanın ne tetikleyicisi ne destekleyicisi
ne de bastıranı olmuşlardır. Aydın, araştırıcı ve benzer kimlikler arkasına
sığınarak, küçük çıkarları için, batının bitmeyen bu hain isterisine alet
olanların tüm sinsi girişimlerine karşın, deneyimli Türkiye Cumhuriyeti bu
tuzağa düşmeyecektir. Tarihin doğduğu ve serpildiği bu topraklar, 72 milletin
anavatanı olarak tarihteki yerini hep koruyacaktır.
Prof. Dr. Ali
Demirsoy
24.04.2014
Birinci yazı: 01.01.2009
Dip Not: Hamidiye
Alayları, 1915 Ermeni sürgünü ve o zamanki Türk ordusunu yöneten Alman
subayların teklifiyle gündeme gelmiştir. Çünkü Osmanlı ordusu; İttihat ve
Terakki tarafından Alman genelkurmayının yönetimine bırakılmıştı. Bu yönetimin
çekirdeği 42 kişilik Alman subay heyetinin başında bulunan Limon von Sanders’ti.
Rusların zayıflatılması amacıyla, Ermenilerin içeride iyice etkisizleştirilmesi
için sürülmeleri bu Alman heyetinin planıdır. Bu sürgünün yürütülmesi, 2. Abdülhamit
tarafından büyük bir çoğunluğu Sünni Kürtlerden ve az bir kısmı da Sünni
Türkmenlerden oluşturulmuş Hamidiye Alaylarına verilmiştir. Kemal Süphandağ
kitabında bunu açıkça belirtiyor: 'Ezidi (Yezidi), Alevi, Şii ve Dürziler
müracaatlarına rağmen Hamidiye Alaylarına kabul edilmemişlerdir. Hamidiye
Alaylarının da zulmüne uğramışlardır.
Yol
boyunca özellikle ve Osmanlı Jandarmasının kontrol edemediği yerlerde Kürt
aşiretleri Ermeni köylerini basıyor, mallarını yağmalıyordu, Osmanlı Devletinin
normal askeri kuvvetleri ise Ermenileri korumaya çabalıyordu. Bunun için Kemal
Süphandağ'ın sunduğu belgelere bakılabilir (Sayfa: 342, 345 vb.)
Sunuş yazısı:
Değerli
Kardeşlerim
2008-2009
geçişinde yeni yılınızı kutlarken, büyük devlet ile küçük devlet arasındaki
önemli bir ölçütü ve Ermeni olaylarına bizzat tanık olanların (ve ailemin)
gözüyle bir değerlendirmeyi ve bu olaylara çeşitli şekillerde müdahil olanların
kimliği ile ilgili bir yazı göndermiştim.
İlk
gönderdiğim yazı, 2014 Nisanı’nda Amerika’daki malum oylamalar ile ilgili
olarak tekrar ele alınarak yeni bilgilerle okuyuculara gönderildi.
Ne
yazık ki 2015 yılına gelindiğinde, tehcir olayının 100’cü yılında, dünya,
Ermeni sözde soykırımını birer birer parlamentolarından geçirmeye ve tarihin er
kirli iftirasını Türk ulusuna atma hattat kabul ettirme gayreti içine girmiş
bulunmaktadırlar. Her 24 Nisan’da ısıtılan bu acılı çorbayı ister istemez yemek
zorunda olanlar ve bir de tarafsız inceleyenler anlayabilecektir.
Yeterince
araştırmacı yetiştiremeyen ülkeler, haklarını uluslararası arenada elde etmekte
zorlanırlar. Bu nedenle 24 Nisan ülkemizin boynunda kılıç gibi asılmaktadır.
Aslında 24 Nisan bu ülkenin yabancılara ve suçlulara taviz verme günüdür. Dersim
harekatını meydanlarda sürekli ısıtarak gündeme getirip, onu bir soykırım gibi
gösterme gayreti içine girmiş yöneticilerin ülkeyi buraya getireceği akil
adamlar tarafından biliniyordu. Şimdi yöneticilerimizin bu ipsiz sapsız
açıklamalarını gündeme getirerek, Ermeni soykırımını parlamentosunda geçirmiş
ülkeler bize sormazlar mı? Dünyada büyük bir savaş ve çatışma henüz yokken,
aynı dinden ve büyük ölçüde aynı soydan gelen kendi insanına 1938’de soykırımı
yapmış bir ülke, 1915 yılında Birinci Dünya Savaşı gibi her yerin kana
bulandığı bir zamanda, farklı dinden ve soydan gelen insanlara soykırım
uygulamaması için inandırıcı bir neden olabilir mi? Dışişlerimiz sert yanıt
verdi, bu karar bizi bağlamaz, yok hükmündedir gibi suya tirit açıklamalar ile
olsa olsa gözü kapalı oy verenleri kandırabiliriz. Bu kararlarla bizden hiçbir şey
alamazlarsa da saygınlığımızı aldıkları açıktır…
Yetmiş
iki milletin kardeşçe bir arada saygı ve sevgiyle yaşaması dileğimle
saygılarımı sunuyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder